
POYRAZ SÜVARİOĞLU
Birkaç adım ileriden giden kadının peşinden gitmeye devam ettim. İki gündür güçlü durmaya çalışıyordu hem de tahmin edemeyeceğim kadar güçlü. Mihre’nin o hâli hepimizi perişan etmişken, herkese umut dağıtıyordu. Gerçekten göründüğü kadar güçlü müydü, yoksa sadece rol mü yapıyordu, anlamıyordum. Anlayamadığım bir diğer konu da bendim. Neden durmadan tetikteydim? Gözlerim neden bir an olsun onun üzerinden çekilmiyordu? Neden her hareketini dikkatle izliyordum, neden peşine takılmıştım mesela?
Belli ki yalnız kalmak istiyordu. İyi de hani yalnız kalamazdı, o yalnız kalmaktan korkardı. Bu bilgiyi ne için aklımda tuttuğumu da bilmiyordum mesela. Köşeyi döndüğünde adımlarımı yavaşlattım, beni fark etsin istemiyordum. Son iki gündür yaptığım gibi uzaktan izlemeyi tercih ettim. Lakin köşeyi döndüğümde onu göremedim, adımlarım hızlandı. Nereye gitmişti? Nedense endişe ettim. Adımlarım koridorda ilerliyordu ki duyduğum hıçkırık sesiyle olduğum yere çivi gibi çakıldım. Onun sesiydi.
Yanından geçmekte olduğum balkon kapısını sessizce aralayıp dışarı adımladım. İlk girdiğimde göremedim. Birkaç adım atınca köşedeki küçük bedeni gözüme çarptı. Omuzları sarsılarak ağlıyordu. Anlaşılan küçük cadı düşündüğüm kadar güçlü değildi. O sadece rol yapıyordu, hem de çok iyi rol yapıyordu. O hâli, içimde kötü duyguların baş göstermesine neden oldu. İstemsiz olarak yanına ilerledim. Adım sesleriyle yaşlı gözleri beni buldu. Beni görünce hızla başını diğer tarafa çevirip gözündeki yaşları sildi.
— Poyraz… Sen burada ne yapıyorsun?
— Hava almaya çıktım. Ya sen?
— Ben… Ben içeride daraldım.
İçli sesi, deminki hâlini görmesem bile inandırıcı değildi. Kızarık gözleri, soğuktan kızaran yanakları, titrek dudakları… İşlerin onun için yolunda gitmediğinin kanıtıydı aslında. Yanına oturmadan önce üzerimdeki ceketi çıkarıp omzuna koydum. Bu yaptığım hareketle yere odaklı bakışları beni buldu.
— Gerek…
— Üşüyorsun, kalsın.
Başını “tamam” anlamında salladı, ardından üzerindeki cekete sarındı.
— Yalnız kalmak istersen gide…
— Sorun değil.
Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Bakışları kısacık bir an elime kaydı, lakin bir şey demedi. Sigaramdan derin bir nefes çekip ciğerlerime dolan dumanı dışarı bıraktım. Duyduğum öksürük sesiyle bakışlarım onu buldu; rüzgâr dumanı ona götürmüştü. Gördüğüm hâliyle ikinci bir nefesi çekemedim. Sigarayı yere atıp üstüne bastım. Gözleri yerde sönen sigarayı buldu.
— Teşekkür ederim.
— Rahatsız olacağını düşünemedim.
Dudaklarında minicik de olsa bir tebessüm oluştu ama bu yeterli değildi.
— Poyraz…
Sesi titriyordu. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde akmaya hazır yaşlarla yüzleşmek zorunda kaldım.
— O… o iyi olacak, değil mi?
— Olacak. Kendin dedin, aşkı yeni bulmuş, mutluluğu yeni yakalamışken gidemez.
— Gitmesin… O… o bizim kardeşimiz, büyük ablamız, annemiz gibi. O giderse düşeriz, kalkamayız. Poyraz, ne olur uyansın artık…
Ağzından kaçan hıçkırıkla derince yutkunma ihtiyacı hissettim. Tövbe, bu kızı daha da susturamazdım. O an ne yapacağımı bilemedim. Kollarımı bedenine sarıp göğsüme çektim. O an ağlayışı daha da arttı. Ellerim sırtında gezindi. Çenem başının hemen üstündeydi. Saçlarının kokusu içime doldu, derin bir soluk almadan duramadım. Sanki portakal bahçelerindeydim ve ağaçlar yeni çiçek açmıştı. Elleri üzerimdeki gömleği sıktı.
— Poyraz… Uyansın… Kardeşim uyansın, ne olur.
— Uyanacak. Korkma, ağlama, uyanacak.
— Yalvarırım, yalvarırım, gitmesin…
Başı göğsüme yaslıyken “hayır” şeklinde hareket etti.
— Ben bir daha yetim kalmak istemiyorum. Ben ailemi kaybetmek istemiyorum.
— Kaybetmeyeceksin. İnan bana, kaybetmeyeceksin.
Kollarımla daha da sıkı kavradım küçük bedenini, var gücümle bedenime yasladım.
— Bir daha kimsesiz kalmayacaksın. Biz varız.
Başını göğsümden uzaklaştırıp yüzüne baktım, gözlerinin en derinine bakmaya çalıştım.
— Gamze, biz kocaman bir aileyiz ve Mihre bu ailenin mihenk taşlarından. Gitmeyecek. Gidemeyeceğini biliyor. Şu an uyuyor olsa dahi bunu hissediyordur.
Ellerimi yanaklarına koyup yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Yanakları buz kesmişti sanki.
— Ağlama… Ağlama küçük cadı. Ağlamak sana hiç yakışmıyor.
— Dayanamıyorum Poyraz, elimden başka türlüsü gelmiyor. Birazcık ağlasam…
Küçük bir çocuğun saflığını taşıyordu. Şu an ağlamak için benden izin istiyordu.
— Tamam, birazcık ağla ama daha fazla ağlamak yok, tamam mı?
Başını aşağı yukarı sallayıp burnunu çekti. Ardından tekrar göğsüme sığındı. Bu defa elleri sırtıma uzanıp üstümdeki gömleği sıktı. Ağzından küçük bir hıçkırık kaçınca ellerim bedenine tekrar sarıldı. Saçlarından derin bir soluk almadan duramadım. İçli ağlayışı beni çok ama çok rahatsız ediyordu. Kısa bir süre sonra hıçkırıkları kesildi ama geri çekilmedi. İyi, en azından artık ağlamıyordu. Başını biraz geri çekip yüzüne bakmaya çalıştım. Kapalı göz kapaklarını görünce dudaklarım kıvrıldı. Uyumuştu.
Hava serindi. Üstündeki ceketi bedenine biraz daha sardım, kollarımı biraz daha sıktım. Üşüyecekti. Uyandırsa mıydım? Bir oda ayarlardık. Ama bu düşünceden kısa zamanda vazgeçtim. Uyanırsa bir daha uyumazdı. Böyle uyuması daha iyi, birkaç saatliğine de olsa dinlensin.
Sırtımı banka yaslayıp onu kucağıma çektim. Kucağımdayken hafif hareketlenip kendine rahat bir pozisyon bulmaya çalıştı. Yanağını göğsüme yerleştirdi, ellerini ikimizin arasına koyup uykusuna devam etti. Uyurken tatlıydı, hem de fazlasıyla tatlı.
Gözlerim, çatıdan görünen şehrin ışıklarında gezindi. Karşımda İstanbul’un ışıkları vardı.
Peki ben neden şimdi portakal bahçelerinde geziniyordum? Aldığım soluklar sanki ciğerlerime yetmiyordu. Bu kokuyu daha fazla içime çekebilmek için olduğumdan daha derin nefesler almaya başladım. İstemsiz olarak havada bir iç çekişim duyuldu.
Yaptığım şeyin farkına vardığımda kendime sövdüm. Ne yapıyordum ben böyle? Bu doğru değildi. Kızın düşkün hâlinden istifade etmekti resmen.
“Allah tependen baksın Poyraz, yoklukta mısın oğlum? Küçük cadıya yükselmek nedir?”
Hayır, kendimi anlamıyordum. Son zamanlarda yaptığım hiçbir şeye anlam veremiyordum. Gittiğim mekânlardan tek başıma çıkıyordum, her geceyi kendi evimde bitiriyordum üstelik yalnız...
Ben en son ne zaman bir kadınla birlikte oldum?
Bu cadıyla tartışmadan önceki gece... Kapısına gidip özür dilemeden hemen önce. O dakikadan itibaren kime yakınlaşsam, gözlerimin önüne dik başlı, asi halleri, burnunu havaya dikip meydan okuyan tavırları geliyordu.
Aklımdaki soruya verdiğim cevaplarla birlikte küfür savurdum.
“Lanet olsun... siktirler olsun... yok, yok canım, olmaz öyle şey! Hayatta olmaz!”
Kollarımdaki bedeni biraz daha sardım.
“Saçmalığın dik alası! İmkânsız bile bunun yanında hiç kalır,” dedim kendi kendime.
Çenemi başının üstüne yasladım. Burnuma dolan portakal çiçeği kokusuyla dudaklarım kıvrıldı.
“Olmaz... olmaması gerek,” dedim ama zihnimin aksine dudaklarımdan bir iç çekiş kaçtı.
Vay benim hâlime ki ne vay... geçmişler olsundu! Başını göğsüme sürtmesiyle tebessümüm büyüdü. Hem de ne geçmişler!
“Salak ettin beni be kızım. Yoksa ben bunu bu kadar geç anlamazdım. Aptal ettin beni.”
Dudaklarım saçlarına değdiğinde, kendimden beklemediğim kadar sahiplenici bir öpücük bıraktım.
Ben hayatımdaki hiçbir kadının saçlarından öpmemiştim ki... Yanaklarına bile değmemişti dudaklarım.
Yalan yok, hayatıma giren kadınların sayısını ben dâhil kimse hesaplayamazdı. Ve o kadınlardan hiçbiri böylesine masum bir öpücük istememişti; ben de böylesine bir girişimde bulunmamıştım. En mahrem öpüşler gerçekleşmişti ama böylesi hiç olmamıştı.
Kirletmiş sayılır mıydım onu?
O çok temizdi, belki de kimseye böylesine yaklaşmamıştı. Benim üzerimdeyse her türlü elin izi, tenin dokunuşu vardı. Küçük cadıyı dokunuşumla kirletmiş sayılır mıydım?
İçimde bir endişe oluştu. İstemsizdi, yemin ederim istemsizdi. Değmişti dudaklarım tenine...
Allah kahretsindi ki, istemsiz olan şeyin devamını istiyordum ben. Şimdi ona dokunmak istiyordum.
Eyvahlar olsun... şimdi ne olacaktı?
“Poyraz...”
Sesi boğuk çıkıyordu. Göğsümdeki hareketlenmeyle bakışlarım yüzünü buldu.
“Ne oldu bana?”
“Uyuya kaldın.”
“Uyandırsaydın keşke.”
“Çok yorgundun, biraz dinlen istedim.”
“Bir haber var mı?”
“Henüz yok.”
Gözleri etrafta gezindi, en son bulunduğu konumda durdu ve aynı hızla ayağa kalkmaya çalıştı. Hareketiyle üzerine örtülü ceket yere düştü. Ayağa kalktığında utangaç bakışları etrafta gezindi.
“Ben... ben... kusura bakma.”
Eğilip yerdeki ceketi aldı, ardından üstündeki tozları silkelemeye başladı.
“Nasıl uyuya kaldım hiç bilmiyorum... Normalde hiç adetim değildir.”
Ceketi bana doğru uzatınca elimi uzatıp aldım.
“Kusura bakma.”
“Önemli değil, dedim ya. Çok yorgundun, normal.”
Saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Elimdeki ceketi tekrar omzuna bıraktım.
“Poyraz, gerek yok.”
“Hava soğuk, kalsın.”
“Teşekkür ederim.”
“Rica ederim.”
İçimden gülümsemek geldi. Aramızdaki nadir anlardan biriydi bu. Laf sokmak yok, öfkelenmek yok, kavga yok...
“İçeri geçelim mi?”
Başımı ‘tamam’ anlamında sallayınca önden ilerlemeye başladı. Ellerini ceketin kollarından geçirmeye çalışınca gülümsemeden edemedim.
“Gamze.”
“Hı?”
Durup birkaç saniye yüzüme baktı. Eline uzanınca bu defa gözleri elime kaydı. Ceketin kolunu, elleri dışarı çıkıncaya kadar kıvırdım. Ardından diğer eline de aynı işlemi yaptım.
“Teşekkür ederim.”
“Bu aralar fazla mı kibarsın?”
Kinayeli sesimle o da gülümsedi.
“Sen yine de fazla alışma.”
“Patronun olduğumu hatırlatayım mı?”
“Şirkette olmadığımızı hatırlatayım mı?”
“Yaptığın her şeyin bedelini şirkete gidince ödeyeceğini biliyorsun, değil mi?”
“Immm, nıç, hayır yapamazsın.”
“İstesem pekâlâ yapabilirim.”
“En fazla iş kitlersin, o da sorun değil. Dahası, iş ahlakına ters. Hem sen öyle bir insan değilsin.”
“Nasıl biriymişim peki?”
“Bunu duymak istediğine emin değilim.”
“İstiyorum, özellikle de senin düşünceni. Sanırım daha dürüst birini bulamam.”
“İş insanı olarak mı, Poyraz olarak mı anlatayım?”
“İkisini de.”
“O zaman sana seni anlatıyorum, hazır mısın?”
“Dinliyorum.”
“Sen bu hayatta gördüğüm en kendini beğenmiş, züppe, çapkın, kendinden başka kimsenin düşüncelerini önemsemeyen, güvenilmez, ayran gönüllü... Hatta daha fazlası, kadın düşkünü birisin. Tabii bu, Poyraz kısmı.”
Söylediği her kelimeyle kaşlarım çatıldı.
“Bir de ‘Poyraz Bey’ kısmı var; o iş hayatında olan adam. Bak, işte ona gerçekten saygı duyuyorum. Çalışanların hakkını veren, tuttuğunu koparan, haksızlığa asla müsamaha göstermeyen, ciddi, işinde gerçekten sağlam adımlar atan biri.”
Bu defa söyledikleri göğsümü kabartmıştı.
“Bu iki farklı adamı aynı bünyede nasıl taşıyorsun Allah aşkına? Ama hakkını yemeyeyim, arkadaşların konusunda da çok sadık birisin. Onlara değer veriyorsun ve aynı zamanda değer görüyorsun. Bu iyi bir şey. Sanırım sorun kadınlar.”
“Kadınlar?”
Şaşkınlıkla ona baktım.
“Evet, söz konusu karşı cinsle olan ilişkilerine gelince bir basiretsizlik falan mı oluyor? Yani ne bileyim, biriyle dikiş tutturamadığın için mi bu kadar çoklar?”
“Hayatımda kimse yok bir kere.”
“İşte tam da bundan bahsediyorum. Hayatında kimse yok ama yatağından geçenlerin haddi hesabı yok.”
Birkaç saniye durup düşündü, sonra çekingen bakışlarını yüzümde gezdirdi.
“Bir şey sorabilir miyim?”
“Sor.”
“Hiç hastalık kapmıyor musun?”
Söylediğiyle dudaklarım açılıp kapandı.
“Fazla mı özel oldu... kusura bakma.”
“Yok, hasta falan da değilim. Ayrıca zaten uzun, çok uzun zamandır günübirlik ilişki yaşamıyorum gerçekten.”
“Bana ne canım, öylesine sordum. Ayrıca böyle bir şey için tebrik falan mı bekliyorsun?”
“Yok, yok ondan değil.”
“Ama bak, hakkını yemeyeyim, yakışıklı çocuksun. Şirketteki kızlar senin dikkatini çekmek için birbirinin gözünü oymak üzere neredeyse. Akılları beş karış havada, işte ne yaparsın?”
Söylediğiyle birçok duyguyu aynı anda yaşadım.
“Neden? Ben beğenilmeyecek biri miyim?”
“Yaniii...”
“O ne demek?”
“Şimdi her şey dış görünüşte bitmiyor ki, akıllım.”
“Hadi ya, sence bir erkek hangi vasıflara sahip olmalı?”
“Bence bir erkek sevmeyi bilmeli. Kalbi, aklı, ruhu tek bir kadında olmalı. Sadık olmalı; öyle ‘yırtmaç farkı’ ile başka bir kadının koynuna gitmemeli. Güvenli bir liman olmalı. Yanımda değilken ‘acaba’ diye düşünmemeliyim. Akıllı olmalı; gerektiğinde yumruklarının yerine aklıyla, kaleleri olmasa da gönülleri fethetmeli. Sonra merhametli olmalı; kadına, çocuğa, hatta belki hayvanlara saygı duymalı. Sadece kendi kadınına değil, gerektiğinde düşmanının bile saygısını kazanmalı. Yani kısacası... senin tam tersin olmalı.”
“Ben kötü biri miyim?”
Sesim gereğinden kısık çıkmıştı. Kurduğu cümleyle içimde yarattığı depremleri bilse, böylesine rahat konuşmazdı.
“Yanlış anladın, ben öyle söylemek istemedim. Kötü biri değilsin elbet, sadece...”
“Sadece?”
“Sadece... hayalimdeki erkek profiline uymuyorsun. Bunun için kötü biri olmuyorsun. Mesela ben de senin hayalindeki kadın profiline uymuyorumdur. Bunun için kötü biri olmam ki.”
“Yani benim gibi biriyle birlikte olmazdın.”
“Allah korusun, yanlış anlama ama aşk yaşamak için doğru insan olduğunu söyleyemem. Sen günübirlik ilişkilerin adamısın, Poyraz. Seni sana anlatmayayım. Ben bir ömrü paylaşacak birini severdim. Sen daha çok eğlenilecek birisin, evlenilecek değil.”
Son sözlerini söylerken koluma “pat pat” vurdu. Sanırım demin bana kardeşimsin demek istedi. Siktir, ben ne yaşadım lan öyle? Ben her kadının hayaliydim; zenginim, yakışıklıyım, akıllıyım, istediğim her şeye sahibim. Her kadın beni ister… ama o istemiyor. Ben onu istesem o beni istemeyecek. O, hayatında sadece ona sadık kalacak, ondan başkasına dokunmayacak, gözleri bir tek ona bakacak birini istiyor.
Olurum… lanet olsun, onun istediği gibi biri olurum o zaman. İster ama, değil mi? Ne olur beni geçmişimle yargılamasa… değişirim, evlenilecek adam olurum.
Bakışlarım, arkasını dönüp giden kadına kaydı. Aklımdan geçirdiğim, hissettiğim hiçbir şey onun umrunda değildi. Çünkü o, benim için arkadaşlıktan başka bir şey hissetmiyordu. O, öyle bir kadın değildi. Böyle bir kadını dış görünüşümle, paramla ya da gücümle elde edemezdim. O, bir erkekten çok başka şeyler bekliyordu.
Ve ben… onun istediği tüm vasıflara sahip olmaya karar verdim. Aslında sahiptim. Ben onu gördüğüm günden bu yana kadınlara bakamaz, dokunamaz olmuştum. İstesem de izin vermiyordu. Haberi yoktu ama hayali bana musallat olmuştu.
Ben de ilerleyen kadının peşine takıldım. Diğerlerinin olduğu koridora geldiğimizde birçok bakış üzerindeki cekete çevrilmişti. Evdekilerin gözleri beni bulduğunda buruk bir tebessümle baktılar. O ise tüm bu bakışlardan habersiz ilerleyip Nazlıların yanına oturdu. Ben de sessizce Ertuğrul’un yanına geçtim.
“Kardeşim…”
Hüzün dolu gözleri gözlerimi buldu. Gözleri öyle donuk bakıyordu ki... İki gün, sadece iki günde bitmişti kardeşim. Gözlerinin feri sönmüştü.
“Bir değişiklik var mı?”
“Yok, öylece uyuyor… Duymuyor, Poyraz. Güneşim beni duymuyor. Duymasını geçtim, hissetmiyor mu ona olan sevgimi? Bunca büyükken nasıl hissetmiyor? Yeterince sevemiyor muyum, az mı kalıyor sevdam? Nasıl hissettiremiyorum?”
“Saçmalama kardeşim, hissediyordur elbet. O senin güneşin oğlum, senden başka kimseyi aydınlatmayan, ısıtmayan güneşin. Sana tutkun lan, o hissetmez olur mu? Yorgun sadece. Bak gör, dinlenince nasıl uyanacak. Bak bu söylediklerini bir bir söylerim, haberin olsun.”
Gözünden bir damla yaş aktı, dudakları kıvrıldı.
“Uyansın gayrı, dayanacak gücüm kalmadı, Poyraz. Benim yaşayacak gücüm kalmadı gayrı. Uyansın… ya da sıkın biriniz kafama, sonra da onun yanına yatırın. Yoksa ben sıkacağım. Anlamıyor musunuz nefes alamayan hâlimi, görmüyor musunuz?”
Titreyen sesi, çöken omuzları... Nasıl görmezdik? Sevdasına olan özlemini nasıl bilmezdik? Lakin elimizden de bir şey gelmiyordu işte. Bir şey diyemedim; gözlerimi kaçırmaktan başka bir şey de yapamadım.
Bakışlarım istemsiz olarak ona kaydı. Kolu Çiçek'i sarmış, onu teselli ediyordu sanki. Demin kollarımda ağlayan o değilmiş gibi güçlü görünüyordu.
“Gözlerin dönüp dolaşıp aynı manzaraya kayıyor ha kardeşim.”
Ertuğrul’un sesindeki imayı elbet anlamıştım. Dudaklarım kıvrıldığında anlaması gerekeni anladı.
“Hayırlı olsun diyeyim mi?”
“Zor be kardeşim, hem de çok zor.”
“Gamze zor kız, dişli. Lakin öbür türlüsü seni adam etmezdi.”
“Adam oluruz da, olduğumuza onu nasıl inandıracağız, işte orası en zor olan.”
“Gönlü seninkiyle bir yanmıyor ha?”
“Yanmıyor. Yanmadığı gibi yakıyor da.”
“O zaman geçmiş olsun.”
“Olsun kardeşim, olsun. Dilerim çabuk geçer. Zira ona göre değilmişim.”
“Ona göresi nasıl oluyormuş?”
“Ona göre ben evlenilecek değil, eğlenilecek biriymişim. Ayran gönüllü, güvenilmez, zampara herifin tekiymişim. Kısacası göründüğüm gibi işte.”
“Hadi ya… bak bu kötü olmuş.”
“Sorma. Şu saatten sonra değişsem kâr eder mi dersin?”
“Sen değiş, kâr etmezse onu o zaman düşünürsün.”
“Sen Mihre’yi nasıl ikna ettin? O da seni istemiyordu, seviyordu ama ‘olmaz’ diyordu.”
“Kaçırdım.”
“Af buyur?”
“Duydun işte, çiftliğe kaçırdım. Dinlemedi; ne desem duymadı ama vazgeçmedim. O dinlemese bile ben kendimi duyurdum. Kalbimin sesini duymadan bırakmadım. Zaten benimkiyle bir atan kalbi fazla dayanmadı. Ama sana şu kadarını söyleyeyim; korumak, inandırmaktan daha zor. Bir camın ardından öylece bakmak öyle bir yakıyor ki... ‘ölsem’ diyorsun, ‘keşke ölsem’ ama o acımasın, kanamasın diyorsun. Cayır cayır yanıyorsun da bir Allah’ın kulu görmüyor. Görecek gözler kapalı, duyacak kulaklar duymuyor, konuşacak o bal diller suskun. Ama olsun, yaşıyor. Kalbi hâlâ benimkiyle bir atıyor. Yanarım ben, yeter ki yaşadığını bileyim. Yanmaya eyvallah demişim, ne gam... yeter ki o iyi olsun.”
Elini uzatıp camdaki yansımayı sevdi. Sevdiği kadına dokunamıyor, kokusunu soluyamıyordu. Bu nasıl bir acıydı, Allah yaşatmasın. Benim de bakışlarım cama kaydı. O sırada içerideki monitörlerden yüksek sesler çıkmaya başladı. Biz daha ne olduğunu anlayamadan içeri doktor ve hemşireler girdi.
“Güneşim!”
Ertuğrul, her iki elini cama dayadı. Gözlerinde korku baş gösterdi, diğerleri de cama koştu.
“Ne oluyor?”
Ertuğrul’un şaşkın ve endişeli sesi hepimizin sesini bastırıyordu.
“Güneşime ne oluyor?”
İçeride ne oluyordu bilmiyorum ama gördüğümüz manzarayla hepimiz rahat bir nefes aldık. Dudaklarımızda tebessümler, dualar belirdi. Çünkü yatakta uzanan kadın, göz kapaklarını —baygın da olsa— aralamıştı. Bal rengi gözlerini açık tutmak için var gücüyle çaba harcadığını görebiliyorduk.
Gözleri içerideki insanlarda gezindi, sonra camdaki bizleri gördü. Ağzında olan tüpten dolayı konuşamıyordu ama öğürdüğü için gözleri yaşarıyordu. Derdini anlatamamış olacak ki bu defa yataktaki elini kaldırıp bize doğru uzattı. Bu manzara hepimizin yüzünü güldürdü. Elini Ertuğrul’un hizasında kaldırıp açıp kapadı ama bu uzun sürmedi; eli güçsüzce tekrar yatağa düştü.
“Seni istiyor kardeşim, seni istiyor!”
Ertuğrul’un gözlerinden akan yaşlar dudaklarındaki gülüşe karıştı. Beklemeden içeri koştu; bence çok bile dayanmıştı. Birkaç saniye sonra camda onu da gördük. Doktorlar onu çıkarmak istese de kabul etmemiş olacak ki Mihre’nin başucuna geçti. Demin onu çağırmak için kalkan el şimdi Ertuğrul’un elini kavradı. Ertuğrul’un elleri saçlarında, yüzünde gezindi. Beklemeden sevdiği kadını öpüp koklamaya başladı. Şükür, çok şükür ki uyanmıştı. Hepimiz derin bir nefes aldık.
Gayrı ailemiz tamamlanmıştı....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 87.57k Okunma |
6.68k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |