84. Bölüm

84. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

MİHRE KARA

 

Ben neredeyim, burayı bilmiyordum ama öyle güzeldi ki... Çok hoşuma gitmişti.

Etraf uçsuz bucaksız yeşillikti; göz alabildiğince uzanan bir çayır ve masmavi bir gökyüzü... Bunu sevdim, hem de çok.

Arkamda oluşan hareketlenmeyle bakışlarım oraya kaydı. Otuzlarında bir kadın ve aynı yaşlarda bir adam vardı. Adam oldukça tanıdık gelmişti, kimdi bu insanlar? Kadının kucağında yeni doğmuş bir bebek vardı. Bebeğin siyah saçları, siyah gözleri öyle tanıdık gelmişti ki gülümsemeden edemedim.

— Merhaba.

— Merhaba.

Kadının naif sesi kulağımda melodi etkisi yaratmıştı.

— Şey, biz neredeyiz?

İkisi de tebessümle önce birbirlerine baktı, ardından bana.

— Uzaklardasın, hem de sevdiklerinden çok uzakta.

— Sevdiklerim…

Birkaç saniyeliğine duraksadım. Sevdiklerim... Ailem...

— Ertuğrul...

Söylediğim isimle gülümsemeleri büyüdü.

— Gitmelisin.

— İyi de nasıl? Nasıl gideceğim? O... o çok korkmuştur.

— Uyanman yeter.

— Nasıl?

Şaşkın sesimle gülüşleri her geçen saniye daha da büyüyordu. Burada neler oluyordu böyle? Gözlerim etrafı taradı ama çevrede bırak insanı, insanlara ait bir yapı dahi yoktu. Bir tek bu iki kişi...

— Mihre.

— Adımı nereden biliyorsunuz?

Genç adamın kara gözlerinde şefkat vardı.

— Oğlunu merak etme, o bizimle.

— Ne... Oğlum mu?

Gözlerim kadının kucağındaki bebeğe takıldı. Gözlerim yavaşça kapandı ama göz kapaklarım tekrar açıldığında yoklardı.

— Neredesiniz? Hey! Nereye gittiniz? Ertuğrul! Ertuğrul, neredesin? Kurtar beni!

Her yer karardı. Yerdeki çimler sanki ayaklarımın altından çekildi. Ellerim, bedenim sızladı. Deminki huzur kayboldu, yerine ince bir sızı oluştu. Üşümüştüm. Boğazımda bir şey vardı. Göz kapaklarımı aralamak istedim ama yapamadım. Sanki göz kapaklarım birbirine yapışmıştı. El parmaklarımı oynatmaya çalıştım, bedenimi var gücümle zorladım ve nihayet göz kapaklarımı açabildim.

Gözlerime dolan ışıkla kirpiklerimin arasından yaşlar şakağıma doğru aktı. Konuşmak istiyordum ama yapamadım. Boğazımdaki hortum yüzünden öğürmeye başladım. İçeriye birkaç kişi koşuşturdu. Sesler vardı ama aralarında duymak istediğim ses yoktu. Ben bu insanların hiçbirini tanımıyordum. Ertuğrul neredeydi? Kocam neredeydi?

Göz kapaklarımı biraz daha aralayıp ışığa alışmayı bekledim.

— Mihre Hanım, sakin olun. Yoğun bakımdasınız.

Yoğun bakım mı? Neler olmuştu? Canım acıyordu. Benim sevdiğim adam neredeydi? Ben ailemi istiyorum.

— Mihre Hanım, lütfen hareket etmeyin. Ağzınızdaki tüpü çekince rahat konuşacaksınız.

Başımdaki adam beni sakinleştirmeye çalışsa da işe yaradığını söyleyemezdim. Gözlerim etrafı taradı, en son camda durdu. Yatağımın tam karşısında kocaman bir cam vardı ve sevdiğim herkes oradaydı. Şu anki halime inat gülümsemek istedim. Gözlerim siyah irislerle kesişti. İçeri gelsindi, ben onsuz yapamazdım. Ne zamandır bu haldeydim? Özlemiştim. Zihnim hatırlamasa da kalbim hatırlıyordu ve onu çok özlemişti.

Elimi havaya kaldırdım, parmaklarımı açıp kapadım. “Yanıma gel sevgilim, sana ihtiyacım var.” Gücüm daha fazlasına yetmedi. Elim yatağa düştü. Belki duymadı ama anladı. Yaşlı gözlere inat gülümsedi, ardından koşarak oradan uzaklaştı. Birkaç saniye içinde bulunduğum odanın kapısı hızla açıldı. Koca bedeniyle, yanında huzurla, umutla, aşkla içeri girdi.

— Ertuğrul Bey, lütfen dışarı çıkın.

— Olmaz! Karım beni istiyor!

— Anlıyorum ama bu şekilde içeri giremezsiniz.

— Girdim bile doktor, çekil önümden!

Adımları başucuma geldi. Ağzımdaki tüp konuşmamı engelliyordu. Elleri saçlarımı buldu. Gelişiyle ben de sakinleşmiştim. Hareket edip öğürmeyi bırakmıştım.

— Güneşim... Kurban olduğum...

Elimi kaldırıp koluna koydum. Gözlerim gözlerine kenetlendi.

Seni çok özledim be adam. Nasıl bu kadar uzak kaldık? Çeksinler şu lanet şeyi artık, konuşmak istiyorum, sevgimi duyurmak istiyorum.

— Ben de seni özledim, güneşim. Şu gözlerine bakmayı öyle özledim ki...

Göz kapaklarım açılıp kapandı. Yine anlamıştı. Sanırım konuşmama gerek yoktu.

— Mihre Hanım, şimdi ağzınızdaki tüpü çekeceğiz, tamam mı?

Gözlerimi bir kez daha açıp kapadım. Etrafta vakum sesi duyuldu. Ardından küçük, ince bir hortumu ağzımdakinin içinden geçirdiler ve yavaşça çekmeye başladılar. Çekilirken yine öğürmüştüm, canım yanmıştı ama bu uzun sürmedi. Birkaç saniye sonra nihayet kurtulmuştum. Bir kaç defa öksürmüştüm. Ama şimdi çok daha iyiydim.

— Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Doktor ve hemşireler bana beklentiyle bakıyorlardı.

— Ertuğrul...

Sesim pürüzlüydü.

— Güneşim!

Sesindeki mutluluk o kadar eşsiz ve büyüktü ki...

— Seni çok özledim.

— Ben de, güneşim... Ben de seni çok özledim.

Dudaklarını saçlarıma bastırdı.

— Beklediğimiz cevap bu değildi ama bunu da kabul edebiliriz sanırım, — dedi doktor gülümseyerek.

Söyledikleri Ertuğrul’un da hoşuna gitmişti ki gülümsüyordu.

— Şimdi soruyu tekrarlayalım. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

— Yorgun... bir de boğazım sızlıyor.

— Taktığımız tüpten kaynaklı. Bir süre sızlayacak ama merak etmeyin, işin zor kısmını atlattınız. Sizi normal odaya alacağız. Geçmiş olsun.

Adam konuştuktan sonra içerideki sağlık çalışanlarına gerekli talimatları verdi. Birkaç saat içerisinde başka bir odaya alınmıştım. Bu süre zarfında Ertuğrul bir an olsun yanımdan ayrılmamış, elimi bırakmamıştı. Varlığı bana güç veriyordu.

— Ertuğrul...

— Efendim, güneşim?

— Bebek...

İçimi yakan soruyu daha fazla tutamamıştım. Aslında cevabı biliyordum ama bir umut, “Hayır, iyi, o hâlâ seninle,” desin istemiştim. Lakin gözlerini kaçırmasıyla onu daha fazla zorlamamak için üstüne gitmedim. Çünkü biliyordum, onun için de zordu.

— Biliyor musun, bir oğlandı...

Yerdeki bakışları yüzümü buldu.

— Bir oğlumuz olacaktı. Onu rüyamda gördüm. Babasına benzeyen bir oğlan... Gözleri ve saçları sana benziyordu.

Gözlerimdeki yaşları tutamadım.

— Ertuğrul, özür dilerim. Çok özür dilerim. Ben... ben bebeğimizi koruyamadım. Oraya gitmemem gerekirdi, onu tehlikeye atmamalıydım ama bilmiyordum. Allah şahidim, böyle olacağını bilmiyordum.

— Şşş... Sakın, sakın kendini suçlama.

— Suçluyum ama... Ben onun annesiydim, onu korumam gerekirdi.

— Güneşim, yalvarırım ağlama. Senin bir suçun, bir günahın yok. Canı veren Allah, alan yine O. İsyan sana yakışmıyor. Ben şükür ediyorum, sen yaşıyorsun, beni bırakmadın diye. Her saniye Rabbime şükür ediyorum.

Kollarını hızla bedenime sardı. Saçlarımdan yayılan kokuyu içine çekerek öptü. Yüzümde dudaklarının değmediği tek bir nokta bırakmadı.

— Güneşim... Yaşama sebebim.

Ertuğrul, kaç gündür uyuyorum?

— Birkaç gündür.

— Kaç gün? Seni bu kadar özleyecek kadar çok mu uyudum; bir hafta, iki, bir ay mı, ya da daha fazla?

— Üç gün.

— Üç mü? Emin misin? Bana çok daha fazla gibi geldi.

İkimiz de, yaşlı gözlerimize inat, tebessüm ettik. Kapının sesiyle ikimiz de oraya döndük.

Tüm ailem buradaydı.

— Kusura bakmayın ama daha fazla duramadık.

Çiçek, biraz utangaç, biraz çekingen bir şekilde içeri daldı; peşi sıra diğer herkes.

— Nasılsın? İyi misin? Bir şey ister misin?

— İstediğim sorudan başlayabilir miyim?

Nazlı yine heyecan yapmış, peş peşe soru sormuştu.

— İyi misin?

Gamze sakin görünüyordu ama içindeki endişeyi görebiliyordum; benden gizleyemezdi.

— Gayet iyiyim, meraklanmayın.

— Nasıl? “Meraklanmayın” demesi kolay.

— Çınarcım, az sakin mi olsan?

— Sakinim zaten, bu en sakin halim.

Aslında yerinde duramıyordu.

— Bir şeye ihtiyacın var mı?

— Yok abisi, sağol.

Söylediğim ile Poyraz, olduğu yerde efelenerek dikleşti.

— Canım, ağrın var mı?

— Yok aylacım, gayet iyiyim valla bak.

Gelen burun çekme sesi ile gözlerim hemen arkasındaki kıza kaydı; nemli gözlerini kaçırmaya çalışsa da başaramadı.

— Pışt, küçük, hayırdır; pek bir uzaksın.

Gözleri gözlerimi bulur bulmaz yaşlarını serbest bıraktı. Daha fazla bu haline dayanamadım; kollarımı açıp ona baktım.

— Gel.

Hızla bana doğru gelip kollarını bana doladı. Ben de onu bekletmedim; bedenini bir anne edası ile sarıp, saçlarına dudaklarımı bastırdım.

— Şşş, ağlama; ama iyiyim bak.

— Çok korktum ben.

— Bak, sen benim savaşçı miniğim; sen “korku” nedir bilir miydin?

— Bilir mişim.

Burnunu çekip söylediğiyle gülüşüm büyüdü. Geri çekilip, parmaklarımla gözündeki yaşları sildim.

— Sil bakalım şu yaşları; daha fazla ağlamak yok, yasak; ağlamayı hepinize yasaklıyorum.

Sesimi sertleştirmeye çalışsam da hepsi, ciddi olmadığımı bildiği için gülümsemeyle yetindiler.

— Mihre, çocuklar kapıda da seni görmek istiyorlar; gelsinler mi?

Arif'in, dediği ile dudaklarım kıvrıldı.

— Al içeri, beklemesinler.

Komutum ile birkaç saniye içinde, kapıdaki korumalar içeri daldı.

“Yenge” diye içeri ilk dalan Ahmet oldu.

— İyi misin, yenge?

Diye peşi sıra Kenan geldi.

— Öldük öldük dirildik, — dedi Rüzgar.

— İyi görünüyor, değil mi? — dedi Süleyman.

— Kimin yengesi kardeş? İyi olacak tabii ki.

Yusuf’un sesi ketum olsa da gözlerinin içi parlıyordu.

— Bir durunda konuşsun lan!

Diye hepsini susturdu Osman.

Hepsinin yüzüne uzun uzun baktım.

— Pardon, siz kimsiniz?

Sesim öyle sakin ve duygusuz çıkmıştı ki hepsinin suratı allak bullak oldu.

— Af buyur yenge, — diye ilk tepki veren Rüzgar oldu.

— Nasıl ya? — Kenan korku ile diğerlerine baktı.

— Abi, doktor! Doktoru çağıralım! — diye kapıya koşan Yusuf’u gülüş sesim durdurdu.

— Aşk olsun be yenge, bu nasıl şaka? — Osman'ın sesi sitemliydi.

— Sen benim karımı mı sorguluyorsun lan?

Ertuğrul’un sert sesi ile korku ile sindi.

— Yok abi, estağfurullah; ben sadece çok korktum, ondan yani.

— Tamam tamam, Ertuğrul, kızma çocuklara.

— Çocuk mu? Bunlar mı çocuk! Bunların neresi çocuk?

— Ertuğrul... çok ayıp.

— Ayıp! Siz daha ayıp görmemişsiniz. Biz eve bir dönelim, ben size göstericem. Okeydi, tavlaydı.

Dedikleri ile dudaklarımı ısırdım.

— Şey... biz yani, ben evde az biraz sıkılmıştım da, azıcık ama...

— Biz gidelim, — diye panikle konuştu Yusuf.

— Kesinlikle gidelim, — diye destek çıktı Rüzgar.

— Evde görüşürüz, yenge, — diye yanındaki Osman’ı kolundan dışarı itekleyen Süleyman’ı diğerleri takip etti. Birkaç saniye içinde, Ertuğrul’un gazabından korktukları ve iyi olduğumu gördükleri için odadan dışarı çıkmışlardı. Bu hallerine hepimiz kahkaha atmıştık. Gözlerim yanımdaki adamı bulunca, onun zaten bana baktığını gördüm.

— Bir şey ister misin?

— Aslında evet.

— Emret.

— Şirin... Ertuğrul, Şirin iyi mi?

Eğilip dudaklarını alınma bastırdı.

— Merak etme; babannem ve Ayşe teyze yanında, ama o da seni özledi.

— Getir... Ertuğrul, kızımı getir, ne olur!

— Sen yeter ki iste, size canım feda.

Bana bir öpücük daha bıraktı; ardından telefonu eline alıp birkaç bir şey yaptı. Özlemle ona bakıyordum; sadece üç gün uyuduğumdan hemfikir miydik?

— Biz çıkalım.

Poyraz’ın imalı sesi ile herkes gülüp dışarı çıkmıştı. Utanmıştım ama özlemim utancımdan daha baskındı. Yatak başına yaklaştı; siyah gözleri, gözlerimin içindeki her bir zerreyi inceledi.

— Ertuğrul...

— Güneşiim!

— Biraz öpsen ya?

Dudakları kıvrıldı; ardından beklemedi, dudaklarımızı birleştirmesi ile hemen karşılık verdim. Çok, çok özlemiştim. Önce alt dudağımı emmeye başladı; dudaklarımdan kaçan inilti odayı doldurdu. Ardından üst dudağıma aynı şeyi yaptı; geri çekildiğinde gözlerim kapanmıştı.

— Güneşim...

— Sevgilim... aşkım... kocam... canım... herşeyim ama herşey!

— Ölürüm sana, kadın; can veririm....Güneşim...

— Hıı...

— Şey...

Her ne söyleyecekse çekiniyordu.

— Ne oldu sevgilim?

— Giraylar... onlar dışarda.

Sıkıntılı bir nefes bıraktı.

— Sana yemin ederim, onları öldürmemek için öyle zor duruyorum ki ama yapamadım işte... Kaçırıldığında bana yerini söyleyen onlardı ve... ve ailen olmaları... Yani ne tepki vereceğini bilemediğimden...

— Çağır, gelsinler.

— Emin misin?

— Eminim; hem yalnız değilim, sevdiğim adam burada, elimi tutuyor.

Eğilip saçlarından öptü.

— Her zaman, sen neyi nasıl istersen.

Geri çekilip kapıya yöneldi. Birkaç saniye sonra, odaya ilk giren Melek Hanım ve Şahin Bey oldu; peşleri sıra oğulları girdi. Melek Hanım, yaşlı gözleri ile bana doğru geliyordu ki elimi kaldırıp onu durdurdum. Ne kadar üzgün olduğu umrumda değildi; benim yaşadığım hüznün yanında bir hiçti. Ertuğrul gelip yanı başımda durdu, eli ile elimi kavradı.

— Kızım... bebeğim...

— Lütfen... lütfen, Melek Hanım, bana “kızım” demeyin; zira değilim.

— Yapma lütfen, bize bir şans daha ver; bir kerecik dinlesen...

— Öyle mi? Dinlersem ne değişecek; mesela bebeğimi geri getirecek mi yapacağınız açıklama?

— Yavrum...

— Yeter, daha fazla konuşmayın. Sizi dinlemek için çağırmadım. Açıkçası ne siz ne de söyleyecekleriniz zerre kadar umrumda değil. Sadece şunu bilin: ne benden ne de kocamdan size bir zarar gelmeyecek ama sizi bir daha görmek istemiyorum; karşıma çıkmayın. Eğer daha önce hayatımı kurtarmış olmasaydınız, inanın Ertuğrul’u durdurmazdım; hatta canınızı ellerimle alırdım.

— Kızım...

— Yeter! Bir daha sakın o kelimeyi kullanmayın. Sizin bir kızınız yok; en azından o kız ben değilim. Bence, kendini para karşılığı satan, para için çocuk peydahlayan bir kızı ailenize almamalısınız. Yanlış mıyım, beyler?

Gözlerimi oğullarına diktim; ikisi de yüzüme bakamıyordu.

— Merak etmeyin, konuşmanızı beklemiyorum; şimdi lütfen gidin.

— Gidemem!

Şahin Bey, içeri girdiğinden bu yana ilk defa konuştu.

— Öyle mi? Neden?

— Çünkü kızım burada; o kabul etmesede ben babasıyım. Bunca yıl, yaşadığını bilmeden bekledim. Şimdi bizi istememenin nedeni yaptıklarımız; sana zarar verdik ama gidemem.

— İster gidin ister gitmeyin, umrumda değil Şahin Bey; ama şunu bilin: ne benden size evlat, ne de sizden bana baba olur.

Kapının açılıp kapanma sesi ile bakışlarımız ayrıldı. İçeri hızlı gelen birkaç adım sesi doldu. Gördüğüm yüz ile gözlerime ulaşan bir gülümseme yerleşti.

— Baba!

— Güzel kızım, oy benim küçük kuşum!

Bana doğru gelip bedenimi bağrına bastı; elleri saçlarımı okşadı, sarabildiği kadar sardı. O an ben farkında değildim ama “müdür, babam’a ‘baba’ demem”, Şahin Bey’in yüreğinde deprem etkisi yaratmıştı; çünkü benden bu kelimeyi hiç duymayacağını anlamıştı.

— Yavrum, iyi misin? Ağrın, sızın var mı?

— İyiyim, babam; sen beni merak etme.

Gülümseyerek yüzüne baktım. Elleri yüzümde gezindi; yaşlı yüzünde endişe, hüzün ve şükür vardı.

— Baba, çocuklar...

— Merak etme, çocuklar iyi; Sultan Hanım’a emanet ettim.

— Babam, hadi daha fazla durma burada; çocuklar seni özler.

— Sen iyi ol, ben giderim.

— İyiyim ben; hem bak, kocam burada, o bana bakar.

— Hıh, dediği lafa bak; koca köylü oldu başımıza.

Dediği ile kahkaha attım. Gülüşümü bölen kapının tekrar açılması oldu ama bu defa gelen kişi ile ben de yerimden hızla doğruldum; çünkü Şirin, küçük ayakları ile içeri doğru koşturmuştu.

— Meleğim!

Ben ona gidemeden Ertuğrul, küçük bedenini kucaklayıp onu yatağa bıraktı. Bırakır bırakmaz da kendini kollarıma attı; kollarımla bedenini göğsüme bastırdım.

— Meleğim, bir tanem...

Dudaklarımı saçlarına, yüzüne, boynuna bastırdım; mis kokusunu içime çektim.

— Bebeğim, güzel kızım... Çok çok özledim seni, meleğim benim.

Gözümden süzülen yaşa engel olamadım. Geri çekilip, küçük parmakları ile akan yaşı silmeye çalıştı. Elini tutup parmak uçlarına dudaklarımı değdirdim.

— Meleğim, sen beni çok mu özledin?

Başını aşağı yukarı salladı.

— Ben de seni özledim; hem de en çok seni özledim.

Başını yine göğsüme yasladım. Saçlarından mis gibi bebek kokusu yayılıyordu; benim bebeğimdi.

— Şuna bak, beni görmüyor bile.

Babaannemin sesi ile tebessümle ona baktım.

— Babaannem, hoş geldin.

Adımları yanıma geldi; ellerini yanaklarıma koyup okşadı.

— Geçmiş olsun, kınalı kuzum. Allah seni bize bağışladı; hepimiz öyle korktuk ki...

— Korkmayın canım, azıcık uyudum o kadar.

Dediğim ile o da tebessüm etti. Bulunduğum durumla dalga geçmekten başka ne yapabilirdim ki? Yeterince üzülmüşlerdi; daha fazla üzülmelerine müsaade edemezdim. Bedenimi geri çekip kucağıma sığınan meleğe baktım.

— Meleğim, şimdi sen babanne ile eve gidiyorsun, tamam mı?

Başını hayır şeklinde iki yana salladı.

— Meleğim, benim güzel prensesim; burası çocuklara uygun bir yer değil. Hem bak, ben gayet iyiyim; en kısa zamanda eve geleceğim. Teyzenler de gelecek, ve tabii amcanlar da.

Başını diğer tarafa çevirdi; bu haline gülümsemeden edemedim. Parmaklarımla çenesinden nazikçe kavrayıp bakışlarımızı birleştirdim.

— Meleğim hadi ama, burada senin de hasta olmanı istemiyorum. Söz veriyorum; en kısa zamanda geleceğim. Hem amcan burada, o bana çok iyi bakar; hemencecik iyi olurum. Sonra geldiğimde birlikte pasta yaparız, olur mu?

İstemese de başını “tamam” anlamında salladı.

— Aferin bir taneme.

Kokusunu doya doya içime çektim.

— Mis kokulu meleğim, benim biricik fıstığım... Yerim seni ben.

— Güneşim, prensesimi biraz daha sararsan sanırım gerçekten yiyeceksin.

Ertuğrul’un sesi ile bu defa ikimiz de ona baktık, sonra da gülümsedik. Diğerlerinin içeri girmesi ile gözlerimi onlara diktim.

— Şimdi hepiniz eve gidiyorsunuz.

— Birimiz kalalım, belki bir şeye ihtiyacın olur.

— Gerek yok, zaten Ertuğrul burada.

Gamze el mahkum kabul etti.

— Size başka görev vereceğim.

Sesim ile hepsi bakışlarını merakla bana dikti.

— Ben gelene kadar meleğimle ilgilenecek, onu mutlu edeceksiniz. Eğer suratı düşsün, korkun benden; canınıza okurum, anlaşıldı mı, asker!

Hepsi ciddi ciddi “hazır ola” geçince gülmeden edemedim.

— Meleğim size emanet.

— Sen merak etme, patron fıstık bizde.

Değil mi kız, cimcime?

Çınar yaklaşıp Şirin’i kucakladı; ardından hepsi en güzel dileklerini iletip çıktı. Gözlerim hala odamda duran dörtlüyü buldu.

— Siz de gidin lütfen, bir daha görüşmemek üzere.

— Bu kadar büyük konuşmamalısın.

— Tutamayacağın sözler söylemem; kaldı ki benim için yoksunuz; yani gözlerim görse de beynim sizi algılamaz. Şimdi mümkünse kocamla yalnız kalmak istiyorum.

— Nereden kocan oluyor bu?

Tufan’ın sinirli sesi odada duyuldu. Kaşlarım çatıldı. Gerçekten mi, abilik mi taslayacaktı?

— Allah katında ona “evet” dediğimden beri...

Söylediğim ile şaşkınlıkla birbirlerine baktılar sanırım bu onlar için sürpriz olmuştu.

— Sormak istediğin başka bir şey var mı, Tufan Giray?

— Mihre ben...

— Sen ne... İnan bana, Ertuğrul’u ne kadar tutabilirim bilmiyorum ama şansını zorlama; kendini düşünmüyorsan bile aileni düşün, git buradan.

— Sen de...

— Bence devamını getirme; zararlı çıkarsın.

— Mihre...

Mehmet Giray konuşacaktı ki kaşlarım çatıldı.

— Yeter! Sözlerimin neresini anlamadınız? Nasıl bu kadar yüzsüz olabilirsiniz? Bebeğimi kaybettim; bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? Beni kaybettiğinizde nasıl hissettiğinizi hatırlıyor musunuz? Belki de hissetikleriniz benimkilerin yanında bir hiçti ama ben sizin yüzünüzden bebeğimi kaybettim. Bana saygınız yoksa acıma olsun; hiç birinizi görmek istemiyorum. Size her baktığımda bebeğimin benden alınışını hatırlıyacağım. Eğer biraz insafınız varsa bir daha karşıma çıkmazsınız; bana böyle bir acıyı reva görüp yüzüme bakmazsınız...

— Kız...

— Melek...

Melek Hanım’ın konuşmasına kocası izin vermemişti.

— Gidelim...

— Ama... Şahin o...

— Gidelim güzelim, sonra... şimdi değil.

Sesi hüzün doluydu; ilk defa hüzünlenmişti ama bu benim için hiçbir şey ifade etmedi. Karısının omzundan kavrayıp dışarı yönlendirdi; hepsi başları önlerinde, omuzları çökmüş şekilde dışarı çıktı. Mehmet Giray gitmeden önce gözlerimin içine bakmıştı; sarıya çalan gözlerinde acı vardı, gerçek bir acı; benim gözlerimin yansımasıydı. İçime işlermiş gibi; baktı ama ben bunu görmezden gelmek için bakışlarımı çevirdim. Kapanan kapı sesi ile çeneme parmakları uzandı.

— Güneşim...

Başımı yana eğip gözlerinin içine baktım.

— Biraz uyuyalım mı, birlikte sarılarak? Ben seni öyle özlemişim ki... Kokunu, tenini, sarılışını... Ertuğrul, biraz sarıl, birazcık kollarında uyut sevgilim, ne olur.

— Kurban olurum sana ben. Sen yeter ki iste.

Bedenimi yana kaydırdım; oluşan boşluğa zar zor sığsa da ses etmedi. Bedenimi, bedenine yapıştırdığında saçlarımda sıcak nefesini hissettim. O da çok yorulmuştu; zerre uyku uyumadığı belli oluyordu. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı. Uykuya dalması uzun sürmedi. Dudaklarımı gömleğindeki açıklıktan göğsüne bastırdım; ardından gözlerimi kapatıp, kokusu ile uyumak için saniyeleri saydım....

Bölüm : 22.10.2025 06:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...