88. Bölüm

88. Bölüm

Tuba eye
tugbalal

Soyunma odasının kapısı üzerimize kapanır kapanmaz, Şirin avuçlarımı bırakıp hemen aynanın karşısına geçti. Minicik parmaklarıyla kabaran tütüsünü düzeltirken, yüzündeki heyecanı görmemek mümkün değildi. Yanağı pembe pembe kızarmıştı. Onu böyle görünce içimde sıcak bir şey kıpırdadı.

“Hazır mısın minik kuğum?” diye alçak sesle sordum.

O ise dudaklarını birbirine bastırıp sadece başını hızlı hızlı salladı. Kocaman gözleri, sanki bir çift ay parçası gibi parlıyordu. Heyecanı o kadar belliydi ki, ellerini birbirine kenetlemiş titremesini saklamaya çalışıyordu.

Yanına gittim, çömeldim.

“Bak,” dedim gülümseyerek, “Sen bugün sahnenin yıldızısın. Kimse senden daha güzel dans edemez.”

Şirin’in incecik çenesi titredi. Dudakları bir şey söylemek ister gibi aralandı ama sesi çıkmadı. Bunun yerine iki avucunu yanağıma koydu. Bu onun diliydi… Kendince “Sen de benimlesin,” demesiydi.

“Tabii ki seninleyim,” dedim, küçük ellerini kendi ellerime alarak. “Her zaman.”

Sırtına iliştirilmiş beyaz kanatlar hafifçe titreşirken, nefesini hızlandırdığını fark ettim. Gözleri kapıya kaydı. Oradan çıkınca bütün gözler üzerinde olacaktı, biliyordum. Ona güven veren bir şey yapmalıydım.

Çantasından saç tokasını çıkarıp, saçlarının arasından düşen ince bir tutamı kulağının arkasına yerleştirdim.

“Tüm kuğuların en güzeli sensin,” diye fısıldadım.

Şirin bu kez sessiz bir kahkaha attı. Boynuma sarıldı. Küçük kolları kalbimin hemen etrafına dolanmış gibiydi. Ben nefes aldıkça onun sıcaklığı içime doluyordu.

“Birlikte nefes alalım mı?” dedim.

Göğsüme bir elini koydu.

Ben derin bir nefes aldım, o da beni taklit etti.

İkimiz havayı içimize çekerken gözleri gözlerime kilitlendi.

Rahatladığını hissettim.

Sonra küçük parmağını havaya kaldırdı, bana uzattı.

Onunla parmaklarımızı birbirine doladık.

Sessizce anlaştığımız bir şeydi bu:

Birlikte. Daima.

Kapı dışarıdan tıklatıldı.

“Sıradaki grup hazırlansın!” diye bağırdı öğretmen.

Şirin hemen doğruldu. Küçücük göğsü bir kez daha hızlı hızlı inip kalktı.

Ben ayağa kalkarken elini bırakmadım.

“Ben seninle olacağım,” dedim kararlı bir tonla.

Bana bakıp başını salladı… Çok hafif. Ama dünyaları taşıyacak bir güvenle.

Ve kapı açıldığında, o minik kuş kanatlarını ilk kez çırpmaya hazırdı…

El ele kapıdan çıktığımızda kulisin loş ışıkları bir anda sahnedeki parlaklığa karıştı. Şirin’in minik adımları beni sürüklerken, kalbim sanki göğsümden firar etmeye hazırlanıyordu. Bu küçük kıza cesaret olmaya çalışıyordum ama itiraf edeyim… İçimde bir yerlerde aynı heyecan, aynı korku büyüyordu.

Perdenin aralığından salona baktım.

İnsanlar…

Yüzlerce göz…

Hepsi az sonra bizi izleyecekti.

Şirin parmak ucuma hafifçe bastı.

“Ben buradayım,” diyordu kendince.

Gülümsedim.

Müzik başladığında zaman bir anlığına durdu. Şirin avuç içlerimi kavradı ve birlikte ilk adımı attık sahneye.

Işık üzerimize düştü.

Ürperdim.

Bir sağa, bir sola…

Balerinler gibi hafif adımlar…

Şirin’in kanatları sanki gerçekten titreşip uçacak gibi.

Ben ise onun gölgesi değil, yanında duran kanadının diğer ucuydum.

Beraber tamamlanıyorduk.

Kalabalığa gözüm iliştiğinde ilk fark ettiğim karanlık gözler oldu.

Ertuğrul

Sert yüz hatları yumuşamış, gözlerinin kenarına yerleşen gurur gizlenemiyordu.

Bakışları önce Şirin’deydi… sonra bende.

Göz göze geldiğimiz an içime tuhaf bir sıcaklık doldu.

Gururlanmış mıydı?

Benimle mi?

Yok artık Mihre, saçmalama…

Şirin parmak ucunda dönerken izleyicilerin arasından Ayla’yı gördüm; gözleri buğulanmıştı. Gülümsüyordu… Kalbi sahneye uzanmış gibiydi. Yanı başında duran kızlar gülümseyerek heyecanla birbirine sarılmış kalpleri bizimle atıyordu. Hemen yanlarında babaannem vardı bir yanı buruk bir yanı mutlu tebessüm ederek bizi izliyordu. Hareket eden dudaklarından bizim için ettiği duaları olduğunu anladım bende tebessüm ettim.

Az ileride Poyraz kollarını göğsünde birleştirmiş, kaşlarının altında beliren belli belirsiz bir tebessümle bizi izliyordu.

Güya cool adam… Ama gözlerindeki yumuşama her şeyi ele veriyordu.

Ve Çınar…

Bizi görünce sırıttı, sonra başparmağını kaldırıp bana doğru salladı.

Kalbimdeki gerilim bir anlığına kahkahaya dönüştü ama yüzümde sadece hafif bir gülümseme olarak kaldı.

Müzik bir anda hızlandı.

Ben Şirin’in elini bıraktım.

O, minik kuğum, sahnenin ortasında kendi küçük evrenini yaratırken ben de onun etrafında dönmeye başladım.

Sanki ikimiz de kanatlanmıştık.

Bütün o bakışlar, bütün o heyecan…

Şirin’in attığı her adımda içimde bir düğüm çözülüyordu.

Birbirimize baktık…

Sessizce konuştuk…

“Başardık.”

Final pozunda Şirin bana doğru koştu.

Kollarımı açtım, onu kaldırdım.

İkimiz beraber eğilirken alkışların uğultusu kalbimin ritmine karıştı. Kızlar ve Çınar bir yandan ıslık çalarken diğer yandan çığlık çığlığa bağırarak alkış çalıyordu.

Böyle bir mutluluk var mıydı dünyada?

Varsa da ben bu ana saklamıştım.

Şirin yüzünü boynuma gömüp derin bir nefes aldı.

Ben de nefesim yettiği kadar sevdim o anı…

Perde kapanırken tek düşündüğüm şuydu:

Bazen insan hayatına mucizeler küçük ayak sesleriyle girer.

Sahnenin gürültüsü kulisin sessizliğine karışırken, hâlâ kalbim küt küt atıyordu. Şirin yanımda, elini avucumdan bir an bile bırakmadan nefes almaya çalışıyordu. Elmacık kemikleri al al olmuştu gururdan mı yoksa heyecandan mı, kim bilir…

Kapı birden açıldı.

İçeri ilk giren Ayla oldu. Yüzünde öyle geniş bir gülümseme vardı ki odayı aydınlatmıştı.

“Aman Allah’ım, ikiniz de harikaydınız!” dedi, Şirin’in yüzünü avuçlarının arasına alıp sevgiyle okşayarak. Bana da dönüp, “Sen olmasan bu kadar cesur olamazdı,” diye fısıldadı.

Ardından Babaannem bana ilerledi. Gözleri yaşlarla doluydu.

“İnsan böyle mi gururlanır kızım…” dedi titrek bir sesle.

Şirin’in saçlarını düzeltti, bana ise minnet dolu bir bakış bıraktı.

Umay hemen Şirin’e eğildi, minicik omuzlarından tutup hafifçe salladı.

“Sen tam bir peri kızısın! Hep böyle dans et tamam mı?”

Şirin utanıp başını göğsüne gömdü.

Nazlı kollarını iki yana açıp bana sımsıkı sarıldı.

“Bayıldım! İkinizi de kıskandım ayrıca,” diye şakalaştı; gözleri hâlâ gururla parlıyordu.

Çiçek hızlı adımlarla gelip bize doğru eğildi.

“Gerçekten nefesimizi tuttuk izlerken…” dedi, sesindeki içtenlik kalbimi bir kez daha ısıttı.

Arif gülümseyerek başını eğdi.

“Bravo küçük hanım,” dedi Şirin’e. Sonra bana dönüp, “Emeğin büyük belli.”

Çınar her zamanki gibi enerjik…

“Ben dedim size, bizimkiler sahneyi yıkar diye!”

Şirin ona küçük yumruğunu uzattı, Çınar da hemen yumruk tokuşturdu. Bu duruma hem şaşırmış hemde gülmüştüm bu yeniydi.

Gamze gözleri ışıl ışıl yanımıza geldi.

“Ne kadar uyumlusunuz… resmen birbirinizin dili olmuşsunuz,” dedi yumuşak bir sesle.

Ve tabii Poyraz…

Bir süre hiç konuşmadan bize baktı.

Onun için bu bile büyük bir iltifattı.

Sonunda usulca,

“Güzel iş çıkardınız,” dedi.

Sadece o kendine has ciddiyetle.

Şirin yine sessizce gülümsedi.

O anda herkes bir adım çekildi…

Dünya bir anda genişledi ama aynı anda daraldı da…

Çünkü Ertuğrul karşımdaydı.

Elini cebinden çıkardı, yavaşça Şirin’in başını okşadı.

Küçük kuğum ona sıkıca sarıldı.

Sonra başını kaldırıp bana baktı.

Bir teşekkür…

Bir gurur…

Bir şey daha vardı o bakışta; adını koymaya çekindiğim bir şey.

Boğazım düğümlendi.

Sanki ne diyeceksem kelimelerim sahnede kalmıştı.

Gözlerimiz birbirine mıhlanmışken, nefesim yeniden hızlandı.

Bu kez heyecandan değil…

Bir adım attı bana doğru.

Kalbim…

İşte o an gerçekten sahneye çıkmıştı.

Ertuğrul, Şirin’i kucağından yavaşça yere bıraktığında ortaya çıkan o sessizlik…

Sanki herkes kulisten çıkmış, yalnızca o ve ben kalmıştık.

Bir adım attı bana doğru.

Ayak sesleri bile göğsümde yankılanıyordu.

Bakışları önce boynuma takıldı…

Saçlarım dans için yukarıdan toplanmıştı, birkaç tutam yanağıma düşmüş…

Belki hareket ederken savrulup durmuştur diye düşündü bir an.

Gözlerindeki hafif tebessümle anladım.

Bir adım daha…

Gözleri omuzlarıma kaydı.

Elbisemin ince askıları, tenimde ipek gibi duruyordu.

Yumuşak beyaz tül kumaş, hareket ettikçe üzerimde dans eden bir rüzgâr gibiydi.

Bel oyumu tam ortasından saran ince taş işlemeleri ışığa yakalandıkça parıldıyordu;

tıpkı az önce sahnede üzerimize düşen o spot ışıkları gibi.

Bir adım daha…

Bedenimin hemen önünde duracak kadar yaklaşmıştı.

Bakışları kalçamdan aşağı süzüldü…

Etek kısmındaki tül katmanlar ayak bileklerime kadar nazikçe dökülüyor,

her nefes alışımda usulca kıpırdanıyordu.

Dans ederken o tüller uçuşmuştu;

şimdi ise adeta hâlâ sahnenin müziği üzerindeymişim gibi titriyordu.

Gözleri tekrar yukarı çıktı…

Çenemde, dudaklarımda takıldı.

Boğazım kurudu.

Onun bu sessiz, her santimimi ezberleyen bakışları karşısında kıpırdamadan durmak…

Zor değildi.

İmkânsızdı.

Kalbimin çarpışı kulisin duvarlarına çarpıyormuş gibi hissettim.

Ertuğrul sonunda gözlerimin içine baktı.

Derin… Sessiz…

Ama söyleyemediği milyonlarca kelimeyle dolu…

“Çok güzeldin,” dedi.

Sesi o kadar alçaktı ki, sadece kulağım değil, ruhum duydu.

Yutkundum.

Sesim olsa bir şey derdim belki…

Ama o an…

Konuşmak dünyanın en gereksiz eylemi gibi geliyordu.

Çünkü gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Ve ben, ilk kez…

Bakışlarının ağırlığını değil,

değerini hissettim.

Sustu.

Ama sessizliği bile boğazımdan geçen nefes gibi hissediliyordu.

“Çok güzeldin,” demesinin ardından gözlerini benden kaçırmadı.

Sanki ben konuşmazsam, söyleyecek daha birçok şeyi vardı.

Adım adım yaklaşırken aramızdaki mesafe öyle bir noktaya geldi ki…

Onun nefesi, benim korkuyla karışmış heyecanıma değiyordu.

Bir adım daha…

Ayak parmaklarımızın arası kadar bile boşluk kalmadı.

Sanki kuliste değil…

Bir hayalin içinde duruyorduk.

Gözleri, yüzüme yeniden ama daha farklı bir bakışla takıldı.

Bu kez…

Benim içimde sakladığım her şeyi görüyormuş gibi.

Kalbimdeki çarpıntıyı duyuyor, zihnimdeki fırtınayı izliyordu.

“ Sen…”

Dedi, sonra durdu.

Cümleyi tamamlamadı.

İçindeki kelimeler dudaklarına kadar gelip orda sıkıştı sanki.

Ben ise konuşmaya cesaret edemiyordum.

Dilim kurumuştu.

Titreyen parmaklarımı gizlemek için etek tüllerimin arkasına sakladım.

O anda baş parmağıyla çenemin altını hafifçe kaldırdı.

Gözlerimi kaçırmama izin vermedi.

Bu dokunuş…

Kalbimi yerinden söküp ellerinin arasına bırakmam için yeterliydi.

“Dans ederken…”

Sesi daha kısık bir tona büründü.

“…Gözlerin hiç korkmamış gibiydi.”

Ben? Korkmamış mı?

Oysa dizlerimdeki titremeyi hâlâ kontrol edemiyordum.

Tam o anda…

Minik bir el parmaklarımın arasına girdi.

Şirin.

Aramızdaki görünmez bağı, küçük bedeniyle kesiverdi.

Başını bana kaldırıp sessizce gülümsedi.

Minik elleriyle “Birlikte” anlamına gelen o işareti yaptı.

Onunla yaptığımız o özel hareket…

Kalbimin tüm karmaşasını tek anda bastırdı.

Gözlerim doldu.

Şirin sonra Ertuğrul’a dönüp kollarını yukarı kaldırdı.

Kucağına alınmak istiyordu.

Ertuğrul gülümsedi ve onu kucağına aldı; o sert çizgili yüz hatları yumuşadı.

Ben de düz durmaya çalışırken, eteklerimin tülleri hâlâ heyecanın izlerini taşıyordu.

Belimdeki taş işlemeler ışığı yakalayıp göz kırpıyordu.

Bakışlarını tekrar üzerimde hissettim…

Şirin’i tutarken bile gözleri beni bırakmıyordu.

“İkiniz…” dedi, yavaş ve vurgulu bir sesle.

“…birbirinize çok iyi geliyorsunuz.”

İçimde bir yer, o sözle birlikte çözüldü.

Ama hemen ardından aynı yer yangına döndü.

Çünkü bu cümle…

Gizlediğimiz çok şeyi açığa çıkarıyordu.

Şirin, amcasının boynuna sarılıp yüzünü sakladı.

O anın masumiyetine daha fazla dayanamadım;

bakışlarım yere indi, nefesim de göğsüme hapsoldu.

Ertuğrul bunu fark etmiş gibi bir adım daha yaklaştı.

Şirin kucağında olmasa…

Belki beni duvara yaslar, kelimelere hiç fırsat bırakmazdı.

“Biraz hava alalım,” dedi sonra, beklenmedik bir sakinlikle.

Ama sesindeki o alttan alta işleyen çekim…

Beni olduğum yere çiviledi.

Sanki o an bilerek süreyi uzatıyordu.

Hâlâ konuşulmayan çok şey vardı.

Söylenmesi gereken.

Söylenmemesi gereken.

Ve bana baktığı her saniyede…

Aramızdaki çizgi biraz daha bulanıklaşıyordu.

Ben…

O çizginin neresinde durmam gerektiğini bilmiyordum.

Ama durmak istiyor muydum?

Hiç emin değildim.

Eli elime dolandığında, beklemeden parmaklarımızı kenetledim. O eldeki sıcaklığı hissetmek, içimdeki kuşların uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırpmasına neden oldu. Kuliste ayrılışımız diğerleri için sürpriz olmamıştı, çünkü hepsi ardımızdan gülüyordu. En son gördüğüm, Şirin’i kucaklayan Ayla oldu.

— Ertuğrul?

— Efendim?

— Nereye?

— Hava almaya.

— E ama çıkış diğer tarafta.

Elimle geldiğimiz yönü gösterdim ama adımları durmak yerine biraz daha hızlandı. En son koridorun sol tarafına saptık. Birden bedenimi bir odaya çekmesiyle neye uğradığımı şaşırdım. Daha o şaşkınlığı atamadan sırtım kapıya dayanmış, dudaklarımız birleşmişti. Birkaç saniye gözlerim şaşkınlıkla açılmış, karşılık verememiştim. Kendime geldiğimde ağzımı aralayıp ona karşılık vermeye başladım. Ellerimi ensesinde gezdirdim, nefesim kesilmek üzereydi. Eli belimde dolaştı; adeta ağacın dalına sarılan bir sarmaşık misali...

Geri çekildiğinde derin soluklar aldım.

— Ertuğrul...

— Güneşim...

Gözleri dudaklarım ve gözlerim arasında gezindi.

— Hani hava alacaktık?

— Alıyoruz işte.

Dudaklarım kıvrıldı.

— Sen iyice arsızlaştın.

— Hiç sanmıyorum.

Eli kalçama doğru ilerledi. Tenimi avucunda sıkmasıyla, dudaklarıma dişlerimi geçirdim.

— Şayet arsız olsaydım, şu an çok farklı bir pozisyonda olurduk.

Yüzümdeki gülüşe engel olamıyordum. Yanağımı göğsüne yasladığımda gözlerim istemsizce kapandı; elleri belime dolanmıştı bile.

— Güneşim...

— Çok mutluyum. Allah’a her nefesimde şükür ediyorum; seni kaderime yazdığı için... Senin gibi bir eşe, aileye sahip olduğum için.

— Ben de, Güneşim... Seni bana bağışlayan Rabbime binlerce şükür.

Saçlarımda sıcak dudaklarını hissettim.

— Hadi gidelim, sonuçlar açıklanacak.

— Zaten birincisiniz, çok da meraklanmıyorum.

Dedikleri ile dudaklarım kıvrıldı.

— Gerçekten mi?

— Şüphen mi var? Kim karım ve kızımla yarışabilir?

— Kız... kızım?

Eli saçlarımda gezindi.

— Şayet Şirin yeğenim olmasaydı, senin için... Ona olan sevgin için bile ona baba olmayı seve seve kabul ederdim.

Gözlerim nemlendi. Ağlamam gerek... Ağlamamalıyım...

— Sen ona anne oluyorsun, e haliyle ben de baba oluyorum. Değil mi?

Elimi kaldırıp yavaşça yanağına yerleştirdim.

— Evet sevgilim... Sen dünyanın en güzel babası oluyorsun.

— Sayenizde...

İkimiz de gülümsüyorduk. Parmaklarımızı birbirine kenetleyip aynı yoldan bizimkilerin yanına döndük.

Ertuğrul’la parmaklarımız hâlâ birbirine kenetliyken kulise doğru yürümeye başlamıştık. Kalbimdeki ritim, biraz önceki yakınlığımızın etkisiyle hâlâ hızlı atıyordu. Gülümsememi saklayamıyordum. Ne kadar mutluydum… Ne kadar huzurluydum…

Ta ki o sesleri duyana kadar.

Önce hafif bir tartışma uğultusu gibi geldi kulağıma. Adımlarımız yavaşladı. Sesleri tanıdıkça kaşlarım çatıldı. Ayla’nın sesi… Umay’ın… Gamze’nin… Nazlı ve Çiçek’in öfkeli tonları… Ama bir ses daha vardı; daha tiz, daha ukala ve kesinlikle bizim ekibimizden olmayan biri.

Köşeyi dönmeden önce Ertuğrul’la göz göze geldik. O da duyuyordu.

“Bir sorun mu var?” diye fısıldadı.

Omuzlarımı silktim ama içimde kötü bir his büyüyordu. Birkaç adım daha attık ve sahnenin gerisindeki geniş boşluğa çıkar çıkmaz tabloyu gördüm.

Kızların hepsi karşılarındaki esmer ve aşırı makyajlı bir kadınla tartışıyordu. Kadının dudakları küçümseyici bir sırıtışla kıvrılmıştı. Ayla’nın gözleri öfkeyle parlıyordu, Gamze yumruklarını sıkmıştı. Çiçek’in yüzü kıpkırmızıydı.

Kadın, iğneleyici bir kahkaha attı.

“Abartmayın canım, sadece söyledim!”

“Ne söyledin sen?” diye patladı Umay.

Kadın göz devirdi.

“Yani… Bu sahneye her çıkan kendini yıldız mı sanıyor? Hele o küçük kız… Şirin miydi neydi adı… Şirin değil şirret o! Sahneyi berbat etti resmen.”

Bir anda içimde bir şey yerinden kopmuş gibi oldu. Boğazım yandı. Sanki biri damarlarıma ateş doldurmuştu. Şirin’e laf etmek ne demekti? O kız hepimizin göz bebeği, evimizin neşesi, kalbimizin tam ortasıydı!

Nazlı ileri doğru adım attı, sesi titriyordu:

“Bir daha onun adını ağzına alırken dikkatli ol!”

Kadın kollarını kavuşturup küçümseyici bakışlarını üzerimize gezdirdi.

“Hepiniz toplanmışsınız, ne olacak? Koro mu kurdunuz? Birinizden yıldız olsa şaşarım!”

Dudaklarımdan kontrolsüz bir şekilde nefes kaçtı. Ellerim yumruk oldu. Yanaklarım yanıyordu. Artık geri duramazdım. Adım attığım anda Ertuğrul hafifçe bileğime dokundu ama durmadım. Bu hakaret değil, savaş ilanıydı.

Sözler dişlerimin arasından sızdı:

“Sen kimsin de bizim ailemize dil uzatıyorsun?”

Kadın bana dönüp tepeden tırnağa süzdü, yüzünü buruşturdu.

“Aaa evet! Sen de o… sahnede sadece dans eden kızsın. Hangi yeteneğinle konuşuyorsun?”

O an gözlerim karardı. Sinirim öyle büyüdü ki kelimeler bile sığmadı içime. Benim yeteneğim? Ailem için savaşacak bir yüreğim var! İçimden haykırmak istedim.

Tam ileri atılacakken Ertuğrul parmaklarını belime koydu. Sesi sakin ama buz gibi sertti:

“Mihre, karışma. Ben hallederim.”

Ama kadın hâlâ konuşuyordu.

“Bu ekip fazlasıyla şişirilmiş… Hele o çocuk… Sahneye yakışmıyor bile!”

Şirin’in adını tekrar duyduğumda gözlerim doldu ama bu kez öfkeyle. Her kelimesi kalbime bıçak gibi saplanıyordu.

“Şirin’e bir daha laf edersen…” dedim, sesim titreyen bir volkan gibiydi,

“…ağzından çıkan bütün kelimeleri tek tek yuttururum.”

Bir anlık sessizlik… Herkes bize bakıyordu. Kadın bile irkildi, bakışlarındaki o kibirli parıltı hafifçe söndü.

Ertuğrul elimi daha sıkı tuttu.

“Bizim ailemizle problem yaşayanla, benimle problem yaşamış sayılır.” dedi sert bir tonla.

Kadının yüzündeki renk soldu. Belli ki karşısına alacağı insanı yeni fark etmişti.

Ben içimden sadece şunu düşündüm:

Kimse… ama kimse… bizim sevdiklerimize dil uzatamaz.

Tam susmuştu ki, o kibirli dudaklarına yeniden söz geldi.

“Zaten sonuçlar açıklanınca görürsünüz. Birincilik için çalışanlar ortada… Bazıları ise sadece şirinlik peşinde. Küçük olan da dahil.”

“Şirinlik…” Kelime beynimde yankılandı.

Çiçek öne doğru atıldı:

“Sen haddini—”

Kadın elini havada salladı, ukalaca:

“Hadi ama! Hepimiz biliyoruz. O küçük kızın birinci olma ihtimali sadece masallarda olur.”

O sırada… Gözüm kapının yanında duran minik bir gölgeye takıldı. Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.

Şirin…

Kapıya yaslanmış, sıkılmış minik ellerini kenetlemişti. Dudakları titriyordu. Yeşil gözleri kocaman açılmış, söyledikleri her şeyi duymuştu.

Hayır… Hayır, duymamış olmalı…

Kalbimde bir yumru oluştu. İçimdeki öfke büyüdü büyüdü ve beni sardı. Şirin’in o masum yüreğine kimse dokunamazdı!

Yavaşça kadına döndüm. Sesim buz gibi sakin ama içinde yanardağ saklıydı:

“Kim birinci olur, kim olmaz… Jüri karar verir. Ama şunu iyi bil…”

Bir adım yaklaştım. Kadın geri çekildi. Elimi koluna sardım parmaklarım bir mengene gibi tenine sarıldı tırnaklarımı etine geçirdim.

“Şirin sahneye çıktığında o salondaki herkesin kalbini kazandı. Senin gibi kalbi kararmış birinin bunu fark edememesi… hiç şaşırtıcı değil.”

Kadın gözlerini devirdi ama vücudu gerildi.

Ben devam ettim:

“Ve eğer bir daha onu incitecek tek bir kelime duyarsam, sonuçlar açıklanmadan önce seninle ilgilenirim. Anlaşıldı mı?”

Söylediklerim havada bir bıçak keskinliğinde asılı kaldı.

Kadın konuşamadı.

Ben artık yalnızca Şirin’e odaklandım. Onun yanına hızla yürüdüm. Minik yüzü düşmüştü. Yanaklarına doğru süzülecek yaşlarla savaşıyordu.

Dizlerimin üzerine çöktüm, yüzümü onun seviyesine indirdim.

“Şirin…” dedim yumuşakça.

Gözlerini kaçırdı. “meleğim…”

Gözlerindeki duygu içimi paramparça etti. Ellerini tuttum, sıcacıklardı.

“Sen dünyanın en güzel yürekli, en cesur kızısın. Sahne seninle ışıldadı. Birincilik mi?” Başımı iki yana salladım.

“Sen zaten benim gönlümde çoktan birinci oldun.”

Yeşil gözlerinde yaşlar parladı. Kollarını boynuma sardı. O an içimdeki bütün öfke, yalnızca onu koruma isteğine dönüştü.

Saçlarını okşarken fısıldadım:

“Kim ne derse desin… Biz bir aileyiz. Ve hiçbir aile üyesi yalnız kalmaz.”

Ertuğrul yanımıza geldi, sessizce elini sırtımıza koydu. O da gülümsüyordu. Sert bakışları hâlâ kadının üzerindeydi.

Şirin burnunu silip bana baktı.

Elini tuttum. Gözlerimde inatçı bir kararlılık vardı.

“Şimdi birlikte gideceğiz. Ve ister birinci ol, ister ikinci… Sen sahnenin gerçek yıldızısın.”

Birlikte kulisin iç kısmına doğru yürürken içimde şu tek cümle yankılanıyordu:

Kimse bizim ışığımızı söndüremez.

Şirin’in elini tutup yürümeye başladığımızda, kulisin o telaşlı atmosferi yeniden üzerimize çöktü. Herkes hazırlık içindeydi. Işıklar, kostümler, fısıltılar… Ama benim için tek gerçek, yanımdaki minik kalbin kırılmamasıydı.

Sahneye çıkış kapısının önünde toplandık. Jüri sonucu açıklamak için mikrofona geldiğinde herkesin nefesi kesildi. Şirin’in minik parmaklarının avucumda titrediğini hissettim. Elimi onun ellerinin üzerine kapattım.

Ertuğrul diğer tarafımdaydı. Sert bakışları hâlâ demin tartıştığımız kadına dönüktü. O kadın da kalabalığın bir kenarında dudaklarını sıkmış, hala kibirli bir havadaydı.

Jürideki yaşlı adam öne çıktı ve gülümsedi:

“Bu gece hepiniz sahnede büyük cesaret, emek ve kalp gösterdiniz. Hepiniz bizim için birincisiniz. Ama…”

(İşte o kelime… herkesin içini katlayan o kelime.)

“…yarışmanın birincisi…”

Şirin nefesini tuttu. Ben de…

“Şirin Arslanlı!”

Saniyelik sessizlik…

Sonra alkışlar, çığlıklar, sevinç uğultusu!

Şirin’in gözleri ışıldadı. Bana döndü.

Gözleri şaşkınlık ve mutlulukla aydınlanmıştı.

Onu kucağıma aldım, döndürdüm. Gülerken ağladım. Gözyaşlarımın nedeni yalnızca mutluluk değildi—gururdu, sevgi dolu bir savaşın kazanılmasıydı.

Ertuğrul da gülümseyerek Şirin’i kollarından aldı, omzuna çıkardı.

“Benim küçük yıldızım!” diye seslendi.

Ama herkes sevinç içindeyken… O kibirli kadın sahnenin kenarında hâlâ somurtuyordu. Gözlerinde kıskançlık, dudaklarında zehir…

Yenilgiyi sessizce kabulleneceğini sanmıştım ama yanılmışım.

Kendi kendine konuşur gibi ama duyulacak kadar yüksek bir sesle mırıldandı:

“Zaten torpil olmasa kazanamazdı…”

İşte o an Ertuğrul, benden önce hareket etti.

Adımlarını ağır ama kararlı bir şekilde kadına doğru attı. Omzunun üzerindeki Şirin hâlâ zaferle parlıyordu. Ertuğrul konuştuğunda sesi buz gibi bir netliğe sahipti:

“Başarısızlığı kabullenemeyenler her zaman bahaneye sığınır.” Kadın geri adım attı. Ertuğrul devam etti: “Bu küçük kız, hiçbir torpile ihtiyaç duymadan birinciliği hak etti. Senin tek doğru söylediğin şey… küçük olması. Ama bilmediğin şey şu… Küçük yıldızlar en karanlık geceleri aydınlatır.”

Kadının yüzü bir anda kızardı. Alt dudaklarını birbirine bastırıp hiçbir şey söylemeden uzaklaştı. Kibirle doğmuş bir cümlesi daha kalmamıştı.

Şirin, Ertuğrul’un başına eğilip dudaklarını amcasının saçlarına bastırdı.

Bu hali… İçimi öyle yumuşattı ki.

Ertuğrul başının üstünden ona bakmaya çalıştı: “En parlak olanısın küçük yıldızım …”

O an Şirin’in gözlerinden taşan mutluluk her şeyi unutturdu. Onu yere indirdik. Bütün kızlar sarıldı ona. Ayla’nın gözleri doldu, Umay öpücükler yağdırıyordu. Gamze saçlarını okşarken:

“Sen bizim gururumuzsun.” dedi.

Ben Şirin’in yüzünü iki elimin arasına aldım. “Sen her gülümsediğinde… kalplerimize ışık oluyorsun. Unutma, seni çok seven bir ailen var.”

Şirin başını salladı, hıçkırıkla karışık bir kahkaha attı lakin sesi duyulmadı bu hali içten içe beni kahr ediyordu.

Sonra bana sımsıkı sarıldı.

O an şunu düşündüm:

Bir insanın dünyasını yıkmaya çalışanlar olabilir…

Ama biz onun etrafına dünyalar kuranlardanız.

Ertuğrul kolunu omzuma koydu.

“Kulise dönelim mi, Güneşim?”

Gülümsedim.

“Dönelim. Bizim yıldızımıza güzel bir kutlama borçluyuz.”

Ve biz, kalabalığın içinden gururla yürürken…

Artık sadece bir yarışmayı kazanmamıştık.

Aile olmanın, birbirine sahip çıkmanın savaşını kazanmıştık.

Bölüm : 03.12.2025 23:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...