40. Bölüm

Bölüm 40 - Hayal Mi Gerçek Mi?

tuğba ♡
tuvbaveotesi

 

Tehlikeli Fısıltı

 

Bölüm 40 – Hayal Mi Gerçek Mi?

 

Senin gökyüzünde, benim yerim yoktu,
Kuru dallarında kanatlarım kırılıp koptu,
Senin toprağında, benim evim yoktu,
Kader aynı sondu, yazdığı son hikaye buydu.

 

Göksel – Yalnız Kuş

Erim Koral’dan;

“Onu kendi ellerinle öldüreceksin.”

“Yaşaması için ölmesi gerekiyor.”

“Yanlış yapıyorsun, Erim. Bu işe senin karışmaman gerekiyor. Senin ne gibi bir bağlantın var bu kızla? Neden bu kadar kafaya takıyorsun gerçekten anlamıyorum. Herkesin kendi hayatı.”

Bakışlarımı âşık olduğum kızın fotoğrafından çektim, tam karşımda oturan Cihan’a çevirdim. “Kendi hayatım için uğraşıyorum zaten Cihan. Anlamayacak bir şey yok. Ben Buse’ye âşığım ve bu hissiyatım değişmeyecek.” Soluk bir nefes alıp verdim. “Çocukluk aşkım lan bu kız benim. Yaşama sebebim.”1

Gözlerimi Cihan’dan kaçırıp zihnimin derinliklerinde gömülü anıya gittim. O günü hatırladım. Hâlâ rüyalarıma giren, kalbimin orta yerinde saklanan o günü. Henüz on yaşındaydım Buse’yi ilk gördüğümde.

Kader bizi ilk o zaman bir araya getirmişti.

Babam toplantıdaydı. Ben de mahallede bisiklet sürüyordum. Küçük, dar bir sokakta neşeyle pedal çeviriyordum ki birden dengesiz bir şekilde savruldum, frenler tutmadı. Bisiklet kontrolden çıktı ve kendimi yokuş aşağı bir hızla giderken buldum. Önümdeki kamyonu fark ettiğimde ise her şey çok geçti.

Derin bir nefes aldım, o anın korkusunu yeniden yaşıyor gibiydim.

Gözlerim kararmış, nefesim kesilmişti ta ki küçük bir kızın çığlığını duyana kadar. “Dur!” Sesini duyurmak için öylesine güçlü bağırmıştı ki ben o çığlığı zihnimden bir kez olsa bile silememiştim. O küçücük haliyle kamyona doğru gittiğimi fark etmiş ve hiç düşünmeden bisikletimin yolunu kesmişti. Ellerini uzatarak beni bisikletten düşürdüğünde ikimiz de yere yuvarlanmıştık.

Benim dizlerim kanarken onun kolu kırılmıştı. Zarar alması gereken benken onun canı yanmıştı. Buse’ydi işte. Çocuk halimle ilk görüşte âşık olduğum, yıllar ilerledikçe aşkı kalbimin tamamını kaplayan kadındı. Hayatımı kurtarmıştı.

Buse benim sadece aşkım değildi. Buse’ye bir can borçluydum ben. Bu yüzden ne olursa olsun onu korumak zorundaydım. Buse’den bahsederken kelimelerim bir volkan gibi taşıyor, içimde tutmaya çalıştığım her şey lav olup dışarı akıyordu.

Durum böyleyken ben nasıl ondan uzak kalıp canının yanmasına izin verirdim?

“Gözleri…” diye fısıldadım. “Dünyadaki bütün yıldızları içlerine hapsetmiş gibi bakıyor bana. Ne zaman ona baksam içimde bir yerlerde kaybolduğumu hissediyorum. O gün Buse’nin hayatımın bir mucizesi olduğunu anlamıştım. Kaderin bana sunduğu bir armağan... ama aynı zamanda da en büyük imtihan.”

Cihan alaycı bir kahkaha attı. “Bunu bir masal kitabından mı alıntıladın yoksa bu kadar melodramatik olmayı kendin mi başardın?”

Beni hafife alması canımı sıksa da umursamadım. “Buse benim hayatımın merkezinde. Kalbim her zaman Buse için attı, onun için atacak. Onu korumak için her şeyi yaparım, Cihan. Gerekirse kendi hayatımı bile…”1

“Sözlerinin ağırlığını fark ediyor musun, Erim?” diye araya girdi. Sesi sertleşmişti. “Onu korumak için ne kadar ileri gideceksin? Ya bu yol seni sonsuz bir karanlığa sürüklüyorsa? Ya bu sevgi dediğin şey aslında bir lanetse?”

Derin bir nefes alarak doğruldum. “Eğer o karanlık Buse’nin aydınlığı içinse o karanlıkta yaşamayı göze alırım. Onun yüzünde bir damla bile gözyaşı görmektense kendimi feda etmeyi tercih ederim. Aldığım son nefeste bile Buse’yi severek öleceksem ölümden korkmam ben.”

Cihan başını iki yana salladı. “Romantik kahramanlar gibisin lakin gerçek dünya o kadar basit değil. Fedakârlıklarla dolu bir hikâye yazmak hiç değil. Hayat... bazen sadece vazgeçmektir.”

“Sana vazgeçmeyi öğreten bu hayat bana savaşmayı öğretti,” diye cevap verdim. “Ve ben o savaşta asla yenilmeyeceğim.”

“Bunları deyip kızı yaralayan kişi sen olacaksın farkında mısın?”

Kaşlarım istemsizce çatılırken huzursuz bir nefes alarak arkama yaslandım ve yeniden elimde tuttuğum fotoğrafa baktım. “Benden nefret edecek. Beni sevdiği için de kendinden nefret edecek ama bu hayata bir şekilde tutunacak. Beni zamanla silecek zihninden. Belki unutacak, belki adımı bile hatırlamayacak. Ama… Bildiğim tek bir şey varsa o da bu yolun tek çıkış kapısı olduğu.” Fotoğrafa baktıkça mideme bir ağırlık çöküyordu. Sanki kalbimin üstünde bir taş vardı ve nefes almakta zorlanıyordum.

Parmaklarım kenarları hafifçe yıpranmış kâğıdı sımsıkı kavradı. Gözlerim fotoğraftaki gülümseyen yüzüne takıldı. O gülümsemenin ardında yatan her şeyin farkında olmadan ne kadar güzel olduğunu düşündüm. Ama biliyordum, artık ona mutluluk getirecek biri değildim.

O gülümseme, benimle birlikte solacaktı.

“Bu onun için en iyisi,” diye mırıldandım. Kelimeler boğazımdan geçerken bile bir yanıltmaca gibi geliyordu. Kendi kendime yalan söylüyordum, biliyordum. Onu mahvedeceğimin farkındaydım ama başka çarem yoktu.

Parmaklarım fotoğrafın üzerinde yüzünü okşar gibi gezindi. “Seni çok seviyorum.”

Buse Uluer’den;

Dinmek istiyordum.

İçimde biriken fırtınalar durulsun, hislerin ağır yükü omuzlarımdan düşsün, düşüncelerimin karmaşası bir nebze olsun sussun istiyordum.

Zihnimde yankılanan bitmek bilmeyen uğultular bir çatlağın içinden sızan kan gibi her yere bulaşıyor ve her bir ses, her bir duygu beni parçalara ayırıyordu. Oysa tek istediğim her şeyin silikleştiği bir boşluğa çekilmekti.

Ne bir acı ne de bir sevinç… yalnızca sessiz bir karanlık. Kendi varlığımı dahi hissetmeyeceğim, zamanın ve mekânın ötesinde kaybolacağım bir karanlık.

Hayat, güçlüyüm diye bu kadar ağır yükleri bindirmek zorunda mıydı omuzlarıma?

Yağmur dün geceden beri durmaksızın yağıyordu. Yere düşen her yağmur tanesi sanki bir şeyleri anlatıyordu. Her biri bir hikâye, her biri bir çığlık gibiydi. Zihnimin karmaşasına eşlik ediyor, uğultusu içimdeki çığlıklarla savaşıyordu.

Kaç saattir dışarıda, yağmurun altında yürüdüğümü bilmiyordum. Hava kararmıştı. Üzerimdeki kıyafetler sırılsıklamdı. Yağmur her damlasıyla bedenimi serinletirken ruhumu da sanki yavaş yavaş soyuyordu.

Ne üşüyordum ne de ıslanmayı umursuyordum.

Ayaklarım kendi iradelerine sahipmiş gibi beni bir yerlere sürüklüyordu. Nereye gittiğimi, ne aradığımı bilmiyordum. Sadece yürüyordum. Sokak lambalarının solgun ışıkları yağmurun hızla yere çarpan damlaları arasında titriyordu. Her adımımda su birikintileri şıpırdıyor, çevremde yankılanan bu ufak ses bile içimdeki boşluğa birer damla yankı bırakıyordu.

Bir köşeye yaklaştığımda adımlarım yavaşladı. Sokak lambasının altında biri duruyordu. Karanlığın ve yağmurun perdelediği yüzünü seçemiyordum ama kim olduğunu gayet iyi biliyordum.

Geldiğimi anlamış olacak ki başını yavaşça kaldırdı ve bakışlarını doğrudan üzerime dikti. Harelerindeki ifadeyi tarif edemezdim. Ne hüzün ne de öfke... Sadece derin, tarifsiz bir boşluk vardı. Tıpkı benim içimde hissettiğim gibi.

“Yine buradasın.” Dudakları yağmurun yağmasına karşın kupkuruydu.

“Sen de buradasın,” dedim nefeslenerek.

Zürih’ten İzmir’e ilk geldiğim gün karşılaşmıştım Macit’le. Otuz beş yaşındaydı ve evsizdi. Kimsesizdi. Bu duvar köşesinde yaşamını sürdürüyordu. Nasıl olduğunu anlamamıştım ancak Macit benim dert ortağım olmuştu. İzmir’e gelip her düşüncelerimden kaçmak istediğimde Macit’in yanına geliyordum.

Ben isteyerek gelmesem bile adımlarım bir şekilde buraya getiriyordu.

Bu köşeyi bir tür sığınak gibi görüyordum. Macit tüm hikâyemi biliyordu. Kırılmış yanlarımı, içimde biriken öfkeyi, büyük bir kalabalığın ortasında hissettiğim yalnızlığı… Beni hep dinlerdi. Bazen akıl verirdi bazen susardı.

Ama sessizliği bile çok şey anlatırdı bana.

Macit’e defalarca yardım etmek istemiştim. Onun için bir ev tutup iş bulmak istiyordum ancak kabul etmiyordu. “Bu benim hayatım,” diyordu. “Kendi seçtiğim bir yol. Yardımın için teşekkür ederim ama ihtiyacım olan bu değil.”

“Burası benim ait olduğum yer, beni garipseyemezsin.” Yattığı kartonunun üzerinden kalktı ve hafifçe yana kayarak oturmam için başıyla işaret etti. Yanına geçip oturduğumda parmaklarının arasındaki sigara çöpünü bana uzattı. Kaşlarım çatılırken sigarayı aldım ve kendi cebimdeki çakmakla yanmasını sağladım.

“Eline üç beş kuruş para geçiyor,” dedim hafifçe sitemle. “Ve sen o parayla karnını doyurmak yerine sigara mı alıyorsun?”

Gözlerini bana çevirdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. “Beni doyuracak bir lokma illa ki bulurum ama şu sigaranın sakinleştirici etkisini hiçbir yemek sağlayamaz.”

Derin bir nefes alarak başımı önüme eğdim, “Kendi kendini bu kadar harap etmene gerek var mı?” diye mırıldandım. Kendisi de yaktığı sigarasından bir iki nefes içine çekti ve sigaranın külünü yanındaki eski bir teneke kutuya vurdu, ardından bana döndü.

“Buse,” dedi yavaşça. “Bazı insanlar hayata kafa tutar, bazılarıysa onunla pazarlık yapar. Ben ikinci gruptayım. Eğer elimde tuttuğum sigarayla bir geceyi daha devirebiliyorsam bu pazarlık kazançlı demektir.”

“Bu kadar umursamaz olamazsın. Yaz kış demeden burada yatıp kalkarak hayatını geçiremezsin.”

Başını yukarı kaldırdı, yağmur damlaları yüzüne düşerken gözlerini kapadı. “Geçiriyorum ama,” dedi. “Ve garip bir şekilde bunu kabullendim. Benim düzenim bu, Buse. Burada olmak bazen bir çatı altındaki sıcaklıktan daha gerçek geliyor.”

Sözleri içimde bir yerlere dokundu.

Ona kızmak istiyordum ama fayda etmeyeceğini de biliyordum.

Sigaradan bir nefes aldı ve külü yine kutuya vurdu. “Beni kurtarmak istiyorsun biliyorum,” dedi sessizce. “Ama senin benden önce kurtarman gereken kişi kendinsin, Buse. Ne oldu? Buraya geldiğine göre yine düşüncelerinle savaşıyorsun.”

Başımı hafifçe yana eğdim. “İnan kafam o kadar dolu ki… Anlatırsam işin içinden çıkamam. Bugün içimi dökmeyeceğim. En azından bir şeyler rayına oturana kadar. İstediğim tek şey kardeşimin mutluluğu.”

“Gittiğin an kardeşinin mutluluğuna balta vuruyorsun.”

“Gitmeyeceğim.” Gözleri kısıldı, başını bana çevirdi. O konuşmadan, “Gidemem Macit,” diye ekledim. “Ne kadar gitmek istesem de gidemem artık. Evrim’in bana ihtiyacı var.”

“Bunu yeni anlamana üzüldüm ancak anlamana sevindim. Ait olduğun yerdesin artık.”

Başımı yavaşça salladım. “Yalnızca birkaç aylığına.”

“Birkaç ay mı?” Sırıttı. “Kendini kandırmaya devam et, Buse. Sen burada, bu karmaşanın ortasında sürekli bir şeyleri düzeltmeye çalışırken hiçbir yere gidemezsin. Gitmek istesen de gidemeyeceksin. Önünde sonunda bu şehre temelli olarak gelecektin zaten. Sadece farkında değildin.”

Sözleri bir mıh gibi zihnime çakılırken içimde tuhaf bir huzursuzluk belirdi. Haklıydı belki de ama bu haklılığı kabullenmek düşündüğümden daha ağır geliyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi yere diktim.

“Zorundayım,” diye mırıldandım. “Her şey yoluna girdiğinde geri gitmek zorundayım.”

Başını duvara yaslayıp beni süzdü. Gözlerindeki bilge ifade beni rahatsız ediyordu. “Her şey yoluna girdiğinde...” diye tekrarladı alaycı bir tonla. “Her şeyin yoluna girdiği bir dünyayı arıyorsan Buse… O dünyayı burada bulamazsın. İnsan kalbinde mutlaka bir kaos taşır. Kaçsan da bu değişmez.”

Hiçbir şey söyleyemedim. Sözleri havada asılı kaldı, sessizlik birbirimizin düşüncelerine karıştı. Oturduğum yerden doğruldum ve hafif bir tebessümle başımı salladım. “Gidiyorum.”

“Git.”

Islak zeminden destek alarak yerimden kalktım. Ben kalkar kalkmaz Macit geri yattı sanki gitmemi bekliyormuş gibi. Sinirli bir yüz ifadesiyle ona bakarken gülümsedi ve gözlerini kapatarak, “İyi geceler bana,” diye mırıldandı. Hiçbir şey demeden sokağın ilerisine doğru yürümeye başladım.

Yağmur hafifçe çiselemeye devam ediyordu.

Eve vardığımda derin bir nefes alarak kapıyı sessizce kapattım. Ayakkabılarımı çıkarıp kenara koydum. Adımlarım beni doğrudan odama götürdü. Odamın kapısını kapatıp üzerimdeki ceketimi sandalyeye astım. Aynaya şöyle bir göz attığımda yüzümdeki yorgunluk barizdi.

Şu an düşündüğüm tek şey bir an önce duş alıp rahatlamaktı.

Banyoya girip suyun sıcaklığını ayarladım. Buharın hızla yükselip aynayı kaplamasına izin verirken üzerimdeki ıslak kıyafetlerden kurtuldum. Suyun tenime değmesiyle birlikte bir an için her şey sustu. Su damlaları saçlarımdan boynuma, omuzlarıma doğru akarken düşüncelerim de bir anlığına berraklaşmıştı.

Ellerimi şakaklarıma götürüp biraz bastırarak gün boyu kafamda dönüp duran karmaşayı dağıtmaya çalıştım. "Derin bir nefes al Buse," dedim kendi kendime. "Her şey rayına oturacak. En azından bu gece biraz olsun kafanı boşalt."

Uzun süre suyun altında kaldıktan sonra banyodan çıkıp yumuşacık havluya sarındım. Çekmeceyi açıp rahat bir pijama takımı seçtim ve üzerimi değiştirdim. Banyodaki aynaya bir kez daha baktım. Su, yüzümdeki yorgunluğu tamamen silmese de biraz olsun ferahlık getirmişti.

Saçlarımı kurutmadan odadan çıktım. Su damlalarının boynumdan sırtıma kadar inmesine aldırmadım. Sessiz adımlarla koridordan geçerek Gökben'in odasına yöneldim. Kapısını yavaşça açtım ve içerideki loş ışıkta küçücük bedenini yatağında büzülmüş bir şekilde gördüm.

Gözlerini kapamış, huzur içinde uyuyordu. Yanına yaklaşıp eğildim ve alnına hafif bir öpücük kondurdum. "İyi uykular bir tanem." Onun için burada olduğumu bilmesini istiyordum, en azından hissetmesini.

Usul adımlarla odadan çıktım ve alt kata indim. Mutfaktan gelen enfes yemek kokuları burnumda adeta şölen yaşatırken karnımın hafifçe guruldadığını duydum. Bütün gün neredeyse hiçbir şey yememiştim.

Mutfağa adım attığımda ocağın üzerinde birkaç tencere kaynıyor, tezgâh ise yemek hazırlığı sonrası bırakılmış gibi görünüyordu. Gaye'nin bu kadar uğraşmış olmasına şaşırarak bir kaşık aldım. Tencerelerden birinin kapağını kaldırıp yemeğin tadına bakmak için kaşığı tencereye daldırdım. Tavuk soteydi.

"Kokusu bile iştah kabartırken tatmamak için dayanamadın değil mi?"

Tencereden çıkarıp dudaklarıma götürdüğüm kaşık havada kalırken kısılan gözlerimle beraber dönüp Erim'e baktım. Kapının duvara yaslanmış bir şekilde beni izliyordu. Üzerinde beyaz bir tişört ve altında ise gri bir eşofman vardı. Saçları dört yıl öncesine göre kısacıktı.

Erim'e bakmayı kesip kaşığı tezgâha bıraktım ve tencerenin kapağını kapattım. Onun yaptığı yemeği yiyecek halim yoktu. Makarna yapmak adına gerekli malzemeleri çıkarırken Erim şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Buse, üç tencere yemek yaptım... Gerçekten yemeyecek misin?"

Elimdeki tencereyi ocağın üzerine koyarken, "Hayır," diye cevap verdim. "Yalanlarını yeterince yedim zaten. Yemeklerini yemeye yer kalmadı."

"Çorba da yapmıştım. Patates çorbası. Sen seversin diye."

"Çorba demiştim, patates kızartması ne iş?"

"Sen ciddi misin?"

"Evet."

"Patatesle yalnızca patates kızartması mı yapılıyor?"

"Bildiğim kadarıyla."

"Çorba yapacağım."

"Çorba mı?" diye saçma bir soru sordu. "Patates çorbası diye bir çorba mı var?"

Zihnim beni geçmişe götürürken gözlerim istemsizce ocağa kaydı.

"Nasıl olmuş?"

"Ben Atlas gibi çorba sevmem ama... güzel olmuş. Sen yaptığın için."

Ne kadar basit ama bir o kadar da değerli bir cümleydi değil mi? Gözlerimi hızla geçmişten çekip şu ana döndüm. Erim hâlâ olduğu yerde duruyordu. Şaşkın bakışları ve hafifçe bükülen kaşları sanki birazdan beni ikna edebileceğini sanıyordu.

Dolaptan tencereyi çıkarıp içine su doldururken, "Bu kadar çaba harcaman güzel," diye mırıldandım. "Lakin karada kürek çekiyorsun sadece. Ne yaparsan yap, istersen gökten yıldızları da indir yaptığın, söylediğin hiçbir şeyin zerre kadar önemi yok gözümde. Sadece altı yedi ay..." Sustum ve tencereyi ocağın üzerine koyduktan sonra altını yakıp Erim'e döndüm. "Sadece altı yedi aylığına buradayım. Seni bu evden nasıl göndereceğimi bilmiyorum ama varlığını yok sayacağımdan emin olabilirsin."

Bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama ben elimi kaldırarak susturdum. "Bitti," dedim. "Benimle konuşma süren bu kadardı. Şimdi mutfaktan çık. Karnımı doyuracağım."

Dediğimi ikiletmedi ve mutfaktan çıktı.

Bu evin tek sevmediğim yanı mutfağın bir kapısının olmamasıydı. Erim'i düşüncelerimden defedip yemeği yapmaya koyuldum. Yaklaşık bir saatin sonunda ise pesto soslu makarnam hazırdı. Karnım tekrardan guruldarken tabağa makarnadan koydum ve buzdolabından meyve suyu çıkarıp büyük bardağa doldurdum.

Aç olduğum için gözlerimden adeta kalpler çıkıyordu.

Damağımda yoğun bir tat bırakan makarnaya karşın mest olurken nefeslendim. Makarnayla aşk yaşayacağım aklıma gelmezdi doğrusu. İkinci lokmamı da ağzıma attığımda Erim yeniden gözlere göründü.

Ben.

Buse Uluer.

Erim Koral'la birlikte aynı evde nasıl yaşayacaktım?

Görmeye tahammülüm bile yokken bunu nasıl başaracaktım?

Bakışlarımı oldukça kısa tutmuştum. Meyve suyumu yudumlarken karşıma oturdu ve "Saçlarını kurutmayı düşünüyor musun?" diye sordu aniden. Harelerimi ona çevirmeden makarnamdan bir kaşık daha aldım. Cevap vermeyecektim. Neden onu görmek istemediğimi bildiği halde bu kadar ısrarcı oluyordu ki?

"Hasta olabilirsin. Kurutmalısın."

"Sen ne zamandan beri sağlığım için endişeleniyorsun?" dedim tersleyerek.

"Sana âşık olduğum ilk andan beri."

Bu cevabı beklemiyordum.

Eskiden olsaydı karnımda kelebekler uçuşurdu ancak böyle bir şey yaşanmadı. Ona dönüp sert bir bakış attım. "Rahatsız etmekten başka bir işe yaramıyorsun biliyorsun değil mi?"

"Saçlarını kurut."

"Dışarı çık."

Dışarı çıkmak yerine sandalyeyi çekti ve tam karşıma oturdu, gözlerini gözlerime dikti. Sanki inadına yapıyordu her şeyi. "Seninle inatlaşmak istemiyorum ama hasta olmanı da istemiyorum. Saçlarını kurutman gerektiğinin ikazını verdim sana sadece."

Makarnamdan bir lokma daha alıp kaşığı tabağa bıraktım. "Beni düşündüğünü söyleme. Bu pek inandırıcı değil."

Derin bir nefes alıp hafifçe başını eğdi. Gözlerindeki ısrar bir an için azaldı. "Haklısın. Sana bunu hissettirmemiş olabilirim ama sen inansan da inanmasan da benim önemlisin. Bu hiçbir zaman değişmedi, değişmeyecek de."

Bu cümle midemde bir düğüm oluşturdu. Uzun zamandır duymadığım, belki de duymak istemediğim bir şeydi bu. Ama ona inanmayı göze alamazdım. İhanetinin bıraktığı izler bu tür sözlerle silinecek kadar hafif değildi.

Silinecek bir şey değildi.

"Garip bir şekilde bu evde aynı çatı altında yaşamak zorundayız, bu doğru. Ama birbirimizin sınırlarına saygı duymak zorundayız. Benim sınırım sensin. Sana ihtiyacım yok. Sadece beni rahat bırak."

"Saçlarını kurut."

İçimden sabır nidaları çekerken hızla oturduğum sandalyeden kalktım ve tabağımı sudan geçirdikten sonra makineye koyup odama çıktım. Bir yolunu bulup Erim'i bu evden göndermeliydim ancak bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Biyolojik babamla konuşsam ikna edebilir miydim acaba?

Sıkıntılı bir iç geçirip kendimi yatağıma fırlatırken başımı sağ tarafıma çevirdim. Dünkü gelen kargo kutusuyla bakışırken doğruldum ve uzanarak kutuyu alıp önüme koydum. Açmaya fırsatım olmamıştı.

Kutunun bandını yırttıktan sonra kapaklarını açtım, içinde duran deftere baktım. Eski bir şey olduğu belli oluyordu. Tahmin etmesi zor olmayacaktı ki bu bir günlüktü. Kaşlarım çatılırken kutunun içindeki deftere gitti elim. Kalbimde anlam veremediğim bir hissiyat vardı.

Defteri elime alıp ilk sayfasını açtım.

Suna Atasoy.

İlk sayfada yazan tek şey buydu. Suna Atasoy.

Kalbim gereğinden fazla hızlandı.

Suna Atasoy...

Yani...

Annem.

Annem miydi Suna Atasoy?

Gözlerimi deftere sabitledim. Ellerim titreyerek defterin diğer sayfalarını çevirdim. Sararmış yapraklar, mürekkepten solmuş kelimeler... Her satır, her harf sanki beni geçmişin tozlu koridorlarına sürükleyecek gibi duruyordu.

O sırada odamın kapısı aniden açıldı, başımı hızla çevirip kapıya baktım. Erim'di ve yüzündeki ifadeye bakılırsa burada olmaması gerektiğini çok iyi biliyordu. "Kapıyı çalmayı düşünmedin mi?" diye tısladım. Elim hâlâ defterin üzerinde duruyordu.

Erim'in bakışları hızlıca deftere kaydı ancak bunu çok tutmadı ve tekrardan gözlerime baktı. "Aşağıda bir eleman var. Kim olduğunu bilmediğim için içeri almadım ama seni sorup duruyor. Bir bak istersen. Tanımıyorsan indireyim hemen."

Son cümlesine karşın kaşlarımı çatarken, "Alois!" dedim geleceğini daha yeni hatırlarken. Erim şaşkın yüz ifadesiyle bana bakarken defteri kapatıp tekrardan kutunun içine koydum ve kutuyu da bazanın altına attıktan sonra koşar adımlarla aşağıya indim.

Kapıda Alois'i gördüğümde canından bezmiş bir surat ifadesine bürünmüştü. Onun bu haline sırıtırken yanına gittim. Beni gördüğü an derin bir nefes aldı ve "Buse!" dedi heyecanla. "Bu adam beni biraz daha içeri almasaydı gerçekten düşüp bayılacaktım."

"Benim hatam," dedim mırıltıyla. "Geleceğini söylemedim."

Uzun parmaklarıyla alnını ovuştururken başını iki yana salladı, "Geleceğimi söylemedin mi?" diye tekrarladı. Sesi hem hayret dolu hem de alaycıydı. "Gerçekten mi Buse? Bir insan menajerine bunu yapar mı? Kalbime iniyordu az kalsın!"

Alois'in bu dramatik tavırlarına alışkındım. "Biraz heyecan iyi gelir diye düşündüm," dedim omuz silkip. "Heyecan iyidir Alois, sağlığa faydalı."

Gözlerini devirdi ve elindeki büyük valizi evin içine doğru sürükleyerek derin bir nefes aldı. "Bu mu heyecan?" diye mırıldandı kendi kendine. "Sen gelmeseydin adam beni muhtemelen pataklayacaktı. Saatlerce uç, ardından dakikalarca kapıda dikil ve bunun adı heyecan olsun. Ne heyecan ama!"

"Biraz daha söylenirsen bu eve girişin ve çıkışın eş zamanlı gerçekleşecek, Alois."

Bakışları bana döndü. "Ben asla söylenmem."

Güldüm. "İçeri gel, kahve yapayım. Yorgunluğunu alır."

"Ancak birinci sınıf bir kahve olursa," dedi Alois ciddi bir sesle ama göz kırpmayı da ihmal etmeden. "Bir de yanında çikolata olursa..."

"Menajer değil resmen şımarık bir çocuk gibi davranıyorsun," diye takıldım mutfağa doğru geçerken. Alois geldiği için kendimi daha rahat hissediyordum artık. Çünkü Erim'le baş başa kalmayacaktım.

Mutfağa geçtiğimde Erim'in hâlâ toplamamış olduğu bulaşıklara baktım.

"Oha! Tavuk sote mi o?"

Alois anında ocağa doğru giderken hafifçe tencereye doğru yaklaştı ve başını eğerek yemeği kokladı. Bakışlarından ne kadar aç olduğu belli olurken, "Geç masaya," dedim. "Ben hazırlarım."

Masaya geçer geçmez sabırsızca ellerini ovuşturdu. "Ne diyordunuz siz... Kurt gibi açım!"

Masaya tavuk sote koyduğum tabağı ve çatalı bırakırken Erim geldi. Gözleri hızla ikimize kaydı ancak bunu kısa tuttu ve hiçbir şey demeden dağıttığı tezgâhı toplamaya koyuldu.

"Sayın Yıldızım... Elinin bu kadar lezzetli olduğunu neden yeni öğreniyorum?"

Bakışlarımı Erim'den alıp Alois'e çevirirken karşısına oturdum. Nefesimi dudaklarımın arasından verirken, "Ben yapmadım," dedim başımla sırtı bize doğru dönük Erim'i işaret ederken. "O yaptı."

Alois, Erim'e baktı. Erim'i biliyordu ancak Erim'in hemen yanı başımızdaki adam olduğunu bilmiyordu. Şaşkın bir şekilde, "Şaka yapıyorsun," diye mırıldandı. "Gerçekten çok güzel olmuş."

"O kadar da büyütülecek bir şey değil ama afiyet olsun."

Başını bize doğru çevirmemişti. Bulaşıkları topluyordu. Alois'in dudaklarında muzip bir gülümseme belirdi. "Dostum, bu kadar yetenekli olduğunu bilsem seni de Avrupa'ya götürürdüm. Şef olarak bir servet kazanırdın."

Erim bu sözleri duymamazlıktan gelerek elindeki tabağı lavaboya bıraktı. "Ben yemek yapmayı keyif aldığım için yaparım, para için değil." Ses tonundan anladığım tek şey Alois'i sevmemiş olmasıydı.

Gerçi, Erim Koral kendinden başka kimi seviyordu ki bu hayatta?

Alois aradaki gerilimi umursamadan yemeğine yöneldi. Çatalına sapladığı tavuğu ağzına attığında gözlerini kapatarak abartılı bir zevkle mırıldandı. "Bu gerçekten fevkalade..."

Göz ucuyla Erim'e baktığımda bir anlığına göz göze geldik. Bakışlarını ilk çeken ben oldum. Alois keyifle yemeğine devam ederken merdivenden inen minik adımların sesi duyuldu. Minik diyordum çünkü Gökben yaşıtlarına göre oldukça zayıf ve oldukça küçük bir bedene sahipti. Yanımıza geldiğinde uykulu gözleriyle bize bakan Gökben'e baktım. Üzerinde hâlâ pijamaları vardı ve saçları dağınıktı. Elini gözlerine götürüp ovalarken, "Abla, kim geldi?" diye mırıldandı.

"Benim prensesim uyanmış!" Sandalyeden kalkıp yanına gittim ve Gökben'i kucağıma aldım. "Günaydın, güzelim. Gel seni Alois abinle tanıştırayım."

Gökben omzumdan başını kaldırıp Alois'e baktı. Alois gülümserken, "Demek Buse'nin minyatür versiyonu sensin," dedi neşeyle. "Merhaba, ben Alois. Ablanın menajeriyim ama aynı zamanda da onun sağ kolu sayılırım." Oturduğu yerden kalktı ve başını Gökben'in kulağına doğru yaklaştırıp fısıldadı. "Bensiz bir hiç..."

Gökben kıkırdarken, "Duyuyorum!" dedim sahte bir ciddiyetle.

"Duy diye fazla kısık sesle söylemedim zaten."

Gökben sandalyelerden birine tırmanmaya çalışırken yardım ettim ve ben de yanına oturdum. "Alois abin bazen çok konuşur Gökben. Rahatsız olduğun zaman kulaklarını kapat ya da kaç olur mu?"

"Nasıl yani... Artık o da mı burada kalacak?"

Gülümseyerek başımı salladım. "Artık o da bende burada kalacağım, Gökben. Gitmeyeceğim geri."

Gökben duydukları karşısında gözlerini kocaman açtı ve bir anda gülümsemeye başladı. "Gerçekten mi?" diye sordu heyecanla. Cevap olarak başımı tekrar salladığım anda minik bedeniyle boynuma atıldı. "Abla, çok mutluyum!" dedi sevinçle. Kollarını sımsıkı boynuma dolarken sırtını okşadım.

"Ben de mutluyum, prensesim. Artık beraberiz."

"Ama her şeyden önce aç olan karnımızı doyuralım." Erim tüm dikkatimizi dağıtırken elinde tuttuğu tabağı Gökben'in önüne koymak adına eğildi. Gökben köşeye oturduğu için şu an Erim'in boynuyla bakışıyordum ve kokusu burnuma doluyordu. Kaşlarım çatılırken nefesimi tuttum, kendimi suçlarcasına gözlerimi başka bir yere kaçırdım ama anın ağırlığı bir türlü dağılmıyordu.

Gökben hafifçe başını kaldırıp teşekkür ederken Erim'in bakışları kısa süreliğine benimkilere değdi ve ardından hızla doğruldu. Erim'e yakın olmak beni huzursuzlandırıyordu.

Gökben tabaktaki yiyeceklere göz gezdirirken eliyle karnını ovuşturdu. "Acıkmışım ayh..." Çatalını eline aldı ve bir dilim peynirden küçük bir ısırık aldı. Yavaşça çiğneyip başını salladı. "Hımmm... Güzel... Ama ablamın yaptığı kadar güzel değil." Cümlesini bitirdiğinde bakışları Erim'in üzerindeydi. Zarf atıyordu adeta.

Erim sahte bir hayal kırıklığıyla elini göğsüne götürdü, dudaklarını aşağı doğru sarkıtarak, "Yıkıldım..." dedi ağlıyormuş gibi yaparak. "Ve kalbim kırıldı. Bu gönlü nasıl onaracaksın şimdi?"

Gökben'in gülümsemesi bir anlığına buruk bir ifadeye büründü, ardından kucağımdan kayıp yere indi. Küçük bedenini büyük bir ciddiyetle taşıyarak Erim'in dibine kadar girdi ve eğilmesi için elini iki kez açıp kapadı. Erim eğildiğinde parmak uçlarında yükselerek küçük dudaklarını Erim'in yanağına bastırdı, uzun bir öpücük kondurdu. "Seni üzmek istememiştim."

Erim bu sözün üzerine kollarını sıkıca Gökben'e sardı ve bir anda havaya kaldırdı. Gökben küçük çaplı bir çığlık attı, ardından kıkırdamaya başladı. "Gizemli Şövalye ve Güzel Prenses uçmaya hazır!"

Erim motor sesi taklit etmeye başladığında gülmeden edemedim. Gökben'i nasıl neşelendireceğini gerçekten iyi biliyordu. Alois hayranlıkla Gökben'e bakıyor, bir yandan da gülümsüyordu. Bir süre sonra uçak inişe geçti ve Erim, Gökben'i yere yatırıp gıdıklamaya başladı. Gökben'in tüm kahkahası evde yankılanıyordu.

"Hayır! Hayır! Dur, gıdıklanıyorum!" diye çığlık atarken kahkahaları birbirine karışıyordu Gökben'in. Elleriyle kendini korumaya çalışıyor ama başaramıyordu. "Abla!" diye bağırdı soluğu kesilmiş bir halde. "Abla, kurtar beni!"

Erim ben müdahale etmeden gıdıklamayı bıraktı ve Gökben'i yeniden sandalyeye oturttu. Fazlası kalbi için zararlıydı. Bunu biliyordu. Bunu ikimiz de çok iyi biliyorduk. Gökben nefesini biraz toparladıktan sonra çatalını eline aldı ve kahvaltısını yapmaya başladı.

"Artık senin kahvaltıların da çok güzel, Gizemli Şövalye."

Erim gülümsemekle yetinirken Gökben büyük bir iştahla kahvaltısını bitirdi. Alois de Gökben'le beraber karnını doyurmuştu ve Gökben'den daha mutluydu şu an. Ve ben de. Uzun süre sonra ilk kez Gökben'i bu kadar mutlu görmüştüm. O mutlu olduğu için de ben mutluydum. Ellerim Gökben'in altın sarısı saçlarına giderken usulca okşadı. "Kahvaltımızı yaptığımıza göre minik şampiyon... şimdi ilaçlarını içme zamanı!"

Gökben başını sallayıp sabırla beklerken ilaçlarını hazırladım ve yavaşça içmesini sağladım. İlaçlarını içtikten sonra yanaklarından öptüm ve birlikte salona geçtik. "Gökben, ben Alois abine odasını göstereceğim o biraz dinlensin olur mu?"

Gökben koltuğun köşesine geçerken anlayışla gözlerini kırpıştırdı. Harelerimi Alois'e çevirdim. "Valizini al da üst kata çıkalım." Alois dediğimi yaptıktan sonra evin üst katına çıktık ve boş olan odaya geçtik. Ardımdan kapıyı kapatırken sesli bir nefes alıp verdim. "Alois... bir şeyi bilmen gerekiyor."

Alois üzerindeki deri montu çıkarıp yatağın üzerine bıraktı, yatağa oturup bakışlarını bana çevirdi. Montunu çıkardığı için siyah tişörtünün açıkta bıraktığı yerlerden dövmeleri dikkat çekiyordu. Alois'in neredeyse her yerinde dövmesi vardı zaten.

Gözlerim farkında olmadan sağ kolundaki dövmelere takıldı. Omuz kısmında bir kadının yüzü vardı. Elinde ise bir anahtar figürü vardı ve ben bunun nedense sırlarla dolu bir hikâyeyi sakladığını düşünüyordum. Sol kolundaysa büyük bir kurt dövmesi ve onun hemen altında eski bir bina figürü yer alıyordu.

Sanki hayatının farklı parçalarını kolunda taşıyordu.

Kısa saçları ve yüzünü çerçeveleyen sakalları ona ayrı bir hava katıyordu. Aslına bakılırsa Alos'in melez olduğu az çok anlaşılıyordu. Bana kalırsa İtalyan geni biraz daha baskındı. Yani babasından aldığı gen.

"Herhangi bir sorun mu var?"

Başımı hayır anlamında iki yana salladım. "Aslında yok ama var gibi de... Kafam karışık, Alois. Bilmiyorum. Gökben hasta, bunu biliyorsun. Seni aradığım gün hastanedeydik işte... Alois, doktor Gökben'in altı yedi aylık bir ömrünün kaldığını söyledi..." Bu gerçekle yeniden yüzleştiğimde nefes alamadım bir an. Alois'in yeşil gözleri şaşkınlıkla bakıyordu. Yanına oturdum. "Ona destek olacağım, her koşulda."

"Buse ben... çok üzüldüm gerçekten. Elimden ne gelirse yapmaya da hazırım."

"Elimizden gelebilecek tek şey Gökben'i mutlu etmek olacak. Ancak o ki... Alois, Erim burada. Evimde, yanı başımda."

Alois'in kaşları çatıldı, "Ne?" dedi sinirle. "Nasıl burada Buse? Ne demek burada?"

Sakince nefeslendim. "Bildiğim tek şey Gökben'in bir yıldır koruması olduğu ve Gökben'in de Erim'i çok sevdiği. Adını bilmiyor. Gizemli Şövalye diye sesleniyor Erim'e. Ama adını bile neden bilmediğini bilmiyorum. Çok şey var farkındayım. Kafam çok dolu, omuzlarımın yükü çok dolu... taşıyamıyorum bazen."

Alois'in yüzündeki ifade hızla değişiyordu. Önce şaşkınlık, sonra öfke, ardından kontrol etmeye çalıştığı ama gözlerinde beliren o tanıdık koruma içgüdüsü... Uzun süre konuşmadı, belli ki sözlerini seçmek için kendisiyle bir mücadele veriyordu.

Sessizlik odanın içinde büyüdü, ağırlaştı.

"Buse..." dedi sonunda. Sesi alıştığım neşeli tonundan çok uzaktı. "Gökben'in koruması olması bir yana Erim'in burada olması seni nasıl etkileyecek biliyorsun değil mi? Onun varlığı seni daha da yoracak daha da zorlayacak. Nefret güçlü bir duygudur. Erim'e karşı hissettiğin tek şeyin nefret olduğunu biliyorum ve nefretin seni olumsuzluğa yöneltebilir."

Gözlerimi yere indirdim. "Evet, doğru. Ama ben ne kadar nefret ediyorsam Gökben de o kadar seviyor Erim'i. Erim onun için... başka bir şey. Güvende hissettiği bir liman gibi. Erim'i bu evden göndermeyi düşünüyorum ama aynı zamanda da Gökben'den, Erim'i alırsam kalan zamanında ona verebileceğimiz mutluluğu çalarız gibi hissediyorum."

Alois ellerini saçlarının arasından geçirip geriye attı. Bunu yaptığında düşüncelerinin ağırlığını hissetmek daha kolay oluyordu. Derin bir nefes aldı. "Ama ya sen, Buse? Onunla aynı evde nefes almak, aynı havayı paylaşmak... Senin ne suçun var? Son birkaç yıldır tamamen iyileştin sayılır. Hayatını yeniden altüst etmesine izin verme, Buse."

Başımı salladım. Ellerim dizlerimin üzerinde bir yumruk oluşturmuştu. "Ondan uzak durmak için tüm çabayı vereceğimden emin olabilirsin. Yokmuş gibi davranacağım. Tek derdim Gökben'in mutluluğu."

Alois yerinden kalkıp karşıma geçti ve göz hizama eğildi. "O zaman şunu yapalım," dedi, sesi yumuşamıştı. "Gökben'i mutlu etmek için birlikte çalışalım ama aynı zamanda senin yüklerini de paylaşalım, tamam mı? Erim konusunda da... Eğer sana zarar verecek bir şey yaparsa karşısında beni bulur. Anlaşıldı mı? Seninle ilişkimiz patron menajerden çok dostluk ilişkisi, Buse. Bunu hiçbir zaman unutma. Ben her zaman yanındayım."

Hafifçe gülümseyerek başımı salladım. "Teşekkür ederim, Alois. Gerçekten."

"Şimdi canım patronum... eğer iznin olursa ben bir duş alıp uyuyayım. Gerçekten çok yoruldum. Yarın konser etkinliklerini düzenleyeceğiz. İlk konserini İzmir'de vermeye hazırlan sen şimdiden. Ama konser öncesi kafanı bir boşaltalım."

"Umarım," dedim ve yataktan kalkıp odadan çıkarak Alois'i yalnız bıraktım.

Ağır adımlarım merdivenlere doğru yöneldiğinde koltuğun köşesinde oturan Gökben ve Erim'e baktım. Merdivenin başında durdum. Ayaklarım bir adım daha atmamı engelleyen ağırlıklarla zincirlenmiş gibiydi. Gökben, Erim'in dizlerine yatmıştı ve Erim'in parmakları kardeşimin saçlarını nazikçe okşuyordu. Sanki geldiğimi hissetmiş gibi başını bana doğru çevirdi, gözlerimin içine baktı. Sanki bu kadar uzaklıktan bile düşüncelerimi okuyor gibiydi.

Erim gitmişti.

Ne kadar olmuştu gideli?

Bir gün? Bir ay? Bir yıl?

Zaman geçmiyordu. Ya da geçiyordu fakat ben geçip geçmediğini anlayamıyordum. Çünkü gitmişti. Erim Koral arkasına bile bakmadan, beni ortada bırakıp gitmişti. Onu sevmenin bu kadar yakıcı olacağını, eksikliğinin de bu kadar ağır geleceğini hiç düşünmemiştim.

Kalbimin her atışı bir bıçak gibi acı veriyordu. Hâlâ üzerimdeydi kokusu. Ellerime sinmişti, tenime işlemişti. Ama bana bir veda sarılması bile yapmamıştı ki... Öpmemişti. En azından bir veda busesini hak etmemiş miydim ki ben? Ama... sevmiyordu ki beni. Ben onun lügatında hiçbir şeye layık değildim.

Neden sarılacaktı ki bana?

Neden öpecekti?

Ellerim titreyerek saçlarımı tutuyordum. Boğazımda bir düğüm, gözlerimde acıya teslim olmuş damlalar vardı. "Neden?" diye fısıldadım kendi kendime tüm dünyaya haykırıyormuş gibi. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken içimdeki aşkın yakıcı dokunuşuyla yer değiştirdi.

Evet, öfkeliydim.

Evet, nefret ediyordum.

Ama kalbim... o aptal, itaatsiz kalbim... her şeyin ötesinde onun yanında olmayı istiyordu. Kendi gözyaşlarımın içinde boğulurken bile yalnızca Erim'in kollarında huzur bulmayı arzuluyordu. Bu duygular beni delirtirken bir yandan da parçalara ayırıyordu. Kendime kızıyordum, ona kızıyordum ama en çok da ona olan sevgime kızıyordum.

Bu nasıl bir sevdaydı ki beni böyle aciz ve zayıf bırakıyordu?

Dizlerimin üzerine çöküp başımı kollarımın arasına gömdüm. Sessizce ağlarken bile onun kokusunu duyuyor, varlığını hissediyor gibi oluyordum. Ama yoktu...

Gelmiyordu.

Üzüyordu.

Paramparça ediyordu.

Bekliyordum.

Gelmeyecekti. Gelse bile ben onu istemeyecektim.

Erim Koral.

Seni severken ıssız topraklarıma yağmur yağmış, tohumu bile olmadığı halde çiçekler açmıştı rengarenk. Ama sen gittin, çiçekler kurudu. Sen gittin, toprağım nefessiz kaldı. Ve ben kaldım. Yapayalnız, çaresiz. En çok da sensiz.

Her şey anlamsızdı.

Sürekli geçmişime gidip hatırladığım anılar gibi şu an Erim'le bakışmamız da anlamsızdı.

***

Evde bir koşturmaca vardı.

Melis elinde tuttuğu tepsiyi getirip salonun ortasındaki yuvarlak masaya koyarken gözlerim shot bardaklarında gezindi. Alois masanın üzerine yığılmış cips ve çikolataları düzenlemeye çalışırken Emir de viski şişelerinin kapaklarını açıyordu. Neredeyse tüm hazırlıklar bittiğinde masanın etrafına minderleri koydum ve hepimiz sırasıyla minderlere oturduk.

Yıllar sonra bir araya toplanmıştık tıpkı eski günlerdeki gibi.

Ancak artık her şey tam olarak eskisi gibi değildi.

Hayat detaylarla doluydu ve o detaylar yavaş yavaş fark edilmeyi bekliyordu. Mesela Alois... Yeni katılmıştı aramıza. Onun varlığı alışılmışın dışında bir enerjiyle sarmıştı çevremizi. Alois benim hayatıma birkaç yıl önce girmişti. İlk başlarda sessiz ve mesafeli duruşunun ardında sakladığı o sıcak ve kararlı kişiliği tanımak zaman almıştı. Şimdi ise Melis ve diğerleri onunla yeni tanışıyordu.

Sonrasında ise Erim... Erim Koral benim için bir paradokstan ibaretti. Hem en tanıdık sima hem de en yabancı kişiydi. Varlığı bende tanımlayamadığım bir karmaşa yaratıyordu.

Erim, Emir'le hâlâ sıkı bir dosttu. Sanki hayatlarında hiçbir çatlak, hiçbir sır yokmuş gibi... Ama ben... Ben bu dostluğun ardındaki sebebi de bilmiyordum. Ya da bilmek istemiyordum. Her defasında içimdeki o sorgulayıcı ses yükseliyordu; Neden?

Neden Emir ve Erim hâlâ arkadaştı. Onca yaşanan şeyden sonra... Ve ben neden hiçbir şeyin cevabını bulamıyordum? Her şey bir düğüm gibi sıkı sıkıya bağlanmıştı. Tüm yaşadıklarım hayatımın birbirine dolanmış ipleri gibiydi. Ama hangi ipi çeksem her şey daha fazla karışıyor, daha karmaşık hale geliyordu.

Buradaydı.

Tam karşımda.

Ne kadar görmek istemiyorsam o kadar çok görüyordum.

Alois benim yanımdaydı. Erim'in yanında Emir, Emir'in yanında ise Melis vardı. Buraya toplanmamızın nedeni ise 'hiç yapmadım' oyunu oynamaktı. Eskiden olsa bu oyunu büyük bir zevkle oynardım ancak şu an hiç içimden gelmiyordu oynamak. Beş saat boyunca duvarla bakışmak bile daha cazip geliyordu ancak kaçamazdım. Çünkü bu fikir tabii ki de benim güzeller güzeli arkadaşım Melis'in fikriydi. Kafamın dolu olduğunu biliyordu ve bunu dağıtmak için elinden geleni ardına koymuyordu.

Melis'i seviyordum.

Melis'i çok seviyordum.

Ortamın sessizliğini bozan şey Alois'in yarı İtalyan aksanı Türkçesiyle kuralları hatırlatması olmuştu. "Oyunu hepimiz biliyoruz değil mi? Ben bir cümle söyleyeceğim. Mesela 'ben hiç tatile çıkmadım' diyeceğim ve eğer bu söylediğim şeyi yaptıysanız, içeceğinizden bir yudum alacaksınız."

"Biliyoruz, Alois," dedi Emir sırıtarak. "Oyuna başlamak ister misin?"

Alois onaylarcasına başını eğerken Melis bardaklara viskileri dolduruyordu. "Ben hiç uçaktan korkmadım." Alois cümlesiniz bitirdiğinde gülüştük ve hepimiz bardakları kafamıza diktik. Çünkü hepimiz en az bir kere bu korkuyu yaşamıştık.

Pardon.

Erim Koral dışında hepimiz.

Beni izlediğini hissediyordum. Masaya oturduğumuzdan beri bakışları üzerimdeydi. Göz göze gelmemek adına Erim'e bakmıyordum ancak rahatsız oluyordum. Umursamamaya çalıştım.

"Sevgilim, hatırlıyor musun ilk uçak yolculuğumuzda nasıl çığlık atmıştın?" Emir'in kısılan bakışları Melis'i bulurken Melis burnunu kırıştırdı ve Emir'e güçlü bir dirsek attı. Emir ise sırıttı, ardından nişanlısının saçlarına usulca bir öpücük kondurdu.

Melis anında yumuşarken yalandan öksürdü ve konuşmak üzere dudaklarını araladı, dudaklarını büzüp tek gözünü kısarken, "Ben hiç patronuma bağırmadım," dedi sonunda. Alois'e ters bir bakış atarken korkuyla bardağı kafasına dikti. Bunu yalnızca Alois yaptığında şaşkın bakışlarını üzerimizde gezdirdi. "Nasıl yani... burada bir tek benim mi patronum var?"

"Evet," dedim yalandan böbürlenerek. "Bana itaat etmek hoşuna gitmiyor mu yoksa?" Alois'in kaşları çatılırken güldüm. "Şaka yapıyorum." Alois hafif bir gülümsemeyle bardağını masaya koydu ve omuz silkti. "Bağırdığım zamanlar oldu maalesef. Sevgili patronum beni çileden çıkarıyordu bazen..." Sözlerini bitirdiğinde Erim'e baktı çaktırmadan. Alois'in bana kızmasının tek sebebi Erim oluyordu çünkü.

Alois'in bardağını doldurduktan sonra sıra bana gelmişti. Birkaç saniye düşündükten sonra, "Ben küçükken kimsenin bahçesine izinsiz girmedim," dedim. Melis anında bardağı kafasına dikti ve dudaklarında kalan ıslaklığı elinin tersiyle sildi. Tüm gözler Melis'e döndüğünde Melis gülmeye başladı.

"Galiba dokuz yaşındaydım. Karşımızda yaşlı, bunak bir adam yaşıyordu ve çok güzel bahçesi vardı. Elma ağaçları, vişne, kiraz, erik... Benim de bir gün canım kiraz çekmişti ve dallarında duran kıpkırmızı kirazlar iştahımı kabartmıştı. Gizlice girdim bahçeye. Tam kirazları çalarken Murtaza Amcaya yakalandım. Bir anda bana küfür etmeye başladı, neye uğradığımı şaşırdım."

"Ne?" dedi Alois gözlerini büyüterek. "Ağacı mı kestin ben anlamadım bu kadar tepki neden?"

"Hiç unutmuyorum, senin ananı yetiştiren babanın asfaltına sokayım demişti. Yaratıcılığa bakar mısınız? Saygı duydum. Sonrasında ise öldü gitti. Tam dümbüktü herif ya."

Melis'in anlattıklarına gülerken söz hakkı Emir'e geçti. "Ben hiç burnumu karıştırıp nereye sileceğimi bilemedim." Emir, Erim ve Alois shot attı bunun üzerine. Melis'le eşzamanlı birbirimize bakarak yüzümüzü ekşittik.

"İğrençsiniz."

Emir lafımın üzerine güldü. "Siz nasıl yapmadınız ya? Bu kadar mı prensestiniz?"

"Evet," dedi Melis anında. "Ya sizin gibi iğrenç olsaydık? Aman Allah'ım!"

Gülüşmelerimiz sonlandığında Erim'e döndü gözler. O ise hâlâ bana bakıyordu. Viski dolu bardağını sıkıca kavrarken, "Ben hiç... gecenin bir yarısı birine telefon açıp ağlamadım," diye mırıldandı. Bunun üzerine herkes birbirine baktı. Alois tereddüt etmeden bardağını kaldırdı ve kafasına dikti.

Asıl dikkatimi çeken kişi ise Erim olmuştu. Sıkıca tuttuğu bardağını gözlerimin içine bakarak kafasına dikti ve yeniden masaya koydu. Sanki o an her şey ağır çekimde ilerlemiş gibiydi. Sanki o küçücük hareket bile geçmişe dair bir sürü düğmeye aynı anda basmış gibiydi.

Aramızdaki tuhaf gerginliği Alois'in sesi böldü ve bakışlarımı Erim'den çektim. "Ben hiç... birinden hoşlandığımı itiraf etmekten korkmadım." Alois'in sözünün ardından Emir anında shot attı. Öyleydi ya... Emir'den önce Melis itiraf etmişti hoşlandığını.

Zaman ne kadar da çabuk geçiyordu. Şu an ise parmaklarında birbirlerinin bağlılığını simgeleyen yüzükleri taşıyorlardı. Gülümsemeden edemedim. Ve geçmişe gitmemle beraber bardağı kaldırmam gerektiğini anımsayıp hızlıca shot attım.

Turlar kolay, orta, zor şeklinde devam ederek zorun en sonuna gelmiştik. Kanımızdaki alkol miktarı bir hayli fazlaydı ve o yüzden ki şu an Melis kanepenin tepesine çıkmış şarkı söylüyordu.

Dudaklarıma keyifli bir gülümseme peyda olurken bardakları viskiyle doldurdum ve "Ben..." dedim mırıltıyla. Gözlerimi direkt olarak Erim'e çevirdim ve gözlerinin içine baktım. "Ben hiç birisini seviyormuş gibi davranmadım."

Kimse shot atmadı.

Kaşlarım çatılırken masanın yanında açılmamış olan viski şişesini aldım ve Erim'e uzattım. "Senin şişeyi bitirmen gerekiyor..." Akabinde şişeyi kendime doğru çekip kapağını açtım ve yeniden Erim'e uzattım. "İç."

Erim elimdeki şişeyi aldı ve usulca masaya koydu. "İçmem gerekseydi eğer, içerdim."

"Gerekiyordu."

Tek kaşını kaldırarak, "İçmemi bu kadar çok mu istiyorsun?" diye sordu.

"Evet," diye itiraf ettim.

"İçmeyeceğim, Buse."

"Amaaaaaannnnnnnnn! Bu sabah erken uyandıııııımmmm keyifsiziiiimmmmmm! Giyinip süslenmeye isteksiziiiiiiimmmmm! Kime süsleneyim ki bir sevgilim bile yoookkkkkk!" Melis'in bağıra bağıra söylediği şarkı karşısında anlamsızca Melis'e baktım.

Bir an aydınlanmış gibi ne zaman yattığını anlamadığım koltuktan doğruldu ve Emir'in yüzünü avuçlarının arasına alarak sırıttı. "Benim sevgilim yok ki. Benim artık nişanlım var. Nişanlişgooommmm! Hadi güzel sesinle bir şarkı söyle bana."

Ancak Emir hiçbir şey demeden Melis suratını buruşturup ellerini geri çekti. "Amaaan! Ne kadar sıkıcı bir nişanlısın sen böyle... Beni hiç eğlendirmiyorsun! Bana bir şarkı söyle ya da bir şiir oku ya da ne bileyim... şey yap işte!" Sustu. Bir anda ağlamaya başladı.

Melis'in sarhoş olma anı ile regl olma anı bir araya gelmiş olabilir miydi?

"Kimse beni anlamıyor!" diye sızlandı. "Ben burada sanatsal bir performans sergiliyorum ama siz sadece..." Duraksadı. "Ne yapıyorsunuz ki? Yani Buse viskiyle Erim'i tehdit ediyor, sen beni susturuyorsun... Çok yalnız hissediyorum!"

Melis sözlerinin ardından kanepenin tepesine tırmanmaya çalışırken dengesini kaybedip yere yığıldı. Çok geçmeden gülmeye başladı ve halıda yuvarlandı. "Küçük ya da büyük ol Hariboyla mutlu ooollllllll."

Emir derin bir nefes alırken oturduğu yerden kalktı ve Melis'i kucağına aldı. Hareleri bana döndüğünde, "İyi geceler, Buse," diye mırıldandı. "Biraz daha kalırsak Gökben'i uyandıracak."

Gülmemek için dudaklarımı ısırırken ayağa kalktım. Emir'in bakışları Erim'e döndü ancak Erim ruhsuz gibi yere bakıyordu. Alois ise sızmıştı. Önden gidip kapıyı açtım. Melis başını Emir'in omzuna yaslarken, "Buseee..." dedi parmağını bana doğru sallayarak. "Canım arkadaşım. Kafanı bugün de toplamadıysan eğer yarın gelir kafanı kendi ellerimle kırarım!"

Melis'in bu hali karşısında gülerken, "Tamam, canım," dedim geçiştirircesine."

"Hadi bakalım, güzelim. Eve gidelim artık." Melis, Emir'in kollarında huzur bulmuş gibi gözlerini kapattı ve "Prensim..." diye mırıldandı. "Beni kalene götür... ama önce bir şeyler ye..."

"Bu gece biterse mucize."

Emirler gittikten sonra kapıyı kapattım ve sırtımı kapıya yasladım ve bir an sessizliğin huzurunu hissettim. Ancak o huzur çabucak yerini bir garipliğe bıraktı. Ne Alois ne de Erim ortalıktaydı. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Merak ve huzursuzluk arasında gidip gelen adımlarla salonun ortasına doğru yürüdüm.

Tepsideki shot bardaklarını topladım, tam ayağa kalktığımda Erim'le göz göze geldim. Ayakta durmaya çalışıyordu ama belli ki bedeninin her bir zerresi buna isyan ediyordu.

"Odasına çıkardım," dedi fısıltıyla. Alois'i kastettiğini anladım ama hiçbir şey demedim.

Sessizce mutfağa geçip tepsiyi tezgâha bıraktım. İçimdeki karmaşayı susturmak için yapılacak en iyi şey ortalığı toparlamaktı. Geri döndüğümde Erim viski şişesini kafasına dikiyordu. Gözleri kısılmıştı. İçme demedim. Umursamadım. Ben ortalığı tamamen toparladığımda Erim şişeyi çoktan bitirmişti bile.

Bulaşıkları halledip odama geçeceğim esnada, "Buse," dediği için durdum. Durmak için hiçbir sebebim yoktu ancak adımlarım gitmedi ileriye doğru. Kendimi ona doğru çevirdiğimde koltuğa yığılmış bir haldeydi. Yüzündeki ifade hem dalgın hem çaresiz bir yorgunluk taşıyordu.

"Hayal misin sen?" diye sordu fısıltıyla. Güldü. "Hayallerde de gerçek kadar güzel misin sen yani... Aklım almıyor ki... Güzelliğini." Sustu. Çok geçmeden devam etti. "Bazen seni düşünüyorum..." Duraksadı ve kaşlarını çattı. "Bazen değil. Ben hep seni düşünüyorum. Çıkmıyorsun ki hiç aklımdan, kalbimden... Sikeyim! Buse çok âşığım ben sana."

Tepki veremedim.

Gözleri yere kilitlenmişti ama dudakları titriyordu.

Elini kaldırdı, boşluğa doğru savurdu sanki bir şeylere meydan okur gibi. "Ama hayalsin işte. Öyle olmalısın. Gerçek olamayacak kadar güzelsin, Buse. Gözlerin..." Bir an durdu, derin bir nefes aldı, sonra tekrar konuştu. "Tanrı'nın insanı ödüllendirdiği bir mucize gibi. Ama ben..." Gözlerini bana çevirdi, bakışlarda karanlık bir denizin fırtınası vardı. "Ben o gözleri ağlattım."

Sözleri tüm bedenimi sarmalamıştı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Dudaklarımı araladım ama kelimeler çıkmadı.

"Kendimi hiç affedemiyorum ki... O güzel gülüşünü yüzünden çaldığım günü sikeyim ben! Keşke bunu yapmak zorunda kalmasaydım... keşke seninle farklı bir dünyada tanışsaydık..." Derin bir acıyla yutkundu. "Keşke seni korumak için seni üzmek zorunda kalmasaydım..."

Sözleri bir bıçak gibi içime işliyordu. Gözlerimde istemsizce biriken yaşlar boğazımda düğümlenen kelimelere eşlik ediyordu. Gözlerini kapattı ve başını geriye yasladı. Sessizlik, odanın her köşesine yayıldı.

Onun sessiz çırpınışları benim sessiz çığlıklarım oldu.

Sarhoşluğun verdiği ağırlıkla derin bir nefes aldı ama o nefes sanki içinde bir fırtına koparıyordu. İçinde biriken pişmanlık buharlaşıp kelimelere dönüşüyordu lakin o kelimeler benim içimde bir volkan gibi patlıyordu.

"Seni üzsem de korudum," diye fısıldadı yeniden. "Seni uzaklaştırdım yaşanmak üzere olan iğrenç bir durumdan..."

"Sen beni korumadın," diye karşılık verdim. "Sen beni sadece kaybettin. Sana olan güvenimi, sevgimi, nefretimi... her şeyi tek tek kendi ellerinle yok ettin. Bana ihanet ettin. Şimdi gelip de sakın bana boş masallar anlatma."

Gözleri aniden açıldı ve bana baktı.

"Söyleyeceğin hiçbir şey, yaşattığın acıyı hafifletmeyecek."

"Seninle hikayemiz en başından belliydi. Bunu biliyordum. Kalbim, aklımdan daha dürüsttü, bunu da biliyordum. Ama... insan bazı gerçekleri görmezden gelmekte ne kadar da usta... Seni severken gözlerimi kapadım, kulaklarımı tıkadım. Bile bile yürüdüm o çıkmaz sokağa, bir gün her şeyin mahvolacağını bile bile."

"Ne anlatıyorsun?"

Koltuktan doğruldu ve yalpalayan adımlarla dibime girdi. Geriye doğru bir adım attım. Aramızda hiç yoksa mesafe vardı. Hep olacaktı, olmak zorundaydı. Gözlerimin içine bakarken konuşmasına devam etti.

"Seninle yazacağımız hikâyede bir gün mutlaka bir veda olacaktı. Buna rağmen seni her şeyden çok sevdim... Hem de öyle bir sevdim ki o sona doğru koşarken her adımda içim biraz daha yandı, biraz daha kırıldım. Yine de durmadım. Seni sevmek bir yangınsa ben o alevlere koşarak gittim. Ben sonunu bile bile başladım bu hikâyeye. Kendimi kandırmadım. Evet, hikâyemizin sonu baştan belliydi. Ben seni severken bu hikâyenin en güzel yerlerinde yaşamayı seçtim. Ve şimdi o sona vardım... ama pişman değilim. Çünkü seni sevmenin yükü, seni sevmemenin boşluğundan daha ağırdı."

"Sarhoşsun ve saçmalıyorsun," deyip arkamı döndüm ancak kolumdan yakalayarak gitmeme izin vermedi. Saniyeler içerisinde bedenini sıkıca bedenime sarmaladı ve omuzumun ıslandığını hissettim.

"Gitme, Buse," diye fısıldadı çaresizlikle. "Bari hayalimde yanımda kal, yalvarırım... Dört yıldır yokluğunla sınanıyorum, hayalinle yaşıyorum. Bir gün diyorum... kavuşacağız. Ama olmuyor Buse... Ben senin kokunu solumayınca yanıyorum. Cayır cayır yanıyorum. Tek ilacım senken sana ulaşmıyorum. O yüzden... yalvarırım gitme. Ben... ben bu an için..."

Sustu.

Ağlıyordu.

Ve ağladığı için konuşamıyordu.

Kollarım öylece havada dururken sözleri bana samimi gelmiyordu. Ona inanamazdım.

Hiçbir güzel söz ihanetinin affına sığınamazdı.

Bedenimi Erim'den uzaklaştırıp ağlayan gözlerine baktım. "Ben seni unuttum. Bitirdim seni içimde, zihnimde, kalbimde. Ne anlamsız sözlerinin ne de sahte gözyaşlarının hiçbir değeri yok benim için. Hayal misin diye soruyorsun ya hani... Hayal olamayacak kadar gerçeğim. Ve Erim Koral. Seni sevmiyorum."

Gökyüzü çok mavi.

Bir ressamın paletinden dökülmüş gibi berrak.

Bulutlar huzurun fırça darbeleriyle boyanmış ama biz... biz o maviliğin altında, karanlık bir evrende kaybolmuşuz.

Kalbimiz karanlık.

Bir kuyunun derinliği kadar sessiz ve ağır.

Işığı unutmuş, yıldızları yitirmiş.

Her çarpışında yankılanan bir ağıt gibi, acının derinliklerinde yankılanan bir çığlık gibi.

Gökyüzü bize dokunmuyor.

Ne kadar mavi olursa olsun.

Bizim kalbimizde ışığa yer yok.

Ve o mavi bizim karanlığımıza hiçbir zaman ulaşamayacak.

 

Bölüm Sonu.

 

Nasıldı bölüm?

 

Oysuz ve yorumsuz geçmeyelim...

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kucak dolusu öpücük.

Bölüm : 09.12.2024 22:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
tuğba ♡ / Tehlikeli Fısıltı / Bölüm 40 - Hayal Mi Gerçek Mi?
tuğba ♡
Tehlikeli Fısıltı

7.66k Okunma

412 Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...