Tehlikeli Fısıltı
Bölüm 44 – Güvenmek Ya Da Mahvolmak
Bir camın buğusuna,
Arasına kalp koymadan,
Yazılmış baş harfler gibiyiz,
Öyle yalnız, öyle sıradan.
Kolpa – Yatağın Soğuk Tarafı
Aile.
Hayatın en temel taşlarından biri olan; aile.
Ne demekti aile bir insan için?
Bana sorarsanız eğer… insan ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da düştüğünde onu ayağa kaldıracak olanın ailesi olduğunu bilmekti. Aile sevgisini başkasında kolay kolay bulamamaktı.
Karşılıksız, koşulsuz, sonsuz bir sevgi içerisinde olmaktı.
Çünkü bir insan ailesiz eksikti. Aile sevgisi olmadan sanki dünyadaki tüm renkler solmuş gibiydi.
Peki ya aile denen şey koca bir yalandan ibaretse?
İnsanın kalbinin derinliklerinde bir boşluk büyür, ne kadar çabayla doldurmaya çalışsa da hep bir köşesi eksik kalırdı. Aile dediğimiz şey güvenle yaslanılacak bir dal olmalıydı.
Lakin o dal kırıldığında… düşüşün sessizliği tüm hayatını sarardı. Sevgi dediğimiz hisler bir gölgeye dönüştüğünde her şey sorgulanır hale gelir, böylesine bir gerçekle yüzleşmek insanı geçmişine yabancı kılardı.
Anılar sahte bir tebessüm gibi acıtır, sıcak bir el yerine soğuk bir boşluğu hissettirirdi.
Oda o kadar sessizdi ki fısıltıyla söylenen bu cümle duvarlardan yankılanıyor gibiydi.
Kulaklarım çınlıyordu adeta ve bunu engelleyemiyordum. Duvara sabitlediğim boş bakışlarımı anneme çevirdim. Veyahut teyzeme mi demeliydim? “Konumuz bu bilgiyi nereden öğrendiğim mi sizce? Ben buraya tüm yaşananları sizin ağzınızdan öğrenmeye geldim.” Babama baktım içimde yeşeren öfkemi yansıtmamaya çalışarak. “Baba. Bana anlatmanız gereken on dokuz yıl var.”
Babam belli belirsiz titriyordu. Annem ise sessizdi. O kadar sessizdi ki varlığını sorgulamak istedim. Bir şeyler söyleyecek gibiydi ama kelimeler boğazında düğümlenmiş olmalıydı.
Nihayet babam ağır bir nefes alarak arkasına yaslandı ve başını ellerinin arasına aldı. “Anlatacağım.”
Annem gözlerini kısıp başını önüne eğdi. Kalbim hızla çarparken bakışlarımı babama kilitledim. Stresliydim ve bu yüzden ayaklarımla yerde ritim tutuyordum. Bundan rahatsız olduğumda kendimi sakinleştirdim ve nefeslendim.
Harelerimi anneme çevirdiğimde babam da benim kadar şaşkın bir şekilde bakmıştı anneme. Lakin herhangi bir şey demedik. Annem burnundan derin bir nefes alıp dudaklarının arasından verdi ve “Suna…” diyerek söze başladı. “En küçüğümüzdü. Müjgan ablam benden üç yaş büyüktü ben de Suna’dan. Ender’le evlendiğimde Suna da Aktan’la nişanlıydı. Fazla zaman geçmeden evlendiler. Aktan…”
Gözlerimin içine baktığında birkaç saniye sustu, kuruyan dudaklarını ıslattı.
“Gerçekten çok iyi bir insandı. Kısa sürede tüm aileye kendisini sevdirmiş, hepimizin gönlünü kazanmıştı. Suna… Çok seviyordu Aktan’ı. Şayet Aktan da Suna’yı aynı şekilde. Ancak Aktan’ın annesi Suna’yı hiçbir zaman istemedi. Bizim gibi varlıklı bir aile böylesine soysuz bir kadını gelin diye kabul edemez derdi sürekli. Suna ne kadar umursamamaya çalışsa da içten içe kendini yiyip bitiriyordu.”
“Adı ne?” Sesim o kadar öfkeli çıkmıştı ki annem birkaç saniye yüzüme şaşkınca baktı. “Anne adı ne diyorum? Babaannem olan kadının adı ne?”
Başımı onaylarcasına salladım. “Devam et.”
“Oldukça lüks bir konakta yaşıyordu Suna. Berivan Atasoy’un eşi daha Aktan on yaşındayken kanserden dolayı vefat etmiş. Tek kalınca da oğlunun üzerine düşmüş, Aktan yanında olmadığı zaman kriz geçiriyormuş. Bir yıl boyunca Suna o konakta Berivan’la birlikte yaşadı, tüm dediklerini sineye çekti. Bir yıl sonra ise… Sana hamile kaldı.”
Bana.
Yutkunmaya çalıştım ancak başaramadım.
Kendimi neden suçlu hissediyordum?
“Hamile olduğu için Aktan, Suna’yı başka bir eve götürmüş. Annesinin laflarından etkilenmesini ve sana bir şey olmasını istemiyormuş. Annen, hamile olduğu süre boyunca huzurlu hissetmiş kendini. Ancak Aktan’ın davranışlarında gariplik olduğunu seziyormuş. Annesinin, Aktan’ın beynini saçma sapan fikirlerle yıkadığını düşünüyormuş.”
Kaşlarım merakla havaya kalktı. “Ne gibi?”
Titrek bir nefes aldı annem. Gözleri dolduğunda birazdan duyacaklarımın ağır şeyler olabileceğini hissediyordum. Babam, annemin sırtını sıvazlarken, “Devam etmemi ister misin?” diye sordu. Annem hayır anlamında başını iki yana sallarken yanaklarından süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle hızlıca sildi.
“Biz İstanbul’da yaşıyorduk kızım. Daha doğmana iki ay vardı… Zil çaldı o gün. Annen karşımda. Elleri kan içerisinde, kucağında küçücük bir beden. Hıçkırarak ağlıyordu. Dediği her bir kelime dün gibi aklımda…”
Dudakları titredi. Gözleri bir anlık boşluğa dalmış gibiydi.
“Abla,” dedi annem, öz annemi taklit eder gibi. “Abla. Bebeğim… kızım tehlikede. Sana yalvarırım bana soru sorma. Her şeyi anlatacağım ama şimdi değil. Kızımı al. Buse’mi buradan al götür. Yalvarıyorum abla. İstanbul’dan gidin! Artık onun annesi sensin. Sakın onu üzme tamam mı? Ona annelik yap. Teyze anne yarısı derler ya hani abla… Sen direkt annesi ol. Ona hiçbir şey söyleme. Benden nefret etmesin. Gidin buradan!”
Göğsüme devasa bir kaya kütlesi çarptı.
Soluk almak zorlaştı, kelimeler zihnimde yankılanarak beni kendi karanlık labirentine çekti.
Sessiz ama yankıları her yere yayılan bir çığlık.
“Konuşmamıza izin vermedi, soru sormamıza… ikinizi de hastaneye götürmemize… Hiçbir şeye izin vermedi. Sadece seni kucağıma bırakıp çekip gitti. Birkaç gün sonra ise… ölüm haberini aldık. Yıkıldık. Neye uğradığımıza şaşırdık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Annem… yani anneannen Suna’nın ölüm haberinden sonra kalp krizi geçirerek vefat etti. Çok zor günlerdi…” Sessizce akan gözyaşları bir çığlığa dönüşüyordu. “İzmir’e geldik. İzimizi kaybettirdik, Atasoy ailesi ile iletişimimizi kestik…”
Kalbime keskin bir hançer saplanmış gibiydi.
Her nefes alıp verişimde o hançerin daha da derine indiğini hissediyordum. Annemin kelimeleri zihnimde yankılanıyor, her biri yüreğimi kavuruyordu. “Çekip gitti… ölüm haberi… anneannenin vefatı…”
Dünya üzerime ikinci kez çökmüş gibi ağırdı.
Göğsümde büyüyen ağırlık nefes almamı zorlaştırıyor, bedenimle birlikte ruhumu da bir uçuruma sürüklüyordu. Hayatım boyunca bana huzur veren her anı birer hayalet gibi üzerime çullanıyordu şimdi.
Elleri kan içinde, gözyaşlarıyla yalvaran bir kadın… Onun çaresizliğini hayal etmek bile içimi paramparça ediyordu. Bir anne kızını kurtarmak için her şeyi göze almış ve sonunda yok olmuştu. Peki ya ben? O günlerden habersiz… başka bir anneyle, başka bir dünyada büyüyen masum bir çocuk.
Ne kadar da korumasız… ne kadar da her şeyden habersiz…
Gözlerimden bir damla yaş süzüldü usulca. Ama bu bir damla gözyaşı içimde patlayan dev bir fırtınanın yalnızca ilk damlasıydı. Beni yıllardır saran, huzur sandığım şeylerin altından böylesine acı bir gerçek çıkmasını kaldıramıyordum.
Dünya bir anda soğudu, renkler soldu, tüm hayat anlamını yitirdi.
Boğazımda bir düğüm vardı. Konuşmak istiyordum ama kelimeler dudaklarıma ulaşmadan kayboluyordu. Sessizlik koca bir mezar taşı gibi üzerime çökmüştü. Ve o mezar taşında geçmişin yitip gitmiş anılarıyla dolu bir hayatın ağırlığı yazılıydı.
Bir çocuk gibi ağlamak istedim ama gözyaşlarım sessizce aktı.
Beni kurtarıyor ama kendisini feda ediyor.
Sulu gözlerimi babama çevirdim. “Neden?”
Babam da en az bizim kadar üzgündü ancak belli etmemeye çalışıyordu. “Ne neden kızım?”
“Neden beni korumaya çalışmış? Neyden kaçmış? Aktan Atasoy zarar mı vermiş ona?”
Babam bilmiyorum dercesine başını iki yana salladı. “İnan bana kızım… Yıllardır bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Hiçbir şey öğrenemeden annen uçup gitti bu dünyadan… Geriye ise büyük bir mirasını, seni, bize bıraktı.”
Yutkundum. Anlayamadığım birçok şey vardı. Bir anlık öfkeyle ayağa kalktım ve odanın içinde turlamaya başladım. Ellerimi saçlarımın arasından geçirirken, “Peki ben tüm bu gerçekleri neden sizden öğrenmek yerine Erim’den öğrendim?” Ses tonuma ne kadar dikkat etsem de yüksek çıkmasını engelleyememiştim.
“Size bir soru sordum. Anne, baba! Bizim aile olaylarımızı Erim nereden biliyor? Neden beni Zürih’e yollama fikri Erim’den çıktı? Neden?!”
“Erim…” diye fısıldadığında duraksadım, yeniden koltuğa oturarak anneme baktım. “Erim bize de sürpriz oldu. Hakkındaki her şeyi biliyordu. İlk zamanlar tereddüt ediyorduk Erim’den. Güvenmiyorduk. Fakat zaman geçtikçe tek amacının seni korumak olduğunu anlamıştık. Babanda, bende. Seni korumanın artık tek çaresinin yurtdışına göndermemiz gerektiğini söyledi. Bu fikre sıcak bakmasak da seni korumak adına kabul ettik.”
“Erim’e güvenmek ne anne? Ne saçmalıyorsunuz siz Allah aşkına? Hâlâ sorumun cevabını alamadım! Erim. Bizim. Aile. Olaylarımızı. Nereden. Biliyor?!”
Annem sustu. Sanki boğazında düğümlenen kelimeleri bir türlü çıkaramıyordu. Babamın elleri sıkılı yumruk olmuş, dizlerinin üzerinde duruyordu. İkisi de gözlerime bakmaktan kaçınıyordu.
Öfkem daha da büyürken göğsümde yükselen har bir volkanın patlamasına çok yakındı. “Cevap verin!” diye bağırdım sabrımın sınırlarını zorlayarak. “Neden sessizsiniz? Neden konuşmuyorsunuz? Erim nasıl her şeyi biliyor?!”
Babam başını kaldırdı. Gözlerinde bir kararsızlık vardı ama sonunda sessizliği o bozdu. “Erim…” dedi kelimeleri dikkatle seçiyormuş gibi yavaşça. “Erim yalnızca bir yabancı değil, kızım. O… o bir şekilde bu hikâyenin parçası.”
Bir adım geri çekilmiş gibi hissettim. Gözlerimi kısmış babama bakıyordum. “Parçası mı? Ne demek parçası?”
Babam gözlerini anneme çevirdi, sanki ondan bir işaret bekliyordu. Annem derin bir nefes aldı, ellerini dizlerinin üzerinde birleştirip hafifçe titredi. “Erim’in babası ile Aktan Atasoy birlikte çalışıyordu eskiden. Aktan yüzünden Erim babasını kaybetti. Aktan’ın peşine düştü, kirli geçmişine indi. Ve bu sayede ise seni öğrendi.”
Şaşkınlıkla gözlerim büyüdü. Erim’in o gün söyledikleri geldi aklıma. “Bir yıl boyunca senin peşine baban olacak piç kurusundan intikamımı almak için düştüğümü anlatıyorum Buse! Seni hiç sevmediğimi, seni her gördüğümde babamın bu toprağın altında yattığını hatırlayıp senden daha çok nefret ettiğimi anlatıyorum!”
“Erim’in geçmişi bizimkinden çok daha karmaşık. Ama bildiğimiz bir şey var ki o da seni korumak için her şeyi göze aldığı. Zürih fikri de seni o karanlıktan uzak tutmak için son çareydi.”
Her şey daha da bulanıklaşıyordu. Erim’in bildikleri, ailesiyle olan bağlantıları, beni koruma çabaları… Her şey birbirine geçmiş gibiydi. “Ama neden bana anlatmadı?” Sesim kırılmıştı. “Beni koruyorsa neden bana ihanet etmiş gibi davrandı? Neden tüm bunları arkamdan yaptı? Neden bana yalan söyledi? Veyahut size yalan söylemediğinden neden bu kadar eminsiniz? O büyük bir yalancı anne. Ona nasıl olur da inanabilirsiniz?”
“Tüm sorularının cevabı bizde değil kızım.”
Beril’in sesini duyduğumda harelerimi kapıya doğru çevirdim. Beril benden çok daha uzun olan boyuyla kapı pervazına yaslanmış bir şekilde bana bakıyordu. Dudaklarıma belli belirsiz bir tebessüm yerleşirken oturduğum yerden kalktım ve kollarımı hızla Beril’e sardım. “Seni çok özlüyorum.”
Beril kollarımdayken hafifçe iç çekti. “Bende seni çok özlüyorum, Buse.” Sarılmamızı bitirdiğimizde gözleri doğrudan benimkilerle buluştu, “Sorumun cevabını alamadım,” dedi meraklı bir sesle. “Bize güvenmiyor musun?”
“Güveniyorum…” Nefeslendim. “Her şey… her şey o kadar karışık ki Beril. Öğrendiklerim, sorularım, cevapsız kalan tüm gerçekler. Sanki bir çıkmazın içindeyim ve hiçbir ışık yok.”
Beril başını hafifçe yana eğdi. Gözlerindeki derinlik beni anlamaya çalıştığını gösteriyordu. “İki seçeneğin var, Buse. Erim Koral ya da Aktan Atasoy.” Gülümsedi. “Ya da üç seçeneğin var… Her şeyi görmezden gelip eski günlerdeki gibi bana sarılmak.”
Sözleri içimde bir sıcaklık oluştururken yeniden kollarımı Beril’e sardım. Gözyaşlarım usulca yanaklarımdan süzülürken daha da sıkı sarıldık. “Üçüncü seçeneği seçiyorum,” dedim ağlamanın verdiği sessizlik ve gülümsemeyle. “Birkaç saat bile sürse ben üçüncüyü seçiyorum.”
“O zaman!” diye şakıdığında Beril geriye çekildi ve elleriyle gözyaşlarımı sildi. Akabinde bakışlarını annemlere çevirdi. “Sevgili ailem… bugün dışarı mı çıksanız acaba…”
Babam anneme baktı, dudaklarını ‘hmm’ dercesine büzdü. “Yemeğe mi gitsek Buket… Ne diyorsun?”
“Çok iyi olur diyorum ve direkt olarak hazırlanmaya gidiyorum.”
Ben kıkırdarken annem odadan çıktı ve babam ikimize de bakarak göz kırptı. Annemin peşinden babam da odadan çıktı. Beril’in bakışlarını üzerimde hissettim. “Melis’i çağıralım. Bu geceyi ‘Geleneksel Günah Çıkarma’ gecesi ilan ediyorum!”
***
Salonun ortasında elimde masa örtüsüyle bir oraya bir buraya koştururken kendi kendime söyleniyordum. “Pijama partilerinde ne zaman rakı balık yapar olduk gerçekten anlayamıyorum. Şu hâlime bak! Resmen çilingir sofrasından önce arenaya döndü burası.”
Söylenen tek kişi ben değildim.
Mutfaktan Melis’in sinirli homurtuları geliyordu. Elindeki limonu sıktıkça suratını buruşturuyor, yere saçılan limon çekirdeklerine bakıp öfkeyle sitem ediyordu. “Bu limonlar ne zaman bu kadar taş gibi oldu? Ekonomi yalnızca fiyatlara değil ürünlere de vurdu herhâlde. Yeterince zam getiremedik diye daha sert limonları mı satıyorlar millete anlamıyorum ki!”
Kafamı mutfağa doğru uzattım. Melis’in limon sıkacağıyla savaştığını gördüğümde gülmemi tutamadım. “İstersen blender’a at Melis. Daha kolay olur belki.”
Ciddi söylememiştim bu dediğimi ancak sanırım Melis ciddiye almıştı. Bir saniye bile tereddüt etmeden blender’a uzanırken, “Vallahi haklısın!” demesi beni dumura uğrattı.
Beril ise çoktan kanepenin köşesine kurulmuş, pijamalarının içinde bir battaniyeye sarılmış, elindeki kocaman çerez poşetinden eline geleni ağzına atıyor, keyifle midesine indiriyordu.
Tabii ki Beril’in bize yardım edeceği falan yoktu.
Yüzümü buruşturup ona döndüm. “Beril, en azından peçeteleri katlayıp getir! Biz de insanız, köle değiliz.” Beril kımıldamadan elini salladı. “Tamam, getiriyorum. Birazdan. Peçeteler bir yere kaçmayacak ya…”
Bu sırada masayı kurmaya başladım. Ben gümüş gibi parlayan çatal bıçakları yerleştirirken Melis masaya kocaman bir tabak içinde maydanoz ve domateslerle süslenmiş hamsi tavasını koydu.
“Beril!” diye seslendim. “Rakı nerede? Allah aşkına onu bari sen getir.” Beril battaniyesini kenara atıp oflayarak mutfağa doğru süzüldü. Dönerken elinde rakı şişesi ve birkaç bardak vardı. Fakat beklemediğimiz bir anda dengesini kaybetti ve bardaklardan biri yere düşerek ufak bir çınlamayla kırıldı.
“Rakıya bir şey olmadı değil mi?” diye sordu Melis gözlerini kısarak. “Şayet eğer kırıldıysa seni o kırık cam parçalarıyla keserim Beril!”
Beril elindekileri masaya koyarken yere eğilerek düşen bardağı da aldı ve doğrulduktan sonra onaylamayan bakışlarını Melis’e dikti. “Rakı benden daha mı önemli yani Melis?”
Dudaklarını hafifçe ıslatarak güldü Melis. “Kesinlikle rakı daha önemli.”
Sonunda sofrayı hazırlamayı başardığımızda hepimiz oturduk ve bir süre ne kadar harika bir iş başardığımıza inanamayan bir şekilde masayı izledik. Çeşit çeşit meze, masanın dört bir yanını donatmıştı. Patlıcan ezmesi, haydari, acılı ezme, hamsi tava, çiroz…
Rakı balık fikri gerçekten de fena değildi… Beril’in düşüncesiydi bu ve benim küçük kız kardeşim galiba artık büyümüştü. Ne kadar kabullenmesi zor olsa da…
Melis kadehini kaldırdı. “Bu sofra için hayatını ortaya koyanlara gelsin!” Beril’le birlikte gülerek eşlik ettik ve aynı anda bardaklarımızı tokuşturduk. İlk yudumla birlikte içimi sıcacık bir huzur kapladı.
Hayat ne kadar karmaşık olursa olsun Melis ve Beril’in olduğu bir masada her şeyin yoluna gireceğine emindim.
Bardağı masaya koyup balığı yemeye başladım. Ancak ilk lokmayı alır almaz yüzümü ekşittim. Balık enfesti ancak Melis’in tabağındaki şey dikkatimi çekiyordu. Elindeki çatalla balığı didikleyip dururken şaşkınlıkla Melis’e baktım. “Melis, sen eskiden balık sevmezdin... Ne oldu birdenbire… deniz ürünlerine âşık mı oldun?”
Melis çatala sapladığı balık parçasını ağzına atarken derin bir iç çekti. Sonra dramatik bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Ah Buse, ah! Bir zamanlar balık benim için sadece denizde yüzmesi gereken bir canlıydı. Sonra bir gün, tatilde ailemle gittim bir balık restoranına... Sipariş ettiğim tek şey patates kızartmasıydı. O da balık kokuyordu. Çocukken yaşadığım o travmayı unutmak yıllarımı aldı!”
“Melis, travmalarını her seferinde destan gibi anlatıyorsun ama balıkla ilgili bu kadar derin bir geçmişin olduğunu bilmiyordum.”
Melis, Beril’in bu sözlerini duymazdan gelerek masadaki rakı şişesini nazikçe tuttu ve bardağına doldurdu. Sanki rakı onun hayat hikâyesinin en büyük tesellisiymiş gibi görünüyordu. Gözlerini bana dikti ve hikâyesine devam etti. “Sonra bir gün, hayatımı değiştiren kişiyle tanıştım…”
Beril ve ben aynı anda, “Kim?” diye sorduk.
Melis kaşlarını kaldırarak dramatik bir sessizlik yaptı. “Balıkçı Ökkeş Amca!” Ellerini iki yana açtı. “Yaz tatilinde sahilde dolanırken, Ökkeş Amca’nın teknesinden gelen mis gibi ızgara kokularını almıştım. Beni oturttu, önüme bir tabak balık koydu ve dedi ki, ‘Kızım, tadına bir bak, denizin mucizesi bu!’ O gün yediğim ilk lokma tüm algılarımı değiştirdi. Ben de bir deniz âşığı oldum.”
Beril, “Melis, deniz âşığı değil midene düşkünsün kabul et,” deyince güldüm.
Melis’in hikâyesinden sonra masadaki sohbet iyice çığırından çıkmıştı. Beril ağzına attığı zeytini yanlışlıkla masaya değil de Melis’in bardağına doğru tükürünce Melis’in yüzündeki dehşeti görmek beni gülmekten nefessiz bırakmıştı.
“Beril!” diye bağırdı Melis. “Sen rakıyı zeytinle mi içiyorsun? Bu nasıl bir gurme anlayışı Allah aşkına? Çöp mü kızım senin miden… Vallahi kusacağım birazdan. Ben bir midemi çıkarıp geliyorum.”
Beril hiçbir şey olmamış gibi omuz silkti. “Tat katıyor. Denemek istersen çekirdeği de bırakabilirim içine.”
Melis yüzünde sahte bir ciddiyetle, “Gerçekten mi?” diye sordu. Beril kahkaha atarak tepki verdiğinde elini uzatıp Beril’in kafasına sertçe vurdu. “Sus artık kadın! Midemi bulandırıyorsun.”
“Sizin küllü kreminizden çok daha lezzetli zeytin ve rakı.”
Patlıcan ezmesine küllü krem diyordu Beril. Melis’le aynı anda tabaklara uzanıp onları koruma altına aldık. “Bu kutsal lezzetlere saygı göster Beril!” dedim ama o çoktan zeytin çekirdeğiyle rakı karıştırma yöntemine geri dönmüştü.
Melis rakı şişesini masanın ortasına koyup, “Bakın şimdi size rakı fallarının sırrını anlatacağım,” dedi. Ellerini şişenin etrafında gezdirmeye başlayınca Beril eğilip fısıldadı. “Rakı şişesiyle konuşan birini ilk kez görüyorum. Bu gece gerçekten tarihe geçmeye aday bir gece olacak…”
Melis’in gözleri kısılmış, yüzünde oldukça ciddi bir ifade vardı. “Şimdi,” dedi ağır bir sesle. “Bu şişe hepimizin kaderini anlatacak. Herkes sırayla birer yudum alacak ama en önemlisi… bardağın dibindeki izleri iyi okumam lazım!”
Beril gözlerini devirdi. “Melis… Şaka mi yapiyorsun canim? Rakının dibi mi okunur?”
“Rakı falına şaşırmadın da dibini okumasına mı şaşırdın Beril?”
Melis kaşlarını kaldırdı. “Beril, seni ilk falda ele alacağım. Rakı falına inanmayanlar genelde büyük sürprizlerle karşılaşır.”
Bu söz üzerine Beril sustu. Ben ise merakla izliyordum. Melis, Beril’in bardağını eline alıp masanın üzerinde döndürmeye başladı. Şişeden bir yudum daha aldıktan sonra bardağın dibindeki damlacıklara dikkatlice baktı.
“Beril…” Sesi kısık ama iddialıydı. “Burada net bir deniz figürü görüyorum. Sanırım yakın zamanda deniz kenarında bir tatil yapacaksın. Ama dikkat et, dalgalara kapılma. Yoksa bir şişe rakıya sarılmış hâlde kıyıya vurabilirsin.”
“Yaz tatiline daha çok var… Kış mevsiminde tatile gidemem. Biraz daha mantıklı şeyler sallar mısın?”
Melis ciddi bir şekilde bardağı yeniden inceledi. “Tamam, başka bir şey var… Burada küçük bir daire görüyorum. Bu bir toplanmayı, bir grubu temsil eder. Ama dikkatli ol, bu grup içinde biri seni sürekli kızdıracak.”
Beril derin bir nefes aldı ve yüzünde sahte bir şok ifadesiyle bana döndü. “Buse! Bahsettiği sen olmalısın. Beni kızdıran tek kişi sensin zaten.”
Sıra bana geldiğinde Melis bardağımı alıp aynı ritüeli baştan yaptı. Bardaktaki damlacıklara bakarken kafasını yana eğip bir süre düşündü. “Buse, bu biraz karışık… ama burada net bir kalp görüyorum.”
Beril hemen atıldı. “Aha, klasik! Aşk falı geliyor. Ama şunu sakın unutma Buse… Melis’in fallarında aşk hep sorunludur!”
Melis, Beril’i susturmak için elini havaya kaldırdı. “Sessizlik! Buse’nin kaderiyle dalga geçemezsin.” Sonra bana dönüp yüzünü ciddileştirdi. “Buse, burada yarım bir kalp var. Sanırım geçmişten bir şey hâlâ tamamlanmamış. Ama yakında bu kalp bir araya gelecek, çünkü… burada bir kelebek de var!”
“Kelebeğin anlamı ne?” diye sordum neredeyse fala inanacakmışım gibi.
“Kelebek, özgürlüğü ve yeniden doğuşu temsil eder. Yani Buse, bir şeyler değişecek. Ama sabırlı ol, kelebek hemen uçmaz.”
Sonunda sıra Melis’e geldiğinde kendi bardağına bakıp teatral bir şekilde iç geçirdi. “Ah! Kendim için fal bakmam zordur çünkü genelde çok fazla anlam görürüm. Ama… burada büyük bir yıldız var. Yani diyor ki… Ablan star bebeğim!”
Bir süre Melis’in uydurduğu falın absürtlüğüne sesli bir şekilde güldük. O sırada Melis bardağını bir kez daha kaldırdı ve bir cümle daha ekledi. “Son olarak… Bu sofranın falı da açık ve net. Herkes bu gece buradan kahkahalarla ve karnı ağrıyarak ayrılacak. Ama sakın unutmayın, bu bir rakı sofrası. Buradan çıkan sır, burada kalır!"
Bu sözlerin ardından hepimiz bardağımızı kaldırdık ve kahkaha dolu bir “Şerefe!” çığlığı masada yankılandı.
Birkaç kadeh daha içmiştik. Masanın üzerindeki mezeler yavaş yavaş tükenirken rakı şişesi de neredeyse yarılanmıştı. Odaya hafif bir sis gibi yayılan rakının kokusu ve kahkahaların sıcaklığı bizi sarhoşluğun o tatlı noktasına taşımıştı.
Hani insanın ne kahkahasına ne de gözyaşına engel olabildiği, sarhoşken bütün duyguların birbirine karıştığı o büyülü an olurdu ya… İşte o hâle gelmiştik.
Melis elinde kadehiyle sandalyesinden hafifçe geriye yaslandı ve bacaklarını çaprazlayarak dramatik bir poz aldı. Sesi biraz daha derin ve uzatmalı çıkıyordu artık. Sarhoş olunca her şeyin daha çok farkında olduğunu sanıyordu ama aslında söyledikleri tamamen saçmalıktan ibaretti.
“Beril,” dedi kısık ve ciddi bir sesle. “Bir şey soracağım sana ama sakın yalan söyleme.”
Beril kaşlarını kaldırıp kadehini dudağına götürdü. Gözleri sarhoş bir insanın ciddiyetinden ziyade içinden gülmek isteyen birinin parıltısıyla doluydu. “Sor bakalım Melis Hanım. Buyurun, kürsü sizin.”
Melis rakı şişesini işaret parmağıyla masanın üzerinde döndürerek derin bir nefes aldı. “Efe’yi neden istemiyorsun? Yani… Çocuk yakışıklı, düzgün biri. Niye bu kadar huysuzsun ona karşı?”
O an masaya garip bir sessizlik çöktü. Beril birkaç saniye boyunca bir şey söylemeden kadehini masaya bıraktı. Gözleri hafifçe yere kaydı, sonra dudağının kenarındaki belli belirsiz bir gülümsemeyle konuşmaya başladı. “Melis, sen onu ‘düzgün biri’ diyerek tanımlıyorsun ya… İşte problem de orada. Efe fazla düzgün biri.”
Melis’in kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. “Ne demek ‘fazla düzgün biri’? Beril, Allah aşkına, bu düzgünlük modern ilişkilerde bir suç mu oldu?”
Ben araya girdim çünkü konunun nereye gittiğini merak ediyordum. “Beril, biraz açsana şunu. Fazla düzgün olmak nasıl bir problem olabilir ki?”
Beril omuzlarını silkti, sonra derin bir iç çekti. Kadehini yeniden eline alırken konuşmaya devam etti. “Efe… şey gibi… bir düz çizgi gibi. Kusursuz, steril, hatasız. Hani böyle bir şeye dokunmaya korkarsın ya… çünkü dokunduğunda senin hataların ortaya çıkar diye düşünürsün. İşte öyle.”
Melis bir kahkaha patlattı. Kadehini masaya koydu ve Beril’in omzuna doğru eğildi. “Beril, senin korkun şu galiba. Efe fazla düzgün olduğu için senin kaotik dünyanda kendini kaybedecek diye mi endişeleniyorsun? Yoksa düzgünlüğüyle senin kaosunu düzenlemesinden mi korkuyorsun?”
“Hayır. Mesele o değil. Mesele şu… Efe’nin hiç sürprizi yok. Adam her pazar sabahı aynı kahvaltıyı yapıyor, aynı gazeteyi okuyor, aynı tonda günaydın diyor. Bu kadar düzenli bir hayat beni boğar, Melis.”
“Hakim olmak istiyor,” diye mırıldandım. “Ağırlığı buradan geliyor olabilir mi? Çünkü Efe’yi bilirsiniz… Eskiden böyle birisi değildi.”
Omuzlarını silken Beril’e çevirdim harelerimi. “Birbirimize oldukça tezat karakterlerdeyiz. Sanki rollerimiz değişmiş gibi. Eskiden Efe oldukça deli dolu bir insandı, şimdi ise ben öyleyim. Belki de dediğin gibi Buse… Okuduğumuz bölümlerden dolayı olabilir. Ben oyuncu olmak için okuyorum mesela.”
Melis gözlerini devirdi ve kadehini bir kez daha doldurdu. “Beril, sen tam bir delisin. Efe gibi bir adamı kim istemez? Çocuk her açıdan mükemmel. Senin sorunun Efe’nin içinde bulunduğu düzeni kıramayacağından korkuyor olman. Yoksa senin kaosun onun düzeninden güçlü olabilir!”
Bu tartışmayı sessizce izlerken bir anda kendimi düşünürken buldum. Beril’in anlattıkları aslında ne kadar da tanıdıktı. Kusursuz bir düzen bazen insanı gerçekten boğabilirdi.
“Biliyor musunuz,” dedi Melis birkaç dakikalık suskunluğun ardından. O kadar ciddi bir hava estirmişti ki masadaki mezeler bile bu atmosferden etkilenmiş gibiydi. Bir süre gözlerini masanın üzerinde dolaştırdı, sonra hafif kısılmış bir sesle konuştu. “Ben Emir’i çok seviyorum.”
O anda masada bir patlama oldu. Beril ve ben aynı anda gülmeye başladık. Beril gözlerini devirdi, kadehini masaya vurdu ve ellerini iki yana açtı. “Bilmiyorduk… Öğrendiğimiz çok iyi oldu! Asla nişanlı falan değilsin Emir’le. Geçen gün gelinlik bakmaya da gitmedin.”
Melis bu laf üzerine bir an durdu. Bakışlarını önce Beril’e, sonra bana çevirdi. “Ama siz anlamıyorsunuz,” dedi ellerini hızlıca art arda masaya vurarak. “Ben gerçekten seviyorum! Böyle… böyle içimden geliyor.”
Beril alkolün etkisiyle daha da alaycı bir hâle büründü. “Aa, öyle mi? Yani bu sefer gerçekten mi seviyorsun? Öncekiler neydi peki? Sahte sevgi mi?”
“Bakın,” dedi Melis birden ciddileşip işaret parmağını havaya kaldırarak. “Emir öyle biri ki… O biri yani… O biri!”
“Melis bir kez daha o biri dersen kalkıp seni susturmak zorunda kalacağım,” dedim gülerek. Ama Melis dinlemedi, parmağını Beril’e doğrultarak devam etti. “Beril, sana daha önce hiç Emir’in bana çorba getirdiği geceyi anlattım mı? Anlattım mı?”
Beril başını iki yana salladı. “Anlattın. Hatta en az on kez. Sonra çorbayı üstüne döküşünü de anlattın.”
“Ama o çorbayı dökerken bile o kadar tatlıydı ki!” Melis’in gözleri dolmuştu. “Tatlı mı tatlı… Domates çorbası gibi.”
Beril dayanamadı, kadehini elinden bırakıp sandalyeye yığıldı. “Melis, gerçekten bizi çok duygulandırıyorsun...”
Ama Melis’in sarhoş beyni şaka kaldıracak durumda değildi. “Beril, sen anlamıyorsun!” diye haykırırken masanın ortasındaki salata kasesine doğru hamle yapıyordu. “Bu sıradan bir aşk değil. Bu… bu… masal gibi bir şey!”
Masadaki salata kasesi Melis’in elinde bir aksesuar gibi duruyordu ama her an birinin kafasına fırlatılabilecekmiş gibi bir tehdit unsuru da taşıyordu. Hızla kâseden uzaklaştım.
“Sen Emir’i seviyorsun. Biz bunu biliyoruz. Hatta artık çevredeki komşular da biliyor çünkü sesin her yerde yankılanıyor.”
Melis bir an durup düşündü, sonra sandalyeye çöküp salata kasesini yerine bıraktı. Gözlerini kısmış, masaya dalgın dalgın bakıyordu. Birden bakışları parladı. “Şimdi buraya Emir’i çağırsam ne yaparsınız?”
Beril, Melis’in bu yeni planına dayanamayıp kadehini kaptı. “Muhtemelen seni falakaya falan yatırırız, Melis. Kız kıza olacağız dedik. Sizin mıy mıy aşk dolu anlarınızı hiç çekemem.”
Melis’in omuzları düşerken yaşadığı hüzünle dudaklarını büzdü küçük bir kız çocuğu gibi. Akabinde dudaklarına geniş bir gülümseme yayıldı ve sandalyeden kalkıp odanın içinde tur atmaya başladı. Ne aradığını anlamaya çalışırken işaret parmağı ile alnını hafifçe kaşıdı ve bana döndü. “Kâğıt kalem yok mu bu evde? Kocama şiir yazacağım!”
“Olur,” derken son heceyi olabildiğince uzatmıştı. Bir süre düşündü, odanın içinde olta attı. Topuz yaptığı saçları açılmış, omuzlarına dökülmüştü. Bakışlarında sarhoşluğun verdiği o tatlı belirsizlik vardı. “Buldum!” diye bağırdı bir anda. Yalandan boğazını temizledikten sonra, “Dinleyin!” ikazında bulundu.
“Ey kar beyazı gibi bir rüyanın içinde saklanan Emir,
Adını her anışımda gönlümde titreyen bir lir.
Seninle her nefes, bir yaz akşamı kadar serin,
Kalbim sana şiir yazmaya mahkûm, sevgilim.
Okyanusların dalgası bile kıskanır bizi,
Ah Emir, seninle geçen her anım bir mavi deniz dizisi.”
Melis kendini Atilla İlhan sanırken alkış tutup ıslık çaldım. “Harikaydın! Ben böylesine bir sanat görmedim.”
Beril kahkahalarını daha fazla tutamadı, karnını tutarak yere devrildi. Melis bozulmuş gibi yaparak dudaklarını büzdü ama birkaç saniye sonra o da gülmeye başladı.
“Durun ama! Daha şiir bitmedi!” diye bağırdı tekrardan. Fakat cümlesini tamamlamadan birden ciddileşti, gözlerini uzaklara dikti ve yanımıza yaklaşıp ikimizin de ellerinden tutup bizi salonun ortasına çekiştirdi. Koltuğun üzerindeki telefonunu çıkarıp sesi sona aldı ve müzik çalmaya başladı.
Ellerimizi yumruk yapmıştık ve bunu mikrofon olarak kullanıyorduk. Şarkı sözleri gelene kadar çalan melodide role ağır bir şekilde girdik ve kafalarımızı sallayarak ritme ayak uydurduk. Akabinde bağıra bağıra şarkıyı söylemeye başladık.
“Vazzzgeeeeçççççtiiiiiiimmmmm gööööözlerindeeeen… Vazgeeeeçççççtimmmm sözleriiinndeeeen…”
Melis elini Beril’e doğru uzattı.
“Biir ah de yeterrrrrr! Sessizce, kimsesizzceee… Gönderdiiim dudaklarııımııııı… Öpmeeee al yeteeerrr!”
Beril de elini bana doğru uzattı.
“Hiç tanımaaaazzzz teniiimm elllerrriiiniiiiii… Bilmezzz yüreğiiimm bilmez yüreğiniii! Ahhh bu koku… Bu ten, bu dokunuş…”
Şarkının ağır melodisi odanın her köşesine sinmişti. Melis ve Beril’in elleri havada, şarkının ritmine kendilerini kaptırmışlardı. Ben ise melodinin içinde boğuluyormuş gibi hissediyordum. Dizlerim büküldü ve kendimi soğuk parke zeminde otururken buldum.
Zihnim bana oyun oynuyormuş gibi Erim’in anılarını canlandırmaya başlamıştı. Kokusu, dokunuşu, sözleri, gözleri… Her şeyini anımsıyordum. Gözlerimi sımsıkı kapattım ancak fayda etmedi. Ne kadar bastırmaya çalışsam da anılar dalga dalga üzerime çöküyordu.
Melis, Beril’e doğru eğildi ve elini havaya kaldırdı. “YOK OLMAK ZAMANI ŞİMDİ!” İkisi de ellerini göğüslerine koyup bir ağızdan bağırdılar.
Bense artık gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. “Ben… yapamıyorum,” dedim fısıltıyla. Melis ve Beril şarkıyı kesip başlarını bana çevirdi. Yüzleri öyle ciddi bir ifadeyle doluydu ki bir an gerçekten anlamaya çalıştıklarını sandım.
“Buse?” dedi Melis şaşkınlıkla. Elindeki hayali mikrofonu yani elini aşağı indirdi.
“Ne oldu kız?” dedi Beril başını yana eğip merakla yüzüme bakarken. “Niye çöktün yere? Dizlerin mi ağrıyor?”
“Erim…” dedim hıçkırarak. “Kafamı karıştırıp duruyor. Biliyorum bu yaptığım yanlış ama olmuyor… O bana her şeyi yaptı, biliyorum! Ama…” Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. “Ama bazen o kadar özlüyorum ki…”
Melis o dramatik ifadesini takınarak yanımda dizlerinin üzerine çöktü. Elini omzuma koydu. “Buse, biz seni anlıyoruz,” dedi. Ama sarhoş olduğu için cümle sonunda kekelemeye başladı. “Gerçekten. A-an-lı…yoruz işte.”
Beril de yanımıza geldi, tam olarak dengede duramıyordu. Dizlerinin üzerine çökmeye çalıştı ama yere tam oturamadı ve bir anda sırt üstü devrildi. “Ahh Buse!” diye bağırdı ellerini tavana doğru açarak. “Seni kim üzdü bacım? Erim mi? O çocuğu… Çocuğu… Neyse işte!”
Melis birden hıçkırmaya başladı. Ama öyle bir hıçkırıyordu ki sanki sevdiği birisi ölmüştü. “Erim! Neden Buse’ye bunu yaptın? Buse bir melek! ME-LEEEEK!” diye bağırdı.
Beril sırt üstü yattığı yerden başını kaldırdı. “Evet ya! Neden Buse’me bunu yaptın? Şimdi Erim’i buraya çağırsak… Ona ne söylerdik biliyor musun, Buse?” dedi, ardından suratında bir kararlılık ifadesiyle ekledi. “Erim, sen... Sen bir limonsun!”
Bu lafı duyunca bir an hıçkırıklarım kesildi. “Limon mu?” diye sordum şaşkınlıkla.
Melis de şaşırmıştı. “Evet, limon mu? Neden limon?”
Beril ellerini iki yana açtı. “Ne bileyim ben? Öyle işte! Limon gibi acı, limon gibi ekşi. Ama bazen… Çaya koyunca güzel oluyor.”
Üçümüz de bir an sessiz kaldık. Sonra birden hepimiz bir ağızdan kahkahalarla gülmeye başladık. Gözyaşlarımız, hıçkırıklarımız kahkahalarımıza karışıyordu. Melis bir yandan burnunu çekiyor bir yandan da gözlerini silmeye çalışıyordu.
Melis başını omzumdan kaldırıp şaşkınlıkla Beril’e baktı. “Pizza mı? Saat kaç?” dedi, elini cebinden çıkardığı telefonla ekranı kontrol etmeye çalıştı. Ama parmakları sürekli ekrana yanlış dokunuyordu. Birkaç denemeden sonra pes etti ve telefonu yere bıraktı.
“Bilmiyorum ama pizza kulağa güzel geliyor. Söyleyelim!”
“Ben de istiyorum,” diye bağırdım gözyaşlarımı silerken. Bu fikir bana o an inanılmaz mantıklı gelmişti. “Ama ekstra peynirli olsun!”
“İyi ama daha yeni balık yedik… Zehirlenmez miyiz?”
Melis’in sorusu üzerine dudak büzdüm. “Balık taze olduğu için bir şey olmaz.”
Beril beni onaylarcasına ağır ağır başını salladı. “Ekstra peynirli olmazsa yemem. Ve kenarları dolgulu olsun!”
“Ama kenarları dolgulu pizza pahalı…”
“Saçmalama Melis! Buse ünlü bir şarkıcı unuttun mu? Parası var yani…” Melis’in mavi hareleri beni buldu, tatlı tatlı gülmeye başladı ve yanaklarımdan öptü. Yerdeki telefonuma uzandım. Pizza siparişi vermek için uygulamayı açtım ve hiç malzeme falan seçmeden önüme gelen pizzaları sepete ekleyip siparişi verdim.
Yaklaşık yarım saat sonra kapının zili uzun uzun çaldığında hepimiz birden irkildik. Melis hemen yerden sıçradı. “Bu kim?” diye bağırdı sanki evde gizli bir operasyon yapıyormuşuz gibi telaşlıydı.
Beril gözlerini ovuşturarak başını kaldırdı. “Pizza galiba,” dedi. Ama sesi o kadar kısık ve hırıltılıydı ki daha çok bir yılanın tıslaması gibi çıkmıştı.
“PİZZA!” diye bağırdım. Birden enerjim yerine gelmişti. Hızla ayağa kalktım ama yerden doğrulmaya çalışırken dengemi kaybedip Melis’in üzerine düştüm. Beraber yere yuvarlandık.
“Off Buse!” diye bağırdı Melis acıyla. “Pizza için beni ezmiş olmana inanamıyorum!”
Beril ise bizi umursamadan kapıya doğru ilerledi ama tam bir sarhoş gibi yürüyor, adımları sağa sola savruluyordu. Kapıya ulaştığında tok bir sesle bağırdı. “Kiiimm oooo?”
“Pizza,” dedi dışarıdaki adam. Sesi gayet normaldi, muhtemelen sıradan bir sipariş teslim ediyordu. Ama onun sıradan gecesi bizim çılgın gecemize çarpışmak üzereydi. Beril kapıyı açtı ve kuryeyi görünce bir an duraksadı.
Adam elinde büyük, üç pizza kutusuyla karşımızda duruyordu. Beril aniden bir elini alnına koydu, “Ah Romeo!” diye sızlandı. “Demek bu pizzayı bize sen getirdin… Kaderimizde sen mi vardın?”
Kurye bu beklenmedik tepki karşısında şaşkına döndü. “Evet, sipariş sizin miydi?” diye sordu, gözleri Beril’in dalgalanan saçlarına ve hafifçe yamulmuş terliklerine kayıyordu.
Tam o sırada Melis yerde panda gibi yuvarlanmaktan vazgeçip ayağa kalktı ve koşarak Beril’in yanına gitti. “Beyefendi!” dedi sanki çok ciddi bir konuşma yapacakmış gibi. “Bu pizzanın kenar dolgulu olduğuna emin misiniz? Çünkü… çünkü biz kenar dolgulu pizza istedik!”
Adam bir an ne diyeceğini bilemedi. “Evet, kenar dolgulu,” dedi çekingen bir şekilde.
Yerimden kalkarak kapıya gittim ve hafifçe gülümseyerek kuryeden pizzaları aldım. “Teşekkürler.” Ücretini ödemiştim ve benim iki mankafa kız kardeşlerim adamı boş yerine kapıda bekletiyorlardı.
Kapıyı ayağımla ittikten sonra tekrardan salona geçtim. Masanın üstü adeta savaş alanı gibiydi. Kim toplayacaktı burayı şimdi… Sitem edercesine sızlanıp içli içli ağlarken yere oturdum ve sıcak pizzalardan bir dilimini elime alıp yemeye başladım.
Burnuma yayılan mis gibi peynir kokusu bir an için bütün dertlerimi unutturmuştu bile. Melis ve Beril de yanıma oturdu çabucak. “Pizza…” diye mırıldandı Melis gözleri bir avcı gibi parlarken.
“Durun!” dedim elimdeki dilimi havaya kaldırarak. “Bu benim, önce ben aldım!”
Beril yüzünde bir masumiyet maskesi takınarak bana yaklaştı. “Buse… Canım, güzel kardeşim… Bana bir dilim ver olur mu? Açlıktan ölüyorum. Hem düşün, beni pizzadan mahrum bırakırsan tarih seni asla affetmez.”
“Beni de!” diye atıldı Melis. “Hatta... bu pizza için savaşa girebilirim. Lütfen dostane bir şekilde çözüm bulalım.”
“Ne dostanesi?” diye bağırdım gözlerimi kısarak. “Burası vahşi doğa. Kim güçlüyse o yer!”
Bu laf üzerine Beril bir anda elimdeki dilime atladı. İkimiz pizzayı çekiştirirken Melis fırsattan istifade kutuya yöneldi ve en büyük dilimi kaptı. Ağzını doldura doldura konuşmaya çalıştı. “Siz savaşmaya devam edin, ben kazananı pizzanın geri kalanıyla ödüllendireceğim.”
“Melis!” diye bağırdı Beril elini yere vurup. “Savaşın ortasında bizi satıyorsun. Bu nasıl bir ihanet?”
O sırada elimdeki dilim ikiye ayrıldı ve Beril zafer narası atarak payına düşeni ağzına tıkıştırdı. “Boso’non poyono oldom!” dedi çiğnemeye çalışırken ama ağzı o kadar doluydu ki lafı zar zor anlaşılıyordu.
Tam o an Beril’in üzerine devrilen bir pizza kutusu gibi yere yığılmış Melis’in sesi duyuldu. “Biliyor musunuz… Hayat, pizza gibidir. Dilimini kapamazsan aç kalırsın.”
Pizzaların geri kalanı bizim çılgın kavgamız arasında tükenirken, son kalan dilim için Beril ve Melis yere uzanıp taş-kâğıt-makas oynadılar. Ancak ikisi de sürekli kazandığını iddia ettiği için oyun bir türlü bitmedi.
Bir anlığına bakışlarım diğer iki kutu pizzaya döndü. “Arkadaşlar…” dedim fısıltıyla. “İki kutu daha pizza var… Biz neyi yetiremiyoruz kendimize?”
Beril ve Melis bir an için durdu, ellerindeki taş-kâğıt-makas pozisyonunda donakaldılar. İkisi de aynı anda bana döndü, yüzlerinde o kadar büyük bir şaşkınlık vardı ki sanki onlara dünyanın en büyük sırrını açıklamıştım.
“Ne?!” diye bağırdı Melis, gözleri kocaman olmuştu. “İki kutu daha mı var?!”
“Buse… Bunu bize neden söylemedin?” dedi Beril abartılı bir tavırla. “Biz burada hayatlarımızı riske atıyoruz, açlıktan ölüyoruz ve sen o pizzaları saklıyorsun!”
Ben ise bu absürt suçlamalar karşısında kahkahalarla yere yığıldım. “Saklamıyorum ki! Hepsi halının üzerinde işte… kör müsünüz?” Diğer iki kutunun kapaklarını açtım. “Bakın,” dedim kutuları onlara doğru kaldırarak. “Bol malzemeli! Sucuklu! Mozzarellalı!”
İkisi de kutulara adeta tapan bir edayla baktı. “Bu… bu gerçek mi?” dedi Melis gözlerini kısarak. Beril ise bir dilim alıp kokladı. “Rüya mı görüyoruz acaba?” dedi ve ardından hızla ısırdı. “Hayır, gerçekmiş! Cennet bu!”
Melis pizzayı yerken bir anda başını yukarı kaldırdı. “Ey pizzaların tanrısı! Bize bu ziyafeti bahşettiğin için teşekkür ederiz!”
Herkes son pizzaları bitirip masanın kenarına yaslanmıştı. Melis elini karnına koyup homurdanmaya başladı. “Arkadaşlar…” dedi gözlerini kısarak. “Sanırım… yok yok, kesin olarak… midem bozuldu!”
Beril hemen lafa atladı. “Ne bekliyordun? Bir insan beş dilim pizzayı, ketçap şişesiyle birlikte yerse tabii bozulur!”
Melis gözlerini devirdi. “Ketçap şişesini ben içmedim, onu yapan sendin!”
Tam bu tartışmanın ortasında Melis’in yüzü bir anda bembeyaz oldu. Birkaç saniye boyunca olduğu yerde dondu, sonra panik içinde ayağa fırladı. “Lavabo! Hemen lavaboya gitmeliyim!”
O kadar ani hareket etmişti ki yere saçılan pizzanın son kırıntılarına basarak neredeyse düşüyordu. Ben ve Beril de hemen peşine takıldık. “Dur, yalnız gitme! Ne olur ne olmaz bayılırsın falan!”
Melis tuvalete koşarken biz de koridorda peşinden koştuk. Ancak lavabonun kapısına ulaştığımızda Melis içeri girmiş, kapıyı kilitlemişti. Beril kapıyı yumruklamaya başladı. “Melis! İçeride ne yapıyorsun? Bizi dışarıda bırakma, bu bir ekip işi!”
İçeriden boğuk bir ses geldi. “Beni rahat bırakın! Kendi işimi hallederim!”
Beril yüzünü ellerine kapattı ve bana döndü. “Buse, bu kız bizi burada rezil edecek. Ben giriyorum!” dedi ve kapıyı zorlamaya başladı.
“Beril, yapma!” dedim ama artık çok geçti. Kapı Melis’in bağırışları eşliğinde açıldı ve ikimiz de içerideki kaosa dalıverdik. Melis lavabonun başında eğilmiş bir yandan suyu açıp bir yandan saçlarını tutmaya çalışıyordu. “Beni yalnız bırakın! Kahraman değilim, garip bir insancığım sadece!”
Beril hemen saçlarını toplamak için arkasına geçti ama bunu yaparken yanlışlıkla Melis’in kafasına tokayla vurdu. Melis acı içinde bağırırken ben elimde bir havluyla ikisinin ortasına girmeye çalışıyordum. “Sakin olun! Bu kadar gereksiz dram niye?”
Beril sinirle havluyu elimden aldı. “Buse, sen havluyu tutmayı bile bilmiyorsun!” dedi ve lavaboya su sıçratmaya başladı.
Bu sırada Melis birdenbire doğruldu. “Tamam, artık iyiyim!” dedi ama doğrulurken başını musluğa çarptı. Bir anlığına durduk, sonra hep birden gülmeye başladık. Melis alnını ovuşturdu acıyla. “Karnımız tokken üç kutu pizza yemek ne alaka ya…”
Banyodan çıktıktan sonra Melis kendini direkt olarak kanepeye attı ve yüz üstü yatarak kolunu aşağıya sarkıttı. “Brandayı muşambayı yırttılar… limon gibi kızım seni sıktılar…”
Melis’in mırıldandığı şarkıya gülerken Beril de sanki başka boş yer yokmuş gibi Melis’in ayakucuna kıvrıldı. Bir elini kafasının altına koydu, diğer eliyle halıya garip şekiller çizmeye başladı. Başımı iki yana olumsuzca iki yana salladım. Ortalığı annemler gelmeden birisinin toplaması gerekiyordu.
Evet.
Çünkü iki deli birazdan sızıp kalacaktı.
Ellerimi belime koyup derin bir nefes aldım, Odada şöyle bir göz gezdirdim. Yerde pizza kutuları ve dağınık olan bir masa. Beril’in motive bularak yediği çerez, yemeyi unuttuğumuz cips paketleri… Harabeden hallice.
“Hadi kalkın ya…” dedim ama sesim beni bile ikna etmeye yeterli olmamıştı. Melis’in mırıldanmaları götür beni gittiğin yere şarkısına geçiş yapmıştı. Elimle kanepeye hafifçe vurdum. “Melis! Biri burayı toplamazsa annem de beni limon gibi sıkacak!”
Melis kolunu tembelce havaya kaldırıp düşürdü. “Kalkamam. Kemiklerim eridi, ruhum bu kanepeyle birleşti.”
Melis’in edebi sözlerine karşın Beril yüzünü kanepeye gömmüş bir şekilde kıkırdamaya başladı. “Buse…” dedi Beril kanepeyle muhabbet edercesine. “Şu an biz iki yaşlı deniz kaplumbağasıyız. Ve sen bizi yuvalarımıza götürmelisin.”
Gözlerimi devirdim. “Kaplumbağa oteline hoş geldiniz, ben otel çalışanınız Buse Uluer. Az sonra kanepede yayılan siz iki hanımefendiyi halının üzerine fırlattıktan sonra halıyla sizi saracağım ve çöp torbasıyla aşağı atacağım.”
Beril kafasını kaldırıp büyük bir ciddiyetle kaşlarını çattı. “Halı mı? Bizi halıya mı saracaksın? Lütfen en azından nevresim kullan. Lüksümüz var sonuçta.”
Melis’in omuzları sarsılarak güldüğünü gördüm. “Nevresim istiyorlar. Görüyorsun değil mi Buse?” diye mırıldandı. “Bu insanlar gerçekten çok şey bekliyor.”
Bir süre orada durup onları izledim. İki deliyle aynı evde birkaç saat geçirmek bazen zor olabiliyordu. Sonunda pes edip önce pizza kutusunu, ardından bardakları mutfağa taşımaya başladım.
Arkamdan Beril’in sesi duyuldu. “Canım ablam… İyi ki varsın. Yani bizi atmak yerine temizlik yapmayı seçtin. Efsane bir kardeşsin.”
“Evet, Buse…” dedi Melis de kanepeye iyice yayılarak. “Sana kraliçeler gibi davranacağız. Söz. Ama yarın. Bugünlük bizi affet.”
Bir süre daha ikisinin boş vaatlerini dinleyerek ortalığı topladım. İşim bittiğinde salondaki kanepeye oturup yorulmuş halimle başımı arkaya yasladığımda ikisi de horlamaya başlamıştı bile.
Ah, kaplumbağalar. Yuvanıza vardık işte.
İkisini yataklara taşımam gerekiyordu ancak ben bunu nasıl yapacaktım? Bir süre düşündüm. Karşımda iki hantal, dünyadan kopmuş deniz kaplumbağası yatıyordu ve ben bir insan, tek başıma, bu yükle nasıl baş edecektim?
Oturduğum yerden kalkıp yanlarına gittim ve “Melis,” diye hafifçe seslendim. Hiçbir tepki vermedi. Sadece derin bir nefes ve mırıldandığı belli belirsiz bir kelime. “Emir’im…”
Beril’e döndüm. “Beril… Kalk hadi yatağa gidelim.”
“Burada yatıyorum. Ruhum buraya ait…” Gözlerini açma zahmetine bile girmemişti.
Derin bir nefes alıp boynumu iki yana doğru eğip çıtlattım. Onları tek başıma taşımam gerektiği gerçeğiyle karşı karşıyaydım şu an. Bir plan yapmalıydım. Önce Melis’i mi taşımalıydım yoksa Beril’i mi? Ya da ikisini birlikte mi sürüklemeliydim? Hayır, o da olmazdı. Henüz o kadar bilek gücüm yoktu.”
Kendi kendime homurdanarak Melis’e doğru eğildim. “Sen çok ağır görünüyorsun, Beril daha hafif olabilir…” O sırada Melis’in eli bir anda kolumdan tutuverdi. Gözlerini hafifçe araladı ve fısıldadı. “Beni bırak. Önce Beril’i götür… O senden daha çok korkuyor…”
Kafam karıştı. “Ne? Neden korkuyormuş ki?”
Melis gülümser gibi oldu ve gözlerini tekrar kapattı. Sonunda kararımı verdim. Önce Beril’i taşımak daha mantıklıydı. Bir elimi onun omzuna, diğerini dizlerinin altına koydum. Ama kaldırmak bir yana yerinden bile oynatamadım. “Beril…” diye homurdandım. “Sen hiç hafif değilmişsin!”
Beril derin bir nefes aldı ve gözlerini bir milimetre açmadan mırıldandı. “Hafif değilim çünkü içimde geçmişin yükleri var…” Bunu duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. “Geçmişin yüklerini burada bırak ve kalk.” Kıpırdamıyordu bile.
Bir süre iki deliyle mücadele etmeye çalıştıktan sonra pes ettim. Son çare olarak üzerlerini battaniyeyle örttüm ve baş ucuna birer bardak su koydum. “Kaplumbağalar burada kalsın,” dedim kendi kendime. “Yuvaya taşımak başka bir günün işi olsun.”
Salondan çıkarken ışığı kapattım ve kapıyı usulca çektim. İçeriden Melis’in derin derin nefes alışları ve Beril’in mırıldandığı saçma sapan kelimeler hâlâ duyuluyordu. Duvara asılı saate gözüm takıldı.
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Uykum yoktu. Belki biraz temiz hava iyi gelir diye düşündüm ve üzerime bir mont geçirdim. Bahçeye çıktığımda ay ışığı, toprağı ve çimlerin üzerini neredeyse bir örtü gibi kaplamıştı. Hafifçe üşüyordum ama bu beni rahatsız etmiyordu. Derin bir nefes aldım, gecenin serin kokusunu içime çektim.
Bahçenin arkasına geçip Gofret’e baktım. Ne kadar da çok özlemiştim oğlumu…
“Gofret, bebeğim!” diye seslendiğimde Gofret’in kulakları dikildi, gözleri bir yıldız gibi parladı ve bana doğru koşmaya başladı. Önümde belirdiğinde patilerini havaya kaldırıp kuyruğunu sallamaya başladı. Eğilip Gofret’i kucağıma aldım, tüylerinin yumuşaklığı avuçlarımı doldururken başını usulca okşadım. “Seni çok özledim benim güzel oğluşum…” Gofret başını yana eğdi, ardından yüzümü yaladı. Bu hareket onun dilinde dediklerime “ben de” demekti.
Gofret’i kucağımda sımsıkı tutarken yıllardır birikmiş özlem gözlerime dolmuştu. Tüylerinin arasına yüzümü gömdüm, o tanıdık sıcaklık beni geçmişe götürdü. Gofret’le birlikte geçirdiğim günler, bahçede oynadığımız oyunlar, yürüyüşlerdeki yaramazlıkları…
“Biliyor musun Gofret,” dedim hafif bir tebessümle. “Sen yokken her şey sanki biraz daha eksik. Bir yanım hep seninle kaldı. Seninle dertleşmeyi o kadar özledim ki… Keşke yanımda giderken seni de götürebilseydim…”
Gofret dilini çıkarıp patisini usulca elime koydu. İç çektim, “Sen bir köpek olabilirsin ama beni senden daha iyi anlayan kimse olmadı,” diye mırıldandım. “İnsanlar… İnsanlar her zaman kırdı, üzdü. Ama sen hep buradaydın. Hep yanımdaydın…”
Yanaklarımı bir kez daha yalamak için eğildi. Gözlerimi kapattım. Gofret’in sevgisi içimdeki bütün fırtınaları dindiriyor, bütün yaraları sarıyordu. “Beni böyle kocaman sevebildiğin için teşekkür ederim Gofret,” dedim fısıldar gibi. “Sen benim en iyi yanım oldun, her zaman da öyle kalacaksın.”
Bu sessizlikte Gofret’le birlikte olduğum her saniye hayatın bana verdiği en güzel hediye gibi hissettiriyordu.
Gofret yeniden kulübesine giderken ben de ayaklandım ve aralı bıraktığım kapıdan içeri girdim. Annemler hâlâ gelmemişti. Galiba uzunca süredir bir kaçamak yapma fırsatı arıyorlardı.
Odama geçip kapıyı arkamdan usulca kapattığımda, dış dünyadan tamamen kopmuş gibiydim. Yalnızlık, dört duvarın arasında beni kollarına alırken yatağıma attım kendimi. Sessizliğin derinliği kulaklarımda uğulduyordu. Zihnim şu an en savunmasız anlarından birisindeydi ve sabah konuşulanların yankısı kendini göstermeye başlamıştı.
Başımın içindeki her şey sanki bir radyo frekansı gibi bozuluyor, konuşmalar sürekli parazitleniyor ve anlaşılmaz hale geliyordu. Ancak bazı cümleler netti. Her biri bir ok gibi kalbime saplanıyordu.
Anılar, düşünceler, sorular… Hepsi birbirine dolanmış, çözülmeyi bekleyen bir yumağa dönüşmüştü. Her nefes alışımda o yumak biraz daha sıkılaşıyor, boğazımı sarıyordu.
Babamın sözleri zihnimde yankılandı.
“Erim yalnızca bir yabancı değil, kızım. O… o bir şekilde bu hikâyenin parçası.”
Bir hikâye… Ama bu hikâye benim hikâyemdi! Hayatım boyunca bildiğim her şeyin üzerine bir perde çekilmiş, ardındaki hakikatler bana yabancılaşmıştı. Erim… O, benim hikâyemin neresindeydi? Neden benim hayatımdaki her taşın altından o çıkıyordu? Neden bildiğim her yol, her sır dönüp dolaşıp ona varıyordu?
Elimi saçlarımın arasına götürdüm, parmaklarım saç tellerimin arasında kaybolurken fark ettim ki parmaklarım titriyordu. Öfke miydi bu? Ya da korku? Hayır… Bu, belirsizliğin yarattığı ağır bir yüktü.
Babamın ve annemin gözlerime bakamayışı… Sözlerin boğazlarında düğümlenmesi…
Bu soruların her biri zihnimin duvarlarına çarpa çarpa yankılanıyordu. Cevaplanmayı bekleyen her soru başımda bir çekiç gibi inip kalkıyordu. Bir adım daha derine indim. Eğer anne ve babam haklıysa… Eğer Erim’in bütün bu yaptıkları gerçekten beni korumak içinse…
Ama yine de… Neden bana yalan söyledi? Neden her şeyi benimle paylaşmadı? Eğer beni sevmediyse neden dönüp dolaşıp hayatıma girdi? Eğer sevdiyse neden beni bu kadar acıya boğdu?
Birden içimde bir his doğdu. Bir ihtimal… Ya gerçekten sevdiyse? Ya bu nefret dediği şey aslında aşkın en karanlık yüzüyse? Fakat bir an duraksadım. Kalbimde bir düğüm vardı. Güven…
“Ben Erim’e nasıl güveneyim?” dedim kendi kendime.
Sözler dudaklarımdan dökülürken odada yankılandı. Boş bir yankıydı bu. Güvenmek… Bunu nasıl yapabilirdim? Bana ihanet eden birisine, bütün geçmişimi benden saklayan birisine nasıl güvenebilirdim?
İçimdeki sesler susmuyordu. Her biri kendi gerçeğini haykırıyordu:
Başımı yastığa gömdüm, ellerimi yüzüme kapattım. Ama sesler… Sesler susmuyordu. Düşüncelerim bir kaos içinde birbirine karışmıştı. Mantık ve duygular arasında bir harp vardı. Her biri zafer kazanmaya çalışıyordu.
Yatakta daha fazla duramadım. Yastığı hırsla kenara fırlattım ve hızla kalktım. Odanın içinde olta atıyordum sanki bu düşünceleri aklımdan defetmeyi başarabilecekmişim gibi.
Dikkatimi başka bir şeye vermeliydim. Aksi takdirde bu düşünceler beni çıldırtacaktı. Gözüm bir anlığına kitaplığıma takıldı. Orada, köşede kalın bir dosya vardı. Dosyanın ne olduğunu anımsadığımda sırıttım ve kitaplığa yönelerek dosyayı aldım. Gece lambasını yaktıktan sonra yatağın üzerine oturdum.
Birçok ünlünün posterlerini biriktirdiğim, ergenlik yıllarımın en güzel parçası olan dosya…
İlk poster… Ah, işte bu! Bir zamanlar hayranı olduğum o ünlü şarkıcının resmi. Yıllar önce konserine gitmek için nasıl çırpındığımı hatırlıyordum. Ve gidemediğim için de posterine bakıp saatlerce ağlamıştım.
Bir diğerini çıkardım. Ünlü bir film yıldızının posteri. O zamanlar ne kadar yakışıklı bulduğumu hatırlayıp kıkırdadım. O gençlik hayallerim, ergenlik krizlerim bir bir gözümde canlanıyordu. Şimdi ne kadar uzak ne kadar masum geliyordu o günler.
Ama bir anda dosyanın içinden bir şey yere düştü.
Kaşlarımı çattım. Bu dosyanın içinde bir zarf olduğunu hatırlamıyordum. Eğilip zarfı aldım. Üzerinde hiçbir yazı yoktu. Beyaz, sade bir zarf… Parmaklarım zarfın kenarını yokladı. İçinde bir şeyler vardı.
Merak ve tedirginlik aynı anda içime dolarken zarfı yavaşça açtım. İçinden katlı bir kâğıt çıktı. Kaşlarım çatılırken katlı olan kâğıdı açtım ve kâğıtta göz gezdirdim. Bu… Erim’in el yazısıydı.
Parmak uçlarım Erim’in tanıdık el yazısına dokunurken nefesimi tuttum ve yazdıklarını okumaya başladım.
Güzelim…
Eğer bu mektubu bulduysan muhtemelen Dean aşkın bedenini yeniden sarmıştır.
Dean denen lavuk hâlâ gündeminde mi bilmiyorum ama bana sorarsan aslında olmamasını yeğlerim. Biliyor musun, bu dosyayı bulduğumda sinirlerim tepeme çıktı. Posterleri gördüm. O lanet Dean posterlerini. Bu Dean denen herife âşık olduğunu hatırladığım içindi aslında tüm sinirim. Elimde çakmak vardı… Yakmayı düşündüm ama yapamadım. Evet, seni kendim dışında herkesten kıskandım, sevgilim. Çok kıskandım. Sen yanımdayken bile seni kaybetme korkusuyla yaşıyordum. Ama en çok da kendimi kaybettim.
Yutkundum. Ellerim mektubu sıkıca tutuyordu.
Bu mektubu yazarken özrümün hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini biliyorum. Sana zarar vermek istemedim. Seni korumak istedim. Ama seni korumaya çalışırken, seni incittim. En çok da güvenini kırdım. Ve bunu onarmak için bir ömür bile yetmeyebilir. Bu mektup bir özlem. Sen şu an burada değilsin ve ben yokluğunla sınanıyorum. İki yıldır. Buse’m, güzelim… Özür dilerim. Her şey için. Seni çok seviyorum.
Mektubu sıkıca göğsüme bastırdım. Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Erim’in sesini duyuyordum sanki. “Erim…” diye fısıldadım. Bu mektup aklımı daha da karıştırmıştı. Erim beni gerçekten sevmiş miydi yoksa bu sadece bir suçluluk hissinin yansıması mıydı?
Poster dosyası yere düşerken mektubu sıkıca tuttum. Ama biliyordum. Bu mektup hiçbir şeyi geri getirmeyecekti. Hiçbir şeyi düzeltmeyecek, hiçbir güzel günü yeniden yaşatmayacaktı.
Bense o enkazın altında kalan kişiydim.
Ve ben o enkazın altından tek başıma kalkmış kişiydim.
***
Derinlerden yükselen tok bir ses yankılandı kulaklarımda.
Öyle güçlüydü ki yalnızca işitmekle kalmadım, bütün bedenim bu gürlemenin ağırlığı altında titredi. Sesin kaynağını aramak için başımı yavaşça kaldırdım ve gözlerim sabahın beşinden beri durmaksızın ağlayan gökyüzüne kilitlendi. Koyu gri bulutlar üzerime devasa bir örtü gibi çökmüş, aralarından sızan şimşek ışıklarıyla tehditkâr bir şekilde parlıyordu.
Lakin… Kafamın içinde yankılanan bu ses göğün öfkeli haykırışları mıydı yoksa az önce işittiğim o keskin cümlenin aklımda yarattığı çalkantı mıydı bunu ayırt edemiyordum.
Sanki gökyüzünün gürleyişiyle zihnimde yankılanan o kelimeler bir olmuş, içimdeki sessizliği boğan bir senfoniye dönüşmüştü. Bu gürültüye dayanmak ne kadar mümkündü bilmiyordum.
“Sen ne dediğinin farkında mısın Buse!?”
Başımı eğdiğimde karşımda bana oldukça sertçe bakan Alois’le göz göze geldim. Kapı aralı olduğu için Gökben’in sesimizi duyup korkmasını istemiyordum. Alois’e biraz daha yaklaştım ve sesimi olabildiğince kıstım. “Oldukça farkındayım.” Birkaç damla yağmurla buluşmuş sigarayı dudaklarıma götürüp bir kez daha içime çektim ve dumanı Alois’in yüzüne gelmeyecek şekilde üfledim. “Ben bu kadar bilmece içinde daha fazla yaşayamam.”
“Açık açık Erim’e güvenmeye başladığını söylüyorsun bana, Buse.”
Alaycı bir kahkaha firar etti dudaklarımın arasından. “Güvenmek mi?” Başımı iki yana salladım hızlıca. “Hayır, Alois. Hayır, hayır. Güvenen bir insan geçmişi sorgulamaz, güvenen bir insan birilerini araştırmaz…” Harelerimi Alois’ten alıp önüme çevirdim. “Asıl amacım Erim değil, Aktan Atasoy. Madem Erim beni bu kadar korumak istiyor… Neyden korumak için uğraştığını öğreneceğim ve bu yolun temeli Erim Koral’dan geçiyor.”
Alois derin bir nefes alıp gözlerini kapadı. Sinirle saçlarını geriye doğru attığında alnındaki damarlardan biri belirginleşmişti. “Buse…” Sesi biraz daha sakin ama bir o kadar da tehditkârdı. “Bu kadar tehlikeli bir oyuna girmek istiyorsan, bunun sonuçlarını göze almış olmalısın. Erim doğru veya yalan söylüyor, bunu ikimiz de bilmiyoruz ama ne olursa olsun hedef sensin. Korkarak söylüyorum ama Buse… Bu yolun sonu tehlikeli olabilir.”
Gözlerimi ona dikerek konuşmasına izin vermedim. “Bunu göze aldığımı düşünmüyor musun Alois? Yıllardır içinde olduğum bu kördüğüm bana yeterince bedel ödetmedi mi zaten?” Gözlerimin parladığını hissettim. “Erim’in de Aktan Atasoy’un da asıl amacını öğreneceğim.” Sigarayı söndürdüm ve yere attım. “Benim kaybedecek bir şeyim kalmadı artık. Ne kaybedecek ne de korkacak.”
Ağır bir sessizlik aramıza çöktü.
Kapının aralığından içeride oynayan Gökben’in neşeli kahkahaları kulağıma çalındığında belli belirsiz gülümsedim. Yaşadığım olaylar ne kadar karmaşık ve karanlık olursa olsun Gökben’in tek bir gülüşü yetiyordu içimin huzurla dolmasına.
Gökben benim ışığımdı ve bu ışığı korumak için her şeyi yapmaya hazırdım.
Alois’i ardımda bırakıp içeri geçtim ve kendimi içerinin sıcak atmosferine adım attım. Gökben, salonda halının üzerinde oturmuş oyuncaklarıyla meşguldü. “Ne oynuyormuş benim güzeller güzeli prensesim?” diye sordum ve gülümseyerek yanına oturup saçlarını hafifçe karıştırdım.
Gökben başını kaldırıp yüzüme baktı, kocaman gözlerinde her zamanki merak ışığı vardı. “Şato yapıyorum,” dedi minik elleriyle bir şeyler işaret ederek. “Bir şövalyem var, o da kaleyi koruyor!”
Gülümsemem daha da derinleşti. “Vay canına! Hem şato hem şövalye ha? Ne kadar şanslı bir şato. Peki, bu şövalye kim?”
Bir an duraksadı, sonra yüzünde tuhaf bir ciddiyet belirdi. “Bilmiyorum abla,” dedi, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde. “Adını bir türlü söylemiyor bana. Gizemli Şövalye işte!”
Erim’den bahsettiğini anlamak zor değildi.
Kaşlarımı kaldırarak ona biraz daha yaklaştım. “Adını söylemiyor mu? Belki de gerçekten gizemli kalmak istiyordur, ne dersin?”
Gökben başını iki yana salladı. “Ama ben onun adını bilmek istiyorum.” Sonra aniden duraksadı, parmağını dudağına götürüp düşünceli bir şekilde ekledi. “Ama yine de onu çok seviyorum. Çünkü hep beni koruyor.”
Kalbime hafif bir sancı saplandı. Ben ne kadar Erim’e güvenmiyorsam Gökben de bir o kadar güveniyordu. Erim’e bu kadar güvenmesi ve sevmesi beni huzursuz ediyordu ancak bir şey diyemiyordum.
“Bir gün gizemli şövalyen sana adını söylemek isteyecektir. Ben eminim. Hem adının ne önemi var ki? Sen onu seviyorsun, o da seni seviyor. Bence arada sevgi olduktan sonra diğer şeylerin çok da önemi kalmıyor.
Gökben başını eğip hafifçe gülümsedi. “Abla… Sen de Gizemli Şövalye'yi seviyor musun?”
Gökben’in saçlarını okşayan parmaklarım bir anlığına duraksadı, harelerimi Gökben’in yeşil gözlerinden çekip yere baktım. Gizemli Şövalye… Zamanında kirpiklerinin sayısını bile ezbere bildiğim Gizemli Şövalye.
Ona güvenme, bana ihanet etti.
“Hmm,” diyerek düşüncelerimden sıyrılıp Gökben’in meraklı gözlerine baktım yeniden. “Ben senin kadar tanımıyorum ki bebeğim. O yüzden buna cevap vermem doğru olmaz sanırım.”
“Biliyor musun abla, bazen Gizemli Şövalye’yi çok kıskanıyordum.”
Tek kaşım havaya kalktı. “Neden, kuzucuğum?”
Omuzlarını silkti. “Âşık olduğu bir kadın varmış. Bana çok anlattı. Tıpkı anlattığı masallar gibi anlatıyordu o kadını da. O kadar çok seviyormuş ki onu… Birkaç kez gizli gizli ağladığını görmüştüm. Sürekli ondan bahsetmezdi ama bahsettiği zaman da içten içe çok merak ettim o kişiyi. Beni o kadar sevmiyor diye düşünüp de üzüldüm.”
“Ne anlatıyordu ki sana?” Sesim, merakıma esir olmuştu.
“Onun ne kadar güzel gözlerinin olduğunu… Onu çok özlediğini, onu ne kadar çok sevdiğini.” Gökben sustuğunda dizlerinin üzerine oturdu ve dikleşerek ellerini yüzümde gezdirdi. “Abla, Gizemli Şövalye bana çizdiği bir resmi göstermişti… Sen anlattığı o kıza benziyorsun!”
Erim oturup küçük kardeşime bana olan aşkını mı anlatmıştı? İhanet edip gözyaşlarımın arasında beni öldürmeden gömen kişi… Kardeşime beni mi anlatmıştı? Gerçekten mi?
“Ya,” dedim mırıltıyla. “Olabilir, güzelim. İnsanlar birbirine benzeyebilir. Ama kıskançlık falan bir daha duymak istemiyorum. Onu ne kadar seversen sev o senin abin, Gökben. Ve seni de çok seviyor.”
Gökben başını salladı ama dudaklarını büzerek biraz düşünceli bir ifadeyle konuşmaya devam etti. “Biliyorum, abla. Ama o kadın… O kadar özel biriydi ki onun için. Hep gözleri parlıyordu, sesi bile değişiyordu bahsederken. Bir keresinde bana, ‘Gerçek aşk insanı hem güçlü hem de zayıf yapar,’ demişti. Ne demek istediğini anlamadım aslında ama… söylediğini unutmadım.”
“Gerçek aşk…” diye tekrarladım alçak bir sesle.
Gökben oyuncak şövalyesini eline aldı ve ona dikkatle bakarak ekledi. “Ama sonra fark ettim ki beni de çok seviyor. Belki de farklı bir şekilde… Ama her zaman benim yanımda olduğu için ben de onu çok seviyorum.”
Bu saf ve masum sevgi itirafı yüzümde istemsiz bir gülümseme oluşturdu. Gökben’in kalbi o kadar temizdi ki en karmaşık duyguları bile böyle güzel bir şekilde çözümleyebiliyordu.
“Sen çok özel birisin biliyor musun Gökben?” dedim onu sıkıca sararak. “Gizemli Şövalye’nin seni sevdiğinden hiç şüphen olmasın. Hem seni bu kadar seven biri o sevdiği kadını da çok güzel sevmiştir, eminim.”
Gökben başını göğsüme yasladı, “Umarım o kadın da onu seviyordur abla,” diye mırıldandı.
Kalbime bir kez daha ince bir sızı saplandı. Kimin kimi sevdiği ya da seveceği üzerine düşünmek istemiyordum. Ama Gökben’in masumiyeti her şeyin özüne dokunmayı başarıyordu.
“O kadın çok şanslı biriymiş Gökben,” dedim sessizce. “Tıpkı senin gibi.”
Bir süre sessizce birbirimize sarıldık. Gökben kollarımın arasında uyuyakaldığında kucaklayıp üst kata çıktım ve yatağına yatırıp üzerini örttükten sonra kapısını kapatıp mutfağa geçtim.
Raftan büyük bir bardak alıp içini portakal suyuyla doldurduktan sonra kalçamı tezgâha yasladım ve portakal suyumu içmeye başladım. O sırada tanıdık bir koku burnuma doldu, saniyeler içerisinde Erim görüş açıma girdi.
Portakal suyumu yudumlamaya devam ederken göz ucuyla Erim’e baktım. “Evet, düşünüyorum çünkü.” Kendimden bağımsız kaşlarım gözlerimin üzerine bir perde gibi indi. Bir süre sessiz kaldım. Aklımdan çok şey geçiyordu ancak ne bunu dile getirebiliyordum ne de kavramları birleştirebiliyordum.
Yardıma ihtiyacım olduğunu biliyordum ama kimden yardım alabileceğimden emin değildim.
Bardağı kenara koyup kollarımı göğsümde birleştirdim, harelerimi tekrardan Erim’e çevirdim. Koyu kahve gözlerinden anlaşılacağı o ki az önceden beri pür dikkat beni izlemişti. Diyeceğim her bir kelimenin ne olduğunu merak edercesine bana bakıyordu.
Düşüncelerimden sıyrılıp, “Kim olduğunu merak ediyorum,” dedim. “Beni kimden ve neden koruyorsun… neden hayatımdasın? Biyolojik babamı nereden tanıyorsun, ailemi nasıl kandırıp kendine güvendirdin… Odama kadar girip bana nasıl mektup bırakabildin…” Dudaklarımın arasından cılız bir nefes verdim. “Kimsin merak ediyorum, Erim Koral.”
Tek kaşı havaya kalkarken kahve hareleri yüzümde gezindi. Hafifçe bana doğru yaklaştı ve aramızdaki mesafeyi adeta kasıtlı olarak sıfırladı. “Beni dinleyeceksen eğer… doğumumdan itibaren sana kendimi anlatmaya başlayabilirim.”
Sözleri kulağımda yankılanırken elimle hafifçe göğsüne dokundum ve iterek Erim’i kendimden uzaklaştırdım. Bardağı yeniden kavrarken tezgâhın üzerine oturdum. “Seni dinleyebilirim, bu sorun değil artık. Çünkü sürekli herkes bir şeyler söylüyor ve ben ne kadar istemesem de bunları duyuyorum. Lakin… dinlediğim şeylere inanır mıyım?” Hafifçe eğilip Erim’e yaklaştım. “İnanır mıyım?”
Aramızdaki yakınlıktan dolayı birkaç saniyeliğine nakavt olmuşçasına tepki veremezken en sonunda kendini toparladı ve “İnanmazsın,” diye fısıldadı. “İnanmazsın…”
“Doğru cevap!” derken başımı geriye çektim. “Yani nefesini boşuna tüketmiş olursun, o yüzden tavsiye etmem.”
Sözlerinde ne olduğunu anlamaya çalışırken yanlışlıkla dilimi ısırdığımda acıyla yüzümü ekşittim ancak bunu oldukça kısa tuttum. Üzerinde her zaman ki gibi beyaz tişört ve siyah eşofman olan Erim’i inceledi bakışlarım. Ardından yeniden yüzüne odaklandım. “Anlamadım?”
“Kokunla…” Sesi sanki beni bir sırra ortak ediyormuşçasına alçaldı. “Çok güzel kokuyorsun.”
Aldığım iltifat karşısında gözlerimi devirdim ve yere atladım. Aramızdaki boy farkını biraz açarken, “Parfümümü değiştirmek zorundayım artık senin yüzünden,” dedim homurtuyla.
Erim’in dudaklarına geniş bir gülümseme peyda olurken üzerime doğru eğildi, başını boyun girintime yaklaştırdı ve ben daha Erim’i itmeye bile kalkışmadan geri çekildi. Yan tarafıma geçip yarım bıraktığım portakal suyunu izin almadan kafasına diktiğinde ona anlamsızca baktım.
Bakışlarımı göz ardı ederek salona ilerledi ancak bir şey diyecekti ki durdu, bedenini bana çevirerek, “Parfümünü değiştirmene gerek yok,” dedi tok bir ses tonuyla. “Parfüm sıkmadığını biliyorum. Teninin yaydığı kokudan bahsediyordum.”
Erim’in son cümlesi kulaklarımda yankılanırken aramızda sessiz bir gerginlik oluştu. Bana son bir kez baktı, sonra sessizce arkasını dönüp gitti. Ayak sesleri odasına çıktığını gösteriyordu.
Fazla vakit kaybetmeden ben de mutfaktan ayrıldım ve odama çıktım. Perdenin arasından hafifçe süzülen güneş ışığına bakacak olursak yağmur dinmişti. Hızlı adımlarla gardırobumun başına geçtim ve kapağını açtım.
Parmaklarım askılardaki kıyafetlerin arasında bir süre gezindi. En sonunda karar verdim ve üzerimdeki rahat ev kıyafetlerini çıkarıp sandalyenin üzerine fırlattım. Vücuduma tam oturan siyah uzun kollu, ayak bileğimin iki karış üstünde biten elbiseyi giydikten sonra kısa model siyah deri ceketimi de elbisenin üzerine geçirdim.
Kalın tabanlı, bağcıklı botlarımın bağcıklarını bağladıktan sonra saçlarımın omuzlarımdan dökülmesine izin verdim. Aynanın karşısına geçtiğimde saçlarıma baktım. Birkaç yıldır sarı olarak kullanıyordum ve yakışıp yakışmadığından zerre emin değildim.
Boyattığım zaman çok iyi gelmişti, bunu biliyordum.
Dudaklarıma koyu renkli bir parlatıcı sürdükten sonra cüzdanımı, telefonumu ve anahtarlarımı çantamın içine koyup son bir kez daha aynada kendime bakıp odadan çıktım.
Koridora adım attığımda evin sessizliği beni sarıp sarmalamıştı anında. Erim ve Gökben’in nerede olduklarını biliyordum ancak… Alois ve Gaye nereye kayboluyordu sürekli gerçekten bilmiyordum.
Hafifçe başımı sallayıp bu hisleri bastırdım ve merdivenlerden inip dış kapıya doğru ilerledim. Kapıyı sessizce açtım, yine aynı sessizlikte kapatarak aracıma doğru yürümeye başladım.
Kapıyı sessizce kapattım, evin sessizliği beni bir kez daha sardı. Ay ışığı, karanlıkta yalnız yürüyen gölgeme eşlik ediyordu. Aracıma doğru ağır adımlarla ilerlerken zihnimde dolanan düşünceleri durdurmaya çalışıyordum. Erim’in söylediği her kelime, beni istemediğim bir şekilde içine çekiyordu. Ama artık bir şeyleri anlamam gerekiyordu.
Aracın kapısını açıp direksiyonun başına oturdum. Bir anlığına duraksadım, ellerim direksiyonu sıkıca kavradı. Geçmişle dolu bir eve gidiyordum. Anılar, yaşanmışlıklar ve belki de cevapsız kalan sorularla yüzleşmeye…
Yollar fazla dolu değildi. Bu yüzden kısa bir sürede gideceğim yere varmıştım. Aracımı park ettiğim yerde motoru susturup bir süre camdan dışarı baktım. Sabahtan beri yağan yağmur yeryüzüne nemli bir huzursuzluk bırakmıştı. Hava hâlâ griydi. Bulutlar güneşi yeniden örtmüştü ama yağmur durmuştu.
Toprağın ve ıslak otların kokusu havada ağır ağır dolaşıyordu.
Kapıyı açıp dışarı çıktığımda ayakkabılarımın altı ıslak zeminde hafifçe kaydı. Montumun yakasını kaldırıp bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Yağmur damlaları çimenlerde ve çiçeklerde parlak izler bırakmıştı.
Yağmurun sessizliğini kuşların hafif cıvıltıları ve uzaklardan gelen araba sesleri dolduruyordu.
Bahçe kapısını aralayıp içeri adımımı attığım an içimde tanıdık bir his uyandı. Gözüm hemen salıncağa takıldı. Islanmış minder hâlâ yerindeydi. Zihnimde Erim’le orada geçirdiğimiz bir öğleden sonranın hatırası belirdi. Birbirimize laf yetiştirerek kahkahalar atmış, sonra sessizliğe dalıp yıldızların ne kadar uzak olduğunu konuşmuştuk. Yağmurun bıraktığı damlalar şimdi salıncağın zincirlerinde birer inci tanesi gibi parlıyordu.
Bahçenin biraz ilerisindeki giriş yoluna doğru yürüdüm. İşte burası bir gün Erim’in kapısına gelip mutluluktan kucağına atladığım yerdi. O anki coşkum, onun yüzündeki şaşkınlık ve sonra kollarıyla beni sıkıca sarması… Tüm detaylarıyla zihnimdeydi. Bu hatırayı hatırlamak dudaklarıma hafif bir tebessüm kondurdu.
Sonra bir adım daha attım ve başka bir görüntü zihnimi sardı. Daha karanlık, daha soğuk bir anı. Erim’in bıçaklandığı o an. Yağmur bu defa göklerden değil, benim içime yağıyordu. O gece yaşadığım çaresizliği ve Erim’in acıyla kıvranan bedenini hatırlayınca nefesim sıklaştı.
Gözlerimi kapatıp nefeslendim ve açtıktan sonra başımı kaldırıp Erim’in evine baktım. Bu ev artık sırlarla dolu bir kutuydu ve ben o kutuyu açmaya kararlıydım. Yavaş adımlarla eve doğru yürüdüm, geçmişin ağırlığı her adımımda daha da derinleşiyordu.
Kapının önüne geldiğinde parmaklarım tereddütsüz bir şekilde zile uzandı ve derin bir nefes alıp zile bastım. Birkaç adım geriye çekilirken kapının ardında ayak sesleri duydum.
Kapı hafif bir gıcırtıyla açıldığında karşımda daha önce görmediğim bir kadın belirdi. Siyah saçları ensesinden sıkıca topuz yapılmış, üzerinde klasik beyaz gömlek ve siyah midi etek kombinesi vardı. Anlaşılacağı üzere evin yardımcısıydı. Gözleri baştan aşağı beni taradı. “Buyurun?” dedi nazik bir şekilde.
“Elisa Koral’a bakmaya gelmiştim,” dedim hiç lafı dolandırmadan.
Yardımcı, başını hafifçe yana eğip bir süre beni süzdü. Ardından dudaklarını birbirine bastırarak konuştu. “Elisa Hanım şu an evde değil. Sanırım yarım saate kadar burada olur.”
Başımı hafifçe salladım. “Beklerim o zaman.”
Hizmetçinin yüzündeki tereddüt daha da belirginleşti. Gözleri bir an için arkamdaki bahçeye kaydı, sonra yeniden bana döndü. “Aslında… içeride pek misafir ağırlamıyoruz Elisa Hanım burada olmadığında…” Sesi daha da yumuşak çıkmaya çalışıyordu ama hissettiği huzursuzluk her halinden belliydi.
“Anlıyorum,” dedim omuzlarımı dikleştirerek. “Ama sadece oturup bekleyeceğim. Sorun çıkarmam, merak etmeyin.”
Hizmetçi bir an daha tereddütle durdu. Tam kapıyı kapatacak gibi bir hali vardı ki bir şey hatırlamış gibi kaşları kalktı. Gözlerinde aniden beliren tanıdıklık ifadesini fark ettim.
“Buse Hanım değil mi? Çok özür dilerim. Erim Bey sizden bahsetmişti. Ben gerçekten unuttum. Ne olur kusuruma bakmayın, sizi hiç canlı olarak…”
Elimi susması için kaldırdım ve gülümseyerek, “Sorun değil,” dedim. Yüzündeki mahcubiyeti görebiliyordum fakat buna gerek yoktu. O da bana gülümsedi ve kapıyı biraz daha aralayıp kenara çekildi.
“Teşekkür ederim.” İçeri adım attığımda evin tanıdık kokusu burnuma çarptı. Hafif lavanta ve yağmurun ıslattığı toprak karışımı… Buraya ne kadar zamandır gelmediğimi düşünerek dudaklarımı birbirine bastırdım.
Yardımcı kadın beni salona yönlendirirken, “Elisa Hanım gelir gelmez sizi haberdar ederim,” dedi. Sesi nazik olsa da hâlâ mesafesini koruyordu. “İçecek bir şeyler alır mısınız?”
Başımı hayır anlamında iki yana salladım. “İzninizle lavaboyu kullanacağım.”
“Ah, Buse Hanım! İzin falan… lütfen böyle konuşmayın. Siz yabancı değilsiniz. Ben mutfaktayım, yardımcı olacağım bir konu olduğunda Lale diye bağırmanız yeterli.”
Gülümsedim ve adının Lale olduğunu öğrendiğim kadın salondan çıkarken bende koşar adımlarla üst kata çıkıp Erim’in odasına girdim. Her şey aynıydı. Dört yıl önce en son bu odaya geldiğim gibiydi… Oda hâlâ garip bir şekilde Erim kokuyordu.
Ya da ben kafayı yemiştim ve Erim’in kokusunu alıyordum.
Burada fazla vakit kaybetmeden Erim’in çizim yaptığı küçük odaya geçtim. Eğer Erim’i biraz da olsa tanıdıysam o odada mutlaka bir iz bulurdum. Kapıyı arkamdan kapatır kapatmaz gözlerim çizimlere takıldı.
Gözlerim bir an için genişledi. Portrelerin çoğunu biliyordum. Hatta… O konser günü çizdiği portre tam odanın ortasında duruyordu. Ancak haberimin olmadığı portrelerde vardı. Biz ayrıldıktan sonra çizilen…
Saçlarımı topladığım bir gün çekilmiş fotoğrafımdan esinlenmiş olabileceği bir çizim... Başka bir yerde, dalgın bir şekilde boşluğa baktığım bir portre… Her çiziminde gözlerime öyle bir derinlik kazandırmıştı ki o duyguların altında kendimden bir parça bulduğumu hissediyordum.
Parmaklarımın ucuyla kâğıdın üzerindeki kalem darbelerini hissettim, derin bir nefes alıp arkama yaslandım. “Bunu neden yapıyorsun, Erim?” diye mırıldandım kısık bir sesle. “Neden bana ihanetin en büyüğünü yaşatıp hayatımda yer ediniyorsun…”
Asıl amacımı hatırlatmak adına bakışlarımı portrelerden aldım ve gözlerimi tekrar gezdirirken odanın köşesindeki dolaba iliştim. Orada bir şeyler bulabilme güdüsüyle dolabın kapağını açtım.
Parmak uçlarım titriyordu. İçimde bir şeyler bulacağıma dair tarifsiz bir his vardı. Gözlerim raflara gelişigüzel yerleştirilmiş eşyalarda gezinirken kalbim hızla çarpıyordu. Eskiz defterleri, pastel boyalar, dağınık kâğıtlar... Hepsi tanıdıktı ama hiçbirinde aradığım şeye dair bir işaret yoktu.
Bir defteri elime alıp sayfalarını hızla karıştırdım. Basit eskizler… Hepsi alışılmış ve sıradandı. Sayfaları çevirdikçe bir şey bulamamanın hayal kırıklığı içime çöktü. Sonunda defteri dolabın kenarına bırakıp başka bir rafı kontrol ettim. Kuru boya kutuları, boş bir ajanda ve üst üste yığılmış birkaç eski fotoğraf… Yine hiçbir şey.
Daha kararlı bir şekilde eşyaları karıştırmaya başladım. Raflarda yer kalmayınca dolabın altına eğilip çekmecelere baktım. Çekmeceleri açıp kapatırken kâğıt hışırtıları ve dolabın menteşelerinin inlemeleri dışında hiçbir şey duymuyordum. Bu sessizlik zihnimde yankılanan sorularla birleştiğinde daha da dayanılmaz hale geliyordu.
Erim’in odasında bir şeyler saklamış olması gerekiyordu. Dört yıldır bu kadar sessiz kalmasının bir sebebi olmalıydı. Aradığım her şeyin cevabını burada bulacağıma inanıyordum ama her çekmece boş, her raf sıradandı.
Yorgun bir nefesle dolabın kapağını kapatırken küçük odadan çıktım ve yenilgiye uğramış gibi kendimi aynanın karşısındaki pufa attım. O sırada pufun arkasındaki kutuya bakışlarım ilişti. Ayağa kalkıp pufu kenara çektim ve kutuyu elime aldım.
Kutuyu açtığımda içinde birkaç eski çizim ve not defteri gördüm. Çizimleri dikkatle inceledim. Bazıları beni, bazıları ise başka insanları resmediyordu. Ama hiçbirinde alışılmadık bir şey yoktu. Kutuyu tekrar kapatmak üzereydim ki altında ince bir zarf ilişti gözüme.
Zarfı elime aldığımda titreyen parmaklarıma hapsolmuş gibi hissediyordum. Zarfa hiçbir şey yazılmamıştı, sade ve gizemliydi. Hızla açtım ve içindeki tek bir kâğıdı çıkardım. Kâğıtta sadece birkaç kelime vardı.
Kaşlarım çatılırken, “Sikeyim!” diye mırıldandım. Buradan hiçbir sonuç bulamayacaktım. Bilgileri yanlış yerde arıyordum. Peki ya burası değilse… Neresiydi? Kutuyu eski düzenine sokup geri yerine koyduktan sonra doğruldum ve sıkıntılı bir iç geçirdim.
Merdivenleri hızla inerken çarpık bir şekilde gülümsedim, “Aptal!” diye fısıldadım kendi kendime. “Bu evden ne umdun ki?” Evin soğuk koridorları, duvarlardan sarkan tablolardan daha sessizdi. Dış kapıya ulaştığımda kapıyı bir hışımla açtım ve kendimi dışarı attım.
Hava soğuktu, yüzüme vuran hafif rüzgâr yanaklarımı üşütüyordu. Arabama doğru yürümeye başladım. Asfaltın üzerinde yankılanan topuk sesleri dışında her şey sessizdi. Başımı kaldırdığımda sesin sahibiyle göz göze geldim.
Elisa Abla… Kusursuz bir zarafetle dimdik ayakta duruyordu. Gözleri her zamanki gibi sert ve gizem doluydu. Ona gülümsediğimde yanına gitmek için birkaç adım atmıştım ki arkasından gelen kişiyi görünce çivi gibi olduğum yere çakıldım.
Göğsüm sıkışırken nefesim kesildiğini hissedebiliyordum. Zihnimde bir karıncalanma hissi vardı. Hareketsizdim. Duygularımın kargaşası içinde gözlerim sadece onların üzerinde odaklanıyordu.
Bacaklarım beni taşımakta zorlanırken zihnim, gördüğüm şeyleri ısrarla reddediyordu. Araba anahtarlarım elimden yere düşerken zemine çarpma sesi sessizliği bozdu.
Harelerim ikisi arasında gezindi, en son birisinin üzerinde sabitlendi. Birbirine bastığım dudaklarımı araladığımda zoraki iki kelime döküldü. “Aktan Atasoy?"
Bölüm Sonu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.66k Okunma |
412 Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |