Tehlikeli Fısıltı
Bölüm 45 – Karanlığın Kucağında
Nefret ettim senli cümlelerden.
Yorgun gecelerden,
Seninle gelenden,
Olmaz bıktım ben.
Berk Baysal – Bilmezsin
Gözlerim, telefonun ekranından yansıyan 05:30 rakamlarına takıldı. Uyanmama gerek yoktu, uyumamıştım zaten. Bütün gece zihnimde dönüp duran sorularla boğuşmuş, gözüme bir damla uyku girmemişti.
Ayaklarımı sarkıttığım yatağımdan kalktım ve odamdaki banyoya geçerek yüzüme soğuk su çarptım. Uyumadığım için gözlerim hafif kanlanmıştı. Banyodan çıkıp gardırobumun önüne geldim ve siyah taytla yine siyah olan sweatshirtümü üzerime geçirdim.
Dağınık olan saçlarımı gelişigüzel at kuyruğu bağladıktan sonra hiçbir şeyimi almadan evden çıktım. Evin arka tarafındaki ormanlık alana gittiğimde derin bir nefes aldım ve koşmaya başladım.
Rüzgârın ürperten soğuğu yüzüme çarparken, eski spor ayakkabılarımın kaldırıma vuran ritmik sesi eşlik ediyordu sabaha. Her adımda daha da hızlı koşuyordum. Sanki zihnimin içinde yankılanan karmaşadan kaçabilecekmişim gibi. Fayda etmeyeceğini biliyordum ama bir umuttu neticede.
Ciğerlerim nefes almayı unuttu, bacaklarım güçlü durmayı. Ne kadar uzağa gidersem gideyim ne kadar koşarsam koşayım hiçbir şey değişmiyordu. Gözlerimin önünden gitmeyen o sahne... O görüntü.
Biyolojik babamın Erim’in annesiyle yan yana durduğu o anı görürken içimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissetmiştim. Yüzlerindeki ifadeyi okuyamıyordum. Soğuk, mesafeli ama bir o kadar da anlam yüklenmiş bir şeyler vardı aralarında. Sanki benden saklanan her şey o anda çıplak bir gerçek gibi karşıma çıkmıştı.
“Siz…” dedim kaşlarım çatık ve bir o kadar da anlamsızca bakarken. “Nasıl olur?”
Elisa Koral yüzümdeki gerginliğe anlam veremeden yanıma yaklaştı ve elini omuzuma koydu. Kendimi zorlayarak derin bir nefes aldım. Karşımda duran Aktan Atasoy’un varlığı zihnimdeki tüm dengeleri altüst edecek kadar güçlüydü.
Erim’in dedikleri geliyordu aklıma.
“Buse, canım… İyi misin? Ne oldu?”
Bakışlarım hızla ona döndü. “Bu adam…” dedim, sesim neredeyse bir fısıltı kadar kısıktı ama sanki içimdeki çığlığı bastırmaya çalışıyordum. Parmaklarım istemsizce sıkıldı, tırnaklarım avuç içlerime battı. “Bu adam burada ne arıyor Elisa Abla?”
Gözleri bir an için şaşkınlıkla büyüdü. Ardından bakışlarını yavaşça Aktan Atasoy’a çevirdi. Adamın yüzündeki sakinlik beni daha da delirtmeye başlamıştı. Sanki her şeyin kontrolü ondaydı ve bu durumu da çoktan planlamıştı gibi bir havası vardı.
“Buse, Aktan’ı mı kastediyorsun?” diye sordu Elisa Koral gözlerinde anlayışsız bir ifadeyle. Ardından hafifçe gülümsedi. “İş arkadaşım olur kendisi.” Ardından, kelimelerinin etkisini ölçmeye çalışan bir ifadeyle ekledi. “Yeni bir proje için ekibe katıldı. Buraya geldiği için de ağırlamak istedim.”
Elisa Koral’ın söyledikleri yankılanıyor ama bir türlü zihnimde anlamlı bir yere oturmuyordu. Gözlerim yeniden Aktan Atasoy’a döndü. Ellerini cebine sokmuş, üzerindeki gri kaşe paltoyu hafifçe düzeltmişti. Yüzünde beliren soğuk gülümseme beni daha da tetikliyordu.
“Buse…” Elisa Koral’ın sesi bir anne şefkatiyle doluydu ama içindeki merak ve şaşkınlık her hâlinden belliydi. “Ne oldu sana kuzum? Uzun zamandır seni görmüyorum, özlemişim seni!”
Bir anda kollarını bana sardı, samimi bir şekilde sıkıca sarıldı. Karşılık verememiştim. Bakışlarım hâlâ Aktan Atasoy’un üzerindeydi. O da bana bakıyordu. Elisa Koral geriye çekildiğinde bakışları ikimizin arasında mekik dokudu.
Aktan o an ilk kez konuştu. Derin, sakin bir nefes aldı ve hafif bir tebessümle, “Tanıştığımızı zannetmiyorum, Buse Hanım. Ama varlığımın sizi bu denli rahatsız ettiğini gözlerinizden okuyabiliyorum. Sebebi nedir?”
Tanıştığımızı zannetmiyorum mu?
Hayret edercesine dudaklarımı kıvırdım. Hiçbir şey demeden yere düşürdüğüm anahtarımı aldım ve arabama binip hızlıca uzaklaştım.
Göğüs kafesimdeki yanma giderek dayanılmaz bir hâl alırken zihnimde birbirine giren görüntülerin sisinde boğuluyordum. Her şey üst üste yığılıyor, her bir düşünce diğerini eziyor, içimde koca bir karmaşa yaratıyordu. Elisa Koral... Nasıl olurdu da kocasının katilini tanımazdı? Ya da tanıyor muydu? Belki de tanıyordu ama bilmezden mi geliyordu?
Yoksa… kocasının katili gerçekten de Aktan Atasoy muydu? Belki de Erim yalan söylüyordu. Babasını katili benim biyolojik babam değildi. Kanıtı var mıydı? Veyahut Erim bu olaydan haberi var mıydı? Annesinin kiminle çalıştığını biliyor muydu? Eğer biliyorsa neden sessizdi? Yoksa o da mı parçasıydı bu sessiz trajedinin?
Bu düşünceler beni bir girdap gibi içine çekerken ayağım aniden koşmamın etkisiyle burkuldu, dengesiz bir şekilde sendeledim ve sert bir şekilde küçük küçük taşlarla dolu toprak zemine düştüm. Avuçlarımın sürtündüğü yerlerden yayılan keskin acı zihnimdeki kaosu bir anlığına da olsa susturmuştu.
Acı, beni biraz da olsa gerçekliğe geri çekmiş gibi hissediyordum. Toprağa sımsıkı bastırdığım ellerim sanki yaşadığımı doğrulamak için birer delil arıyordu. Avuç içlerimdeki toprak ve taş karışımı gerçekliğin sert ama inkâr edilemez dokusuydu. Kalbim göğsümde bir kuş gibi çırpınıyor, her atışında içime daha da büyük bir ağırlık bırakıyordu.
“Derin nefes al Buse,” dedim kendime. Sözlerim havada asılı kalmış gibi kulaklarıma bile ulaşamıyordu. O an ciğerlerimde bir boşluk hissettim. Göğsüm yanıyor, nefesim boğazıma bir bıçak gibi saplanıyordu. O kadar zamandır koşuyordum ki nefes almayı bile unuttuğumu yeni fark etmiştim.
Durmamış, düşünmemiş, yalnızca ileri gitmek için savaşmıştım. Şimdiyse bedenim bu ihmalkârlığın bedelini ödüyordu.
Ciğerlerimde biriken baskı, tıpkı zihnimdeki düşüncelerin birikmesi gibiydi. Çıkmak, serbest kalmak istiyordu ama bir türlü olamıyordu. Dudaklarımı araladım, kesik ve hızlı nefesler almaya çalıştım. Hava akciğerlerime dolmuyor, aksine boğazımda düğümleniyordu.
Nefes almak artık bir refleks değil, bir mücadeleydi.
Göğsümdeki yanma daha da arttı. Çaresizce yere çömelip ellerimle boynumu tuttum sanki bu basıncı hafifletecek bir şey bulabilirmişim gibi. “O kadar aptalsın ki,” diye mırıldandım. “Koştun, koştun ama bir kez bile durup nefes almayı düşünmedin.”
Elimi göğsüme bastırdım, yanmayı hissettim. “Derin nefes al Buse,” dedim tekrardan. Havanın ciğerlerime dolmasını bekledim acele etmeden, sabırla. Bir nefes. Sonra bir nefes daha. Göğsümdeki yanma azalmıyor ama hafifliyordu.
“Kalk. Her zaman yaptığın gibi kalk.”
Nefeslerim biraz daha düzene girdiğinde ellerimi yavaşça toprağın üzerinden çektim. Zorla da olsa dizlerimin üzerine doğruldum. Ellerim titreyerek toprakta destek ararken bir damla kan yere düştü. Gözlerim dizlerimdeki sıyrıklara, avuçlarımdan sızan kana baktı. Yüreğimin kanamasının görüntüsü de buna benziyor muydu?
Hayatta kaç kere düşmüş ve kendi kendime kalkmak zorunda kalmıştım? Kaç kere yaralarımı görmezden gelerek ayağa kalkmıştım? Şimdi de farklı olmayacaktı. Olmamalıydı.
Dizlerimdeki titreme ve ellerimdeki acıya rağmen bir adım daha attım. Çünkü yüreğimdeki acıyı taşıyorsam bedenimdeki bu yaraları da taşıyabilirdim. Ve eğer gerçekler peşime düştüyse onların altında ezilmeyecektim.
Bir savaşın içerisindeydim. Bitmek bilmeyen bir savaşın içerisindeydim ve bu savaş neredeyse yeni başlıyordu. Yenilmek gibi bir düşüncem yoktu. Yenilmeyecektim. Her şeyin üstesinden geldiğim gibi bunların da üstesinde gelecektim ve kardeşime daha güzel bir gelecek sunacaktım.
Lakin her şeyden önce onu yaşatmam gerekiyordu.
Nasıl yapacaktım bunu? Hiç mi çaresi yoktu? Ne kadar olmuştu ben buraya geleli… Bir ayı geçmiş miydi? Kardeşimin yaşam süresi gittikçe kısalıyor ve ben elim kolum bağlı bir şekilde oturuyor muydum?
Sessizce kardeşimin ölmesini mi bekliyordum?
Her günün sabahı, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yeniden umutla başlamaya çalışıyordum ama her günün akşamı aynı karanlık gölgeler altında bitiyordu. Kardeşimin gülümsemesi gözlerimin önünden silinmiyor, onun geleceğe dair hayalleri benim omuzlarımda ağırlaşıyordu.
Bir anlık öfkeyle ellerimi hızla yüzüme vurdum. Parmak uçlarımın tenime çarpışındaki yankı içimdeki karanlıkla yarışan bir ritimdi. “Nasıl bu kadar çaresiz olabilirsin Buse?!” Sesimde hem öfke hem de hüsran vardı. “Kardeşini koruyacaktın! Söz vermiştin!”
Erim’in beni terk etmesinin üzerinden tam bir ay geçmişti.
Zaman benim için durmuş gibiydi. Kafamda cevaplanmamış sorular, içimde kabuk tutmayan yaralar vardı. Aktan Atasoy’un kim olduğu, Erim’in neden bu kadar acımasız davrandığı…
Kendimi parçalamak, yok etmek istiyordum. Evlerinde kaldığım insanlar benim öz ebeveynlerim değillerdi.
Ateşin üzerinde çıplak ayaklar ile yürüyor gibi hissediyordum.
Oldukça büyük ve gösterişli olan evin dış mimarisine bakmayı bitirdim ve aralı olan kapıdan içeri girdim. Evin sessizliği beni anında sarmalamıştı. Ne bir ses ne de bir hareket vardı.
Bu ev soğuk bir boşluğu yansıtıyordu.
Yanımda duran kır saçlı, Aktan Atasoy’un yardımcısı olan adam beni üst kata çıkardı. Büyük bir odanın kapısını açarken kısa bir an duraksadı, sonra kısık bir sesle, “Onunla tanışmanız iyi olacak,” dedi.
Odaya adım attığımda gözlerim beşikte oturan minik bir kıza takıldı. Sarı saçları iki yana toplanmış, kocaman yeşil gözleriyle beni süzüyordu. O kadar ruhsuzdum ki herhangi bir tepki veremedim. “Bu kim?” dedim kısaca.
“Bu küçük kız... Gökben. Aktan Bey’in ikinci eşinden olan kızı. Annesi doğumdan hemen sonra vefat etti. Size bunları anlatmamı Aktan Bey istedi. Onunla görüşmeyeceğinizi bildiği için de beni gönderdi. Babanıza yüz çevirebilirsiniz, başınıza gelenler çok üzücü ancak Aktan Bey, küçük kızına da aynı muameleyi yapmanızı istemiyor.”
Gözlerim Gökben’den bir an bile ayrılmadı. Burnumun direğinin sızladığını hissettim. Kendi, öz annem aklıma geldi. O da beni doğurduktan sonra ölmüştü. Bu küçük bebek benim hem kardeşim hem de kader ortağım mıydı?
“Kalbinde bir sorun var,” diye ekledi adam. “Doğduktan iki yıl sonra fark edildi. Doktorlar uzun bir tedavi süreci gerektiğini söylüyor ama... durum kritik.”
O an içimde ne olduğunu tam olarak tarif edemedim. Bir yandan kendimi tamamen çaresiz hissederken diğer yandan bu küçük kıza karşı açıklayamadığım bir bağ oluşmuştu. Onun ne kadar savunmasız olduğunu görmek içimde bir koruma içgüdüsünü tetikledi.
“Beni buraya neden getirdiniz?” diye sordum, sesim sert çıkmıştı.
Adam doğrudan gözlerime baktı. “Sizin de burada olmanız gerekiyordu,” dedi. “Aktan Bey’in düşmanları arttıkça bu küçük kız da tehlikeye giriyor. O gün yaşananlardan sonra herkes Aktan Bey’e cephe aldı. Gökben tehlikede. Kalbi buna dayanacak kadar güçlü değil. Eğer o gün yaşananlar olmasaydı… kimse zarar almayacaktı.”
Sözleri kulaklarımda yankılandı. O gün yaşananlar… Erim, küçücük bir çocuğun hayatını da mı mahvetmişti? Ben bir şekilde dayanabilirdim ama o? O kadar küçüktü ki daha…
Yavaşça Gökben’in yanına yaklaştım. O küçücük elleriyle benimkine uzandı. Ellerim titrerken onun minik avucunu tuttum. “Merhaba,” dedim, sesim beklediğimden daha nazikti. “Ben Buse.”
Gökben’in dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. O küçücük gülümseme bile içimde ağır bir sorumluluk hissettirmişti. Çünkü ne kadar kabullenmesi zor da olsa bu küçük kız benim kardeşimdi ve Erim’in enkazı yüzünden ayrı bir evde büyüyecekti.
Belki artık bir kalbe sahip olmayabilirdim ancak Gökben’in suçu yoktu.
Onu da kendim gibi yok edemezdim.
Ellerim tekrar hareket etmek üzereyken bir anda bileklerimdeki sıkı bir dokunuşla irkildim. Güçlü bir çift el yüzüme vurmak üzere harekete geçen ellerimi nazikçe aşağıya indirdi, tanıdık olduğum bakışlar beni etkisi altına aldı.
Kısa bir an için etrafıma baktım. Nefesim düzensiz, yüreğim sıkışık bir şekilde ayakta durduğum yeri fark ettim. Evin önüne gelmiştim. Ayağımın altındaki taş zemini, çevremdeki tanıdık bahçe duvarını gördüğümde zihnimdeki sis biraz da olsa aralandı.
“Erim,” dedim mırıldanırcasına. Bileklerim hâlâ Erim’in ellerinin arasındayken avuç içlerimdeki kanamayı görmemesi adına hızlıca ellerimi yumruk yaptım ve bileklerimi gevşetmeye çalıştım.
Bileklerimi bırakmıştı ancak yumruk yaptığım ellerimi bir hamlede açtı, kanayan yaralarıma baktı. Çok geçmeden hareleri dizlerime de kaydı ve yeniden yüzüme baktı. “Neden düşüncelerinden kurtulmak isterken kendine zarar veriyorsun?”
O an gözlerim doldu ama gözyaşlarımı tutmaya çalıştım.
İçimdeki yükün ne kadar ağır olduğunu kimse bilemezdi. Ama Erim haklıydı. Kendimi bu kadar kırıp dökmek hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. Derin bir nefes alıp başımı hafifçe eğdim.
“Önemi yok,” dedim sert bir şekilde. Ellerimi Erim’den kurtarıp hızlı adımlarla eve geçtim. Kapıyı açarken arkamdan gelen ayak seslerini duyuyordum. Peşimden gelmişti. Salondaki koltuğa otururken Gaye’yi gördüğümde, “Gaye,” dedim alelacele. “Bana ilk yardım kutusunu getirir misin?”
Yüzünde endişe vardı ancak tereddüt etmeden mutfağa geçti ve birkaç saniye sonra elinde beyaz bir kutuyla geri geldi. “Yardım etmemi ister misiniz Buse Hanım? Ve… iyi misiniz?”
Tebessüm ettim. “İyiyim, Gaye. Teşekkür ederim. Kendim halledebilirim.”
Gaye bir şey demedi, anlayışla başını sallayıp yanımdan uzaklaştı. Koltuğun üzerindeki kutunun kapağını açtım ve bir kenara fırlattım. Ellerimin üzerindeki derin sıyrıklar ve kanın kuruyarak oluşturduğu çizgiler acının görünür yüzleriydi. Bir mendil ve dezenfektan alıp işe koyuldum.
Mendili avucuma bastırır bastırmaz vücuduma keskin bir yanma yayıldı. O an içgüdüsel olarak nefesimi tuttum ama bu acımı gizlemeye yetmemişti. Derin bir inleme dudaklarımın arasından istemsizce yükseldi. Avuçlarım cayır cayır yanıyordu. Saniyelik bir tereddütle elim havada kaldı.
Tam o sırada Erim sessizce yanımda belirdi, eğilip kutuya göz attı ve yüzündeki kararlılıkla konuştu. “Yardım edeceğim.”
“Hayır,” dedim anında. Sesim ne kadar keskinse içimdeki inat da o kadar sertti. “İzin vermiyorum.”
Karşıma oturdu, “İzin almıyorum,” dedi kutuyu karıştırırken. “Bu kadar inatçı olma. Şu hâline bak, her dokunduğunda daha fazla canını yakıyorsun. Bırak, sana yardım edeyim.”
“Hayır dedim, Erim.” Ellerimi kutunun üzerine koyup daha sıkı tuttum. Gözlerim istemsizce kısıldı ama inadımı bozmamak için dişlerimi sıktım.
Erim derin bir nefes aldı, ardından elini yavaşça benimkilere doğru uzattı. Kutudan antiseptik solüsyonu aldı ve temiz bir pamukla işe koyuldu. Ben geri çekilmeye çalışsam da bileğimden sıkıca tuttuğu için bunu başaramıyordum. Parmakları nazik ama kararlı bir şekilde tenime değdi. “İhtiyacın olduğunda yardım istemek seni zayıf yapmaz.”
“Benim zayıflığa tahammülüm yok.”
“Biliyorum,” dedi Erim pamuğu yarama bastırırken. Gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu. “Ama güçlü olmak her şeyi tek başına yapmak değildir. Güçlü olmak, bazen başka birine sırtını yaslamayı kabul etmektir.”
“Sırtımı yasladığım kişi ile beni uçuruma iten kişi aynı kişilerdi.”
Erim’in eli pamuğu hareket ettirirken bir an duraksadı. Gözleri benimkilerin içine bakıyordu ama bu kez söyleyecek bir şey bulamamış gibiydi. Sessizlik, aramızdaki havayı ağırlaştırdı. İçimdeki yük onun gözlerindeki suçlulukla birleşip daha da büyüyordu.
“Sana güvenmek benim hatamdı,” diye ekledim. Sesimde bir titreme hissetsem de bunu bastırmaya çalıştım. “Ama bir daha aynı hatayı yapmayacağım.”
Erim derin bir nefes aldı, yüzündeki ifadede hem pişmanlık hem de bir tür teslimiyet vardı. “Haklısın,” dedi sonunda. “Ama bu kez seni hayal kırıklığına uğratmayacağım. Söz veriyorum.”
Başımı çevirdim, o sözleri duymak istemiyordum. Çünkü bir zamanlar verilen sözlerin nasıl boşluğa savrulduğunu biliyordum. Ve artık hiçbir kelimenin yaralarımı iyileştiremeyeceğini de biliyordum.
Erim sessizce pamuğu bir kenara bırakıp antiseptik solüsyonu tekrar aldı. Henüz bitti sanıyordum ama dizlerime olan bakışı yaralarımın diğer bir kısmına odaklandığını gösteriyordu.
Oturduğum yerde hafifçe geriye çekildim, “Ne yapıyorsun?” dedim savunmacı bir tonla.
“Dizlerin,” dedi kısaca. “Onları da temizlememiz lazım. Kanamayı fark etmediğimi mi sandın?”
Erim dudaklarını hafifçe büktü. “Buse, daha az önce ellerindeki yaralarla baş edemediğini gördüm. Dizlerini de mi inatla kendi başına saracaksın?”
Hiçbir şey söylemeden oturduğum yerde kaldım. Bu da onun bir şekilde izin olarak algıladığı bir hareket olmuştu. Dizlerimdeki sıyrıklara baktı ve iyice yaklaştı. Hareketi bir an için beni rahatsız etmişti. Bu kadar yakın olması, yaralarımı görmesi bir çeşit mahremiyetin ihlali gibi hissettiriyordu. Ama bu düşünceleri susturacak gücüm yoktu.
Ellerini nazikçe dizlerimin altına koyarak yaralı bacağımı hafifçe kaldırdı, yavaşça taytımı yukarı çekti. Sıyrıklar kan lekeleri ve tozla kaplıydı. Dudakları bir an için sıkıca birbirine kapandı ama tek bir yorum yapmadı. Bunun yerine pamuk ve solüsyonla çalışmaya başladı.
Solüsyonun soğukluğu tenime dokunduğu anda bir yanma hissettim. Refleksle bacağımı geri çekmek istedim ama Erim sıkıca tuttu. Her pamuk darbesiyle dizimdeki kan ve kir temizleniyor lakin yerini yeni bir yanma alıyordu.
Bir noktada antiseptiği sürdüğü yerdeki yanma öylesine yoğun oldu ki istemsizce bir inleme kaçtı dudaklarımdan. Kendime kızdım, bu kadar zayıflık göstermemem gerekiyordu.
“Acı, iyileşmenin bir parçasıdır,” dedi kendime kızdığımı fark etmiş gibi. “Yeter ki, acıyı bastırmaya çalışırken kendini daha fazla yaralama.”
Son bir kez yarayı temizledikten sonra sargıyı aldı ve dizimin etrafına dikkatlice sardı. İşini bitirdiğinde bacağımdan ellerini çekip arkasına yaslandı. “Tamam,” dedi yorgun bir nefesle.
Bana baktı. Gözlerinde ne bir zafer ne de övgü bekleyen bir ifade vardı. Önüme doğru dönüp dizlerimi aşağı sarkıttım ve ellerimi bacaklarımın üzerine koyup nefesimi sesli bir şekilde verdim. “Annen…”
Erim’in kaşlarının çatıldığını hissedebiliyordum. “Annem?”
Yönümü Erim’e çevirip gözlerine baktım. “Annen ve Aktan Atasoy’un iş arkadaşı olduğunu biliyor muydun?”
“Ne?!” Sesinde bir inanmama hali vardı. Yüzünde beliren şok dalgası onun da bu bilgiye tamamen hazırlıksız olduğunu ele veriyordu. Bedenindeki gerilim yüzünden ellerini istemsizce sıktığını fark ettim. “Ne demek istiyorsun sen Buse? Ne demek annem ve Atasoy iş arkadaşı?”
Başımı eğip bakışlarımı başka bir tarafa çevirdim. “Dün… sizin eve gitmiştim. Atlas’ı görme umuduyla. Gökben özlediğini söylüyordu.” Yalan söylüyordum çünkü seni araştırmaya gittim ve hiçbir halt bulamadım diyemezdim. “Orada işte. Karşılaştım. Önce anneni, sonra onu gördüm. Şaşkınlıktan tepki bile veremedim o an. Elisa Abla iş arkadaşı olduğunu söyledi. Ve…”
“Ve ne Buse?” Koyu kahve gözleri çatılan kaşlarının arasından parlayan buz parçalarına benziyordu adeta.
Başımı Erim’e çevirdim. “Aktan Atasoy beni tanımadığını söyledi.”
Bu ani çıkışı beklemiyor olduğum için bir an oturduğum yerde sıçradım. Erim öfkeyle koltuktan kalkarken salonun içerisinde olta atmaya başladı. Ellerini beşer saniye arayla saçlarının arasından geçirip duruyordu.
“Buse, annem bilmiyor. Annem, babamın katilinin o piç kurusu olduğunu falan bilmiyor. Sıçayım böyle işe! Annem neden Aktan dölüyle ortak iş yapmaya kalkışmış? Hem de bana danışmadan!”
“Neden bilmiyor?” Sorumun üzerine bakışları yüzüne inen gölgeyle birlikte keskin bir ifadeye büründü. Ayağa kalktım ve Erim’in tam karşısına geçerek çenemi dikleştirdim. “Annene neden söylemedin bunu?”
“Annemi çok iyi tanıyorum, Buse. Eğer ki babamın katilinin kim olduğunu bilseydi hiç şüphesiz atağa geçecekti ve belki de kim bilir… Atasoy’u öldürebilirdi. Bunu gözünü kırpmadan yapardı, Buse. Dışarıdan çok tatlı bir kadın evet ama… Onu en iyi tanıyan tek kişi benim. Ve ben Atlas’ı annesiz bırakamazdım.” Acıyla nefeslendi. “Çok aradı. Katilin kim olduğunu çok fazla aradı. Ancak önüne sürekli engeller koydum, bulmasını engelledim. Şu an bunu öğrense şüphesiz yine olay yaratacak. Buse… Annemi o adamdan uzak tutacak bir bahane bulmalıyım. Sikeyim!”
“Babanın katilinin Aktan Atasoy olduğuna dair kanıtın var mı?” Sesim Erim’e inanmadığını o kadar belli ediyordu ki bu güvensizliğim karşısında buruk bir tebessüm yerleşti dudaklarına.
“Üstünü değiştir ve yanıma gel.”
“Güvensizliğini ortadan kaldırmaya.”
“Tamam,” dedim hiç düşünmeden. Merdivenlere doğru yürürken içimi bir merak duygusu kaplamıştı ancak bu tamamen beni nereye götüreceği ile ilgiliydi. Söyleyeceği şeylere daha şimdiden inanmıyordum. “On dakikaya geliyorum.” Merdivenleri birkaç adım çıkmıştım ki aklıma gelen şeyle Erim’e döndüm. “Alois daha uyanmadı değil mi?”
Erim başını hayır anlamında iki yana salladığında umarsızca gözlerimi kırpıştırdım. “Tembel adam.” Akabinde merdivenleri tırmandım ve odama geçerek gardırobumdan temiz kıyafetler çıkardım. Banyoya geçip üzerimi çıkarırken leş gibi ter koktuğumun farkına varmıştım ve anında yüzüm ekşimişti.
On dakika demiştim ancak duş almadan hayatta dışarı falan çıkamazdım.
Duşun altına girip sıcak suyun tenime çarpmasına izin verdiğimde vücudumun gevşediğini hissettim. Şu an o kadar saatlerce jakuzinin içinde durmaya ihtiyacım vardı ki… Ama bunu bugün yapamayacağımı biliyordum. Şampuanı saçlarıma masaj yaparak uyguladıktan sonra vücudumu da lifledim ve durulanarak duştan çıktım.
Hızlıca üzerime temiz bir kot ve siyah bir kazak giydim. Saçlarımı alelacele kurutup aynada kendime bakarken derin bir nefes aldım. Erim’le her ne kadar aynı nefesi solumak bile hoşuma gitmese de yaşadığım tüm olayların ucu ona dokunuyordu.
Merdivenlerden inerken Alois’in horlama seslerini duyabiliyordum. “Yanlış bir menajer,” diye mırıldandım kendi kendime. Gerçi, saat daha sekizdi. Erkenci olan bizdik.
Aşağı indiğimde bakışlarım direkt olarak Erim’le buluştu. “Bir saat on dakika diyecekken bir saati unutmuş olabilir misin?”
Gözlerimi devirdim. “Duş almam gerekiyordu.”
Erim hiçbir şey söylemeden kapıyı açtı ve evden çıkıp arabasına doğru yürüdü. Peşinden ilerledim ve arkamdan kapıyı kapatıp arabaya yerleştim. Motoru çalıştırıp yola koyulduğumuzda ikimiz de sustuk.
Nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu ama dışarıda hızla değişen manzara beni bir şekilde rahatlatıyordu. Denizin mavi görüntüsü adeta huzurla doluydu. Yaklaşık bir saati devirdikten sonra küçük bir toprak yola saptık. Şehirden epeyce uzaklaşmıştık.
Nihayetinde araba durduğunda kemerimi hızla açtım ve arabadan indim. Tam karşımızda mimarisi oldukça modern görünümlü bir ev vardı. Evin dış cephesi koyu renk ahşaptan yapılmıştı ve geniş camları güneş ışığının etkisiyle parlıyordu. Bahçesi düzgün kesilmiş çimenlerle kaplıydı, kenarda bir şezlong ve minik bir masa vardı.
Erim yanıma gelirken, “Burası benim kaçış yerim,” dedi itiraf edercesine. “Her şey üstüme geldiğinde kafamı toparlamak için buraya gelirim. Şehrin gürültüsünden uzak, huzurlu bir yer.”
Herhangi bir şey demedim. Erim eve doğru ilerlemeye başladığında ben de peşinden gittim. Cebinden çıkardığı anahtarı kapının kilidine yerleştirdikten sonra iki kez çevirdi ve kapıyı açarak öncelikle beni içeri buyur etti.
İçeri adımımı attığımda minimalist ama bir o kadar da lüks bir dekorasyonla karşılaştım. Yerde yumuşacık halılar, köşede modern bir şömine, geniş bir L koltuk ve tavandan yere kadar uzanan bir kitaplık... Ama en çok dikkatimi çeken şey salonun tam karşısındaki devasa cam duvar olmuştu.
Cam duvara bakarken gözlerim dışarıdaki manzaraya takılı kaldı. Sanki o devasa cam gerçek dünyanın kaosundan beni koparıp başka bir evrene taşıyordu. Ormanın derin yeşili ve ufukta uzanan deniz...
“Bu manzara beni her seferinde hayatta tutuyor,” dedi Erim hemen arkamda belirerek. Başımı hafifçe çevirip ona baktım. Ellerini ceplerine sokmuş, bakışlarını camdan dışarıya dikmişti.
“Burası gerçekten güzelmiş,” dedim hafif bir tonla ne diyeceğimi bilemeden.
Erim gözlerini benden çekmeden devam etti. “Babam öldüğünden beri burası benim kaçış noktam oldu. Kendimi toparlamam gereken her anda buraya geldim.”
Sözlerinde garip bir ağırlık vardı. Birkaç adım attım ve salondaki devasa kitaplığa yöneldim. Parmaklarım raflardaki kitapların sırtlarında gezinirken, içimde nedenini bilmediğim bir huzursuzluk yükseldi. “Erim,” dedim aniden. “Burada oturup evini incelemek istemiyorum. Bir an önce bana ne kanıtlayacaksan kanıtlar mısın?”
“Bekle,” dedi kısa ve net bir şekilde. Ardından oturma odasının yanındaki bir kapıya yöneldi. Anahtarını cebinden çıkardı ve kapıyı açtı. Gözlerimi kısarak kapının ardındaki karanlık odaya baktım. “Gel,” dedi arkasına dönmeden. Ayaklarım beni durdurmaya çalışıyormuş gibi hissetsem de adımlarımı zorla atarak peşinden gittim.
Kapıdan içeri adım attığımda karanlık yavaş yavaş yerini bir dizi fotoğraf, gazete kupürü ve notların bulunduğu bir duvara bıraktı. Duvarın tamamı tıpkı bir dedektifin kullandığı gibi ipuçlarıyla doluydu. Aktan Atasoy’un resimleri, şirket belgeleri, tarihlerin işaretlendiği takvimler ve el yazısıyla alınmış notlar...
“Bu da ne?” diye fısıldadım. Gözlerim duvardaki kaotik detayların arasında geziniyordu. Erim arkamdan yaklaştı ve fısıltımı duymazdan gelerek konuşmaya başladı.
“Babamı öldürenin Aktan Atasoy olduğunu biliyorum çünkü...” Duraksadı ve gözlerim ona çevrildi. “Çünkü o gece, babam ölmeden önce, onunla konuştuğumu hatırlıyorum. Aktan Atasoy’la bir anlaşmazlık yaşadığını, tehdit edildiğini söyledi bana. Ve... ertesi gün babam öldü. Sana babamın ölme nedenini anlatırken farklı bilgi verdim sadece, Buse. Babam… seni biliyordu. Nereden bildiğini gerçekten bilmiyorum. Ve o gece…”
Erim sustuğunda kaşlarım çatıldı. Yüz ifadesinden de anlayabiliyorum ki hoş olan şeyler söylemeyecekti. “Ne oldu o gece?” diye sordum omuzlarımı dikleştirerek. “Yine hangi gerçek veya yalanla yüzleşeceğim söyler misin bana?”
Derin bir nefes aldı. “Atasoy seni ölü olarak biliyormuş. Annen… senin öldüğünü söylemiş. Ta ki o güne kadar. Babamla kavga ettikleri gün babam senin ölmediğini söylemiş. Ve sana asla ulaşamayacağını, planlarını asla gerçekleştiremeyeceğini söylemiş Atasoy’a. Ertesi gün ise… sana yıllar önce anlattığım gibi. Okul çıkışı Atasoy babamın ölmesine sebep oldu.”
Daha tepki veremeden Erim yanımdan gitti. Bu odada daha fazla durmadım ve ben de çıktım. İki dakikanın ardından elinde bir bilgisayarla geri geldi. Beni omuzlarımdan tutup koltuğa oturttuktan sonra kendisi de yanıma oturdu ve bilgisayarı açarak bir dosyaya girdi. Daha doğrusu bir videoya. “Bunlar cinayetin yaşandığı günün kamera kayıtları. Hiçbir yerde yayınlanmadı. Aktan Atasoy o kadar güçlü ki suçunu bir şekilde örtbas etmeyi başardı.”
Videonun başladığı an karşımda beliren görüntü bir okulun önündeki caddeydi. Kalbim sıkışmaya başladı, bir şeylerin ters gideceğini biliyordum ama gözlerimi ekrandan alamıyordum. Saat okul çıkışını gösteriyordu. Çocuklar neşeyle koşuştururken etrafta veliler ve servisler vardı.
“Bu…” dedim siyah arabanın yanında duran adamı göstererek. “Baban mı?”
Erim onaylarcasına başını salladı. Yüzündeki hüznü fark etmiştim. Bir anlığına elim sanki onu teselli etmek istiyormuş gibi havaya kalktı ancak çabucak geri indi. Dikkatimi yeniden videoya verdim.
Erim’in de Atlas’ın da benzediği kişi babalarıydı.
Doğan Koral bir elini cebine sokmuş, diğer eliyle telefonunu kontrol ediyordu. Tam o sırada köşeden bir başka siyah araba göründü. Camları filmle kaplı olan bu araç Doğan Koral’ın yanına yaklaştı, camdan bir adam dışarı sarktı ve elindeki tabanca ile Erim’in babasına doğru art arda üç el ateş etti.
Her şey saniyeler içerisinde gerçekleşmişti.
Sanki olay yerindeymişim gibi bir irkilme hissettim. Kalbim, sanki o kurşunlar bana sıkılmış gibi hızla atıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu ve dizlerimde hissettiğim hafif titreme tüm bedenime yayılan korkunun bir yankısı gibiydi. Görüntüye kitlenmiştim. Ses yoktu belki ama zihnimde kurşunların soğuk ve metalik yankısı çınlıyordu. Erim’in babası sendeledi, elleri göğsüne gitti. Duruşundaki güç yerini ağır bir çaresizliğe bırakmıştı. Çok geçmeden bütün ağırlığıyla yere düştü, gözleri kapandı.
Hayat dediğimiz şey o saniyede, o kısacık anda ondan koparılıp alınmış gibiydi.
Doğan Koral’a odaklandığım için kimin ateş ettiğini bile fark edememiştim. “Geriye sar,” dedim titrek bir sesle.
Erim hiç sorgulamadan dediğimi yaptı. Videoyu geri aldı ve silahın patladığı ana geldiğinde boşluk tuşuna basıp görüntüyü durdurdu.
Ekrana yaklaştım, gözlerim detayları yakalamaya çalışıyordu. Kamera açısı uzaktı ve görüntü bulanıktı. Ama yüz hatları, o kibirli duruş ve silahı tutan elin soğukkanlılığı... Hepsi o kadar tanıdıktı ki mideme bir yumru oturdu. Gözlerim bir an karardı. Evet, bu adam…
Derin bir nefes almayı denedim ama başaramadım. Erim doğruyu söylüyordu. Babasının katili… benim babamdı.
Kanımdaki bağın ağırlığı midemi bulandırdı.
Suçlu olmasına rağmen cezasını çekmiyordu.
Ellerim dizlerimde kenetlenirken başımı eğdim. Nefesim titriyordu. Erim’in sessiz bakışlarını üzerimde hissettiğimde harelerimi ona çevirdim. “Bu… bu korkunç.” Sesim fısıltı gibi çıktı. “Erim…”
Erim benim tersime oldukça soğukkanlıydı. Yüzünde uzun zamandır bu yükü taşımanın verdiği bir yorgunluk ama aynı zamanda alışmışlığın izi vardı. Gözleri karanlık ve boştu ama içinde öfkenin kaynadığını da hissediyordum.
“Bu videoyu defalarca izledim.” Sesi olabildiğince sertti. “Her karesini ezbere biliyorum. O herifin suratını, o gün attığı o adımları, yaptığı her şeyi... Hepsi zihnime kazınmış durumda.” Ellerini bir an başının arkasına götürdü, sonra tekrar dizlerinin üzerine bıraktı. “Ama asıl korkunç olan ne biliyor musun?” Gözlerini bana çevirdi. “Onun hâlâ dışarıda olması. Özgürce nefes alması. Sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam etmesi. Sana zarar vermeye çalışması.”
Sesi öylesine sakin ama o kadar soğuktu ki tüylerim yeniden diken diken oldu. Bu kadar güçlü duruşunun ardında ne kadar derin bir acı sakladığını anlamak zor değildi. Ama bu acıyı sessiz bir öfkeye dönüştürmüş, kendini bu öfkeye alıştırmıştı.
“Nasıl bu kadar… sakin olabiliyorsun?”
Yüzüne acı dolu bir tebessüm yerleştirerek arkasına yaslandı. “Sakin değilim, Buse.” Nefesini dudaklarının arasından verdi bu kez. “Asla olmadım. Ama zamanla bunu dışarıya nasıl göstermem gerektiğini öğrendim. Öfkenin seni ele geçirmesine izin verirsen, o kazanır. Ama kontrol edersen… o zaman güç sende olur.”
Başını bana çevirdi usulca. Dudaklarındaki acı dolu tebessüm yerini daha içten bir tebessüme bıraktı. “Peki ya sen…” Hareleri yüzümde gezinirken birkaç saniyeliğine dudaklarıma takılı kaldı ancak bunu fazla uzun tutmayarak yeniden gözlerimin içine baktı. “Sen beni kokunla delirten, varlığınla yaşatan, yokluğunla hiç edensin.”
Tükürüğüm boğazıma kaçtığında gözlerimi kocaman açtım. “Bahsettiğim şey bu değil.”
“Sen beni yaşatan ama aynı zamanda her bakışında öldürensin. Yalnızca gözlerinle bile içimdeki ölü ruhu yeniden dirilten ama bana sırt çevirdiğinde dünyamı sessiz bir çığlığa boğansın.” Sözleri sanki ruhundan bir parça koparıyordu. “Buse,” dedi adımı dudaklarından bir dua gibi dökerek. “Sen beni kendine mahkûm eden tek insansın. Ve ben bu mahkumiyette ebediyen yaşamak isteyen kişiyim.”
Bıkkın bir ifadeyle soluklandım. “Beni neden ve neyden koruyorsun?”
Kaşlarının ucu havalandı. “Hani benim dediklerime inanmıyordun?”
Gözlerimi devirip ona baktım, “İnanmıyorum,” dedim fazla düşünmeden. “Sana bunu daha önce de söyledim. Seni dinleyebilirim fakat inanmam dedim.”
Hafifçe başını salladı. “Nefesini boşa tüketme de dedin.”
“Nefesimi boşa tüketmeyeceğim yani.”
Kaşlarımı çatıp dik dik baktım. “Erim… Cidden ne demeye çalışıyorsun?”
Bana doğru eğildi, gözleriyle gözlerimi yakaladı. Yüzü benimkine değecek kadar yakındı. “Demek istediğim şu, Buse…” dedi alaycı ama aynı zamanda tüyler ürpertici bir sakinlikle. “Bana inanmamak için çırpınıyorsun fakat söylediğim şeylerin artık doğru olduğunu biliyorsun. Benimle aynı nefesi bile solumak istemiyorsun ancak neredeyse tüm cevaplarının bende olduğunu biliyorsun. Benden deli gibi kurtulmak istiyorsun ama… tüm olayların ucunun bana dokunduğunu biliyorsun. Kaçmak isterken daha da batıyorsun. Demek istediğim… tamamen bu.”
Sözleriyle kanımı dondurmuştu.
Bu kadar haklı olmasından nefret ediyordum. Erim’den nefret ediyordum. Varlığından, sesinden, kokusundan. Adından. Adından bile nefret ediyordum. Bir sinirle geriye çekildim ve gitmek üzere oturduğum koltuktan kalktım.
Adımlarım anında ilerlemeyi bıraktı. Erim’e yüzümü dönmedim, nefeslenerek tam karşıma geçti. “Babamın ölümünden sonra Atasoy’un peşine düştüm. Her şeyini öğrendim, Buse. Aldığı her nefesten bile haberim vardı. Bu kadar kaosun içinde ilgimi çeken tek şey ise senin varlığın oldu… Sen benim o zamana kadar hayalini kurduğum, rüyalarımda gördüğüm o küçük kız çocuğuydun. Ve o küçük kız çocuğunun Aktan Atasoy’un kızı olduğunu öğrendiğimde, seni korumayı kendime ant içtim. Babam… Belki de senin ölmediğini söylemeseydi eğer… ölmeyecekti. Belki yine ölecekti ama katili Aktan Atasoy olmayacaktı. Ben sana hem âşık hem de bir hayat borçluydum, Buse.”
Nefesimi cılız bir şekilde aldım. “Sana inanmak… neden bu kadar zor?”
Göz kontağını bir saniye bile kesmeden devam etti konuşmasına. “Berivan Atasoy. Yani babaannen. Saçma sapan bir kehanete inanıyordu. Soylarının devasa bir yükselişe geçmesini, senin on sekiz yaşına bastığında kendi soylarından birisiyle evlendirerek gerçekleşeceğini düşünüyordu. Bu fikri Atasoy’a işledi. Atasoy, Anneni… aldatıyordu. Ve duaları sanki kabul olmuş gibi bir erkek çocuğu oldu.”
Benim annem bu gerçeği öğrendiği için mi beni korumak pahasına ölmüştü? Bir sırra feda mı etmişti hayatını? Karanlığı aydınlatmaya çalışırken mi düşmüştü o uçuruma?
Beni korurken mi vazgeçmişti nefes almaktan? Bir gerçek uğruna mı susmuştu sonsuza dek?
Dizlerimin beni taşıyamayacağını hissettiğimde yere çöktüm. Gözyaşlarımı daha fazla tutamayacağımı biliyordum. Akmalarına izin verdim. Kalbim hızla ve acıyla çarpıyordu.
“Benim bu kehanete kurban gitmemi istemedi,” dedim hıçkırıklarımın arasından zoraki konuşarak. “Beni üvey kardeşimle evlendirmemek için öldüğümü söyledi. Beni kurtardı ama kendisini kurtaramadı…”
Sözlerim havada asılı kaldı. Boğazımdan çıkan her kelimeyle daha da parçalandım. Hıçkırıklarım artık tüm bedenimi sarsıyordu. Kontrol edemediğim bir titreme aldı her yanımı.
O anda Erim tereddütsüz bir şekilde yanıma çömeldi ve beni kollarıyla sardı. Güçlü kollarının etrafımı sarmasıyla birlikte savunmasızlığım tamamen ortaya çıktı. Artık hiçbir şeyimi saklayamıyordum.
“Geçecek güzelim,” dedi fısıltıyla. “Yemin ederim ki sana hepsi geçecek. Tüm acılarını saracağım.” Sesi yumuşaktı ama içinde beni kırılganlığımın derinliklerinden çekip çıkaracak bir güç vardı.
Kolları beni sıkıca kavrarken ağlamaya devam ettim. Hıçkırıklarım Erim’in göğsünde yankılanıyordu. Kendimi tutacak gücüm yoktu artık. Erim’in kalp atışlarını duyabiliyordum. Dudaklarım titreyerek bir kez daha açıldı. “Onu kaybettim… Hiç tanımadığım bir kadını, kaybettim. O kadın beni kurtarmak için kendini feda etti…”
Erim başımı usulca göğsüne bastırdı. Parmakları saçlarımda yavaşça dolaşırken dudaklarını saçlarımda hissettim. Sessiz tesellisi ruhuma işliyordu. Titreyen bedenim yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştı ancak kalbimdeki fırtına dinmemişti.
Çünkü kaybın yarattığı boşluk hiçbir dokunuşla dolmazdı.
Tek bir şey için ağlamazdı kimse.
Bir birikmişlik, bir yaşanmışlık en kuytu köşelerde saklardı kendini. İçine attığın ne varsa, sustuğun, bastırdığın her şey… Zamanla içindeki boşlukları doldurur, taşardı. Ve o an geldiğinde bir damla gözyaşın, sadece bir sebep için akmazdı. Belki yıllar önce sustuğun bir haykırış, belki bastırılmış bir öfke, belki unutmaya çalıştığın bir acı... Hepsi o tek damlada birleşirdi.
Bir an gelir, tutamazsın. Yığılıp kalırsın hayatın ortasında.
İnsan bir ömür biriktirir, farkına varmadan yük eder kendine. Her sustuğunda, her güçlü olmaya çalıştığında, her geçecek dediğinde… o yük sırtına eklenir. Ve sonra bir şey olur. Küçücük bir şey. Bir söz, bir hatıra, bir isim. Ve o küçücük şey, her şeyin kilidini açar.
O an artık ne kadar dayanıklıysan dayan ne kadar güçlü görünmeye çalışırsan çalış, olmaz. Tutamazsın. Çünkü o gözyaşları sadece o anın değil… geçmişin, bugünün, hatta korkuyla beklediğin geleceğin acısıdır.
Gözyaşlarım nihayet dindiğinde, kollarımın güçsüzce iki yanımda sarktığını fark ettim. Erim’in kolları hâlâ beni sıkıca kavrıyordu, sanki kırılmaktan korkan bir şeyleri tutuyormuş gibi. Derin nefesler alıp veriyordum, göğsümdeki fırtına az da olsa yatışmış gibiydi.
Anın farkına vardığımda kaşlarım çatıldı saniyeler içerisinde. Erim’in sıcaklığı hâlâ tenimdeydi. Hızlıca kollarından sıyrıldım, ellerimle onu iterek aramızdaki o samimi bağı kopardım. Yüzümde hâlâ kurumamış gözyaşlarının izleri vardı ama bu seferki bakışlarım öfkeden başka bir şey taşımıyordu.
“Neden?” dedim sesim titreyerek. Gözlerim onu delip geçiyordu. “Bana bunları neden anlatmadın, Erim?” Sesim giderek yükseldi. “Madem her şeyi benim için yapıyordun… neden bana ihanet ettin!?”
Erim şaşkınlıkla yüzüme baktı. O her zamanki dinginliği bu sefer beni çileden çıkarıyordu. Nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu? İçimde kopan fırtınayı nasıl bu kadar görmezden gelebiliyordu?
“Beni bir köşeye itip kendi kararlarını vermeye nasıl cüret ettin?!” diye bağırdım. “Hayatımı kurtarmak için kendi başına o kadar şey yapmışsın ama bana tek bir kelime bile söylememişsin! Bana yalan söyledin! Beni kandırdın! Her şeyden uzak tuttun! Sence bu beni korumak mı? Bu beni sevmek mi?”
Ellerim istemsizce yumruk olmuştu. Kelimelerim adeta zehirli bir ok gibi onun üzerine yağmaya devam ediyordu. “Senin bu yaptığın... bu yaptığın bencilce bir karar, Erim! İhanetinden sonra kendimi suçladım ben her şeyden! O kadar ağır bir yük taşıdım ki... Beni o yüklerin altından kurtarmadın Erim! Beni o yüklerin altına sen ittin!”
“Başka çarem yoktu.” Gözlerim kısıldı. “Buse, güzelim… Eğer ki sana bunları söyleseydim beni bırakıp gitmeyecektin. Gitmen gerekiyordu. Atasoy’un oğlunun Mehmet olduğunu inan bana sen hastanede yatarken öğrendim ben. O peşindeydi, Atasoy peşindeydi. İzini kaybettirmen gerekiyordu. Gitmen şarttı.”
“Bu muydu tek çaren?” diye sordum savunmamın en sert ses tonuna hâkim olarak. Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan hava bile acı veriyordu. “Sen…” Sesim titrerken kelimelerim bir hançer gibi havada asılı kalıyordu. “Sen beni, sana olan aşkımdan vurdun. Tüm sevginin koca bir yalan olduğunu söyledin. Beni bir piyon olarak kullandığını haykırdın bana!”
“Beni mahvettin! Beni yıktın, Erim Koral. Sen o gün beni öldürdün ve bunu görmezden geldin. Sen o gün her şeyi kendi ellerinle yok ettin. Ve aşkımızı da öldürdün. Aşk kelimesi o günden sonra anlamını yitirdi. Sen bana öylesine bir acı yaşattın ki ben yok olmak için çırpındım. Seni unutmak için, yaşadığım her şeyi atlatmak için çabaladım. Sen… bana ulaşmayı bile denemedin. Her geçen gün sana olan nefretimi büyütmekten başka hiçbir halt yapmadın!”
Yanağımda soğuyan bir gözyaşı damlasını fark ettim ama bunu silmeye çalışmadım. “Eğer gerçekten beni sevseydin bunu bana yapmazdın. Beni uzak tutmak yerine benimle yüzleşirdin. Beni kurtarmaya çalışmak yerine birlikte savaşmayı seçerdin. Ama sen... Sen beni korumaya çalışırken beni kırdın, Erim. Hiç fark ettin mi? Hiç düşündün mü?”
Erim bir adım attı ama geri çekildim. Gözlerimdeki öfke hâlâ dinmemişti. “Yaklaşma! Beni koruyarak yaptığını sandığın her şey aslında beni daha da savunmasız bıraktı. Hayatımın en büyük gerçeğini benden sakladın. Bana ihanet ettin, Erim. Ve şimdi... Şimdi ne yapmamı bekliyorsun? Sana teşekkür mü etmemi mi?”
Başını ‘hayır’ dercesine salladı. “Buse’m, yapma böyle. Başka çözüm yolum yoktu. Mecburdum. O gün emin ol seninle birlikte ben de öldüm.”
“Sus artık!” diye bağırdım. “Hiçbir şey duymak istemiyorum. Bünyem artık kaldırmıyor hiçbir şeyi. Her şey bitti, Erim. Sır falan kalmadı. Her şey bitti artık.”
“Hiçbir şey bitmedi. Kalbinde cayır cayır yanan şey, öfkenden dolayı gözlerini kör eden şey bana duyduğun aşk. Bunu inkâr edemezsin, Buse. Benden nefret ettiğin kadar hâlâ bana âşıksın.”
Erim’in sesi kış ayazı kadar soğuk ama bir o kadar da yakıcıydı. Kalbimi sarsan sözleri içimde derin bir yankı bıraktı. Gözlerimi ona dikmiş, söylediklerini duymazdan gelmeye çalışıyordum.
“Gözlerindeki bu öfkenin ardında başka bir şey var. Sen benden nefret etmiyorsun. Sen beni hâlâ seviyorsun. Ve bu sevgi seni daha da öfkelendiriyor. Çünkü o gün seni kurtarmak için yaptığım şeyin seni ne kadar kırdığını biliyorum.”
Gözlerim dolmuştu. Kalbim hızla çarpıyor, nefes alışlarım düzensizleşiyordu. Sadece sustum ve nefretle karışık bir acıyla ona baktım.
“Ben de bu öfkeyi her gün kendime yönelttim,” diye devam etti. Sesi bu kez çatallı ve yorgundu. “Sana ihanet ettiğim günü unutmak istedim ama unutamadım. Seni korumak için seni kırmak zorunda kaldım, Buse. Ama bunları tek bir amaç için yaptım. Seni kaybedemezdim.”
“Sen beni çoktan kaybettin,” dedim alaycı bir kahkaha ile. “O gün beni yalnız bıraktığın an kaybettin. Sana olan sevgimi, güvenimi… Her şeyimi o gün kaybettin!” Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan konuşmaya devam ettim. “Geçmişte hissettiklerim gerçekti, evet. Ama sen o hisleri kendi ellerinle öldürdün. Bana yaptığın şeyleri, beni nasıl kırdığını asla unutamam. Ve sana olan hislerim… Onlar çoktan bitti.”
Sözlerim odada bir yankı gibi yayıldı.
“Bir zamanlar seni sevmiş olabilirim ama artık sana karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Ne aşk ne sevgi ne de güven… Senden sadece nefret ediyorum. Artık benim hayatımda sana bir yer yok. Sen benim için yalnızca geçmişte kalmış bir hatadan ibaretsin.”
“O yüzden mi ihanet ettin bana?!”
“Gerçekleri anlatsam gidecek miydin?”
“İşte bu yüzden!” diye bağırdı. “Gitmeyecektin. Başka bir yolunu bulsam tutmaz mıydım seni yanımda? Ben zaafımı kendi ellerimle gönderdim Buse! Ben aşkınla yanıp tutuşurken senin için kendimi dünyanın en iğrenç adamı olarak yer edindim hafızanda!”
Erim’in yüzündeki acıyı görmezden geldim. Hisleri beni ilgilendirmiyordu artık. Onun acısı, benim iyileşmek için verdiğim savaşı gölgede bırakamazdı.
“Bana aşkından bahsetme, Erim,” dedim soğukkanlı bir şekilde. “Çünkü ben sana âşık değilim. Artık değilim. Ve ne yaparsan yap, bu durum değişmeyecek. Sen benim güvenimi ve sevgimi bir daha kazanamayacağın bir noktada kaybettin. O yüzden lütfen… bundan sonra benden uzak dur.”
“Benden bunu isteme.” Gözbebeklerinin büyüdüğünü görebiliyordum. Bana eski zamanlardaki gibi bakıyordu. Aşık gibi, benden etkileniyor gibi. “Sakın bir daha bu cümleyi kullanma bana. Ben senden yeterince uzak kaldım.”
“Gökben’in hastalığı olmasa ben buraya gelmeyecektim Erim. Söylesene, o zaman ne yapacaktın? Beni zaten korudun, ben orada hayatıma devam edecektim sende burada.”
“Sen buraya gelmeseydin ben senin yanına gelecektim. Dünyanın öbür ucuna da gitsen, başka bir evrene de gitsen seni bulurdum, Buse. Bunu çok ciddiyim yapardım. Bu yüzleşme her şekilde gerçekleşecekti.”
Birkaç adım attı, aramızdaki boşluğu kapattı.
“Buse,” diye fısıldadı, sesi bir rüzgâr gibi hafif ama içime işleyen bir yoğunluktaydı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuşmaya devam etti. Parmakları neredeyse fark edilmeyecek bir dokunuşla elime değdi. “Beni dinle,” diye yalvardı. “Bu kadar acı çekmene neden olduğumun farkındayım ama yemin ederim ki seni kaybetmemek için başka bir yol bulamadım. Seni korumak için yaptım her şeyi. Sana zarar gelmesin diye…”
“Kes artık,” dedim sertçe elimi hızla geri çekerek. “Bu saçma bahanelerini artık duymak istemiyorum. Ben senin oyuncağın değilim, Erim. Benim üzerimden bir savaş yürüttün ve beni buna dahil bile etmedin. Bu sözlerin hiçbir şeyi değiştirmeyecek.”
Bir adım geri çekildim. Bakışlarındaki hüzün beni rahatsız etmiyordu. Hak ettiğini düşündüğüm bu mesafeyi korumak zorundaydım. Onun varlığına bir zamanlar boyun eğen ben gitmiş, yerini kendi yaralarını sarmaya çalışan bir Buse almıştı.
“Beni sevdiğini söyleyip durma,” dedim buz gibi bir sesle. “Çünkü sevgi dediğin şey yalnızca fedakârlık değil, güven ve doğruluk ister. Sen benim güvenimi yerle bir ettin. Ne kadar çabalarsan çabala olanları değiştiremezsin. Bitti. Ve senin bunu kabul etmen gerekiyor.”
“Asla. Bu dünyada sevdiğim tek kadını kaybetmemek için savaşacağım, Buse. Seni kaybetmek benim cezam oldu ama bu cezayı sonsuza kadar çekmek istemiyorum. Sana olan aşkımı kanıtlayacağım.”
“Sadece seni değil, ruhumu da yitirdim.” Sesi bir sırrın yükü kadar ağırdı. “Her an… Sikeyim! Her an aklımdaydın. Seni düşünmeden geçirdiğim bir saniye olmadı. İki dakikalığına senden uzak kaldığımda bile özlerken, dört yıl boyunca sensizlikle sınandım ben. Bu ayrılığı kendi ellerimle yazdım. Seni kendimden uzak tutmak... Kendime verdiğim en büyük cezaydı.”
“Cezanı çekmeye devam et o zaman Erim Koral!”
“Eğer izini yeniden kaybettirmeseydim seni tekrardan elimden alacaklardı. Ben senin için tek başıma savaştım Buse. Kaybedemezdim. Bu savaşı kaybetmek seni kaybetmek çünkü. Şu an çok güçlü birisin. Hep öyleydin. Sana bu kadar kolay yaklaşamayacaklar. Ve en önemlisi ise beni bilmiyorlar, Buse. Bunca zamandır seni kimin bu kadar koruduğunu bilmiyor o şerefsiz piç! O gün seni Aktan Atasoy’un önüne attım evet. Çünkü asıl planımı bilmemesi gerekiyordu. Seni, babamı öldürdüğü için kullandığımı düşünmesini sağladım.”
Bir an sustu, gözlerini yere dikti.
“Buse… seni terk etmenin beni paramparça edeceğini biliyordum.” Sesi titreyerek alçaldı. “Ama sonunda senin huzur bulacağın bir hayat düşledim. Belki bir gün... Her şey sona erdiğinde, yeniden sana kavuşma ümidim vardı. O hayâle tutunarak ayakta kaldım. Sensiz geçen her gün varlığımdan bir parça koparırken, senin için doğru olanı yapmaya çabaladım. Tek gayem seni tekrar güvende görmek ve bir daha asla kaybetmemekti. Buse, ben sensiz yaşamayı öğrenmedim, yalnızca senin için yaşamaya devam ettim. Seni tekrar kazanamayacağımı biliyorum ve bu yüreğimi harap ediyor. Ama şunu aklından sakın çıkarma. Senden asla vazgeçmeyeceğim.”
Ağır ve boğucu bir sis gibi etrafımı sarmıştı sanki.
Her itirafı içimde yeniden açılan bir yara gibiydi. Ama ben, bu yaralarla yaşamayı öğrenmiştim. Bakışlarımı yüzünden çektim. Ne diyeceğimi bile bilmiyordum, belki de hiçbir şey söylemek istemiyordum.
Bana uzanan elleri, yalvaran bakışları, titreyen sesi… Hepsi bir anlığına durduğum yerde kalmamı, onu dinlememi bekliyordu. Sessizce, bir kelime bile etmeden arkamı döndüm. Zihnimdeki sesleri susturmak için daha da hızlandım. Her adımda sesi yeniden yankılanıyor gibiydi ama dönüp bakmadım.
Kapıdan çıktığımda içime dolan soğuk hava, içimde bir boşluk açmış gibiydi. Arkada bıraktığım yükün hafifliğiyle nefes almayı denedim ama her nefeste daha çok kırıldığımı hissediyordum. Sanki her şey daha da ağırlaşıyordu. Sanki kaçmak bu sefer beni kurtaramıyordu.
Arabaya doğru gittim. Erim’in anahtarı arabanın içinde bıraktığını bildiğim için arabaya bindim ve hızla oradan uzaklaştım. Melis’in evine vardığımda çoktan bir saati devirmiştim. Titreyen ellerimin beraberinde kapıyı çaldım.
Kapının açılmasıyla birlikte Melis’in yüzünü gördüm. O kadar bitik haldeydim ki Melis’in parlak mavi hareleri dehşete düştü. “Buse! Ne oldu sana? İyi misin diyeceğim ama değilsin.”
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, “Değilim,” diye fısıldadım ve Melis’e doğru adımlayarak kollarına sığındım. Sarılmak… Saatlerce sarılmak istiyordum. Melis saçlarımı okşadı.
“Buse… Ne oldu güzelim? Söyle bana.”
Geriye çekildiğimde titrek bir nefes aldım ve gözyaşlarımı silerek içeri geçtim. Melis de kapıyı kapattı ve peşimden geldi. Sırtımı duvara yaslarken dizlerimi kendime doğru çektim ve karşımdaki boşluğa baktım. “Bugün tüm sırlar açığa çıktı Melis…” dedim mırıltıyla. “Erim’in babasını benim öz babam öldürmüş. Öz babam beni üvey kardeşimle evlendirmek istiyormuş, annem bunu öğrendiği için beni teyzeme emanet etmiş… Beni korumak için kendisini feda etmiş…”
Melis gözlerini bir an bile benden ayırmadan yanıma oturdu. Şaşkın ve endişeliydi ama sessizdi. Bir süre nefesimi toparlamaya çalıştım. Zihnimde yankılanan o seslerden, boğazıma düğümlenen kelimelerden kurtulmak istiyordum.
“Erim…” Sözler dudaklarımdan dökülürken göğsümdeki acı daha da büyüdü.
“Beni korumak için bana ihanet etmiş. Onun beni nasıl sevdiğini… Ama sevmenin yetmediğini… Çok geç öğrendim.”
Melis kaşlarını çatarken yavaşça elimi tuttu. “Buse, bana her şeyi anlatabilecek misin?”
Başımı olumlu anlamda salladım ve Melis’e bugün öğrendiğim her şeyi detaylıca anlattım. Anlattığım her bir kelime ruhumu kanatıyordu. Melis sessizce dinledi. Tek bir kez bile sözümü kesmedi. Yargılamadı. Bana bakarken gözlerinde yalnızca saf bir sevgi ve acıma vardı.
“Ben nasıl dayandım, Melis?” diye fısıldadım. “Bu kadar yükü nasıl taşıdım? Neden kimse bana gerçeği söylemedi? Neden her şey bu kadar karmaşık ve acı verici olmak zorundaydı?”
Melis derin bir nefes aldı ve kollarını daha da sıkı doladı etrafıma. “Çünkü sen çok güçlü bir kadınsın, Buse. Her şey üstüne gelirken bile ayakta kalmayı başardın. Ama şimdi… Artık güçlü olmak zorunda değilsin. Şu an sadece ağla. Dökmen gereken her şeyi dök. Ama unutma… Ben buradayım.”
Gözlerimi ona diktim. Sesinin tonu bana güven veriyordu ama içimdeki boşluk o kadar derindi ki sözleri oraya ulaşamıyordu. “Melis…” dedim boğuk bir sesle. “Beni kandırdılar. Ailem sandığım kişiler, sevdiğim adam… Herkes. Kendi hayatımın gerçeklerini bile bilmiyormuşum. Kime güvenebilirim ki artık?”
Melis yüzünü biraz bana yaklaştırdı. Gözlerindeki o parlak mavi hareler iyice belirginleşti. “Bana güvenebilirsin.” Ellerini omuzlarıma koydu. “Buse… Bak, bu dünyada herkes seni hayal kırıklığına uğratmış olabilir ama ben buradayım. Sana sırtımı dönmem. Çünkü sen benim en yakın arkadaşımsın. En zor anında bile yanındayım. Ne yaşarsan yaşa, seni asla yalnız bırakmayacağım. Ve sana söz veriyorum, bu günleri beraber atlatacağız.”
Bir süre sessizlikte oturduk. Gözlerim hâlâ yaşlarla doluydu, hıçkırıklarımı bastırmıyordum.
Yüreğimde onarılması zor yaralar vardı. Her dokunuşta sızlayan, kabuk tutmaya cesaret edememiş yaralar... Gecelerin sessizliğinde çığlık atan bir geçmişin izleri vardı. Bir zamanlar her şeyin kusursuz olduğunu sandığım anların, şimdi üzerime ağırlık gibi çöken hayal kırıklıkları vardı.
Yüreğimde ihanetin acısı, zehirli bir sarmaşık gibi tüm duvarlarımı sarıyordu. Her nefes alışımda içime çektiğim nefret, derin bir kör kuyunun yankısı gibiydi. Hislerim, kinle yoğrulmuş karanlık bir denizde boğuluyordu.
Zihnim, geçmişin kirli gölgeleriyle bulanık bir aynaya dönüşmüştü. Bedenim ateş gibi yanıyordu ama bu ateş yalnızca içimi değil, ruhumu da kavuruyordu. Her hatırlayışta içimde yankılanan bir pişmanlık ve kırılmışlık beliriyordu.
Gözlerimde bir zamanlar parlayan ışığın yerini karanlık bir boşluk almıştı. Her adımımda geçmişimin dikenli yolları ayaklarımı kanatıyordu. Bütün bu acılar beni ben yapan duvarları yavaşça yıkıyordu.
Küçük bir kıvılcımın alevlendirdiği orman yangını gibi her şey kontrolümden çıkmıştı.
Kendimi kaybolmuş, darmadağın ve yapayalnız hissediyordum.
Erim.
Ve artık biz diye bir şey yoktu.
Bizim aşkımız diye bir şey yoktu.
Erim ve Buse diye bir şey yoktu.
***
Toplantı odasının cam duvarları, şehrin siluetini bir tablo gibi gözler önüne seriyordu.
Ufuk çizgisi gökyüzüyle kusursuz bir geçişle birleşirken, güneş bulutların arasından altın bir iplik gibi süzülerek modern mobilyaların üzerine düşüyordu. Şehirdeki yüksek gökdelenler güneş ışığının yansımalarıyla parıldıyor ve adeta kendi hikâyelerini anlatıyordu.
Gözlerim bir an için camın ötesine takılı kalmıştı. İzmir’in karmaşası buradan bakıldığında sessiz bir uyum içinde görünüyordu. Oysaki toplantı odasının hareketliliği tüm canlılığıyla devam ediyordu.
Alois her zamanki gibi masanın başında dik ve kendinden emin bir duruşla elindeki tabletle çalışıyordu. Parmakları ekranda ritmik bir hızla hareket ederken yüzündeki ciddi ifade işine olan bağlılığını bir kez daha ortaya koyuyordu.
Ona bakarken ne kadar güvenilir bir ekip arkadaşı olduğunu bir kez daha düşündüm. Alois, gözleriyle bile odadaki en ufak detayı kaçırmayan, hep bir adım önde olan biriydi. Onun bu profesyonelliği benim de bu kadar rahat hissetmemi sağlıyordu.
Masadaki diğer kişilerle göz göze geldim.
Markanın pazarlama direktörü ince çerçeveli gözlüklerinin ardından bana gülümseyerek bakıyordu. Yüzündeki ifade yılların deneyimiyle yoğrulmuştu. Konuşmaya başladığında ses tonu sıcak ancak mesafeliydi. Her kelimesi ölçülü bir titizlikle seçilmişti. “Buse Hanım.” Sesinde nazik bir otorite vardı. “Sizinle çalışmak markamız için büyük bir onur. Bu iş birliği bizim için yalnızca bir sponsorluktan çok daha fazlasını ifade ediyor.”
Gülümseyerek başımı hafifçe eğdim. Sözlerinin ardındaki samimiyeti anlamaya çalışıyordum. “Teşekkür ederim, böyle düşünmeniz beni gerçekten mutlu etti. “Benim için asıl önemli olan, bu kampanyanın sadece görsel bir şölen olmaktan çıkıp bir anlam taşıması. Dinleyicilerime gerçekten dokunan, onlara bir şeyler hissettiren bir deneyim yaratmamız gerekiyor.”
Kadın bir an duraksadı. Gözlerindeki keskinlik yerini hafif bir gülümsemeye bırakırken başıyla onayladı. “Elbette, bu konuda size tamamen katılıyorum.”
Sözlerinin ardından masadaki genç adam konuşmaya dahil oldu. Heyecanlı bir yüz ifadesiyle, “Albümünüzün lansman gecesi için özel bir koleksiyon hazırlayacağız,” dedi. Sesi, gençliğin verdiği enerjiyle doluydu. “Bu koleksiyon albümün temalarıyla tamamen uyumlu olacak. Moda ve müzik global çapta yankı uyandıracak bir kampanyayla birleşecek.”
Sözleri etkileyiciydi ancak detayların eksik olduğunu hissettim.
Bu tür cümleler genelde kulağa hoş gelirdi ama içeriği doldurulmadığında yalnızca birer klişe olmaktan öteye geçemezdi. Hafifçe kaşlarımı çatarak ona döndüm. “Bu koleksiyonun detaylarını biraz daha açabilir misiniz?” diye sordum. “Temalar ne kadar uyumlu olursa olsun, eğer benimle dinleyicilerim arasında bir mesafe yaratacaksa bu projeyi yeniden düşünmek zorunda kalırız.”
Genç adam sorum karşısında bir an duraksadı. Bakışlarını pazarlama direktörüne çevirdi. Kadın, durumu kurtarmak istercesine hemen söze girdi. “Elbette, bu konuda çalıştığımız tasarımcılar size en kısa sürede daha somut bir taslak sunacaklar.”
Sözlerindeki profesyonellik, ekibine duyduğu güveni açıkça ortaya koyuyordu.
O sırada Alois yanımda hafifçe eğilerek fısıldadı. “Her şey yolunda görünüyor. Sadece birkaç imza kaldı.” Sesi sakin ve güven vericiydi. Başımı hafifçe sallayarak onay verdim. Konuşmanın artık sonuna yaklaştığımızı hissediyordum.
Toplantının son bölümü anlaşma şartlarının masaya yatırılmasıyla devam etti. Alois, önüme belgeleri koyarak her bir maddeyi tek tek açıklamaya başladı. Sesi net ve açıklayıcıydı. “Şartlar oldukça makul,” dedi. “Bu, kariyerin için çok büyük bir adım olabilir.”
Belgeleri dikkatlice inceledim. Kağıtlara imza atarken içimde garip bir heyecan ve hafif bir endişe vardı. Hafif bir gülümsemeyle, “Umarım bu iş birliği sadece markalarımız için değil, dinleyicilerimiz için de anlamlı bir şey yaratır,” dedim. “Bu albümdeki her şarkı bir duyguyu temsil ediyor. Lansmanımız bu duyguları vurgulamayı başarabilecek mi?”
Pazarlama direktörü, sözlerimi dikkatle dinledikten sonra başını sallayarak cevap verdi. “Elbette, Buse Hanım. Bu konuda sizinle yakın çalışarak tüm detayları şekillendirebiliriz.”
Yanındaki genç adam da heyecanla lansman gecesinin detaylarını anlatmaya başladı. Sözleri ilgi çekiciydi fakat ben kaçmayı başaramadığım düşüncelerimle boğulduğum için kendimi fazla odaklayamıyordum.
Tüm konuşmalar sonlandığında, toplantı odasına hafif bir rahatlama dalgası yayıldı. Pazarlama direktörü belgeleri dikkatlice alıp derli toplu bir şekilde çantasına yerleştirdi. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. “Harika bir başlangıç yaptık,” dedi oturduğu yerden hafifçe doğrularak. “Bundan sonra çok daha sık bir araya geleceğiz. Bu iş birliğinin hem sizin için hem de markamız için unutulmaz bir projeye dönüşeceğinden hiç şüphem yok.”
Sözleri sıcak olsa da profesyonel mesafeyi koruyan o ince çizgiyi aşmıyordu. Ben de benzer bir ifadeyle karşılık verdim. “Evet, güzel bir başlangıç oldu. Bu sürecin her aşamasında elimden gelenin en iyisini yapacağımdan emin olabilirsiniz.”
Sonunda herkes ayağa kalktı, tokalaşmalar başladı. Pazarlama ekibi nazik sözlerle odadan ayrılırken Alois yanıma geldi ve çantasını omzuna astı. “Etkileyici bir sunumdu,” dedi hafif bir gülümsemeyle. “Ama senin söylediklerin projeye yön veren asıl şeydi. Bu iş birliğini başarıya dönüştürmek için ne gerektiğini gayet iyi biliyorsun.”
Şirketten ayrıldıktan sonra, Alois’in dikkatlice ayarladığı programın bir sonraki durağına doğru yola çıktık. Aracın içindeyken şehir, akşamüstünün altın ışıkları altında bambaşka bir hale bürünmüştü. Alois program detaylarını kontrol ederken yan gözle bana baktı.
“Biraz yorulmuş gibi görünüyorsun. Ama merak etme, bu durak seni dinlendirecek. Bu stüdyo hem keyifli hem de sakin bir atmosfer sunuyor.”
“Beni yoran şey düşüncelerim, Alois. İşim gereği yaptığım şeyler beni yormuyor. Susmak bilmeyen düşüncelerim beni yoruyor.”
“Buse… üç gündür fazla durgunsun. Evden hiçbir şekilde çıkmadın. Günün her saatini Gökben’le geçirdin. Bir şey olduğunun farkındayım ancak bana anlatmıyorsun. Erim’le aranızda… ilk günlere nazaran daha da yoğun bir çatışma var. Ben bunları hissedebiliyorum.”
Alois’in sözleri, düşüncelerimin ağırlığını daha da belirgin hale getirmişti anında. Şehrin koşuşturmacasına bakarak derin bir nefes aldım. “Erim’le ilgili konuşmak istemiyorum. Bu konu beni yoruyor. Daha da fazla düşünmek istemiyorum.”
Alois, alışılmış sakinliğiyle direksiyonun başında bakışlarını bir an için yola dikti, sonra bana dönerek konuştu. “Buse, seni zorlamak istemem. Ama şu an kendine ne kadar yük bindirdiğinin farkında değilsin. Erim hayatında kocaman bir yer kaplıyordu. Şimdi bu karmaşanın içinde onunla nasıl başa çıkacağını bilemiyor gibisin.”
Başımı salladım. “Karmaşa onun varlığından kaynaklanıyor, Alois. Her olayın ucu ona dokunuyor. Ondan kaçış yok. Her şeyi tüm çıplaklığıyla biliyorum ve Erim’den kurtulamıyorum.”
“Erim’le yaşadıkların kolay şeyler değil. Ama onun davranışlarının seni bu kadar etkilemesine izin verirsen kendi hayatını yaşamaktan uzaklaşırsın. Senin hayatta kalman sadece işinle değil, kendi mutluluğunla da mümkün.”
Derin bir iç çekerek başımı yana çevirdim ve Alois’e baktım. “Biliyor musun, Alois… bazen ne yaparsam yapayım o mutluluğa ulaşamayacakmışım gibi hissediyorum. Her şey beni geçmişe çekiyor.”
“Geçmişinden kaçamayacağını zaten biliyordun.” Kısa süreliğine bana baktı ve bakışlarını yeniden yola çevirdi. “Ne öğrendin, Buse? Bana anlatmadığın…”
“Bunları sonra konuşsak olur mu?”
Anlayışla başını salladığında tekrardan dışarı baktım. Şehir ışıkları arasında ilerlerken stüdyoya yaklaştığımızı fark ettim. Akustik bir performans fikri beni heyecanlandırıyordu. Şarkılarımı en sade halleriyle söylemek, dinleyicilerime en yakın hissettiğim anlardı.
Alois arabayı park ederken derin bir nefes aldım, kendimi toplamak için birkaç saniyeye ihtiyacım vardı. Bu akşam sadece bir performans sergilemeyecektim, aynı zamanda bir şeyler hissettirmek istiyordum.
Gözlerimdeki yorgunluğun yerini içimde büyüyen bir coşku almaya başlamıştı.
Kapıdan içeri adımımı attığımda yüzüme hafif bir sıcaklık vurdu. Loş ışıkların yarattığı o samimi atmosfer, dışarıdaki kış soğuğunu geride bırakmıştı. Derin bir nefes aldım. Birkaç adım ilerimde, duvardan sarkan sarı ampuller ve eski plaklarla süslenmiş stüdyo bana bir anlığına bir ev hissi verdi.
Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bana doğru gelen Ayhan Bey’i fark ettim. Orta yaşlarında, hafif kırlaşmış saçları ve her an espri yapmaya hazır gibi duran neşeli bir yüzü vardı. Üzerinde hafif bol bir kazak, boynunda ince bir atkıyla oldukça rahat görünüyordu. Arkasında genç ama oldukça profesyonel görünen stüdyo ekibi koşturuyordu.
“Buse! Nihayet bizim küçük stüdyomuza adımını attın!” dedi samimiyetle elini uzatarak.
Ben de gülümseyerek elini sıktım. “Ayhan Bey, küçük dediniz ama burası dışarıdan bakınca bile hayli büyüleyici duruyor.”
“Sen bir de sahneye geçtiğinde hisset,” diye devam etti. “Biz burada müziğin kalpten kalbe geçtiği anları yaratmaya çalışıyoruz. Büyük salonların o ihtişamlı ama biraz da soğuk havasından çok uzak burası. Bizim stüdyomuzda her şey gerçek, her şey çıplak. Tıpkı senin sesin gibi.”
Bu sözleri duyunca hafifçe kızardım. “Beni böyle güzel tanımladığınız için teşekkür ederim. Aslında buraya gelirken biraz gergindim.”
Ayhan Bey gülerek omzuma dokundu. “Gerginlik yok, sadece müzik var burada. Hem unutma, sen bugün sadece bir performans sergilemeyeceksin, ruhunu açacaksın. Biz burada hikâyeleri dinleriz, sesleri değil. Şimdi geç bakalım sahneye, kendini evinde gibi hisset.”
Bu sırada yanında gitarıyla salona giren Ayhan Bey’in ortağı Ela Hanım da bana doğru geldi. Ela, benden birkaç yaş büyük olmalıydı ama duruşunda öyle bir gençlik enerjisi vardı ki aramızda bir bağ oluştuğunu hissettim. “Buse, seni nihayet burada görmek ne güzel! Uzun zamandır sesini duymayı bekliyorduk. Özellikle o son şarkın var ya, ‘Kâğıt Üzerindeki Gökyüzü’… O şarkıdan sonra seni buraya davet etmek zorunda hissettik kendimizi.”
Biraz mahcup, biraz da şaşkın bir ifadeyle cevap verdim. “O şarkıyı gerçekten bu kadar seveceğinizi düşünmemiştim. Aslında çok kişisel bir şarkı. Belki biraz fazla…” Duraksadım, doğru kelimeyi bulmaya çalıştım. “Kırılgan.”
Ela, gözlerimin içine bakarak hafifçe başını salladı. “İşte tam da bu yüzden burada olmalısın. Kırılganlık, en güçlü duygudur Buse. İnsanlar senin içindeki o dürüstlüğü hissediyor. Ve bu akşam bu duyguları bizimle paylaşmanı istiyoruz.”
Sohbetin verdiği cesaretle hafifçe gülümsedim. “Tamam,” dedim. “O zaman en kırılgan halimi bırakmaya geldim.”
Tabureye oturduğumda Ayhan Bey ve Ela, biraz geride ama göz ucuyla beni izliyorlardı. Ayhan Bey, ekibe hafifçe bir işaret verdi. Işıklar biraz daha kısıldı, sahnenin tam ortasındaki sarı spot ışık üzerime düştü. Gözlerimi kırpıştırarak mikrofonu elime aldım. Elim hafifçe dizlerimdeydi. Parmak uçlarım, sıcak kahverengi gitarın cilasına dokunduğunda sanki içimdeki bütün karmaşa bir sıraya diziliyordu.
Mikrofonu ayarlarken ekipteki birkaç kişinin bana gülümsediğini fark ettim. Ekip, benimle konuşmuyordu ama gözleriyle bana, “Hadi, burası senin” der gibi bakıyorlardı.
Kamera hazırlanmıştı. Kırmızı ışık kaydın çoktan başladığını söylüyordu. Stüdyonun duvarlarını süsleyen eski plaklar ve analog kasetler bu anın tarihine tanıklık edecek gibi sessizce orada duruyordu. Mikrofonu elime aldım, hafifçe kendime doğru çekip sesimi alacak mesafeyi ayarladım. “Bazen bir şarkıyı yazarken, sözcüklerin sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz. Bu şarkı da öyle oldu… Kendime yazdığım bir mektuptu aslında. Bir gün, kendi sesimle yeniden karşılaşmak için.”
Parmaklarım, gitarın tellerine hafifçe vurduğunda melodi ilk defa nefes aldı. Gitarımdan dökülen akorlar beni sarıp sarmalayan bir dost gibi geldi. Şarkıya başladım.
“Gözlerimde bir yer, anlatamadığım bir dünya var.
Bir zamanlar gülerken sustuğum sözler var…”
Sözler içimden yavaşça dökülüyordu. O an her şey durmuş gibiydi. Mikrofonun ötesinde kimse yokmuş gibi. Şarkımı içime, ta derinlere söylüyordum. Gitarın tellerinden çıkan ses öyle doğal ve öyle çıplaktı ki sanki kelimelerimle el ele tutuşmuş gibi salona yayılıyordu.
Arada derin bir nefes aldım. “Bu şarkıyı yazarken bir portre çizdiğimi hissetmiştim,” dedim hafif bir gülümsemeyle. “Ama bu kâğıda değil… kalbe çizilen bir portreydi. Umarım sizin kalplerinizde de bir yere dokunur.”
Gitarın tellerinden çıkan son notayla birlikte derin bir nefes aldım. Ellerimi gitarın üzerinde tuttum. Alkışlar gecikmedi. Ama bu alkışlar bir konser salonundaki gibi yüksek ve gösterişli değildi. Daha sakin, daha samimiydi. İnsanların kalbinden gelen bir teşekkür gibiydi.
Ayhan Bey ve Ela’nın bulunduğu köşeden bir ses yükseldi. “Buse, bu gerçekten çok etkileyiciydi. Ama biliyorsun, bir şarkıyla yetinemeyiz. Daha anlatacağın çok şey var.”
Gülümsedim. Ayhan Bey arka plandaki ekipten birine döndü ve eliyle kamera işaretini yaparak kaydın devam etmesini istedi. Mikrofona tekrar yaklaştım. “Biraz önce bir portreden bahsettim. Ama şimdi, geçmişime ait bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Bu şarkı, belki de kendime verdiğim en büyük sözlerden biriydi.”
Gitarın akorlarına dokundum. Bu seferki melodi daha yumuşak, daha umut doluydu. Şarkıya başlamadan önce kısa bir an durdum ve duygularımın tamamen ortaya çıkmasına izin verdim.
“Seninle dünya daha küçük, daha sakin…
Ellerinde dönen bir evren var.
Sessizliğin içinde duyulan bir çığlık gibi,
Bana hayatı anlatan bir yüz var…”
Melodi salonun içine yayılırken, gitar tellerinden çıkan her nota bir yankı gibi ruhuma dokunuyordu. Şarkıyı söylerken gözümün önüne Gökben’in masum yüzü geldi. Onun gülüşü, şarkının en derin yerlerine işlenmiş gibiydi.
Gece bu şekilde ilerledi. Yaklaşık bir saat boyunca aralıksız şarkı söyleyerek geceyi tamamlamıştık. Ve uzun süreden sonra bu gece bana iyi gelmişti. Mesleğim, ruhumun dinginleşmesini sağlıyordu.
Tabureden indiğimde Ayhan Bey’in bana doğru yürüdüğünü fark ettim. Elinde bir fincan kahve vardı. “Buse,” dedi gülümseyerek. “Bugün burada sadece bir performans sergilemedin. Bir iz bıraktın. Teşekkür ederiz.”
Kahveyi alırken hafifçe güldüm. “Asıl ben teşekkür ederim,” dedim. “Bu kadar samimi bir yerde, kendim olabildiğim için.”
O gece stüdyodan ayrılırken içimde garip bir huzur vardı. Sahne sadece spot ışıklarının altında değil, kalplerin içinde kurulmuştu. Ve o sahnede, belki de hayatımın en gerçek performansını sergilemiştim.
Arabaya doğru ilerlerken bir anda duraksadım ve Alois’e baktım. “Alois, eve gitmeyeceğim. Sana taksi çağıralım sen eve git. Bir yere uğramam gerekiyor.”
***
Kimi insanlar geçmişlerini bir sandığa kilitler, kimi bir şişenin içine mühürleyip denizin derinliklerine bırakırdı.
Lakin benim ne o sandığı kaldıracak bir evim vardı ne de o şişeyi atacak bir denizim.
Gözlerimin ardındaki karanlık koridorlarda yankılanan ayak seslerimle birlikte yapayalnızdım. Bu sessiz labirent yılların getirdiği yükü saklayacak kadar geniş ve soğuktu.
Hatıralarımı bir bir kefenledim.
Kimisi neşeli kahkahalarla, kimisi ise sessiz çığlıklarla doluydu.
Her biri için zihnimde bir mezar kazdım. Toprak yerine kelimelerle kapattım üzerlerini.
Rüzgâr, unutulmuş hatıraların fısıltılarını taşıyordu. Bazen bir kokuyla, bazen bir melodinin uzaktan duyulan yankısıyla. Toprakta değil de zihnimde gömülü olanlardan kaçış imkânsızdı.
İki uç arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Bir yanda huzurun sıcaklığı, diğer yanda kaosun üflediği soğuk nefes. Dünya, bu ikisinin arasında belirsizlikle örülü bir geçitti. Bir köprüde mahsur kalmış gibi ne ileri gidebiliyordum ne de geri dönebiliyordum.
Gökyüzü, karanlığın ürkütücü sessizliğini anlatıyordu. Ve bu sessizlikte, içimdeki çığlıklar yankılanıyordu.
Ellerim titriyordu. Avuç içlerimdeki yaraların izi hâlâ belirgindi. Titreyen ellerim taşın soğuk yüzeyine temas etti. “Anne…” diye fısıldadım. Fısıltım bir çığlık oldu, bir haykırış, ruhumun derinliklerinden kopup gelen bir isyan. Söylediğim kelimedeki her harf canımı yakıyordu.
Saçlarım yüzüme savrulurken gözlerimi kapattım.
“Seni tanımak isterdim. Seninle beraber büyümek isterdim. Benim için kendi canını hiçe sayan bu kadını… tanımak isterdim.” Sözlerim, kalbimden kopup sessizce toprağa düştü. Parmaklarım istemsizce kuru toprağa uzandı sanki anneme dokunmak istercesine. “Beni o lanete teslim etmedin. Üvey kardeşimle evlenmemem için öldüğümü söyledin. Hayatından, benim için vazgeçtin.”
Göğsümde bir volkan gibi kabaran acı, gözlerimden yaş olup süzüldü. “Neden anne? Neden böyle bir yol seçtin?” Gözlerim toprağa kilitlendi, nefesim kesik kesikti. “Kendini kurtaramayacak kadar mı derin bir fedakârlık yaptın? Yaşamak yerine beni yaşatmayı mı seçtin?”
Rüzgâr hırçınlaştı, dallar birbirine çarparken mezarlık hayat bulmuş gibi ürpertici bir uğultuya büründü. “Beni senin yokluğunun ağırlığına mahkûm ettin. Beni korudun ama aynı zamanda benden seni çaldın. Bu bir kurtuluş mu yoksa bir ceza mı bilmiyorum…”
Elleriyle yüzümü tutup şefkatle okşayabilecek bir annenin hayalini kurarken toprağa sarıldım. Parmaklarım arasında dağılan toprak annemin uzaklığının bir yansıması gibiydi.
Mezarlıklar, içinde hayat izi taşımayan ve geride kalanların vicdan azaplarını sessizce saklayan birer hapishaneydi.
Mezarlıklar, cinayetlerin gölgesinde solmuş çiçeklerin tanıklığını yapan kan kokulu birer hapishaneydi.
Ölüm, burada yalnızca bir son değil, acının, kinin ve nefretin yankılandığı bir başlangıçtı. Her bir mezar taşı kanla yazılmış bir hikâye taşırdı. Yarım kalan hayaller, söylenemeyen sözler ve sonsuza dek kapanan gözler...
Sessizlik, mezarlığın diliydi ama bu dil hiçbir zaman huzuru anlatmazdı. İçinde boğulan çığlıklar, bastırılmış öfke ve asla unutulmayacak ihanetler saklıydı. Toprağın altında yatan her beden, bir cinayetin kurbanı olmasa da yaşamın bıçak gibi keskin gerçeklerine yenik düşmüştü.
Her mezar kazıldığında sadece bir beden değil, aynı zamanda umutlar ve hayaller de gömülürdü. Nefretin sıcak nefesi toprakta soğuyan bedenlerin üzerinde dolanır, affetmeyen ruhlar geceyi delercesine yankılanırdı.
Kanla mühürlenmiş geçmiş bu sessiz hapishanede çığlık çığlığa bir ömür boyunca yankılanmaya devam ederdi.
Mezarlıklar, ölümün saltanat sürdüğü değil, yaşamın kırıldığı yerdi. Ölenler değil, geride kalanlar bu cinayetin asıl mahkûmlarıydı. Toprak ne kadar derine kazılsa da nefretin kökleri her zaman daha derinlere uzanırdı.
Yavaşça oturduğum soğuk mermerden kalktım. Sesli bir şekilde nefeslendim, arkamı döndüm ve mezarlığın çıkışına doğru yürümeye başladım. Sert zemine çarpan topuklu ayakkabılarımın sesi gecenin sessizliğini keskin bir şekilde yarıyordu.
Birkaç adım daha attım ve o an dudaklarımın kıvrıldığını hissettim.
Acıyla bilenmiş, soğuk ve hesap soran bir gülüştü bu. Kendimi uzun zamandır böyle hissetmemiştim. Güçlü. Korkusuz. Ve hazır. İçimdeki intikam ateşi, tüm hücrelerimi sarmıştı.
Başımı yavaşça kaldırdım. O da buradaydı. Beklediğim kişi. Gözlerim, karanlıkta beliren silueti hemen tanıdı. Mezarlığın girişindeki eski bir ağacın gölgesinde duruyordu. Elini cebine koymuş, gölgelerle iç içe geçmişti. Sanki karanlığın bir parçası gibiydi. Yüzü tam seçilmese de o bakışları hissediyordum.
Dudaklarımdan dökülen kelimeler gecenin soğuk havasına meydan okurcasına net ve keskindi. “Gelmişsin.”
Bulunduğu karanlıktan bir adım öne çıktı. Hiçbir şey söylemedi. Gözlerimin içine baktığını hissediyordum. Sessizlik daha da ağırlaştı. Geceyi delen bu karşılaşma artık geçmişin zincirlerini kırmaya ve yepyeni bir oyunun başlamasına hazırdı.
Birkaç adım daha atarak aramızdaki mesafeyi tamamen kapatmaya yeltendiğinde elimi arkama attım ve parmak boğumlarımla sıkıca kavradığım silahı ona doğru uzattım. Hareketimle birlikte olduğu yerde kaldı. Tetiği çekerken dudaklarıma peyda olan gülümseme en geniş halini aldı. “Yolun sonuna da geldin.”
Bölüm Sonu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.66k Okunma |
412 Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |