Tehlikeli Fısıltı
Bölüm 49 – Aşkın Sarmalında Kaybolmuş Ruhların Çığlığı
Ben hâlâ vazgeçmedim,
Bil istedim, duy istedim,
Gör sevgilim, vazgeçmedim.
Skapova – Ben Hâlâ Vazgeçmedim
Kapının önünde durduğumda, içimdeki huzursuzluk katran gibi ağır ve yapışkandı. Direnç’in evinin girişine bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Zihnim burada olma sebebimi tartarken, içimdeki hisler büyük bir dikkatle bana engel olmaya çalışıyordu. Beni durduran bu hisler korku muydu yoksa içgüdüsel bir sezgi mi bilmiyordum.
Buraya gelmeden önce Direnç’i aramıştım. O da bana ofiste olmadığını, evde olacağını söylemişti. Sesi her zamanki gibi ölçülüydü. Ne nedenini sormuştu ne de fazladan bir kelime harcamıştı. Onun için ya bir şey ya vardı ya da yoktu.
Bense, Mehmet’in annesinden haberinin olup olmadığını öğrenmek istiyordum.
Zili çaldım. Çok geçmeden Direnç kapıyı açarken gözlerini kısıp bana baktı, sonra hafifçe başını eğdi. “Gelmeni bu kadar erken beklemiyordum.”
Omuz silktim. “Pişman olup gelmeme ihtimalime karşı acele ettim.”
Hafifçe sırıttı ama bir şey demedi. Direnç’i bu şekilde görmek her zaman karşılaştığım bir manzara değildi. Kapıyı açarak içeri geçmeme izin verdi. Birkaç adım attığımda, içeride eski kitap kokusu hakimdi. Hafif bir sigara kokusu da havaya karışmıştı.
Direnç kapıyı kapattıktan sonra mutfağa yöneldi. Üzerindeki siyah kazağı düzensizce yukarı sıyırarak ensesini kaşıdı. Bu hareketini farkında olmadan yapardı. Eğer biraz daha dikkatli bakarsam, sol kaşının kenarında beliren ince çizgiyi de görebilirdim. Bir şeye canı sıkıldığında orası belirginleşirdi.
Koyu renkli saçları hafif dağınıktı ve alnını kapatıyordu. Uykudan kalkalı çok da bir zaman olmadığını anladım. Hatta benim aramamla birlikte uyanmış bile olabilirdi. Bugün neden işe gitmediğini içten içe sorguladım fakat sesli bir şekilde beyan etmeyecektim.
“Kahve yapıyorum,” dedi onu incelediğimi fark etmiş gibi. “İçersin.”
Bunu bir soru olarak sormamıştı. Onaylamak için başımı salladım. Ocağa koyduğu cezveden çıkan ses mutfağa yayıldığında sandalyeye oturdum ve Direnç’in hareketlerini izledim.
Bir süre sessizlik oldu. Kahvenin kokusu ağır ağır odaya sindi. Sonra Direnç, fincanları tezgâha bırakıp bana döndü. “Anlat, Buse. Buraya beni görmeye gelmediğin belli.”
Gözlerimi ona diktim. “Mehmet’in annesi hakkında bir şey biliyor musun?”
Soruyu duyduğu an yüzü donuklaştı. O an, farkında olmadan sol kaşının kenarındaki o ince çizginin daha da belirginleştiğini gördüm. Kahvesinden bir yudum aldı ve fincanı masaya bıraktı. “Onunla ilgili bildiğim tek şey, yıllar önce ortadan kaybolduğu.”
Nefesimi tuttum. “Nasıl kayboldu?”
Direnç başını yana eğdi. Gözleri bir an boşluğa daldı ama sonra hızla toparlandı. “Bilmiyorum. Zaten Mehmet’le birlikte yaşamıyordu. Ayrılardı. Lakin hiçbir iz bırakmadan kayboldu. Ve öldüğünü düşünmüyorum. Çünkü bir insan gerçekten öldüğünde, geride en azından bir şey bırakır.”
Kollarımı göğsümde bağladım. “Bu sence de garip değil mi?”
Direnç başını salladı. “Garip. Ama garip olan şeyler ilgimi çeker, değil mi?” Gözlerinin içi hafifçe parladı. Onunla ne kadar zaman geçirmiş olursam olayım, bazen gerçekten ne düşündüğünü anlamak imkânsızdı.
Yavaşça konuşmaya devam ettim. “Ben de ilgileniyorum, Direnç. Ama sadece merakımdan değil. Bu kadının ölmediğine dair benimde içimde bir his var. Eğer hâlâ hayattaysa, nereye gitmiş olabilir?”
Direnç’in yüzü gölge gibi karardı. “Buse, Mehmet’in annesi nereden geldi aklına şimdi?”
Buruk bir tebessümle dudaklarım iki yana kıvrıldı. “Hayatım hakkında çok farklı bilgiler öğrendim, Direnç. Mehmet’in annesi, biyolojik babamın öz annemi aldattığı kadın. Mehmet benim…” Bu gerçeği söylemekten bile tiksiniyordum. “Üvey kardeşim. Biyolojik babam, beni Mehmet’le evlendirmek istiyor ve bunun yükselişi olacağına inanıyor.”
Direnç bir süre duyduklarına inanamayarak baktı yüzüme.
Gözlerindeki soğuk ifade aniden yerini dikkatli bir şaşkınlığa bıraktı. Birkaç saniye boyunca tek kelime etmeden beni süzdü. Sonunda alaycı bir kahkaha attı ama bu kahkahada eğlenceden çok keskin bir öfke vardı. “İnanamıyorum…” dedi tükürürcesine. “Demek en başından beri Mehmet’in peşinde olmasının sebebi buydu.”
Başımı hafifçe salladım. “Bunu bile isteye yapıyor. Onun için kan bağının, ahlaki sınırların, mantığın bir önemi yok. Tek önemsediği şey, güç. Eğer onun düzenine uyarsam, beni kendi hanedanının parçası yapacağını düşünüyor.”
Direnç’in yüzü gerildi. “Bu adam cidden hasta.”
Gözlerimi kıstım. “Öyle. Ve Mehmet’e ulaşmak zorundayız. Annesine ulaşırsak eğer… onun bir şeyler bildiğini düşünüyorum.”
Direnç birkaç saniye boyunca düşündü, sonra çekmeceden bir sigara paketi çıkarıp masanın üzerine koydu. Bir tane alıp dudaklarına götürdü ama yakmadı, bunun yerine parmaklarının arasında çevirmeye başladı. Bu, onun bir şeyleri tarttığının göstergesiydi. Sonunda, “Tek bir ihtimal var,” dedi. “Ama bu ihtimal doğruysa, bu iş tahmin ettiğimizden daha da karmaşık bir hal alabilir.”
Direnç masasındaki çekmeceyi açtı ve içinden eski, buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı. Önüme koyduğunda kâğıdın üstünde solmuş bir adres vardı. “Bu adres, kadının kaybolmadan birkaç hafta önce sık sık ziyaret ettiği bir yer. Kimse neden gittiğini bilmiyor ama bu adrese gidip araştırmak iyi bir fikir olabilir.”
Kâğıda baktım, parmaklarımı üzerinde gezdirdim. “Burası neresi?”
Direnç omuzunu silkti. “İşte bunu bilmiyorum. Ama birlikte gidip öğrenebiliriz.”
Ona döndüm. “Bu konuda bana gerçekten yardım edecek misin?”
Direnç gülümsedi ama gülümsemesi keskin bir bıçak gibi soğuktu. “Beni böyle şeylerden uzak duracak biri sanıyorsan eğer... hiç tanımamışsın demektir.”
Kâğıdı sıkıca avuçladım. Mehmet’in annesi eğer yaşıyorsa ve bu adreste onunla ilgili bir iz varsa, bu benim için yeni bir kapı açabilirdi.
“Bu, düşündüğümüzden daha büyük bir oyun olabilir. Mehmet’in annesinin kayboluşu, babanın planları, senin bu işin içine çekilmen… Hepsi tesadüf olamayacak kadar iç içe geçmiş.”
Derin bir nefes aldım. “Bu yüzden akıllıca hareket etmeliyiz.”
Oturduğu sandalyeden kalktı, elindeki sigarayı çevirmeye devam ederken bana baktı. “O halde şu adresi ziyaret etme vakti geldi, değil mi?”
“Kaybedecek zamanın var mı?” Başımı hayır dercesine iki yana salladığımda yeniden gülümsedi. “Üzerimi değiştireyim, geliyorum.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Tezgâhın üzerindeki soğumuş kahvemi yudumlarken Direnç yanımdan ayrıldı ve merdivenleri tırmanarak üst kata çıktı. O gittikten sonra mutfağın sessizliğine gömüldüm. Kahvemin tadı ağzımda acı bir iz bırakırken, gözlerim Direnç’in ardında bıraktığı sigara paketine takıldı.
Parçalanmış bir geçmişin, gölgelere gömülmüş sırların ortasında, Mehmet’in annesi bir şekilde bu düğümün tam merkezindeydi. Parmaklarımı masanın yüzeyinde gezdirirken içimde bir his kıpırdandı.
Belki de bu sadece bir adres değildi. Belki de bu, beni hiç beklemediğim bir hakikatin içine çekecek ilk adım olacaktı. Parmaklarım istemsizce sigara paketine uzandı, içinden bir sigara çekerek dudaklarımın arasına sıkıştırdım.
Çakmağı alıp yaktığımda, küçük alevin titrek ışığı gözlerimin önünde parladı. İlk nefesi içime çeker çekmez ciğerlerim yanar gibi oldu ama umursamadım. İçimde zaten çok uzun zamandır yanmakta olan bir şey vardı. Bunun yanında sigaranın acısı hiçbir şeydi.
Birkaç nefes daha çektim. Duman, ciğerlerimden boğazıma, oradan da havaya doğru süzüldü. Gözlerim dalgın bir şekilde camın dışına takılı kaldı.
Direnç’in sesiyle irkildim. Gözlerimi ona çevirdiğimde merdivenin başında durmuş, şaşkınlıkla bana bakıyordu. Üzerine koyu bir kaban giymiş, elleri ceplerinde, kaşları hafifçe çatılmıştı.
Sigaramın ucundaki külü tezgâhın kenarındaki kül tablasına hafifçe vurarak düşürdüm. “Bilmiyorum,” dedim sakince. “Belki de hep vardı.”
Direnç kaşlarını daha da çattı, adımlarını ağır ağır mutfağa doğru attı. Masanın kenarına yaslandı, bakışları sigaraya kaydı. “Eskiden nefret ederdin,” dedi, gözlerindeki sorgulayan ifadeyle. “Kimse senin yanında sigara içmezdi.”
Gülümsedim. Küçük, neredeyse alaycı bir gülümsemeydi bu. “Eskiden, şu an içinde bulunduğum her şeyden de nefret ederdim.”
Direnç başını hafifçe yana eğdi, gözlerini üzerime dikti. İçinde bir sorgulama, bir merak vardı ama sormadı. Zaten cevaplayacak bir şey de yoktu. Ben artık eski ben değildim. Son bir nefes alıp sigaramı kül tablasına bastırarak söndürdüm. Üzerime sinen kokuyu önemsemeden ayağa kalktım. “Gidiyor muyuz?”
Direnç bir süre bana baktı, sonra başını salladı. “Hadi bakalım.”
Bu kez motora değil, arabaya binmiştik. Güneş göz alıcı şekilde parlasa da hava oldukça soğuktu. Parmaklarımı kabanımın kumaşı üzerinde gezdirerek dışarıyı izledim. Sokaklar, uykusundan yeni uyanan şehir gibi yavaş yavaş hareketleniyordu. İnsanlar dükkânlarının kepenklerini kaldırıyor, kaldırım köşelerinde ayaküstü kahvelerini yudumluyordu.
Ama benim zihnim burada değil, gitmekte olduğumuz adresteydi.
Direnç vites değiştirip hızlanmadan önce yan aynadan sokağı son bir kez süzdü. Gözlerimi ona diktim, ifadesinde her zamanki gibi bir rahatlık vardı ama direksiyonun üzerindeki elleri biraz fazla sıkıydı.
Sigara paketini cebinden çıkardı. Bir dal çekip dudaklarının arasına yerleştirirken bana yan gözle baktı. Çakmağı çaktığında yanan tütünün hışırtısı arabaya yayıldı. “Bağlantılarım sağ olsun,” dedi dumanı yavaşça dışarı üfleyerek. “Ulaştığım kaynaklar, bu kadının kaybolmadan önce temas kurduğu birkaç noktadan birinin burası olduğunu söylemişti zamanında. Belki şu an kimse yoktur orada, bilmiyorum. Yıllar geçti.”
Kaşlarımı çattım. “Peki, burası neyin nesi? Yani, ne beklemeliyim?”
“Küçük bir dükkân. Kendi hâlinde bir yer gibi görünüyor ama kimin gelip gittiğini bilmiyoruz.” Bir an duraksadı, camı sonuna kadar açarak sigarasının ucunu dışarı savurdu. “Ama burada onunla bağlantısı olan biri yaşamış olabilir. Belki hâlâ yaşıyordur. Ve eğer şansımız varsa, o kişi kadının izini sürebileceğimiz bir şey bırakmıştır.”
“Bu büyük bir belki,” diye mırıldandım. Direnç sırıttı. “Risk olmadan oyun olmaz, Buse.”
Başımı iki yana sallayarak cama yaslandım. Sabahın puslu ışıkları binaların soluk yüzeyine vuruyor, gölgeler yollara uzun ipler gibi düşüyordu. İçimde belirsiz bir huzursuzluk vardı ama bu huzursuzluk beni geri çevirmeye yetmeyecekti. Çünkü bu, sadece bir kadını bulmakla ilgili değildi. Bu, bana dayatılan kaderin iplerini koparmakla, üzerime biçilen gömleği yırtıp atmakla ilgiliydi.
Arabamız tenha bir mahalleye döndüğünde, ortam gözle görülür şekilde değişti. Şehir merkezinden uzaklaştıkça sokaklar daha eski, daha yıpranmış bir hâl alıyordu. Bazı evlerin camları kırık, bazı kapılar rutubetten çürümeye başlamıştı.
Direnç hızını azalttı, gözleri dikkatle çevreyi tarıyordu.
“Bizi takip eden biri mi var?” diye sordum sesimdeki gerginliği bastırmaya çalışarak.
“Takip eden yok ama etrafta fazla göz var,” diye yanıtladı hafifçe dikiz aynasına bakarak. “Burası dikkat çekici bir yer değil ama yabancıları hemen fark ederler.”
Önümüzdeki dükkâna bakınca ne demek istediğini anladım. Oldukça eskiydi. Sararmış duvarlar, küflü pencereler ve yılların ağırlığıyla eğilmiş demir korkuluklar… İçimdeki huzursuzluk iyice arttı.
Direnç, motoru kapatıp arabanın kapısını açtı. “Buse, içeri girerken çok dikkatli olacağız.” Elimi kapıya uzattım ama inmeden önce Direnç bileğimi tuttu. “Eğer bir terslik hissedersen hiç tereddüt etmeden çıkıp gidersin. Anladın mı?”
Gözlerimi onun gözlerine diktim. Uyarısını ciddiye almamı istiyordu. Ama ben buraya kadar gelmişken geri adım atacak biri değildim. Hafifçe gülümsedim, bileğimi kavrayışından sıyırdım. “Ben her zaman dikkatliyim, Direnç.”
Ve kapıyı açarak arabadan indim.
Direnç başını sallayarak kapıya yöneldi. Paslı kulpunu tutup yavaşça itti. Kapı önce direndi, sonra gıcırdayarak açıldı. İçeriden bayat kahve, kâğıt ve eski ahşap kokusu yükseldi.
İçeriye adım attığımızda loş ışık altındaki raflarla karşılaştım. Kitaplar, dosyalar, üst üste yığılmış sararmış belgeler… Hepsi buranın bir zamanlar düzenli bir yer olduğunu ama artık unutulduğunu fısıldıyordu.
Dükkânın köşesinde, küçük bir masanın başında yaşlı bir adam oturuyordu. Kırlaşmış sakalları, yüzündeki ince çizgiler ve gözlerindeki durgun bakışlarıyla, bu dükkânda yılların ağırlığını taşıyan biri olduğu belliydi.
Direnç, sessiz adımlarla ona doğru ilerledi. Adam bizi fark ettiğinde gözlerini hafifçe kıstı. “Kapıda zil var,” dedi tok bir sesle. “Ama çalmadınız.”
Direnç hafifçe gülümsedi. “Zilin çalıştığını sanmıyorduk.”
Adam başını yana eğdi, parmaklarını masanın üzerine koyarak hafifçe kıpırdattı. “Burası müşteri alan bir yer değil... Ne istiyorsunuz?”
Bir adım öne çıkıp konuşmadan önce içimi çekerek cesaretimi topladım. “Yıllar önce burada yaşayan birini arıyoruz.” Adamın yüzü hiçbir şey ifade etmeyen bir maskeye dönüştü lakin gözleri hafifçe kısıldı. “Burada çok insan yaşadı, çok insan gitti.” Sesinde kaçamak bir ton vardı.
Direnç hemen devreye girdi. “Ama herkesin sık uğradığı yerler farklıdır, değil mi? Sen buradasın, herkesin gelip geçtiği bu yerde. Bize birkaç küçük detay versen de olur.”
Adam, masanın üzerindeki kalemi aldı ve çevirmeye başladı. “Kimi arıyorsunuz?” diye sordu sonunda.
“Bir kadın,” dedim ilk başta kısaca. Gözlerimi eskimiş kitaplarda gezdirmekten alıkoyamazken, “Adını bilmiyoruz,” diye ekledim, yeniden adamın parlak ela gözlerine baktım. “Ama bir oğlu var. Mehmet. Mehmet Şanlı.”
Mehmet’in adını duyar duymaz yüz hatlarının gerildiğini gözlemledim. Düz bir çizgi halinde olan dağınık kalın kaşları gözlerinin üzerine düştü, elinde çevirip durduğu kalemi sertçe masasının üzerine koydu. “Tanımıyorum.”
Sözleri havada asılı kalırken adımlarımı ağır ağır adamın masasına doğru attım. Yalan mı söylüyordu doğru mu anlamak çok zordu. Kollarımı masanın iki ucuna yaslarken, “Tanıyorsun,” diyerek itiraz ettim. Oltayı atmıştım fakat yemi yutar mıydı emin değildim.
Adam kısa, kirli bir kahkaha attı. “Neden tanıdığımı düşünüyorsun?”
Çenemi sağ omuzuma doğru eğdim, gözlerimi adamın yüzüne sabitledim. Direnç yanımda hareketsiz duruyordu ama bedeninin gerildiğini hissedebiliyordum. O da benim gibi adamın bu konuyu geçiştirmek için uğraştığını fark etmişti. “Yüzün ele veriyor,” dedim gülümseyerek. “Mehmet’in adını duyduğunda kasıldın. Kalemi bırakman bile tepkinin bir parçasıydı. Tanıdığını biliyorum.”
Adamın gözlerinde temkinli bir parıltı belirdi. “Diyelim ki tanıyorum. Diyelim ki o kadını da biliyorum. Size neden anlatayım?”
Direnç kollarını göğsünde kavuşturup öne eğildi. “Çünkü bu, bizim için ölüm kalım meselesi. Bu iyiliğini karşılıksız bırakmayacağımızdan da emin olabilirsin.” Direnç’in sözlerindeki ağırlık, adama açıkça para teklif ettiğimizi anlatır türdendi.
Adam sustu. Bu sessizlik ince bir ip gibi üzerimize gerildi. Sonra, gözleri masanın üzerindeyken neredeyse duymayacağımız bir tonda mırıldandı. “Kimi soruların cevabı vardır. Kimi soruların ise bedeli, değil mi?”
Direnç ellerini cebine sokup burnunu kırıştırdı. Omuzları rahat gibi görünüyordu ama gözlerindeki keskin bakış, bir avcı gibi pusuya yatmış olduğunu belli ediyordu. “Bunu neden yapıyorsun?” diye sordu, sesi neredeyse dostça bir tınıdaydı ama altında ince bir tehdit seziliyordu. “Bildiğin bir şey var. Ama neden saklıyorsun?”
Adam, masanın kenarına parmaklarını vurarak gözlerini kıstı ve bana döndü. “Sorularıma soruyla cevap vermeyin,” dedi soğuk bir ifadeyle. “Bu, ticarette pek hoş karşılanan bir şey değildir.”
“Ticaret mi?” diye tekrarladım kaşlarımı hafifçe kaldırarak. “Bu bir alışveriş mi sence?”
Bu adam rastgele biri değildi, bunu anlayabilmiştim. Bu dükkânda yıllarını geçirmiş, gelip geçen insanları izlemiş, kim bilir kaç sırra kulak misafiri olmuştu. Burada, bu tozlu rafların arasında saklanan tek şey eski kitaplar değildi.
Direnç derin bir nefes aldı, belli ki sabrını zorluyordu. Ben ise daha sakin kalmaya çalışarak adamın önündeki masaya biraz daha yaklaştım, ona meydan okuyan bakışlarla gözlerinin içine baktım. “O zaman bize bir fiyat biç,” dedim alçak sesle.
Adam, dudaklarını büzerek birkaç saniye boyunca düşündü. Sonra, parmaklarını birbirine kenetleyerek bana doğru yaklaştı. “Parayla satın alınamayacak şeyler vardır,” dedi usulca. “Ve benim istediğim para değil.”
Sırtımdan aşağı soğuk bir ürperti indi. Bu tarz cümlelerin nadiren iyiye işaret olduğunu biliyordum. Ama oyunu oynamaya devam etmekten başka çaremiz yoktu. “Ne istiyorsun?” diye sordum yavaşça.
Adam, boş bir kâğıt alıp az önce elinde çevirip durduğu kalemle hızlıca bir şeyler yazdı ve bana doğru uzattı. Tam kâğıdı alacakken elini geriye çekip gözlerime baktı. “Dediğiniz kadını biliyorum, oğlunu da biliyorum. Zamanında kocasının kadını terk ettiğini de biliyorum, Mehmet Şanlı’nın babasının Aktan Atasoy olduğunu da biliyorum…” Kuruyan dudaklarını ıslattığında kalbim hızlanmaya başladı. Demek terk edilmişti… “Size istediğiniz tüm bilgileri vereceğim. Ve karşılığında ise,” kâğıdı bana yeniden uzatarak gözleriyle işaret etti. “Buraya gideceksiniz.”
Direnç benden önce davranarak kâğıdı aldı, gözlerini satırların üzerinde gezdirdi. “Ne var bu adreste?”
Adam hafifçe arkasına yaslandı. “Bir şey yok.” Bir an sessiz kaldı anın ağırlığını tartıyormuş gibi. Sonra gözlerini bize dikerek konuştu. “Bana ait olan bir şey çalındı. Ve şimdi o şey, orada.
“Ne çalındı?” Direnç’in yanımda nasıl sabırsızca durduğunu hissedebiliyordum. O konuşmayı sevmeyen biriydi ama sabrı da çabuk tükenirdi. Onun aksine ben, sabırla oynamayı severdim. Bu bir satranç gibiydi; yanlış bir hamlede, karşındaki seni ezip geçebilirdi.
Adam iç çekerek öne eğildi. “Bu da benim için bir ölüm kalım meselesi. Bir anahtar. O anahtarın size hangi kapıyı açacağını tabii ki de söylemeyeceğim fakat sıradan bir anahtar olmadığını bilin. Ben gidip alamam.”
Direnç ile göz göze geldik. İçimden bir ses, bunun düşündüğümüzden çok daha büyük bir iş olduğunu fısıldıyordu. Ancak Mehmet’in annesine ulaşmanın tek yolu sanırım buydu.
Direnç dişlerini sıktı. “Bize bir isim ver.”
Adam dudaklarını bükerek hafifçe sırıttı. “Necati Kaman.”
İsmi duyduğum an mideme bir taş oturdu. Mideme oturan ağırlık, dengemi kaybettirecek kadar kuvvetliydi. Necati Kaman… Yıllar önce karşılaştığımız, gölgelerin içinde sinsice dolaşan, kirli işler çeviren, ismi anıldığında bile insanların gözlerini kaçırdığı o adam. Necati Kaman… Zamanında Sincap Necati olarak karşılaştığımız adam mıydı? Necati de mi çıkmayı başarmıştı hapisten?
Nefesimi yavaşça saldım, yüzümdeki ifadeyi değiştirmemeye gayret ettim. “Sincap Necati denen adamdan mı bahsediyoruz?”
Adamın dudakları iki yana kıvrılırken hafifçe başını salladı. “Ta kendisi.” Nefesini sesli bir şekilde verirken gözlerinin seğirdiğini gördüm fakat fazla uzun sürmedi. “Anahtar hiç şüphesiz ki Necati’nin odasında. Çekmecesinde olduğunu düşünüyorum, daha doğrusu buna başka bir ihtimal vermiyorum. Çekmece kilitli olur. Lakin önemli olan kesinlikle çekmecenin kilidi değil, Necati’nin adamları. O odaya girmek için, Necati’nin adamları ile baş etmeniz gerekecek. Onları alt ettikten sonra işiniz çok kolay.”
“Sikerler,” diye ağzında geveleyen Direnç’e baktım. Akabinde bir adım öne çıktı ve mavi harelerini adama dikti. Öfkeli olduğunun farkındaydım ancak bunu saklamakta uzmandı.
Ona hak veriyordum. Bu iş hiç de kolay olmayacaktı. Necati’yi tekrar karşımıza almak, dipsiz bir kuyunun içine gönüllü olarak atlamak demekti. O adamı yakalamak için geçmişte ne kadar uğraştığımızı hatırlıyordum.
Ve şimdi, onun peşine düşmek zorunda kalmak...
Gözlerimi tekrar yaşlı adama çevirdiğimde, içinde sinsilik parlayan ela gözleriyle bizi izlediğini fark ettim. Oyun oynamaktan hoşlanan biriydi ve biz de piyon olmaya zorlanıyorduk.
Direnç’in gözleri hâlâ adamın gözlerine kilitlenmiş bir vaziyetteydi. “Sana neden güvenelim?” Sesi soğuk ve keskin bir hançer gibiydi.
Adam gözlerini dahi kırpmadan Direnç’e baktı. “Beni bulmak için uğraştınız, değil mi? Ben de sizi boş yere uğraştırmam. Orada benim için değerli olan şeyi alırsanız, ben de size aradığınız kadının yerini söylerim.”
İçimde bir öfke kabardı. Bizi kendi pis işlerine alet etmeye çalışıyordu ve bunu da gayet sakin bir şekilde yapıyordu. “Bunu yapamayız.” Sesim sertti.
Omuz silkti. “O zaman aradığınız kadını da unutun.”
Direnç ve ben aynı anda adamın yüzüne baktık. Bize başka bir seçenek bırakmıyordu. Gözlerimi Direnç’e çevirdiğimde çenesini sıktığını gördüm. Bu işin tehlikeli olabileceğini biliyorduk ama şu an elimizde başka bir ipucu yoktu.
“Lanet olsun,” diye mırıldandı Direnç. Sonra gözlerini bana çevirdi. “Buse, başka bir yolumuz yok gibi görünüyor.”
Dudaklarımı sıktım. Geri dönmek istiyordum. Bu adamın oyununa dahil olmak istemiyordum. Ama bu kapı kapanırsa, Mehmet’in annesine ulaşma şansımız da kaybolacaktı.
Direnç, gözlerimin içine baktı. “Bunu yapacak mıyız?”
İçimi çeken derin bir huzursuzlukla başımı salladım. “Evet.”
“Anlaşma tamam,” dedim içimde fırtınalar koparken bile sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Ama şunu bil… Eğer bize ihanet edersen, Necati’den önce seni bulurum.” Adam hafifçe başını salladı, dudaklarında beliren alaycı gülümseme bir an bile kaybolmadı.
Dükkândan çıkarken, adamın verdiği adres kâğıdını cebime sıkıştırdım. Bu iş sandığımızdan çok daha büyük bir şeye dönüşebilirdi. Kirli işler çeviren biriyle uğraşmak, tek bir yanlış adımda bizi geri dönüşü olmayan bir noktaya sürükleyebilirdi.
Direnç, birkaç adım önümde yürüyordu. Arabanın önüne vardığımızda cebinden yine sigara paketini çıkardı. Paketten bir dal çekip dudaklarının arasına aldı, çakmağını parmaklarının arasında tutarken ateşi sigaranın ucuna götürdü ancak bir anlığına duraksadı.
Kaşlarımı hafifçe çatıp başımı kaldırdım. “Neden bu kadar rahat görünüyorsun?”
Ateşle birleştirdiği sigarasının ucundan duman yükseldi, gözlerini benden ayırmadan dumanı havaya üfledi. Dudaklarında beliren hafif, alaycı bir gülümsemeyle konuştu. “Çünkü korktuğumu gösterirsem, sen iki kat daha gerileceksin.” Direnç’in bu laubali tonunun altında bambaşka bir gerçek vardı.
O da tıpkı benim gibi bu işin kolay olmayacağını biliyordu.
Arabaya binerken zihnimden birçok düşünce geçiyordu. Sigarasını bitirdikten sonra direksiyona geçen Direnç, motoru çalıştırırken göz ucuyla bana baktı. “Direkt o adrese mi gidiyoruz?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Önce eve gidelim.”
Kaşlarını kaldırdı. “Bunu hemen halletmek varken neden bekleyelim?”
İç çekerek koltuğa yaslandım. “Gideceğimiz adam tehlikeli birisi, Direnç. Ve bu adam bizi tanıyor. Geçmiş bir hikâyemiz var… Bizi gördüğü zaman bağrına basacak hali yok. Ne kadar güçlü olduğunu, kimlerle iş yaptığını, bizi nasıl bir tehlikenin beklediğini tam olarak bilmiyoruz... Körlemesine içeri dalarsak, daha ilk adımda av oluruz.”
Direnç, direksiyonun başında sessizleşti. Gözlerini yola dikmişti ama düşüncelere daldığı belliydi. “Haklısın.” Arabayı sürmeye devam etti. Biz konuşmazken radyoda eski bir şarkı çalıyordu. Ama ne ben müziği duyuyordum ne de Direnç.
İkimizin de zihni plan yapmaya çalışıyordu.
***
Kapıyı araladığımda Erim’i pencerenin yanında dururken buldum. Camdan süzülen ışık yüzüne vuruyor, gölgesini odanın zeminine düşürüyordu. Omuzları hafifçe düşmüştü, sanki biraz önce derin bir iç çekmiş gibiydi.
Direnç'in bir eli cebindeydi ve diğer elinde tuttuğu kalemi döndürerek odanın ortasında dolaşıyordu. Emir, duvara yaslanmış, düşünceli gözlerle yere bakıyordu. Melis, pencerenin yanındaki küçük koltuğa oturmuş, dizlerini kendine çekmişti.
Sessizliği bozan kişi ben olmuştum. “Hepimiz burada toplandığımıza göre artık başlayabiliriz,” dedim soğuk bir tavırla.
Odanın köşesinde duran Beril kollarını göğsünde kavuştururken, “Öncelikle elimizde ne var onu netleştirelim,” diyerek herkesin yüzünü tek tek incelemeye başladı.
Bunun üzerine hep birlikte odanın ortasındaki büyük masanın etrafına dağıldık, sandalyelere oturduk. Melis ve Emir yan yana otururken, ben de yanlarındaki sandalyeye yerleştim. Direnç hemen çaprazımda, Erim karşımda ve Beril de Erim’in yanına geçti. Alois ise Emir’in çaprazında kalıyordu.
“Eğer doğru tahmin ediyorsam, bu iş düşündüğümüzden daha karmaşık.”
Erim’in cümlesi üzerine harelerimi ona yönelttim ve onaylarcasına mırıldandım. “Hem de çok fazla. Necati’yi hepimiz tanıyoruz.” Alois’in bakışlarını üzerimde hissettiğimde ona döndüm. “Sana anlatacağım bu olayı, endişelenme.” Alois başını sallarcasına eğerken yeniden Erim’e baktım. “Açıkçası o yaşlı adamın… Mehmet’in adamıyla bir husumetinin olacağını düşünmezdim.”
Direnç bana bakarak gülümsedi ama bu gülümseme tam anlamıyla neşeli sayılmazdı. “Adamın Mehmet’ten fazla hazzetmediği ortada. Yüz ifadesinden bunu anladım.” Gözleri hepimizin üzerinde gezindi. “Ama Mehmet ve adamlarından korktuğu da belli. Tek başına mücadele edemeyecek kadar güçsüz. Gerçi, yaşı da epey var. Fırsat ayağına gelmiş gibi bizi kullanmak istiyor. Ama yine de o adama güvenmiyorum. Bizi bir tuzağa sürüklüyor da olabilir. Çok dikkatli olmamız gerekiyor.”
“Öncelikle,” dedi Emir ciddi bir sesle. “Plan ne şekilde işleyecek? Buse’nin dedikleri doğru. Adam bizi önceden de tanıdığı için işimiz çok daha zor görünüyor. Bizi ikinci kez karşısına alacak.”
“Kendi kimliklerimizle girmeyeceğiz tabii ki,” dedi Direnç. “Adamları, ticaret yaptığımıza inandırmamız lazım. Ve ilk olarak madde temin etmeliyiz.”
“O basit iş,” dedi Emir parmaklarıyla masada ritim tuttururken. Melis’in dudakları kıvrıldığında Emir, Melis’in yanağına doğru uzandı ve makas aldı. “Biz Direnç’le ilk kez bu tarz işlerin içerisine girmiyoruz. Kadro eksik sadece. Efe artık bu işlerden elini ayağını çektiği için çağırmadım.”
“Güçlü ve cesur bir imaj çizmeliyiz,” diyen Melis’e baktım. “Biz kızlar olarak adamları oyalayabiliriz veyahut bunun tam tersi de olabilir. Siz oyalarsınız, biz odaya geçer anahtarı bulmak için uğraşırız.”
Direnç parmağını Melis’e doğru sallarken, “Süper fikir!” dedi. “Siz adamları oyalarsınız. Aramızdan biri de ilk etapta yanınızda olur. Her ne kadar bu tarz yaklaşımları hoş bulmasam da… orospu çocuklarını alt etmek için kadınlar daha etkili olacaktır. Necati’nin adamları bizi tanımıyor ama yine de farklı görünmek adına uğraşalım. Siz adamları oyalarken biz de Necati’nin odasını buluruz. Necati’nin kaçta iş yerinde olup olmayacağını da öğrenmemiz lazım.”
“Mantıklı,” dedi Erim çenesini sıvazlayarak. “Necati’nin giriş çıkış saatlerini ben öğrenirim.”
Direnç gözlerini kırpıştırdı. “Herhangi bir yakalanma durumu söz konusu olursa eğer, birimiz dışarıda kalsın. Siz çığlık atın ve sanki adamlar size bir şey yapacakmış gibi davranın. Sesi duyan dışarıdaki kişi içeri girdiği an odak noktası o olur ve dikkat kolaylıkla dağılır.”
“Aile miyiz yakın arkadaş mı?”
Beril’in sorusu üzerine Direnç sesli bir şekilde nefes aldı. “Aile olmamız daha işimize yarar. Arkadaşlık biraz tırt. Neden bu kadar kalabalık geldiğimizi sorgularlar. Melis ve Emir evli olsun. Beril ve Buse de Melis’in kardeşi.” Harelerini Alois’e çevirdi. “Alois, sen kapıda dur. Erim, Emir ve ben Necati’nin odasına girelim. Melis, sen hamile olduğunu söyle. Eğer itirazı olan varsa değişiklik yapabiliriz.”
“Ararlar,” dedi Direnç, Erim’in sorusunu cevaplarken. “Ama sorun değil. Bizim girdiğimizi görmeyecekler. Buselerin üzerinde bir şey olmaması gerekiyor zaten.”
Erim, kahverengi gözlerini bana çevirdiğinde kısa bir süre yüzüme baktı ve omzunu indirip kaldırdı. “İmaj konusunda en çok senin değişiklik yapman gerekiyor, Buse. Adamlar kaç kişi bilmiyorum ama birisi tanımasa bile diğeri mutlaka tanır seni.”
Kafamı olumlu anlamda salladım. “Doğru söylüyorsun.” Sesimde korku, endişe, herhangi bir his yoktu. Sanki birisi gelmişti ve masaya oturduğum an bu duyguları benden söküp almıştı. Artık tehlikeden korkmuyordum, tehlikenin bizzat içine giriyordum.
Beril’in lafı üzerine gözler Direnç’e dönmüştü. Planın neredeyse hepsini Direnç yapıyordu ve bu durumdan herkes memnundu. Direnç belli belirsiz gülümsedi ve önce bana, daha sonra masadaki herkese bakarak bir süre düşündü.
“Kantarlar Ailesi. Emir sen, Yavuz Kantarlar’sın. Eşin yani Melis de Sezen Kantarlar. Buse sen, Firuze Işık’sın ve Beril sen de Erva Işık’sın. Yavuz Kantarlar, madde çantası ile giriş yapacak, Firuze ve Erva ise ablaları hamile olduğu için yanında bulunacaklar. Sezen kötü bir hamilelik geçiriyor, uzun yoldan geldiniz ve Yavuz sizi tek başına bırakamazdı.”
Alois’in yüzü düştü ve Direnç’e ters bir şekilde baktı. “Benim bu hikâyede rolüm ne? Tamam dışarıda olacağım ama adım da dış kapının mandalı olmamalı diye düşünüyorum.”
Ben kıkırdarken Direnç, “Sen de Beril’in sevgilisisin,” diye yanıtladı. “Bir nevi koruma gibi düşün kendini. Adın da Bahtiyar Beslen.”
“Beslen mi?” Alois hayal kırıklığıyla homurdandı. “En kötü ad soyadı bana verdiğinin farkında mısın?”
Emir, Alois’in saçlarını karıştırdı ve “Hayır,” dedi gülerek. “Bence en karizmatiği sana verildi.” Emir, Alois’e küçük kardeşiymiş gibi bakıyordu.
Bu bakıştan dolayı Alois anında ikna oldu. “İnanmayı tercih ediyorum, tamam.”
“Dikkat çekici kıyafetler giymeniz lazım,” dedi Direnç ve başımı kaldırdığımda göz göze geldik. “Melis bu işi sen halledersin diye düşünüyorum.” Direnç’in bakışları Melis’e dönerken Melis gülümsedi. “Zevkle.” Emir’e döndü Direnç. “Sen çantadakileri adamlara gösterdikten sonra adamın odasının önüne geleceksin. Ben bu gece gideceğimiz mekânın krokisini çıkarır, size görsel olarak atarım. Biz de seni kapının önünde bekliyor olacağız.”
“Bu kadar planı anlık kararla nasıl düşünebildin, Direnç? Gerçekten hayran kaldım.”
Şaşırmıştım çünkü her şeyi en ince ayrıntısına kadar bu masada otururken düşünmüştü. Veyahut arabada gelirken tasarlamıştı ve şu an beyan ediyordu. Lakin yine de etkileyiciydi.
Gülümsedi ama bu gülümseme tedirgin edici ve ürpertici bir gülümsemeydi. “Emir’in de dediği gibi, Buse… Biz ilk defa bu işlerin içerisinde bulunmuyoruz. Çok da üzerine düşmem gereken bir konu olmadı şu an için.”
Harelerim Erim’i buldu. Direnç’in yüzünü büyük bir dikkatle inceliyordu ve muhtemelen şu an onu izlediğimden habersizdi. Erim’in, Direnç’ten fazla hoşlanmadığını biliyordum. Bunun sebebi ise tamamen gereksiz kıskançlıklarıydı. Acaba Direnç’le birlikte İstanbul’a gittiğimiz gün basına sızan fotoğrafımızı görmüş müydü?
Erim, “Gece tüm planı bitiriyoruz,” dediğinde hafifçe irkildim ve bakışlarımı yakalamasına fırsat vermeden gözlerimi aşağıya indirdim. “Ben, Necati’nin işe gidiş geliş saatlerini öğreniyorum, Direnç bize adresteki yerin krokisini atıyor. Emir ise maddeyi hazırlayacak.”
“Bir şey unutmadık mı?” Soruyu soran Melis’ti.
Erim kaşlarını hafifçe çatarken, “Neyi?” diye sordu.
Bunun üzerine Melis omuzlarını silkti. “Sahte kimlikler?”
Erim bir an duraksadıktan sonra başını salladı. “Haklısın. Sahte kimlikleri ayarlamamız lazım.” Bakışlarını Emir’e çevirdi. “Bu iş sende.”
“Bu da basit iş,” dedi Emir büyük bir gururla.
“Toplantı bittiğine göre altıma yapmak istemiyorum!” diye bağıran Alois’e baktığımızda koşarcasına odadan çıktı ve atmosferin ciddiyetini anında dağıttı. Hep beraber gülüşürken arkama yaslandım.
Erim cebinden bir sigara çıkardı ve ucunu ateşlendirdikten sonra, “Yarın yorucu bir gün olacak,” diye mırıldandı. Bakışları bana döndü, uzun bir süre yüzüme baktıktan sonra nefesini verdi. “Gökben’i, Gaye ile bu evde tek başına bırakamayız.”
Doğru söylüyordu. Bir süre düşündüm ve “Annemler,” dedim düz bir sesle. “Annemlere bırakalım. Aklım kalmaz en azından.”
“Ben artık gideyim,” diyen Direnç’e baktığımda, Emir ve Melis de ayaklandı. “Biz de gidelim. Kıyafetleri ben ayarlar, sabah erkenden buraya gelirim Buse.” Başımı olumlu anlamda salladım ve misafir odasından çıktıktan sonra hepsiyle teker teker vedalaştık.
Kapıyı kapattığımda yine Erim’le baş başa kalmıştım.
Onu görmezden gelip odama çıkacağım esnada, “Buse,” diye seslenince adım dahi atamadım. Bakışlarımı yüzüne çevirdim ve kaşlarımı kaldırdım. “Efendim?”
Başını hafifçe yana eğerek beni süzdü. Sonra koltukların olduğu kısma doğru ilerleyip yanına gelmem için çenesiyle karşı koltuğu işaret etti. Dediğini yaptım ve tam karşısına oturarak gözlerinin içine baktım. “Dinliyorum.”
Sesini alçaltarak, “Annem,” dedi kısaca. “Onu Aktan Atasoy’dan uzaklaştırmam gerekiyor.”
“Ve bunun için benim yardımımı mı istiyorsun?” diye sordum, sesimde temkinli bir ton vardı. Erim başını salladı. “Evet. Onu koruyabilecek tek kişi benim. Ama bunu tek başıma yapamam.”
Bir an sessizlik oldu. Gözlerini benden kaçırmadı, yüzündeki gölgeleri okumaya çalışırken derin bir nefes aldım ve “Bana planını anlat,” dedim usulca.
“Aktan Atasoy’u kızdırmanı istiyorum.”
“Onu sinirlendir. Sınırlarını zorla. Baskıyı artır. Ve bunu öyle bir yap ki, tepki vermeden edemesin.”
Gözlerimi kısarak yüzüne baktım. “Neden?”
Hafifçe öne doğru eğildi, dirseklerini dizlerine yaslayarak ellerini birbirine kenetledi. “Çünkü annem bunu görecek, Buse. Aktan Atasoy bunun farkına varmayacak ve anneme gerçek yüzünü gösterecek.”
Bir an ne demek istediğini kavrayamadım. Ama sonrasında parçalar teker teker yerine oturdu. “Annen…” diye fısıldadım düşüncelerimi sesli dile getirerek. “Eğer Aktan Atasoy’un gerçekten ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu kendi gözleriyle görürse… ondan uzaklaşır.”
Erim başını yavaşça salladı. “O adamın dünyasında olmak istemeyecek kadar zeki biri. Ama şu an onu sadece iş birliği yaptığı, güçlü bir adam olarak görüyor. Aktan’ı tanımadığı için, herhangi bir kötülüğünü de görmediği için güveniyor.”
Dilimin ucunu dişlerimin arasına sıkıştırarak düşündüm. Plan riskliydi ama aynı zamanda dahiceydi. Eğer Erim’in annesi Aktan Atasoy’un bana karşı nasıl biri olduğunu kendi gözleriyle görürse, ona sırtını dönmesi kaçınılmaz olacaktı.
Gözlerimi Erim’den ayırmadan, “Beni gerçekten kızdırmasını sağlayacak kadar ileri giderim ama… ya geri dönüşü olmazsa?” diye sordum. Erim bir an bile tereddüt etmedi. “Ben yanındayım, Buse. Sana bir şey olmasına izin vermem.”
Sözleri içimde tuhaf bir yankı buldu. Ne kadar inandırıcıydı, bilmiyordum. Ama o an, gözlerinde tek bir yalana rastlamadım. Derin bir nefes alarak arkama yaslandım. “Peki,” dedim usulca gülümseyerek. “Bu oyunu da oynayalım. Aktan Atasoy’un zaafı ne sence Erim?”
Erim’in dudakları keyifle yukarıya doğru kıvrıldı. “Annesi.”
“Tam hedeften vurdun!” Ellerimi birbirine sürttüm yavaşça. “Ve ben Berivan Atasoy’la iş birliği yapıyorum… Bakalım Aktan Atasoy’un bundan haberi var mı?” Dudaklarımdaki gülümseme sinsi ve kendinden emindi.
Sessizlik olduğunda konuşmanın bittiğini anladım ve ayağa kalkarak bir şey demeden merdivenlere doğru yöneldim.
“Karan…” diye mırıldandığına yeniden durdum, omuzumun üzerinden Erim’e baktım. “Arkadaşın mıydı?”
Sorusu ilgimi çekmeyi başarmıştı. Hafifçe gülümsedim ve “Karan…” diye mırıldandım ben de Erim gibi. Yüzüme oldukça sahte bir gülümseme eklerken, “Hayır,” dedim. “Arkadaşım değildi. Arkadaşım olamayacak kadar özel bir ilişki vardı aramızda… Çok iyi birisiydi. En az karakteri kadar yüzü de güzeldi ve olabildiğinden çok daha yakışıklıydı.” Yalan söylemekten de nefret ederdim eskiden, fakat şu an zevk veriyordu. “Karan gerçekten beni çok mutlu ediyordu. Karan sayesinde iyi ki Zürih’e gelmişim dediğim günlerin sayısı o kadar çok ki… Bazen kendimi bulutların üzerindeymişim gibi hissettiğim bile oluyordu.”
Söylediğim her bir kelime, başlı başına yalandı. Karan diye birisi yoktu ve tüm dediklerimi Erim’e karşı hissediyordum. Bana bunları yaşatan kişi Erim’di. Ve ondan başkası da olamazdı.
Yüzümdeki yapay gülümseme hâlâ diriydi lakin Erim’in surat ifadesi görmek istediğim bir şey değildi. Alnındaki damarların belirginleştiğini bu mesafeden bile seçebiliyordum. Bakışlarım yumruk yaptığı ellerine kaydı, o kadar sıkıyordu ki rengi beyaza dönmüştü. Elindeki damarlar da kabarıktı ve dudakları sıkı sıkıya kapalıydı. Dişlerini birbirine bastırdığı için çene kemikleri belirginleşmişti.
Derin bir nefes aldım, sesimin daha tok çıkacağına emin olduğumda ekledim. “Belki Karan şu an hayatımda değil ama… onu gerçekten çok özledim. Zürih’e döndüğüm an ilk işim günlerimi Karan’la geçirmek olacak.”
Göğsü aldığı sık nefeslerle yükselip alçalıyordu. Bana cevap vermesini bekledim fakat bunu yapmadı. Erim’in öfkesi içimde bir şeyleri uyandırırken daha fazla bu yalanı sürdürerek ona bakamadım ve önüme dönüp hızla odama çıktım.
Kapıyı ardımdan kapatırken birkaç damla yaş aktı gözlerimden. Kalbimdeki yokluğunun bıraktığı boşluk hissiyle düştü omuzlarım yeniden. Başımın arkasını sertçe kapıya yasladım, beyaz tavana baktım birkaç saniye sızlayan gözlerimle. Erim’in canını yakmıştım fakat benim canım da yanmıştı ve bu hiç adil bir oyun değildi.
Ben zaten yeterince acı çekmemiş miydim?
***
Kısık gözlerle Beril’e baktım. Baştan aşağı siyah giyinmişti. Üzerinde fermuarlı, omuzları açıkta bırakan uzun kollu bir crop top vardı ve göğüs ortasında metal halka detayı oldukça şık duruyordu. Altında ise oldukça kısa bir mini etek, eteğin yanlarında kesik detayları bulunuyordu. Uzun ve açık kahverengi saçlarını dalgalandırmıştı. Omuzlarından aşağı düşüyordu. Dudakları belirgin, göz makyajı hafif buğulu ve etkileyiciydi.
Beril o kadar iddialı ve güzeldi ki kısık olan gözlerim hayranlıkla parlayan gözlere dönüştü anında. “Efsane olmuşsun,” dedim mırıltıyla.
Beril gülümsedi ve Melis’i gösterdi çenesiyle. “Efsane bir zevk sahibi.”
Melis’e döndü bakışlarım. Kahverengi, dar kesimli, vücuda oturan bir elbise giymişti. Göğüs kısmında dekolte detayı vardı ve boyundan bağlamalı bir tasarıma sahipti. Elbise, ayak bileklerine kadar uzundu ve yan kısmında yüksek bir yırtmacı vardı. Saçları dümdüzdü ve omuz hizasındaydı.
Saçlarımızın açık olması gerekiyordu çünkü kulaklık takacaktık.
Saçlarımı savururken Melis’in yanına yaklaştım ve karnındaki şişliğe dokundum. “Hanimiş benim yeğenim!” Sahte hamile olmasına rağmen o kadar gerçekçi duruyordu ki, oyunun ne olduğunu bilmesem ben bile inanırdım Melis’in hamile olduğuna.
“Ah canım yavrum! Doğacak teyzesi, az kaldı. Ama süreç çok sancılı… Sürekli kusmalar, aşermeler, ağlamalar, tekmeler…” Role daha şimdiden girmişti Melis.
Kıkırdarken Melis’in yanından uzaklaştım ve yeniden aynanın karşısına geçtim. Masanın üzerindeki lens kutusunu aldım, içerisindeki yeşil renkli lensleri bir çırpıda gözlerime taktım. Beril’in gözleri yeşil olduğu için bu rengi takmıştım.
Benim kombinim de siyahtı. Straplez crop top giymiştim ve omuzlara düşen bir ceket ile üst kısmı tamamlamıştım. Altımda ise yüksek yırtmaçlı, vücuda oturan uzun bir etek vardı. Karın bölgem açıkta kalıyordu. Sahte göbek piercingi takmıştım ve dikkat çektiğinden emindim.
Saçlarıma tırmandı bakışlarım. Sprey saç boyası ile saçlarımı ömrüm boyunca asla boyamadığım bir renge boyamıştım; kızıla. Yakıştığını asla ama asla düşünmüyordum fakat tanınmamam şarttı. Yüzümde o kadar koyu bir makyaj vardı ki birisiyle bu şekilde tanışsam, beni hortumla yıkaması gerekirdi.
“Bence fazlasıyla Firuze Işık oldum.”
Beril başını eğip beni tepeden tırnağa süzdü, ardından gülerek başını iki yana salladı. “Firuze Işık değil de… başka bir ışık gibisin. Kızıl alev misali.”
Gözlerimi devirdim. “Çok mu abartı oldu?”
Melis kaşlarını kaldırarak elini çenesine dayadı ve sahte karnına bakarak düşündü. “Bence tam dozunda. Yani, Buse doğal birisi ve sen Buse değilsin. Firuze Işık’ın bu görünümde olması normal. Buse’den iz bırakmamak istiyorsan eğer abartılı olmak zorundasın.”
Gülümsedim. Melis haklıydı. Zaten amacım da tam olarak buydu. Tanınmamak, o kimliğe bürünmek ve planı kusursuzca işlemek. Son bir kez aynaya bakıp dudaklarımdaki koyu rujun güzel olduğunu doğruladım. Firuze Işık, tüm ihtişamıyla hazırdı.
Melis dışında Beril’le benim ayağımızda topuklu ayakkabılar vardı.
“Kışın ortasında yazlık kıyafetler giydiğimiz için yargılanacağız,” dedim homurtuyla ancak kimse cevap vermedi. Ben de çok umursamadım. Hazırlıklarımız nihayetinde bittiğinde odadan çıktık. Bizimkiler aşağıdaydı.
Merdivenlerden inerken Alois’in bakışları hepimizin üzerinde gezindi, en son Beril’de takılı kaldı. Alois’in üzerinde siyah kumaş pantolon ile kaslarını belli edecek şekilde dar, lacivert bir kazak vardı. Gözleri Beril’i baştan aşağı süzdü, izledi ve sonra ellerini yüzüne yerleştirdi. “Yangın söndürme tüpü nerede?”
Beril gülümserken son basamağa indi ve elini Alois’e uzattı. Alois, Beril’in elini nazikçe tutarak inmesine yardım etti. “Teşekkürler, majesteleri,” dedi Beril gülümsemesini bozmadan.
Emir, Melis’in yanına sokulurken kolunu omuzuna atarak sıkıca nişanlısına sarıldı ve saçlarına uzun bir öpücük kondurdu. Emir ise aralarında en resmi giyinendi. Üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Emir’i bu tarz kıyafetlerle ilk görüşüm nişanıydı ve şu an ise ikincisi gerçekleşmişti.
Merdivenleri tamamen indiğimde, Erim ve Direnç’in gözleri eş zamanlı bana döndü. Direnç’in üzerinde bol gri kazak, bol buz mavisi pantolon vardı ve bu, hiç alışık olmadığım bir tarzdı Direnç için. Genelde hep siyah giyinirdi çünkü. Saçlarına ise elleriyle gelişigüzel şekil verdiği belli oluyordu.
Son olarak Erim’e baktım ve adeta nefesimin kesildiğini hissettim. Farklı giyinmemişti. Her zaman ki Erim’di işte. Siyah, en üstteki iki düğmesi açık bir gömlek vardı üzerinde. Altında ise yine siyah, kumaş bir pantolon. Bu kombin… bana Dila’nın doğum gününde giydiği anı hatırlatmıştı. Suratı pürüzsüzdü ve kemikli yüzü belirgindi. Saçlarını ise düzeltmekle bile uğraşmadığını anlamıştım.
Gözlerini benden bir an bile kaçırmadı ve bakışları farkında olmadan göğsümde takılı kaldı. Kirpiklerinin arasından süzülen bu dikkatsiz dalgınlık, göğüs kafesimde yankılanan bir sessizlik gibi üzerime çöküyordu. Gözleri ağır ağır aşağı kayarken nefesi fark edilir şekilde yavaşladı. Hareleri bacaklarıma indi, yüzündeki belli belirsiz afallama düşündüğümden daha uzun sürdü.
Kaşlarım istemsizce çatılırken bakışlarımı kaçırdım ve ekibe baktım. “Çıkalım mı artık?”
Sabahın erken saatlerinde Erim, Gaye ve Gökben’i annemlere bırakmıştı. Herkes evden çıktıktan sonra kapıyı kilitledim, garaja doğru adımlamaya başladım. Üzerimdeki kıyafetlerden ötürü kendimi adeta çıplak hissediyordum ancak sadece birkaç saat olduğunu söyleyerek avutuyordum kendimi.
Garaja vardığımda ilk karşılaştığım kişi Erim oldu. Tam karşımdaydı ve bana bakıyordu. Bakışları dudaklarımda kısacık bir an oyalanıp hızla başka yöne kaydı. Ama o kısa an bile kalbimin ritmini bozmuştu, damarlarımda yankılanan tek bir güçlü vuruş gibi.
Yanıma doğru yaklaştı, nefesi yüzüme çarparken sakalsız suratı yanağıma değdi. Kulağıma kulaklığı taktıktan sonra geriye doğru çekildi. “Bu kulaklıkların amacını biliyorsunuz zaten. Yıllar öncesinde de yaptığımız gibi. Sizinle iletişime geçmek için.”
Herkes başını sallarken biraz daha adımlayıp Melis’in yanına geçtim. Emir arabasının sağ ön kapısını açtı ve torpidoya uzanarak birkaç kart çıkardı. Bunların kimlik olduğunu anlamıştım. Kimlikleri bize dağıttıktan sonra Melis’in parmağını yakaladı ve nişan yüzüğünün üzerine bir yüzük daha taktı.
“Güzeller güzeli karıma, en az onun kadar güzel bir yüzük.”
Melis yüzüğe kısa bir bakış attıktan sonra başını kaldırıp sırıttı. “Ah, canım kocacığım, bu kadar zarif olacağını bilseydim sahte evliliğimizi daha önce gerçekleştirirdim.”
Emir göz kırparak omzunu silkti. “İstersen bu operasyon biter bitmez evlenebiliriz, sevgili nişanlım.” Melis, sahte hamile karnına dokunarak iç çekti. “Önce şu yavrumuzu sağ salim dünyaya getireyim de.”
Herkes hafifçe gülerken, Erim’in bana doğru bir adım daha yaklaştığını hissettim. O kadar yakındı ki tenindeki hafif odunsu kokusunu bile alabiliyordum. Aramızdaki mesafe neredeyse yok gibiydi. Sanki bir nefes alsam birbirimize dokunacaktık. “Bu oyun fazla uzun sürmemeli,” diye fısıldadı.
Gözlerimi kıstım, “Neden?” diye fısıldadım aynı onun gibi.
“Güzelliğin beni sarhoş edecek güçte ve ben şu an kontrolü kaybetmek istemiyorum.”
Kalbim göğsümde hızla çarparken, bu durumu belli etmemek için dudaklarımı sıkıca kapattım. Tam o sırada Melis koluma girip başını omzuma yasladı. “Artık gidelim mi, güzelim?” Başımı onaylarcasına sallamıştım fakat bakışlarım hâlâ Erim’in üzerindeydi.
İçimdeki çalkantıyı bastırarak Emir’in arabasına doğru ilerledim. İki araba gidecektik ve biz kardeşler olarak Emir’in arabasında olacaktık. Alois ve Erim ise Direnç’in arabası ile geleceklerdi.
Erim’in öğrendiği bilgilere göre Necati, saat ikiden önce iş yerine uğramıyordu. Şu an saat on bire yaklaşıyordu ve elimizi olabildiğince çabuk tutmamız gerekiyordu. Direnç, bize gideceğimiz mekânın krokisini atmıştı. Yaklaşık üç katlı bir yapıydı. Ofis olarak kullanılıyordu fakat içinde kirli oyunlar dönüyordu. Necati’nin odası en üst kattaydı. Yangın merdiveni bulunuyordu ve bu, işimizi kolaylaştıracak gibiydi. Dirençler arka kapıdan girecekti lakin girmeden önce çevredeki adamları etkisiz hale getirmeleri gerekiyordu. Necati’nin en güvendiği adamları üç taneydi ve biz onlarla iletişime geçecektik. Emir maddeleri temin etmişti. Sahte değillerdi, çünkü adamların test yapacaklarını biliyorlardı. Diyaloglar doğaçlama olacaktı fakat müdahale edilmesi gerekirse eğer, kulaklıktan bize konuşacaklardı.
Yola koyulduktan sonra Emir direksiyonu çevirirken Melis müzik açmak için telefonunu çıkardı. Müzik listesini belli bir süre kurcaladıktan sonra çalan şarkıya gülümsedi.
Emir, önündeki yola bakarken konuşmaya başladı. “Kimliklerinizi çantanızdan çıkarmayın ve sadece gerektiğinde gösterin. İstanbul’dan, İzmir’e geldik ve yola çok erken saatlerde çıktık. Siz ikiniz üniversite okuyorsunuz ve yirmi bir yaşındasınız. Melis yirmi beş, bense yirmi yedi yaşındayım. Yıllardır bu ticaretle uğraşıyor, ek olarak araba galerim var.”
Melis araya girdi. “Ben de hamileyim işte. Bir oğlumuz olacak ve yedi aylık. Doğum sürecim çok riskli geçiyor, herhangi bir sıkıntı olduğunda doğuruyormuş gibi yapacağım.”
Başımı salladım aklımda her şeyi oturtmaya çalışarak. Tam o sırada arkamızdaki Direnç’in arabası yanımıza yaklaşarak yola devam etti. Direnç’in kullandığı arabada Erim’in gölgesini seçebiliyordum.
Alois’in sesi kulaklığımdan yükseldi. “Arkadaşlar, çok önemli bir şey fark ettim.”
Hepimiz irkilerek kulaklıklarımıza dokunduk. Melis anında dikeldi. “Ne oldu?”
Alois’in sesi dramatikti. “Büyük bir hata yaptık.”
Emir kaşlarını çattı. “Ne hatası?”
Sessizlik… Birkaç saniye boyunca hepimiz gerildik. Sonra Alois boğazını temizledi. “Bugün ben… Kod adı ‘Karanlık Panter’ olarak görevime devam etmeye karar verdim.”
Arabada aynı anda üç farklı tepki verildi. Emir derin bir iç çekip kafasını direksiyona yasladı, Melis kahkahalar arasında nefessiz kaldı, ben ise yana döndüm ve arabaya baktım. Beril hiç duymamış gibi davranırken Alois bana el sallıyordu.
“Tamamdır,” dedi Melis umursamaz bir tavırla.
Dayanamayarak güldüm. “Neden Karanlık Panter?”
“Çünkü gece gibi gizemli, panter gibi çeviğim.”
“Alois, operasyona gidiyoruz. Tiyatro festivaline değil,” dedi Emir bıkkınlık dolu bir nefesle.
“Ah, Emir, Emir… Senin gibi ruhsuzlar sanatı asla anlayamaz.”
Tam o sırada Direnç, sıkıldığını belli eden bir sesle söylendi. “Eğer beş saniye içinde bu muhabbeti bitirmezsen, gerçekten gizemli bir kayboluş yaşayacaksın.”
“Bu tehdidi alıyorum ve kalbime yazıyorum.”
Melis gülmemek için dudağını ısırdı. “Alois, bir sorun mu var?”
Bir süreliğine sustu, sonra fısıldadı. “Ben… Kendimi sevgili rolü için hazır hissetmiyorum.”
Sesinde ciddiyet vardı. “Böyle bir sorumluluğu nasıl taşıyabilirim? Aşkın yükü ağırdır, Buse. İnsan psikolojisine etkisi büyüktür.”
Erim iç geçirdi. “Alois, rol yapacağız. Gerçek sevgili olmayacaksın.”
“Bunu ben de biliyorum ama rol yaparken içine girmeliyim! Karakterin ruhunu hissetmeliyim! Beril’i gerçekten sevmeli, onun gözlerinin içine bakarken içimde bir şeyler hissetmeliyim!”
Direnç, kulaklıktan net bir şekilde söylendi. “Sen kapıda duracaksın, Alois. Her ihtimale karşı bu durumu söyledik sana. Beril’e âşıkmış gibi davranmana gerek yok.”
“Beril bana nasıl hitap edecek peki? Bebeğim mi? Aşkım mı? Boncuğum mu?”
Erim en sonunda patladı. “Alois, gözünü seveyim sus.” Ama Alois susmazdı. “Bunu netleştirmemiz lazım! Bana Bahtiyar’ım mı diyecek Bahoş mu diyecek? Yakışıklım mı diyecek? Tatlı prensim mi? Sevgilim demesin ama, fazla klişe.”
“Beslen diyeceğim Alois,” dedi Beril sertçe. Tavrını koruyordu fakat bıyık altı sırıtıyordu.
“Alois’i ekibe katmak mantık dışıydı,” dedi Erim homurdanarak.
“Beni ekibe aldığınıza göre bir şekilde kabullenmek zorundasınız. Bence Beril’e de bir kod adı bulalım ve bu… romantik bir kod adı olmalı. Casus filmlerinde olur ya, çiftler birbirine anlamlı şeyler söyler. Mesela, ‘Siyah Kuğu’ veya ‘Gümüş Tilki’ gibi. Değil mi Beril?”
Beril başını yana eğdi. “Benim için en anlamlı şey, senin uzak olman olurdu.”
“Eğer birazdan operasyonda saçmalarsan, ben sahada vurulmayı göze alır, sana ilk kurşunu sıkarım,” dedi Erim. Alois’in elini kalbine götürdüğünü gördüm. “Beni susturamazsınız. Ben bir fırtınayım, ben bir…”
Melis bana baktı. “Gerçekten de bu ekiple hayatta kalabilecek miyiz?”
Omuz silktim. “Ölsek bile en azından gülerken ölürüz.”
Alois’in homurdanmaları devam ederken duymamak adına kulaklığı kulağımdan çıkardım ve avucumun arasına koydum. Kafamın bir nebze de olsa rahatladığını hissedebiliyordum.
Yaklaşık yarım saatin sonunda adrese ulaşmıştık. Direnç’in arabası ofisin birkaç bina ötesinde sessizce durdu. Biz ise doğrudan ofisin önüne yaklaştık. Emir dikiz aynasından bize kısa bir bakış attıktan sonra direksiyonu çevirip aracı park etti. Kapıyı açmadan önce kulaklıktan Direnç’e fısıldadı. “Konum aldık, siz harekete geçin.”
“Tamam. Beş dakikaya işi bitiririz.”
O anda Alois de devreye girdi, sesi her zamanki gibi hafif dalgacıydı. “Bakın, içeri girersek ve işler ters giderse eğer plan B’ye geçiyoruz.”
Beril kaşlarını çattı. “Plan B ne?”
Emir gözlerini devirdi ve kapıyı açarak arabadan indi. Biz de onun peşinden çıktık. Hava biraz daha ılımıştı ancak yine de tenimi üşüten bir rüzgâr esiyordu. Önümüzdeki binayı incelerken bir anda kulaklıklarımıza inleme sesleri doldu. Anlaşılan o ki Dirençler korumaları paket etmişti.
Hepimiz birbirimize tedirgin bakışlarla bakarken, Emir, “Sakin olun,” uyarısında bulundu. Akabinde Alois nefes nefese yanımıza geldi. “Korumalar etkisiz hale getirildi. Size temiz bir giriş sağladık, aşk böcekleri.”
Emir bu lafı duymazdan gelip ceketini düzeltti. “Gidelim artık.”
Melis, Emir’in koluna girerken Beril de benim yanımdaydı. Topuklularımızın tıkırtılarının yankılandığı boş sokakta, gitmemiz gereken mekâna doğru adımladık. Emir, zile basmadan önce hafifçe geriye çekildi ve yüzüne yılların iş adamı ciddiyetini oturttu. Ardından elini kaldırıp ağır ve net bir şekilde kapıya tıklattı.
Birkaç saniye sonra kapı açıldı. İçeride iri yapılı, kısa saçlı ve sert bakışlı bir adam duruyordu. Gözleri hızla bizi süzdü. “Kimsiniz?” diye sordu. Sesi kalın ve oldukça sertti. Hatta o kadar sertti ki istemsizce irkilmiştim.
Emir, hiç tereddüt etmeden bir adım öne çıktı ve kendini tanıtırken sesi olağanüstü güven vericiydi. “Ben Yavuz Kantarlar,” diyerek söze başladı. Ardından Melis’e dönerek, “Eşim Sezen.” Sonra da bize döndü. “Ve eşimin kız kardeşleri, Firuze ile Erva. Buraya İstanbul’dan geldik. Necati Bey ile görüşecektik.”
Adamın bakışlarında şüphe vardı. İçeriye buyur etmekten oldukça çekiniyor gibiydi. Önce Emir’e, ardından bize baktı. Melis’i hamile olduğu için fazla süzmemişti ancak Beril ve kendim için aynı şeyi söyleyemezdim. Yeniden Emir’e baktığında, “Burada yok,” dedi ses tonunu asla değiştirmeden. “Saat ikiden önce gelmez.”
Emir’in yüzünde en ufak bir rahatsızlık belirtisi bile yoktu. Rahatça omuz silkti ve elindeki çantayı hafifçe kaldırdı. “Bekleriz. Ona bir şeyler getirdik.” Adamın gözleri çantaya kaydı. Şüphe hâlâ yüzünde asılıydı ama merakı daha baskındı. İçeri döndü ve başıyla içeri girmemizi işaret etti.
Biz ofisin içine doğru ilerlerken, kulaklıktan Direnç’in sesi geldi. “İçeri girdiniz mi?”
Emir ciddiyetini bozmadan kısık sesle yanıtladı. “Girdik. Takipte kalın.”
Bize kapıyı açan adam, diğer adamların yanına gitti ve kulaklarına bir şeyler fısıldadı. Ardından aralarından en uzun boylu olanı yanımıza doğru ilerledi. “Kimliklerinizi görebilir miyim?”
Başımızı olumlu anlamda salladık ve hepimiz kimliklerimizi adama uzattık. Adam kısa bir incelemenin ardından kimliklerimizi yeniden bize uzattı ve hareleri Melis’e döndü. Daha çok karnını inceliyor gibiydi. “Allah bağışlasın.”
“Teşekkür ederim,” dedi Melis nazik bir şekilde karşılık vererek. Çok geçmeden bize kapıyı açan adam da yanımıza geldi. Üçüncü adam ise arkada bekliyor, gözlerini kırpmadan bizi inceliyordu.
“Üzerinizi aramamız lazım. Bilirsiniz, buraya her zaman tekin insanlar gelmiyor.”
“Arayın,” dedi Emir düşünmeden.
Ve adam işe koyuldu, uzun boylu adam geriye çekilirken kapıyı açan adam Emir’in üzerini aramaya başladı. Çok dikkatli bir şekilde, büyük bir titizlikle yapmıştı görevini. Emir’de bir şey bulamayınca Melis’in karşısına geçti. Melis’i aramadan önce ise yeniden Emir’e baktı. “Kadın çalışanımız yok. Fakat üzerinizi aramak zorundayım. Eğer sıkıntı çıkaracaksınız hemen gidin buradan.”
Melis ortamı rahatlatmak adına gülümsedi, “Herhangi bir sorun teşkil etmiyor,” diyerek Emir’in gözlerinin içine baktı. Bir elini Emir’in sırtına koyup hafifçe sıvazladı. “Değil mi hayatım?”
Emir aynı şekilde gülümseyerek başını salladı, “Lütfen işinizi yapın,” diyerek adama onaylayan bakışlarını sundu. Adam bunun üzerine Melis’in üzerini aramaya başladı. Emir’i ne şekilde aradıysa, Melis’e de aynısını yapmıştı. Hepimiz bu durumdan rahatsız olsak da tepki veremezdik.
Melis’in üst araması bittiğinde Beril’e geçti sıra. Aynı işlemler uygulandı, benim önüme geldi. Bakışları her şeyden önce göbeğimdeki piercinge kaymıştı ve hayran dolu bakışlarını saklamadan bakmıştı. Başımı hafifçe yukarı kaldırarak üzerimi aramasına izin verdim.
İşi bittiğinde geriye çekildi. “Temiz.”
Ofisin içi oldukça görkemliydi. Dışarıdan bakınca sıradan bir iş yeri gibi görünse de içerisi bambaşka bir dünyaydı. Altın varaklı sütunlar, pahalı tablolar, kristal avizeler… Burası bir ofisten çok, lüks bir otelin özel misafir salonuna benziyordu.
İçeriye hâkim olan şık ama boğucu hava, bu adamların basit bir iş yürütmediğini açıkça belli ediyordu. Koltuklar kadifeyle kaplanmış, duvarlarda tanınmış sanatçıların tabloları asılmıştı. Ama en dikkat çekici detay, cam kenarındaki masada duran içi dolu bir viski şişesi ve kadehlerdi. Her şey buradaki kişilerin sadece iş değil, lüksü de sevdiğini gösteriyordu.
Emir çantasını sıkıca tutarak ağır adımlarla ilerledi ve salondaki büyük koltuklardan birine oturdu. Biz de onun etrafına yerleştik. O sırada bizi içeri alan adam arkadaşlarına döndü ve hafifçe başını salladı. “Madem patronu bekleyeceğiz, o zaman vakti boşa harcamayalım. Malı görelim.”
Emir çantasını önüne koydu ve yavaşça fermuarını açtı. İçinden dikkatlice paketleri çıkardı ve bize kapıyı açan adama uzattı. Paketleri alan adam kenarda duran cam masaya ilerledi ve masadaki küçük bir çantayı eline aldı. “Benimle gel.”
Emir adamın peşinden ilerledi ve üst kata çıktılar.
Diğer iki adamla baş başa kalmıştık. İkisinin de eş zamanlı olarak bakışları bize döndü, alıcı gözlerle incelemeye başladılar. Uzun boylu olan adam kollarını göğsünde birleştirerek Melis’e hafif bir gülümsemeyle baktı. “Kaç aylık bebeğiniz?”
Melis bu soruya cevap verirken yüzüne hafif bir yorgunluk çöktü. “Yedinci aydayım… Ama pek iyi gitmiyor açıkçası. Sürekli mide bulantısı, baş dönmesi… Bir de uyuyamıyorum. Çok sıkıntılı bir hamilelik süreci geçiriyorum. Bu yüzden Firuze ve Erva yanımdan ayrılmıyorlar.”
Uzun boylu adam hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Kadınlar hamilelik sürecinde çok hassas olurmuş. Özellikle stresli ortamlarda. Kardeşlerinizin yanında olması çok özel bir duygu olmalı ancak… neden bu halde onca yolu geldiniz? İstanbul’da kalmanız daha yararınıza olurdu.”
Melis içten bir kahkaha attı. “Eşim beni asla yalnız bırakmaz. Durum ne olursa olsun. Sürekli hareket halindeyiz.”
Diğer adam gözlerini kısarak baktı. “Çalışıyor musunuz?”
Melis başını salladı. “Evet, bir şirketin PR işlerini yürütüyorum.”
Uzun boylu adam da gözlerini hafifçe kıstı. “İlginç… Kocanız ne iş yapıyor?”
Adamlar başlarını sallayarak birbirlerine bakış attılar. Gözleri hâlâ şüpheliydi ama samimiyetimizden emin olmaya çalışıyor gibiydiler. Uzun boylu adam başını sallayarak bizi süzmeye devam etti. “İlginç insanlarsınız. Böylesine bir iş görüşmesine hamile kadınla gelmek… Riskli.”
Melis gözlerini devirerek gülümsedi. “Bazen en tehlikeli işler en beklenmedik şekillerde yürür, değil mi?”
Adamın gözleri yeniden Melis’in karnına kayarken alaycı bir ifadeyle başını yana eğdi. “Eşiniz sizi böyle işlerin içinde dolaşmaya nasıl izin veriyor anlamıyorum.”
Melis elini karnına koyarak hafifçe sıvazladı. “Ne yapalım? Hayat sürprizlerle dolu.”
Diğer adam Beril’e baktı, dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra, “Senin gibi güzel bir kadın buralarda ne arıyor?” diye sordu.
Beril dişlerini sıkıp geriye çekildi. “İşimizi yapmaya geldik. Ablama destek olmak gibi mesela.”
Uzun boylu adamın kaşları çatıldı, “Bu tarz saçma sorular sormayı kes Enver!” diye tısladı adeta. Adının Enver olduğunu öğrendiğim adam mahcup bir şekilde başını eğdi. “Özür dilerim Şamil Abi.”
Şamil denen adamın bakışları beni buldu. Gözleri sürekli göbeğimdeki piercinge kayıyordu ve bu olabildiğince rahatsız ediciydi. İşin garip yanı beni rahatsız etmekten keyif alıyor gibiydi. Az önce arkadaşını uyarıp bana mı sulanıyordu?
“Buse… Şu beni sadece sen duyuyorsun.”
Gözlerimi hafifçe kırpıştırdım. Bu, Erim’in sesiydi. “Herifin ne yaptığını görmüyorum fakat ses tonundan her şeyi anlayabiliyorum.” Sesindeki hiddeti hissedebiliyordum. “Ve bu ses orospu çocuğu olduğunu çok belli ediyor.”
Şamil, bakışlarını benden çekecek gibi durmuyordu. Bakışlarını kaçıran ilk ben oldum. İçimde yükselen gerilimi bastırmaya çalışıyordum. Eğer burada en ufak bir ters hareket yaparsam, her şey mahvolurdu.
Melis, karnına konan ele küçük ama tehditkâr bir bakış attı. “Bana dokunmazsan sevinirim,” dedi, sesi buz gibiydi. “Bebeğim pek yabancıları sevmez.”
Enver kahkaha attı. “Sert bir kadınsın,” dedi sırıtarak. “Sert kadınları severim.”
Melis’in elleri karnının etrafında birleşti. Emir yanımızda değildi ancak yaşadığı gerginliği hissedebiliyordum. “Buraya sadece iş yapmaya ve ablama destek olmaya geldik,” dedim lafa karışarak. “Gereksiz sohbetler uzarsa, buradan gideceğimizden hiç şüpheniz olmasın. Ve hamilelik süreci gerçekten sıkıntılı. Sözleriniz ablamı incitebilir ve sancısı başlayabilir.”
Şamil, gömleğinin bir düğmesini açarken bana döndü. “Ben Enver adına özür dilerim. Kendisi her zaman bu şekilde laubali davranır.” Sert bakışlarını Enver’e çevirdi. “Ben hesabını sonradan keseceğim onun.”
Tam o sırada merdivenlerde hareketlilik görüldü ve Emir ile adını bilmediğim adam yanımıza geldi. Nereye gittiklerini bilmiyordum fakat muhtemelen malın sahte olup olmadığını kontrol etmişlerdi. “Mal sahte değil abi,” dediğinde ise düşüncelerimi doğruladı.
Şamil olduğu yerde hafifçe geriye yaslandı. “Güzel.” Gözlerini kısıp bana son kez baktığında, mideme yumruk yemişim gibi hissettim. Bu adamın bakışları, içini kemiren açgözlü bir canlının sabırsızlığını taşıyordu.
“Necati Bey’in buraya ne zaman geleceğini söylemiştiniz?” diye sordu Emir az önce adamın söylediği saati tekrar duymak ister gibi.
Şamil omuz silkti. “İkiden önce gelmez,” dedi aynı kayıtsızlıkla.
“Lavabonuzu kullanabilir miyim? Malum, sabahın erken saatlerinden beri yoldayız.”
Şamil kaşlarını hafifçe kaldırsa da pek üzerinde durmadı, eliyle koridordaki bir noktayı işaret etti. “Koridorun sonunda, sağda.”
Emir başını salladı, cebine hafifçe dokundu ve ağır adımlarla kapıya yöneldi. O kadar sakin yürüyordu ki dışarıdan bakınca bu kadar tehlikeli bir işin içinde olduğunu anlamak imkânsızdı. Ama ben onun vücudundaki gerilimi görebiliyordum. Her adımı, her hareketi hesaplıydı.
Gözlerimle Emir’i takip ettim ama çok uzun süre ona bakarsam şüpheli duracağımı biliyordum. “Hayatınız nasıl ilerliyor?” diye sorduğunda Enver’e baktım. Omuzlarım inip kalktı, “Sıkıcı,” diyerek yanıtladım sorusunu. “Üniversiteye gidiyoruz ancak pek eğlendiğimi söyleyemem.”
Bu sırada kulağımdaki kulaklıktan Direnç’in sesi neredeyse fısıltıyla geldi. “Emir geldi, içeri giriyoruz.”
Ses tonu sakin görünse de içinde bir gerginlik vardı. Nefesimi içime çektim, belli etmeden omuzlarımı gevşettim ve konuşmayı sürdürdüm. “Peki ya siz? Burada yaşamaktan memnun musunuz?”
“Buralar iyidir,” dedi Şamil. “Sıkıcı ama iş var. İş varsa, para da vardır.” Hafifçe eğildi, gözlerini bana dikip gülümsedi. “Senin gibi güzel bir hanımefendiye, böyle sıkıcı işlerden bahsederek vaktini harcamayalım.”
İçimde bir tiksinti dalgası kabardı ama yüzüme hiçbir şey yansıtmadım. Gözlerimi kaçırmadan hafifçe başımı salladım. O sırada kulaklıktan bir tıkırtı sesi geldi. Sonra Erim’in nefesi… “Çekmece kilitli, açmaya çalışıyoruz.”
“Görsel Sanatlar,” dedi Beril, Şamil’in sorusuna. Akabinde harelerini bana çevirdi. “Ablam da İspanyolca Tercümanlık okuyor.”
Sanattan ne kadar anladıkları meçhuldü ama Enver, Şamil kadar ilgisini kaybetmemişti. Kolunu Şamil’in omzuna attı ve bir kahkaha attı. “Vaay!” dedi, yüzünde hayranlıktan çok şaşkınlıkla karışık bir eğlence vardı. “İspanyolca mı? Biz hiç bilmiyoruz bu dilleri. Hadi bir şeyler desene!”
Bu fırsatı kaçırmayacaktım. Gözlerimi kıstım, içimde yükselen siniri sıcak bir lav gibi hissettim. Başımı hafifçe yana eğerek, “Eres un montón de idiotas sin cerebro sentados frente a mí,” dedim. Sesimde belirgin bir tatlılık vardı. Onlara bakan biri güzel bir cümle kurduğumu sanabilirdi lakin tamamen yanlıştı. Çünkü, “Karşımda oturan bir grup beyinsiz aptalsınız,” demiştim.
Şamil kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Ne dedin şimdi?”
Hiç bozuntuya vermeden gülümsedim. “Dedim ki, burada olmak gerçekten çok güzel.”
Neden bilmiyorum ama Erim’in gülümsediğini hissetmiştim. Kulaklıktan hiçbir ses gelmemişti ama biliyordum. Beni duyduğunu, ne yaptığımı anladığını… Ve gülümsediğini.
Tam içime dolan gerginliği bastırmaya çalışırken kapı çalındı. Sert bir tıklatma sesi… Öyle kararlı ve netti ki kalbim hızla çarpmaya başladı. Neşesiz bir aceleyle kapıya yönelen adamın sesi duyuldu. “Hoş geldin, patron. Erken geldin bugün.”
Bedenimde dolaşan soğuk ürperti, birkaç saniyeliğine kaslarımı dondurdu. Kulaklığımdan gelen homurtular… Emir’in küfrettiğini duydum. Direnç, nefesini tutmuş gibiydi. Onlar da anlamıştı.
Bense gözlerimi yavaşça kaldırıp kızlarla bakıştım. Gerginliğimiz havada asılıydı, kalın ve keskin bir cam gibi. Bir hamle yapmalıydık, hem de hemen. Şamil ve Enver patronlarının yanına gitmişlerdi.
Tam hareket etmek üzereydim ki Melis’in tiz çığlığı odanın içinde yankılandı. Öyle ani ve keskin bir çığlıktı ki bütün dikkat onun üzerine çekildi. Başını geriye attı, yüzü buruştu. Ellerini aniden karnına götürdü. Tırnaklarını avuç içlerine gömecek kadar sıkıyordu. “A-agh! Karnım! Çok fena sancım var! Yavuz! Kızlar!”
Nefesi boğuk çıkıyordu. Koltuğa yaslanıp iki büklüm oldu, bir eli hâlâ karnını tutuyordu. Soluk soluğa, nefes almakta zorlanıyormuş gibi inliyordu. Yanımıza hızla gelen Şamil’in gözleri büyüdü. Ne yapacağını bilemeyen bir ifadeyle önce Melis’e, sonra bize baktı. “Ne oluyor lan?!” diye kısık bir sesle sordu.
Olay öyle ani gelişmişti ki adamlar afallamıştı. Ama bizim kazanmamız gereken saniyeler vardı
“Emir yanınıza gelecek şimdi. Oyuna devam edin,” dedi Erim. “Biz çıkıyoruz. Her şey yolunda.”
Ben hemen eğilip Melis'in sırtını sıvazladım, gerçekten panik içindeymişim gibi nefesimi hızlandırdım. “Abla! Nefes al tamam mı?”
Melis kafasını salladı ama sesi titriyordu. “Çok kötü hissediyorum…” dedi ve acı çekiyormuş gibi inledi.
Emir koşarak yanımıza geldi. Yüzü endişeyle gerilmiş, kaşları çatılmış, gözleri alarma geçmiş bir avcı gibi etrafa bakıyordu. Birkaç saniyelik bir şaşkınlığın ardından neredeyse dizlerinin üstüne kayarcasına Melis’in yanına çömeldi. “Güzelim, iyi misin? Ne oldu birden?”
Sesi kesik kesikti, nefesi hızlanmıştı. Elleri panikle Melis’in yüzüne, ardından karnına gitti. Sanki gerçekten bir şeylerin ters gittiğine inanmış gibiydi. O kadar iyi rol yapıyordu ki bunu oyun olduğunu bilmesem ben bile inanırdım.
Melis acıdan kıvranan biri gibi inlemeye devam etti. Başını zar zor kaldırıp Emir’e baktı, gözleri suluydu. “Çok kötü hissediyorum, Yavuz… Bebeğim…”
Emir dişlerini sıktı. Çenesindeki kas gerildi, gözlerini kızgınlıkla adama çevirdi. “Neyi bekliyorsunuz? Bir doktor çağırın!” diye hırladı. Şamil ve Enver şaşkınca birbirlerine bakarken Emir, Melis’i kollarının arasına aldı. Hareketi öyle hızlıydı ki Melis irkilmiş gibi kollarına düştü.
“Boş boş duracağınıza yol verin!” diye bağırdı Emir. Sesindeki otorite ve telaş karışımı adamları hareketsiz bırakmıştı.
Bense kulaklıktan Direnç’in alçak sesini duydum. “Buse, Necati kapıda. Olan biteni anlamaya çalışıyor fakat telefon görüşmesi yaptığı için içeri henüz girmedi. Onu oyala. Diğerlerini görmesine izin verme. Seni kolayca tanıyamaz. Ama göz teması fazla uzun sürmesin.”
Kapının oraya bakmadan önce derin bir nefes aldım. Bedenim savaşmaya hazırlanan bir asker gibi gerildi. Necati’nin gölgeli silueti kapının eşiğinde belirdi. Kızları, Emir’i görmemeliydi. Dikkatini başka yöne çekmeliydim.
Bunu yapmak için sadece birkaç saniyem vardı.
Gözlerimi kısarak kapıya doğru döndüm, bizimkilerin önüne geçerek kapıya gittim. Necati’nin silueti karanlık bir gölge gibi kapının eşiğindeydi. Gözleri etrafı süzüyordu. Beni fark ettiğinde kaşlarını hafifçe kaldırdı.
İçimdeki tüm korkuyu bastırarak gülümsemeye çalıştım. Ne kadar sakin görünürsem o kadar güven verirdim. Ellerimi kavuşturup başımı hafifçe yana eğdim. “Ah, kusura bakmayın,” dedim sesimi olabildiğince doğal çıkarmaya çalışarak. “Biraz karışıklık çıktı da… Ablam hamile. Sancısı tuttu, şimdi izninizle acilen hastaneye gitmemiz gerekiyor.”
Necati’nin gözleri hâlâ üzerimdeydi. Beni süzüyordu ama şüpheyle mi yoksa merakla mı emin olamıyordum. “Siz kimsiniz?” diye sordu sonunda.
Çok bakmamalıydım ama birden de gözlerimi kaçırmak şüpheli olurdu. “Adamlarınız size gerekli bilgiyi verecektir.”
O sırada Emir, Melis’i kollarında taşırken hızla yanımızdan geçti. Necati’nin dikkatini dağıtacak kadar sert ve otoriter bir tavırla konuştu. Yüzünü görmesine izin vermemişti, Melis ise yüzünü Emir’in göğsüne gömmüştü. “Kenara çekilin! Acile yetiştirmem lazım karımı!” diye bağırdı.
Necati hafifçe geriledi. Şüpheyle Emir’e baksa da kargaşanın içinde bir mantık arıyor gibiydi. Ben de onun dikkatini üzerimde tutmaya devam ettim. “Gerçekten çok kötü oldu birden,” dedim başımı sallayarak. “Şimdi hastaneye götüreceğiz. Umarım bir şeyi yoktur.”
Necati’nin gözleri tam arkamda olan Beril’e kayacağı sırada bir adım daha attım, bedenimi hafifçe kapıya doğru çevirerek Necati’nin görüş açısını daralttım. Beril çıktıktan sonra ben de ofisten ayrıldım ve koşar adımlarla arabaya ilerledik. Arkamızdan baktıklarını hissedebiliyordum.
Arabaya yerleştikten sonra hızlıca alandan uzaklaştık. Ofisi epey geride bıraktığımızda terleyen alnımı sildim. “Uzun zamandır böyle güzel bir oyunculuk görmemiştim,” dedim ve Melis’e baktım.
Dudaklarını keyifli bir şekilde kıvırdı. “Ben de kendi performansıma şaşırdım. Umarım ileriye yönelik bir manifest yapmam ve hamile olursam eğer… hamileliğim sancılı geçmez. İptal, iptal, iptal!”
Beril güldü, eğleniyormuş gibiydi. “Oyuncu olman gereken konular var Melis. Okuluma kayıt yaptırmak istersen eğer yardımcı olabilirim.”
Melis homurdanarak başını iki yana salladı. “Yeterince efor sarf ettiğimi düşünüyorum, bu kadarı kâfi.”
Bedenimden yavaş yavaş çekilen adrenalin, bir yorgunluk dalgası gibi üzerime çöküyordu. Kısa bir sessizlik oldu derken Emir konuşmaya başladı. “Necati’yi atlattık. Gerisi bizi çok da bağlamaz. Şimdi şu yaşlı adama gidip anahtarını verelim. Necati anahtarın yokluğunu fark ettiği an bizi araştırmaya başlayacak, bundan eminim. Fakat izimizi kolayca bulamazlar. Direnç’le, Erim biz aşağıdayken güvenlik kameralarını halletmişler. Necati bizi görmedi, adamları bulamaz. Plakalar sahte, arabalar farklı.”
Derin bir nefes aldığımı hissettim. İşin zor kısmını halletmiştik. Asıl olay, Mehmet’in annesine ulaşmaktaydı.
Melis içini çekerek başını camdan dışarı çevirdi. Yorgun olduğu çok net belli oluyordu. “Bu kadar aksiyon bana fazla,” diye mırıldandı. “Ama şunu kabul etmek lazım… heyecan vericiydi.”
“Peki, en iyi oyunculuk ödülü kime gidiyor?” Konuşan kişi Alois’ten başkası değildi. Sesinde alaycı bir coşku vardı. “Ve… ödülümüz… hamile taklidiyle tüm adamları kandıran Melis’e gidiyor! Tebrikler bayanlar baylar, bu sahtekârlıkta bir başyapıt!”
Melis başını cama yaslamış halde gözlerini devirdi. “Sen de başımıza Ömür Gedik kesildin ha. Yorumlarını kendine saklasan?”
“Asla! Sinema eleştirmeni kimliğimle bu anı belgelemem lazım.” Alois’in sesi kahkahaya karıştı. “Bence Melis Oscar'ı hak etti ama en iyi yardımcı kadın oyuncu Buse olmalı. O soğukkanlı bakışlar, o çenesini sıkıp adamların saçmalıklarını tolere etme yeteneği… Gerçekten ödüllük!”
“Ya ben?” diye atıldı Beril kollarını kavuşturarak.
“Sana jüri özel ödülü. O sinirli çıkışların... Bir mafya patronunun kızını oynuyor gibiydin.”
Beril kıkırdayarak başını iki yana salladı. Alois’in bu halleri o kadar klasikleşmişti ki kimse şaşırmamıştı. Ama iyi ki aramızdaydı. Başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğdim ve ayağımdaki topuklularımı çıkarıp bacaklarımı göğüs hizama çektim.
Bir saatlik yolun ardından Direnç, daha dün geldiğimiz dükkânın önünde arabayı durdu ve peşinde olan biz de durduk. Arabadan inmeden önce ayakkabılarımı yeniden giydim, “Sizin gelmenize gerek yok,” dedim elimle kapı kulpunu kavrarken. “Zaten yeterince yoruldunuz. Direnç’le biz hallederiz.”
“Emin misin Buse?” Gözlerimi kırpıştırarak onayladım Emir’i ve kapıyı açarak araçtan indim. Direnç’le göz göze geldik, gülümseyerek elini öne doğru uzattı ve önünden yürümem için işaret etti. Belli belirsiz sırıttım ve adımlarımı hızlıca atıp dükkâna girdim.
Adam yine masasının başındaydı ve bir şeyler okuyordu. Bizi gördüğünde şaşkınlıkla baktı. “Bu kadar hızlı halletmiş olamazsınız değil mi?”
“Keşke şaka yapıyor olsaydık.” Direnç masaya doğru yaklaştı ve cebinden çıkardığı anahtarı ahşap masanın üzerine sertçe bıraktı. “Ama biz şaka yapmayız.”
Yaşlı adam, parmaklarını anahtarın üzerinde gezdirdi. Sırtını sandalyeye yaslayarak bize dikkatlice baktı. “Sizi küçümsediğimi sanmayın ama... bu kadar kısa sürede nasıl hallettiniz?”
“Soruların cevapları bazen can sıkıcı olabilir.”
Adamın yüzüne bu sözden hoşlanmadığını belli eden bir ifade yerleşti. Ama belli ki ne yaşadığımızı tahmin edebiliyordu. Çantasının içinden tütün kesesini çıkardı, ağır hareketlerle bir sigara sardı. Dudaklarına götürmeden önce bize baktı. “Çay ister misiniz?”
“Hayır,” dedim hızla. “Bunu neden yaptığımızı gayet iyi biliyorsun.”
Adam sigarasını yaktı ve derin bir nefes aldı. Akabinde cebinden katlanmış bir kâğıt çıkardı, masaya koydu ve parmaklarını üzerinde gezdirdi. “Mehmet’in annesi… Gülcan Şanlı. Son birkaç yıldır bu adreste.”
Demek Mehmet, annesinin soyadını kullanıyordu.
Gözlerimi kıstım. “Yalan söylemiyorsun değil mi?”
Adam hayır dercesine başını salladı. “Bir süredir şehir dışında bir bakım evinde kalıyor. Orayı gizli tutuyorlar ama benim bağlantılarım var.” Kâğıdı açıp önümüze itti. Üzerinde el yazısıyla yazılmış bir adres vardı. “Burası, aradığınız yer.”
Kâğıdı aldım ve hızla göz gezdirdim. Direnç de yanıma eğildi, adresi okurken kaşlarını çattı. “Burası biraz… tenha bir yer.”
Yaşlı adam hafifçe güldü. “Ne sandınız? Mehmet’in annesi sıradan bir bakım evinde olsaydı, çoktan bulunurdu.”
Dudaklarımı büktüm. “Bu bilgiye neden sahipsin?”
Adam gülümsedi, gözleri yaşını gizleyemeyen ince çizgilerle çevriliydi. “Bazı insanlar bana borçludur. Onların sırlarını saklamak benim işim.”
Direnç adresi ezberlemek ister gibi kâğıda uzun uzun baktıktan sonra bana döndü. “Gidelim.” Başımı salladım ve yaşlı adama son bir kez baktım. “Bu iyiliğini unutmayız.”
Adam hafifçe başını salladı. “Ben de sizin bugün bana yaptığınızı unutmayacağım. Hayatta kalın çocuklar.”
Dükkândan çıktıktan sonra Direnç, Emir’in arabasına doğru ilerledi ve ön kapıyı açarak adresi gösterdi. “Buraya gideceğiz.” Emir birkaç saniye adrese baktıktan sonra başıyla onay verdi.
Vakit kaybetmeden yola koyulduk, geçen saatlerin ardından şehre veda ettik. Beton binalar ve ışıklar geride kalmış, yerini uzun ağaçlara ve dar patikalara bırakmıştı. Bakım evi… ya da artık her neyse, gerçekten tenha bir bölgedeydi.
Sonunda, büyükçe bir binanın önüne geldik. Eskimiş taş duvarları, demir kapıları ve sarmaşıklarla sarılı yüksek pencereleri vardı. Girişi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı. Direnç arabayı park ettiğinde hepimiz bir an duraksadık.
“Burada gerçekten bir bakım evi olduğuna emin miyiz?” diye mırıldandı Melis.
Arabadan indik. Loş ışığın altında gölgelerimiz yere yansıyordu. Kapıya doğru ilerlediğimizde, içeriden zayıf bir müzik sesi duyuluyordu. Kapıyı açtık ve içeri adım attık. Giriş holü soğuktu. Soluk mavi duvarlar, eski tip tahta banklar ve birkaç yaşlı insan… Çoğu sessizdi. Bazıları birbirleriyle fısıldaşırken, bazıları öylece boşluğa bakıyordu.
Ön tarafta bir danışma masası vardı. Arkasında orta yaşlı bir kadın oturuyordu, sıkıca toplanmış saçları ve yorgun yüzüyle bize baktı. “Buyurun?”
İçimde garip bir huzursuzluk belirdi ama sesimi sakin tutarak konuştum. “Gülcan Şanlı ile görüşmek istiyoruz.”
Kadının yüzü bir an dondu. Gözleri hızla bizi süzdü ve sonra başını iki yana salladı. “Zor bir hastamız. Kolay kolay kimseyle görüşmez. Çok kez kaçtı ama kendi arzusuyla geri buraya geldi.”
Erim gözlerini kıstı. “Onunla konuşmamız gerekiyor.”
Kadın bir süre daha düşündü, ardından içini çekerek yerinden kalktı. “Bekleyin burada,” dedi ve ağır adımlarla koridorun sonuna doğru yürüdü.
Beril içini çekti. “Burası fazla… garip.”
“Garip değil,” dedim usulca. “Burada bir şeyler saklanıyor.”
O sırada kadının geri döndüğünü fark ettik. “Tuhaf ama kim olduğunuzu bile sorgulamadan görüşmeyi kabul etti. Yalnız aranızdan sadece bir kişinin gitmesini ve bu kişinin kadın olmasını istiyor. Odası ikinci katta. 2155 numaralı odada kalıyor. Merdivenler koridorun sonunda.”
Kadının isteği üzerine birbirimize baktık, Direnç elini omuzuma koydu. “Sen git, Buse.” Bir an tereddütle Beril ve Melis’e baktım. Onlar da Direnç’in dediklerini onayladıklarını mimikleriyle göstermişlerdi. Bunun üzerine başımı salladım ve koridorun sonuna ulaşıp merdivenleri tırmanmaya başladım.
Merdivenlerden çıkarken içimde garip bir ağırlık vardı. Kalbim göğüs kafesime sığmayacakmış gibi çarpıyor, her adımda dizlerimde garip bir titreme hissediyordum. Gözlerim oda numaralarını tek tek taradı, en sonunda gideceğim numarayı gördü.
Adımlarım ağırdı fakat odanın önüne sanki ışık hızıyla gelmiştim.
Derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan havanın içimdeki titremeyi dindiremeyeceğini bile bile. Parmak uçlarımda yankılanan ürkekliği bastırmaya çalışarak kapı kulpuna uzandım. Dokunduğum metal soğuktu, sanki yıllardır burada bekleyen bir mezar taşı gibi. Kapıyı yavaşça araladım. İçeriye sızan loş ışığın, odanın içini gri bir hüzün perdesi gibi sardığını hissettim.
Pencereden sızan solgun ışık, duvarlara biçimsiz ve ürkütücü gölgeler çiziyordu. Bu gölgeler hareket ettikçe şekil değiştiriyor, duvarlara sinmiş anıların yankıları gibi üzerime çöküyordu. Odanın içinde neredeyse hiçbir şey yoktu; bir zamanlar beyaz olduğu belli olan ancak yılların karanlığında kaybolmuş eski demir bir yatak, başucunda küçük bir komodin ve pencerenin hemen önünde duran, kaderine terk edilmiş bir sandalye.
Üzerinde, dünyadan elini eteğini çekmiş bir kadın oturuyordu. Kamburunu çıkarmış, umarsız bir teslimiyetle dışarıyı izliyordu. Solgun, gri bir kazak omuzlarından dökülüyordu. Zamanın ellerinden kurtulamamış, yılların ağırlığını taşıyan bir kumaştı bu. Saçları gümüş tellerle örülmüş bir hikâye gibiydi ama hâlâ güçlü, hâlâ dik duruyordu. Kadının yüzü görünmüyordu.
Ona ulaşabilmek adına, belki de bu ağır havayı biraz olsun delmek için titreyen bir sesle fısıldadım. “Merhaba.”
Sesim odanın duvarlarına çarpıp boğuk bir yankıyla geri döndü. Kadın kıpırdamadı, sanki söylediklerim bu havada eriyip gitmişti. Fakat birkaç saniye sonra, yavaşça sandalyeden kalktı ve yüzünü bana çevirdi. O an, ciğerlerime çektiğim hava içimde buz tuttu. Zamanın durduğunu hissettim. Ayaklarım yerden kesilmiş gibi bir boşlukta asılı kaldım.
Sesi, gecenin en soğuk anı kadar ürperticiydi. Beni bekliyormuş gibi, hatta bu anın geleceğini önceden biliyormuş gibi konuşmuştu. Sanki yıllardır bu odada, bu sandalyede, yalnızca benim gelişimi görmek için nefes alıyordu. Onun varlığı buradaki sessizlikten bile daha ürkütücüydü. Odanın solgun duvarları daralmış, gri gölgeler üzerimize çullanmıştı. İçimde huzursuzluğun yerini saf bir korku aldı.
Yıllar önce bana gerçekleri fısıldayan, geleceğimi gören… Falcı kadın. Yıllar sonra yeniden karşıma çıkan, bana yeniden gerçekleri fısıldayan, Falcı kadın. Bu kadın… Mehmet’in öz annesi miydi?
Nasıl bir kader yazılmıştı bana böyle?
Bedenim odanın soğuğuna yenik düşerken, içimdeki fırtına kopmaya başladı. Gülcan Şanlı’nın adı zihnimde yankılanırken, gözlerim istemsizce yüzünü taradı. Boğazıma düğümlenen nefesi yutkunarak bastırmaya çalıştım ama nafile. Midemde derin bir boşluk açılmış gibiydi, dizlerim yeniden titredi. Kalbim kaburgalarımı döverken, beynim bir sis perdesinin arkasına hapsolmuştu. Burası anılarla örülmüş bir kafes gibiydi ve ben, bilerek içine hapsolmuştum.
Beni zincire vuran şey, Gülcan Şanlı’nın masmavi gözleriydi.
İçinde ne geçmişin tozu ne de yaşlılığın yorgunluğu vardı. Gözleri dipdiri, keskin, sanki içimi okuyan bir hançer kadar keskindi. Bir falcıya yakışır gözler… Görülmemesi gerekeni gören, söylenmemesi gerekeni fısıldayan gözler.
Tek kelime. Emir gibi ama bir lütuf gibi de. Sesi o kadar sakindi ki bu sakinlik sinir bozucu derecede korkutucuydu. Gardımı indirmek istemiyordum ama ayaklarım bana ihanet etti. Kapıya en yakın sandalyeye çöktüm.
“Beni… hatırlıyor musun?” Sesim kırılgandı, kendim bile bu sorunun cevabını duymaktan korkuyordum.
Gülcan başını yana eğdi. Dudaklarının kıyısında belirsiz bir tebessüm vardı. “Hatırlıyorum mu?” diye tekrarladı alaycı bir tınıyla. “Buse… Beni tanımayan, ciddiye almayan kişi sensin. Ne yıllar önce ne de yıllar sonra karşına çıktığımda… Bana hiçbir zaman inanmayı tercih etmedin.” Yorulmuş gibi sustu, nefeslendi ve yeniden konuşmasına devam etti. “Buraya geleceğini en başından beri biliyordum.”
Kelimeler omzumdan aşağı bir çığ gibi düştü.
Zihnim uğuldamaya başladı. Gülcan Şanlı’nın sözleri beynimin kıvrımlarına işlenirken içimdeki o derin, dipsiz korku iyice büyüdü. Tüm vücudumu bir ürperti sardı. O kadar kesin, o kadar net söylemişti ki… Sanki yıllardır buraya, bu ana hazırlanıyormuş gibi. Sanki kaderimi avuçlarının içinde tutuyormuş gibi.
Yutkundum. Sesim boğazıma takıldı. Kelimeler zihnimde çırpınıyor ama dilime dökülemiyordu. İçimde, tüm bu olanları inkâr eden bir yan vardı. Ama aynı zamanda içimin derinliklerinde hiç itiraf edemediğim bir korku da yeşeriyordu.
“Ben… neden buradayım?” diye sordum nihayet. Sesim kendi kulaklarıma bile yabancı geldi. Buraya gelirken ne sebeple geldiğimi biliyordum fakat kadının sözleri beni öyle bir etkilemişti ki, varlığımı bile sorgulayacak durumdaydım şu an.
Gülcan, başını ağır ağır salladı. Parmaklarını sandalyenin kolçağında gezdirdi, bakışlarını gözlerime sabitledi. “Çünkü sonunda yüzleşmek zorunda kaldın. Sana bunu daha önce de söyledim, Buse. Gerçeklerden kaçamayacaksın. Yine yüzleşeceksin. Şimdi git, bugünlerinin tadını çıkar.”
“Kendinle savaştığın süreçte çok şey değişti. Sen büyük bir felaketten kurtuldun. O çocuk senin kaderinle oynadı. Ama gerçeklerden kaçamayacaksın. Yine yüzleşeceksin. Şimdi git, bugünlerinin tadını çıkar.”
“Sen... sen bir erkek kardeşten bahsetmiştin...” dedim yüzüne bakarak. “Negatif enerjili bir erkek figüründen ve onun küçük bir erkek kardeşi olduğundan söz etmiştin. Ama Mehmet'in kardeşi yok?”
“Yok, evet,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Ya da sen yok diye biliyorsun. Buse bu kadar saf olacağını düşünmezdim. O velet sana her şeyi yaptı ve sen kardeşi yoktu diyorsun... Buna mı takılıyorsun? Aptal mısın sen! Kime güveneceğini seçerken dikkatli ol. Bazen ilaç sadece yaralandığın yerdedir.”
“Sana gerçek ışığı gösterebilecek tek kişi senin kaderinle oynayan kişi. Belki bir hata yaptı ama ona güven.”
Gülcan derin bir nefes aldı. Ellerini dizlerine koyup hafifçe eğildi, bakışları uzaklara daldı. Yılların biriktirdiği ağırlık omuzlarını daha da çökertmiş gibiydi. “Bana inanıp inanmaman artık umurumda değil Buse,” dedi sesi kararlı bir tınıyla. “Ama sen buradasın. Demek ki kaçamayacağını sen de anladın.”
Kaç kere kaçmaya çalışmıştım? Gerçekleri bilmemek, bazen bilmekten daha huzur vericiydi. Ama şimdi tam karşımda oturan bu kadın, geçmişin kapısını aralamaya hazırdı.
“Her şey, Aktan Atasoy’un karşıma çıkmasıyla başladı. Aktan’ı tanıdığımda, dünyadaki en karizmatik adam olduğunu düşünürdüm. Beni ilk gördüğünde gözlerimin içine öyle bir baktı ki… Sanki ruhumu görüyordu. Akıllıydı, çekiciydi ve en önemlisi, beni gerçekten anlıyordu. O zamanlar, bir adamın sözlerine nasıl kanılmayacağını bilemeyecek kadar gençtim.”
Kadın parmaklarını birbirine kenetledi. Anılar zihninde canlanırken yüzüne acı bir tebessüm yerleşti. “Onunla birlikte olduğumda, hayatımın en mutlu günlerini yaşadığımı sanıyordum. Ama sonra…” Bir an duraksadı. Cümlenin devamını biliyordum. “Sonra öğrendim ki…” Gözlerimin içine baktı. “Aktan evliymiş.”
İçimde, bu kadına acımak istemeyen bir yan vardı.
Aktan Atasoy… Babam. Annem dışında bir kadına daha aynı yalanları mı söylemişti? Midemde garip bir sıkışma hissettim. Sanki oturduğum yerden kalkarsam düşecektim.
Gözlerimi Gülcan’ın yüzüne diktim. Anlatırken sesi titremiyordu ama gözlerinde bastırılmış yılların ağırlığı vardı. Acısını kelimelerine hapsetmişti. “Evli olduğunu bilmiyordum,” dedi, sanki bunu kendine bile ispatlamak zorundaymış gibi. “Yemin ederim, bilmiyordum. Ama öğrendiğimde artık çok geçti. Çünkü…”
Duraksadı. Bekledim. “Çünkü ondan iki oğlum olmuştu. Evet biz evlenmedik ama yaptım bir hata. İlk önce Mehmet doğdu, bir yıl sonra Murat…”
Kaşlarım çatılırken, “Murat…” diye mırıldandım. “Bize, Mehmet’in öz abisi olmadığını söylemişti.”
Histerik bir şekilde güldü. “Yalan söylemiş. Muhtemelen kaçacak delik bulamadı, bunu söylerse işin içinden sıyrılacağını sandı. Mehmet ve Murat senin üvey kardeşlerin, Buse.”
Gülcan konuşmaya devam etti ama sesi bana çok uzaktan geliyordu.
“Aktan, bu gerçeği öğrendiğimde çoktan beni terk etmişti. Beni ve çocuklarını. Beni sevdiğini, sonsuza kadar yanımda olacağını söyleyen adam, bir gün hiçbir şey olmamış gibi arkasına bile bakmadan çekip gitti.”
Başımı kaldırdım, gözlerim dolmuştu ama ağlamıyordum. Gülcan’ın yüzünde artık hüzün yoktu. O hüzün çoktan öfkeye, sonra da kabullenişe dönüşmüştü. “Ama asıl trajedi,” dedi hafifçe gülümseyerek. “O günden sonra başladı.”
Ben hâlâ nefesimi dengelemeye çalışırken o, geçmişin karanlık tünellerinden yürüyerek bana doğru geliyordu. “Aktan gitti,” dedi gözlerini kısarak. “Ama ardında bir enkaz bıraktı. O enkazın altında ben ve çocuklarım kaldık.”
İçimde bir ürperti hissettim. Göğsüm daraldı.
“Ne oldu?” diye sordum kelimeleri zorla ağzımdan çıkartarak.
“Mehmet hep güçlü görünmeye çalıştı. Ama gücünü yanlış yerlerde aradı.”
Mehmet’in kim olduğunu biliyordum. Yaptıklarını, insanları nasıl harcadığını, nasıl gözünü kırpmadan ihanet ettiğini… Ama Gülcan’ın sözleri bambaşka bir pencere açıyordu.
“Aktan onları hiç aramadı mı?”
Gülcan alaycı bir kahkaha attı. “Aramak mı? O sadece ihtiyacı olduğunda geri döndü.” Bir an durdu. Gözleri, geçmişin karanlık bir köşesinde kayboldu. “Ve geldiğinde,” dedi boğuk bir sesle. “Benden bir şey istedi.”
“Mehmet’i,” diye mırıldandığımda başını salladı. “Kabul etmedim, oğlumu böylesine karaktersiz birisine vermek istemedim ancak Mehmet o gün bana ihanet etti ve babasıyla gitmeyi tercih etti.”
Bir çığlık atacak gibi hissettim. Bir şeyler sökmek, parçalamak, bütün bu hikâyeyi ellerimle değiştirmek istedim. Ama oturduğum yerden bile kalkamıyordum.
Gülcan devam etti. “O zaman ne için istediğini anlamamıştım. Ama sonra fark ettim. Aktan, Mehmet’i kendi halefi yapmak istiyordu. Kendi kanından gelen birini yetiştirmek. Onu, yükselişi için kullanmak. Ve o küçük çocuk… Bir baba özlemiyle, bir anlam arayışıyla… Kendisini ona teslim etti.”
Mehmet ve Murat. Babamın çocukları. İkisi de karanlığa sürüklenmişti. Ama birisi, diğerinden daha tehlikeliydi.
Gülcan derin bir nefes aldı, gözlerinde karanlık bir gölge belirdi. “Ve sonra, Mehmet ile Murat arasındaki o bağ her şeyin başlangıcı oldu. Mehmet, babasının izinden gitmeye karar verdi. Kendi yolunu çizdi ama öyle bir yoldu ki... O yol insanları yok etmekten geçiyordu. Kendi çıkarları için her şeyi feda etmeye hazırdı.”
Gülcan’ın sesi artık titremeye başlamıştı ama gözlerinde bir öfke vardı. “Ama Murat… Murat çok farklıydı. O hala bir umut taşıyordu, bir kurtuluş arıyordu. Ama her şeyin bir bedeli vardı, Buse. Ve o bedel, işte o gün ödendi.”
Gözlerimi ona dikerken bir anda gerçekleri tam anlamamış gibi hissettim. İçimden bir şeyler boşalıp gitti ama bir diğer parça karanlıkla doldu. “Murat… O çocuk…” derken kelimeler ağzımda hapsoldu.
Gülcan gülümsedi ama bu gülümseme dehşet vericiydi. “Evet, o çocuk… Murat, babasının istediği şeyi yapmayı reddetti. O, kendi yolunu seçmeye karar verdi. Ama o kadar güçlü bir iradeye sahip değildi ve içindeki o karanlık tüm umutlarını yuttu. Sonunda o da Mehmet’le aynı yolda yürümeye başladı. Ve benim oğlum, babasının yanında şizofreni hastalığına yakalandı. Yaktı, yıktı. Etrafındaki her şeyi. Seninle evlenmesi gereken yaş on sekizdi. Daha zamanı olduğunu bildiği için de... başka bir kızın hayatını kararttı. Elinden yaşamını söküp aldı.”
“Sen...” Gözlerim Gülcan’ın üzerinde gezindi ama hâlâ tam olarak neyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordum. Onun burada olması, bu kadar şeyi bilmesi... Bunlar aklımı bulandırıyordu. “Nasıl falcı oldun?” diye sordum sonunda.
“Falcı mı?” Hafifçe güldü. “İnsanlar beni öyle tanıyor, evet. Ama falcı olmak bir seçim değil, Buse. Bir kader. Çocukluğumdan beri rüyalarımda gördüğüm şeyler gerçek oluyordu. Önce küçük şeyler; düşecek tabaklar, gelecek misafirler… Sonra daha büyük şeyler... İnsanların sırları.” Gözleri hafifçe kısıldı. “Bir noktada, görmezden gelemeyeceğimi anladım. Görüyorum, Buse. Gördüğümü inkâr edemem. Göremediğim tek şey Aktan oldu. Tek aptallığım.”
Tüylerim diken diken olmuştu. İçimdeki şüpheyi bastırmaya çalışsam da kelimeleri zihnimde yankılanıyordu. “Peki ya bizim yollarımız nasıl kesişti?” diye sordum. “Beni nasıl buldun? Ya da... ilk karşılaştığımızda beni tanıyor muydun?”
Gülcan derin bir nefes aldı, dudaklarını hafifçe büzdü. “Bunu en baştan anlatmam gerekecek,” dedi yavaşça. “İlk defa seni bir rüyada gördüm. O zaman adını bilmiyordum ama yüzünü net hatırlıyordum. Gözlerin... Gözlerin, Buse, rüyamda bambaşkaydı. Acı vardı ama aynı zamanda... güç. Bir gece yarısıydı, sen bir kapının önünde duruyordun. İçeri girmeye cesaret edemiyordun ama içeride seni bekleyen bir şey vardı. Korkuyordun. Ama sonunda kapıyı açtın.”
“İlk kez karşılaştığımızda,” diye devam etti. “Sana baktığım an o rüya aklıma geldi. O yüzden şaşırmadım. Seni tanıyordum, Buse. Ama sen beni tanımıyordun.”
Boğazım kurudu. “Peki... benim hakkımda başka ne biliyorsun?”
Gülcan hafifçe eğildi, gözlerini gözlerime kilitledi. “Birazdan söyleyeceğim şey, senin için fazlasıyla ağır olabilir.”
Kelimeleri sanki odanın içinde yankılandı. Nefesimi tuttum. Beni bir şeye hazırlamaya çalıştığını farkındaydım.
Gülcan’ın gözleri karanlık bir kuyunun dibine bakıyormuş gibi derindi. İçime garip bir ürperti yayıldı. Öylece durup bana bakıyordu. Birkaç saniye geçti, belki de dakikalar… zamanın akışı garipleşmişti. Sonra yavaşça başını salladı ve dudaklarından, tüm dünyamı yerle bir edecek o kelimeler döküldü.
“Sen ortadan kaybolduğun için, anneni baban öldürdü.”
Gözlerim kırpıştı. Kalbim aniden boşluğa düşmüş gibi bir hisse kapıldı. Midemde bir burkulma, kafamın içinde uğuldayan bir basınç… Söylediklerini tam olarak kavrayamıyordum. Yüzüne baktım, sonra tekrar duyduğumu düşündüm ama beynim reddediyordu.
Sandalye gıcırdadı, istemsizce yerimde doğruldum ve nefes almaya çalıştım. “Saçmalıyorsun.” Kelimeler dudaklarımdan inançsızca döküldü. “Bu… Bu mümkün değil!”
“Neden mümkün değil, Buse? Annenin nasıl öldüğü okuduğun günlükte yazıyor muydu ki?”
“Günlük mü? O günlüğü bana… sen mi gönderdin?”
Onaylarcasına başını salladı. “Öğrenmen gereken şeyler vardı. Sana bu iyiliği baban denecek adam yapmazdı, Buse. Tüm gerçekleri öğrendiğim gün babanla yüzleşmeye gittiğimde buldum günlüğü. O zamandan beri saklıyorum, sana vermek için.”
Yüzümde bir sıcaklık hissettim. Kan çekilmişti, avuçlarım buz kesmişti. Gözlerim bir noktaya sabitlenmiş, beynim uğuldayarak tek bir cümleyi tekrar ediyordu. Bu gerçek olamaz.
“Yalan söylüyorsun.” Sesim çatallaştı. “Bunu neden yapıyorsun? Bana neden böyle bir şey söylüyorsun?”
Gülcan, sanki zaten beklediği bir tepkiyle karşılaşmış gibi iç geçirdi. Sandalyeye yaslandı, elini alnına götürdü ve kısık bir sesle konuştu. “Baban, anneni seviyordu ancak annesini, annenden daha çok seviyordu. Babaannen, anneni hiçbir zaman sevmediği için babanın beynini yıkadı. Ve bu aşk zamanla çıkara döndü.”
Nefes almayı unuttum. Sanki biri beynime bir çekiçle vuruyordu. Göz kapaklarım seyirdi. “Hayır…” Sadece bunu diyebildim. “Bu olamaz.”
“Erim, babanın yoluna taş koydu. Erim olmasaydı… şu an yaşadığın hayat çok farklı olabilirdi, Buse. Bu gerçeklerle yüzleşmen, babanın himayesi altındayken öğrendiğin şeyler olabilirdi fakat olmadı. Erim, senin kaderinle oynadı. Yaptığı şey iyi değildi belki ama… o senin hayatını kurtardı, Buse.”
Benim babam, yalnızca annemin ve sevdiğim adamın babasının katili değildi. O, duyguların da katiliydi. O, insanların hayatlarını sadece bedenleriyle değil, ruhlarıyla birlikte öldüren biriydi. Bir insanın yalnızca canını almakla yetinmeyip, geride kalanların yaşamını da mahveden biriydi.
Benim babam, sadece kan akıtan bir adam değildi. O, umutları da kanatırdı. Birini toprağa gömerken, diğerlerinin hayallerini de beraberinde mezara indirirdi. O, birini öldürdüğünde geride kalanlara nefes almayı haram ederdi. Sevgiye, güvene, sıcak bir aileye duyulan inancı da yok ederdi.
Benim babam, yalnızca bir cellat değildi. O, gözyaşlarının, mutluluğun, sevginin, inancın, dostluğun ve aşkın da celladıydı. O, insanı sadece öldürmezdi; yaşarken de öldürürdü. Birini kaybetmenin acısını yaşatırken, aynı zamanda geride kalanların kalbini de kuruturdu.
Benim babam, her anlamda bir katildi. Beni de içten içe öldüren, geçmişimi, geleceğimi, ruhumu karanlığa mahkûm eden bir katil…
İçimden gelen çığlık dışarı çıkamadı. Göğsüme oturan ağırlık o kadar eziciydi ki, nefesim düzensizleşti. Başımı iki elimle tuttum, alnımı duvara yasladım. Soğuk duvar belki de içimde alev alev yanan bu gerçeği dondurur diye düşündüm.
Ama gerçek, buz gibi bir duvarla değil, içimi kavuran bir yangınla yüzleşmemi istiyordu.
Derin bir nefes aldım, titreyen sesimi toparlamaya çalışarak başımı kaldırdım. Gözlerimi kadına diktim. Onun da yüzünde geçmişin yükünü taşıyan bir ifade vardı. “Mehmet nerede?” Gözlerim karanlıkta kaybolmuş birinin ışık arayışı gibiydi.
Kadının dudakları aralandı, sesi neredeyse bir fısıltıydı ama söylediği her kelime bıçak gibi ruhuma saplandı. “Mehmet şehrin dışında, eski tren istasyonunun yakınındaki depoda.”
“Ama oraya vardığında onu ölü bulacaksın, Buse.”
İçimde bir şeyler paramparça oldu. Beynim, kalbimle savaşırken, bedenim otomatik bir refleksle harekete geçti. Düşünmedim. Sorgulamadım. Tek bildiğim, o an oraya gitmem gerektiğiydi.
Kadının ne söylemeye çalıştığını umursamadan arkamı dönüp hızla kapıya yöneldim. Seslenmedi bile. Çünkü ne yapacağımı o da biliyordu. Kapıyı açıp dışarı fırladım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Direnç’i gözlerimle aradım, herkesi köşede beklerken buldum.
“Anahtarları ver.” Sesim sert, kontrolsüzdü.
Direnç kaşlarını çattı. “Ne oluyor Buse?”
“Anahtarları ver Direnç! Yalvarırım bana anahtarları ver.”
Direnç tereddüt etti ama gözlerimdeki ateşi görünce bir şey sormadan cebinden anahtarı çıkardı, avucuma bıraktı. O an kimseyi umursamadım. Binadan çıkar çıkmaz arabaya atladım ve kontağı çevirerek gaza bastım.
Arkamdan sesler yükseldi ama kimsenin beni durdurmasına izin veremezdim.
Rüzgâr gibi yola çıktım. İçimde kopan fırtına gözlerimi yakıyordu. Düşünmek istemiyordum. Anlamlandırmak istemiyordum. Sadece yetişmek… Sadece onu canlı bulmak istiyordum.
Kadının sesi zihnime kazınmıştı.
“Oraya vardığında onu ölü bulacaksın.”
Direksiyonu sıkıca kavradım. Hayır. Bu doğru olamazdı. Arabayı nasıl sürdüğümü bilmiyordum. Zamandan ve mekândan kopmuştum. Frene dokunmadan, hızımı kesmeden, yalnızca içimdeki dehşetle yol aldım.
Ardımda hareketlenme vardı. Dikiz aynasından baktığımda, Emir’in arabasının beni takip ettiğini gördüm. Yanında diğerleri de vardı. Ama şu an bunun hiçbir önemi yoktu.
Birkaç dakika sonra eski tren istasyonuna vardım. Frenlere bastım, tekerleklerden çıkan çığlık ortamın sessizliğini yardı. Kapıyı açar açmaz arabadan fırladım. Depoya doğru koştum. İçimde tuhaf bir ürperti vardı. Kalbim çılgınca atıyor, midem düğüm düğümdü.
Bedeni ipte ağır ağır sallanıyordu. Zayıf bir rüzgâr, demir kokulu havayı dalgalandırdı. Paslı kirişler gıcırdadı.
Yerdeki kan lekeleri gözlerimi yaktı. Mehmet’in bileklerindeki morluklar, tırnak izleri… Direnmişti. Ama yetmemişti. Sonunda pes etmişti. Yüzü öylesine donuktu ki sanki ölümün soğuk eli yalnızca tenine değil, ruhunun derinliklerine de işlemişti.
Solgun yüzü, boş bakan gözleri ve kanlı gömleğiyle artık bu dünyada değildi. Ciğerime keskin bir bıçak saplanmış gibi nefesim kesildi. “Hayır…” Adımlarım geri gitti. Midem bulandı, nefes almakta zorlandım.
Arkamdan ayak sesleri duyuldu. Birileri içeri girdi ama kim olduğunu umursamıyordum. Tek gördüğüm, tavana asılı bir şekilde ölü olan adamdı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü.
Gözlerimi kırpmadan, boşluğa bakan Mehmet’in yüzüne kilitlendim. O, artık burada değildi. Bedeninin sallanışı mideme yumruk yemişim gibi hissettirdi. Kim? Kim yapmıştı bunu?
Ellerim titredi, gözlerim karardı. Her şey bulanıklaşırken arkadan gelen sesler, uzaktan yankılanan uğultular gibiydi. Biri adımı fısıldadı ama kimin sesi olduğunu bile ayırt edemedim.
Gözlerim Mehmet’in bileklerindeki morarmalara kaydı. Direnmişti. Mücadele etmişti. Ama sonunda… Beni korkutan şey onun kaçmaya çalıştığı değil, ölümü kabullenmiş gibi görünen yüzüydü.
Arkamda birileri konuşuyordu ama kelimeler suyun altından geliyormuş gibi boğuktu. Emir’in sesi mi? Melis’in tiz çığlığı mı? Direnç’in küfürleri mi? Hiçbiri gerçek gelmiyordu.
Tavanın paslı kirişlerine bağlı ipin sert düğümüne odaklandım. Parmak izleri var mıydı? Boğuşma izi? Buraya zorla mı getirilmişti yoksa kendi mi yürümüştü? “İndirin onu.” Sesim çıkıp çıkmayacağına karar veremeyen bir fısıltıydı.
Erim ve Emir göz göze geldiler. Emir’in yüzü taş kesilmişti ama Erim… O, o kadar sakindi ki içimde bir şeyler yerinden oynadı. Sanki ölüm, onun için yeni bir şey değildi. Belki de değildi.
Birkaç saniye içinde Erim cebinden bıçağını çıkarıp ipin sert düğümüne yaklaştı. Eli titremedi. Bıçağın çeliği solgun ışıkta parladı ve bir kesik sesi duyuldu. Mehmet’in bedeni, tahta zemine ağır bir et yığını gibi düştü.
Dizlerim istemsizce kırıldı. Başım dönüyordu. Emir eğildi, Mehmet’in boynuna dokundu. Küfür etti. “Ölmüş.” Biliyordum. Ama duyunca içimdeki her şey kırıldı. Kırılan parçalar ciğerlerime battı.
Gözlerim, Erim’in bıçağından damlayan kana kaydı. Mehmet’in mi yoksa… Bir an için zaman durdu. Her şey sustu. Ve işte o an… O kadının sesi zihnime çarptı. “Eğer Erim olmasaydı, şu an bu hayatı yaşıyor olamazdın.”
Göz bebeklerim büyüdü. Kalbim, kaburgalarımı döven bir kurşun gibi çarptı. Bir adım geriledim. Dizlerim buz kesti. Erim başını kaldırıp bana baktı.
Erim’in yüzü bulanıklaştı. Bir anlığına onun orada olmadığını gördüm. Tavanın paslı kirişlerinde sallanan kişi Erim’di. Gözlerim kocaman açıldı. Erim, Mehmet’in yerine geçmişti. Onun boynu kırılmıştı, onun bilekleri mosmor kesilmişti. Dudakları aralıktı ama içinden hiçbir kelime çıkmıyordu.
Boğuk, kısılmış bir çığlık gibi sessizlik vardı. Ellerim buz kesti. Midem boşluğa düştü. “Hayır…”
Hafif, tüyleri diken diken eden bir kıkırdama duyuldu.
Başıboş bir yaprak gibi titredim. Gözlerim, karanlığın içinde bir hareket aradı. Mehmet oradaydı. Ama ipte değil. Tam karşımda yere çökmüş, dudaklarını eğreti bir sırıtışla kıvırmıştı. Kirli, pis bir gülümseme. “Ne oldu, Buse?” dedi sertçe. “Beni mi bekliyordun? Yoksa Erim’in orada olmasını mı?”
“Sen…” diye kekeledim. Mehmet başını yana eğdi. Parmaklarını yere sürttü, sonra kanlı ellerini havaya kaldırıp yüzüne sürdü. Dudaklarının arasından bir fısıltı döküldü. “Senin yüzünden.”
Boğazım düğüm düğümdü. Erim hâlâ ipteydi. Mehmet, Erim’e baktı. Sonra bana döndü. Mehmet’in sesi bir yılan gibi sokuldu kulaklarıma. “Erim’i kaybetmeyi göze alabilir misin, Buse?” diye sordu dehşet verici alayla. Erim’in adını bu kadar pervasızca söylemesi midemi bulandırıyordu. İçimdeki korkunun, öfkenin, umutsuzluğun bir girdaba dönüşmesini izler gibi keyif alıyordu. Güldü. “Ama o öldü. Artık sadece ben olacağım hayatında.”
Gözlerim karanlığa çapa atmış bir gemi gibi ipte sallanan bedene takılı kalmıştı. Beynim, bunun bir hayal olmasını diliyordu ama gözlerim, damarlarımdan akan kanın bile soğumasına neden olan gerçeği haykırıyordu. Erim. Onun bedeni orada, öylece nefessiz, ruhsuz… O her zaman dokunulmaz, ulaşılmaz, yıkılmazdı. Hep güçlüydü. Hep oradaydı. Ama şimdi?
İçimde bir çığlık doğuyordu. Öyle derin, öyle kökleri en dibe işlemiş bir çığlıktı ki bu, varlığımın bütün harfleri onunla parçalanıyordu. Dudaklarımı açmaya çalıştım bir ses çıkarmak için; belki bir yakarış, belki bir inkâr…
Ciğerlerim sanki bir demir pençeyle sıkılmış gibi daralmıştı. Konuşmalıydım. Bir şey yapmalıydım. Ama nasıl?
Onun gözlerini bir daha göremeyecek miydim? O kahverengi uçurumların içine düşemeyecek miydim? Sesi, adımı söylediğinde çıkan o kısık tını… Bir daha duyamayacak mıydım? O saçlarını, yorgun elleriyle geriye atışını… Ellerinin sıcaklığını, parmaklarının tenimde bıraktığı izleri, kokusunu, nefesini…
Erim. Öldü. Canımdan çok sevdiğim adam, öldü.
Mehmet’in gözlerindeki zafer parıltısını görebiliyordum. Ruhumu ezerek, kalbimi un ufak ederek, beni bir uçurumdan aşağıya atarak zevk alıyordu. Ve ben… Ben elimden hiçbir şey gelmeyen bir kukla gibi seyrediyordum.
İçimde bir yerlerden ilkel, kontrolsüz bir öfke kıvılcımlandı. Elleriyle kanını yüzüne süren bu adam… Beni yıllardır izleyen, adım adım plan yapan, beni altüst etmek için fırsat kollayan bu ruh hastası… O, benim acımı sahiplenemezdi. O, Erim’in adını ağzına bile alamazdı. Gözlerim hızla, tekrar Erim’e kaydı. İçimdeki öfke, korkuyla birbirine karışıyordu.
Gerçekten orada mıydı? O ip… Boynundaki o gölge… O, artık benimle olmayacak mıydı?
Bacaklarımın bağı çözülmüştü lakin ben yere düşmüyordum. İzin vermiyordum. Mehmet’in gözleri üzerimde gezindi. Karşısında yıkılmamı, çaresizce çığlık atmamı, ona teslim olmamı istiyordu. Ama ben nefesimi tuttum, tüm çığlıklarımı içime gömdüm, acımı zehir gibi yudumladım. Onu doyurmayacaktım. Onun karanlığına teslim olmayacaktım.
Bedenim, ruhumun içinde bir çırpınışa dönüşmüştü. Sanki Erim’in adını haykırırsam gözleri açılacaktı. Eğer ona uzanırsam, beni duyacaktı. Bu… Bu bir rüya olmalıydı. Kâbus… Beni uykunun en derin dehlizine gömmüş bir sanrı. Eğer yeterince çabalarsam, uyanabilirdim.
Ama uyanamadım. Çünkü bu, rüya değildi. Çünkü bu, en gerçek haliyle, en acımasız haliyle benim hayatımdı.
Ve Erim… Benim en gerçek, en hayati parçam… artık yoktu.
Bütün evren çökmüş gibiydi. Ben… Ben nefes almalıydım. Ama alamıyordum. Göğsüm daralıyordu. Boğazım yanıyordu. Mehmet gözlerimin içine baktı. Ellerimi sıktım. Çırpınmak istedim. Hayır, bu doğru olamazdı! Bu doğru olamazdı!
Erim!
Ve ben… İçimde koca bir mezar açıldığını hissettim.
Parmaklarım, derimi yırtarcasına avuçlarıma battı. Tırnaklarımın etime geçtiğini hissediyordum ama acıyı hissetmiyordum. Çünkü içimde yanmakta olan şeyin yanında hiçbir şey önemli değildi.
Başım döndü. Bedenim sarsıldı. Dizlerimin üzerine çökmeden önce birkaç adım sendeledim.
Bırakmazdın, değil mi Erim? Sen benim nefesimdin. Sen benim ışığımdın. Bana karanlığın içinden fısıldayan sesimdin. Benim en büyük savaşım, en büyük düşmanım ve en derin sığınağımdın. Bana hep, “Buradayım,” dedin.
İçimde yankılanan sessiz çığlık, gözyaşlarımla birlikte taşmaya başladı. Kafamı iki yana salladım. Kabul etmiyordum. Bu, gerçek olamazdı. Ellerimi başıma götürdüm, parmaklarım saçlarımı yoldu.
Tüm acım, tüm yıkımım. Mehmet’in ayak seslerini duydum. Beni seyrediyordu. Keyifle. Çünkü o, en zayıf halimi görmekten besleniyordu. Beni izliyordu. Ezilişimi. Çaresizliğimi. Yıkılışımı.
“Yazık…” diye fısıldadı Mehmet. Gözlerinde garip bir parıltı vardı. “Bu kadar mıydı? Gerçekten, sadece bir ölümü izleyerek mi yıkılacaktın?”
Gözlerim doldu. Kan çekilmiş yüzüne bakarken o pis gülümsemesini, o zehirli sesini içimde bir bıçak gibi hissederken nefesim hızlandı. Ellerimi yere bastım, tırnaklarım betona geçti.
Mehmet, ağır adımlarla yaklaştı. Eğildi. Yüzü, yüzüme birkaç santim kadar yakındı. Nefesi tenime değdiğinde midem bulandı. Sanki içimdeki her şey kusulmaya hazırdı. “Sen, gerçekten de onu seviyordun,” diye mırıldandı. Alaycıydı. Ve bu alay, damarlarımdaki kanı zehir gibi kaynatıyordu. “Beni bir an bile böyle sevmedin, değil mi? Benim için hiç böyle gözyaşı dökmedin.”
Mehmet konuşuyordu. Fısıltısı, acımı daha da körüklüyordu. Ama ben... ben yalnızca Erim’i düşünüyordum. Dudaklarımdan yükselen inilti, içimde bir fırtınayı paramparça etti. Ve o an... O an, çığlığımı daha fazla tutamadım.
Göğsümde sıkışan acı bıçak gibi boğazımı keserek yükseldi.
Adını haykırırken ciğerlerim yırtılıyormuş gibiydi. Bir parçamı, en değerli varlığımı, her şeyimi yitiriyordum. Nefes almak istedim ama nefes zehirdi. Gözlerim kör olmuş gibi yaşlarla kapanmıştı. Avaz avaz haykırdım. Tüm bedenim titriyor, çırpınıyor, acıyı içimde taşıyamıyormuşum gibi sarsılıyordu.
Ellerimi yumruk yapıp betona vurdum. Öfkeyle, çaresizlikle, kahrolası bir umutsuzlukla... Yere çarpa çarpa onu geri getirmeye çalışıyordum. Ama gelmiyordu. Gel. Lütfen. N’olur, beni bu karanlıkta bırakma.
Dizlerim betonun soğukluğuna gömülmüş, tırnaklarım avuçlarımı kanatmıştı. İçimde kopan fırtına ciğerlerime oturmuş bir ağırlık gibi beni nefessiz bırakıyordu. Erim gitmişti. Dünyamın ekseni kaymış, içimde hiçbir şey yerli yerinde kalmamıştı. Acım öyle büyüktü ki artık ne düşünmek ne de hissetmek istiyordum.
Sadece onun adını haykırarak varlığımı unutturmak istiyordum.
Önce bir el hissettim. Omzumda, hafifçe. Bir titreşim gibi geçti tenimden. Sonra başka bir el. Ve bir ses. Gerçek bir ses. “Buse…”
Kulaklarım uğulduyordu ama ses yavaş yavaş berraklaşıyordu. “Buse, sakin ol. Biz yanındayız. Sakinleş, derin nefesler almaya çalış.” Titredim. Ellerimi başıma götürdüm, kulaklarımı kapattım. Hayır. Bunlar gerçek değildi. Çünkü ben… Ben kaybolmuştum.
Bir çift güçlü kolun beni sarmaladığını hissettim. Göğsümden yükselen feryat, bir anda hıçkırıklara dönüştü. Gözlerimi kırpıştırdım. Yaşlar yanaklarımı ıslatıyordu. Ve o an…
Erim.
Gözlerim, irademi hiçe sayarak ona kilitlendi. Sanki tüm cihan varlığını ona adamış gibi çevremdeki suretleri silikleştiriyor, zamanın hükmünü bertaraf ediyordu. Teninden yükselen soluklar dengesizdi, derin bir girdabın içine hapsolmuşçasına titrek ve düzensizdi. Kaşları bir fırtınanın sancısını taşır gibi çatılmış, gözlerinde tarifsiz bir hengâme hüküm sürüyordu.
Endişe… Korku… Hüsran… Ve o mahzun perdelerin ardına gizlenmiş ama inkârı imkânsız bir şey daha; Aşk.
Boğazıma, içimde mezar taşı gibi ağırlaşan bir yumru oturdu. Yutkundum ama nafileydi; sanki içimde bir volkan uyanıyor, derinlerden yüzeye ulaşmaya çalışan kadim bir hakikat çatlaklardan sızıyordu. Etrafımı saran kolları hissizce silkip attım, her bağdan sıyrılan bir mahkûm edasıyla toprağın bağrından doğruldum. Dizlerim yorgundu, nefesim ise yitik bir yolcunun son çırpınışlarını andırıyordu.
Önce bir adım attım. Sonra bir adım daha. Ve ardından, aklımdan geçen her tereddüdü bir rüzgâr misali savurarak ona doğru hızlandım.
Tüm kırgınlığımla, tüm çaresizliğimle, tüm perişanlığımla…
Sonsuzluğa savrulan bir yaprak misali ona sürüklendim.
Ve nihayet, göğsüne çarptığımda âlemdeki her şey suskunluğa gömüldü. Dünya, bu andan gayrısını reddedercesine durdu. Zamansız bir boşluğun içinde asılı kaldım. Soluğum, ciğerlerimde mahpus bir feryat gibi kilitlendi. Kollarım, korkuya kapılmış bir çocuğun geceye sarıldığı gibi çaresizce ona dolandı. Burnuma tanıdık, yitik ama sıcak bir koku çalındı. Erim’in kokusuydu…
Gövdesi sıcak, nefesi ürkek ama canlıydı. Tenine dokunduğum an yalnızca onu değil, kendimi de bulduğumu hissettim. Tırnaklarım sırtına geçti, gözlerimi yumdum ve dünyanın tüm karmaşasını geride bıraktım.
Ve işte o ânın mutlak hakikatini kavradım. Kaçamazdım. Artık mazeretlere sığınamaz, seni affedemem diyemezdim. İhanetin gölgesi kalbimin içinde uçurumlar açsa da içimdeki yangını inkâr edemezdim. Zira ben Erim’i seviyordum. Onu, ruhumun her kıvrımına işlemiş, kendimden dahi sakındığım bir ihtimamla seviyordum.
Onunla aramdaki mesafe bir cellâdın kılıcı gibi üzerime inemezdi artık. Ondan bir adım daha uzaklaşmak, ruhumdan bir parça koparmakla eşdeğerdi. Bedenimi, sanki varlığına sığınarak kaybolmak istercesine ona yasladım.
Ve o an, yıllardır içime çöreklenmiş kasvetin yarıldığına, içimde mahpus kalmış güneşin nihayet doğduğuna yemin edebilirdim. Kalbim, göğsümde bir kuş gibi çırpınıyor, zincirlerinden kurtulmuşçasına göğe yükseliyordu.
Göğsü, fırtınaya kapılmış bir deniz gibi hızla inip kalkıyordu. Ömrüm boyunca aradığım huzurun yalnızca buraya ait olduğunu biliyordum artık. Titreyen dudaklarımdan fısıltı misali adı döküldü. “Erim…” Sesim, yıldızların ötesinden gelen bir yankı gibiydi. “Sen… Buradasın. Ölmedin. Yaşıyorsun.”
Ağır bir şokun içinden çıkmaya çalışan elleri belime dolandı. Tereddüdü bir serap gibi geçip gitti, yerini sarsılmaz bir kesinlik aldı. Ne olursa olsun, hangi kasırgalar üzerimize çökerse çöksün, hangi sözler kanayarak geride kalırsa kalsın, benim için yegâne sığınak hep burasıydı.
Başım yalnızca oraya yaslandığında huzur bulurdu. Nefesim ancak onu soluduğunda hakiki bir mana taşırdı.
Erim benim mahvım, iflah olmaz hicranımdı.
Onsuz nefes almak, kurumuş bir dalın yeşermesini beklemek kadar beyhudeydi. Ömrümün güneşi, kalbimin tek melcei oydu. Onsuz geçen her an, yalnızlığa tutsak düşmüş bir ruhun iniltileriyle doluydu.
Tekrar, derin bir özlemle kokusunu içime çektim. “Buradasın.” Sesim rüzgârda savrulan bir kır çiçeği kadar hafif, bitkin ve yitikti.
“Buradayım, güzelim. Yanındayım.”
Sesi… En kudretli baharlar gibi içime serinlik serpiyordu. Yıllardır kapanmayan yaraların kabukları döküldü, içimde biriken hıçkırıklar boynumdan taşarak göğsüne aktı.
Gözyaşlarım titrek bir itiraf gibi sinesine damladı. Ardından tüm benliğimi sarsan bir ağıt misali hıçkırdım. “Özür dilerim...” Cılız, solgun, mahcup bir sesle… “Özür dilerim, sevgilim. Özür dilerim… Ben seni kaybedemem, Erim. Sensiz yapamam. Annem gibi, seni de kaybedemem. O, beni yaşatmak için ölüme yürüdü. Sen de beni kurtarmak için her şeyi göze aldın. Sana bu zulmü daha fazla reva göremem… Seni kendimden bir nefes daha uzak tutamam.”
Sözlerim, kalbimin en karanlık köşelerinden koparak dökülüyordu.
Erim, gözlerindeki kasveti saklamadan bir adım geriye çekildi. Ellerini omuzlarıma koydu ve usulca bedenimi kendisinden ayırdı. O güçlü sarsılmaz elleri, yüzümün iki yanını nazikçe kavradığında, gözlerinin derinliğine çekildiğimi hissettim. Başparmakları, yanaklarımı ıslatan damlaları usulca sildi.
“Kaybetmeyeceksin. Neden böyle düşünüyorsun Buse? Ben sana bir söz verdim ve bu sözü tutuyorum. Nereden çıkarıyorsun bunu?”
Sorusuna yanıt verecek mecali kendimde aradım ama bulamadım. Hıçkırıklarımın arasında titreyerek başımı iki yana salladım. “Ben sensizlikle başa çıkamıyormuşum,” diye fısıldadım ruhumdan eksilen parçaların bıraktığı boşluğu hissettikçe. “Daha fazla senden uzak kalamam.”
Gözlerindeki endişenin yerini bambaşka bir his aldı. O derin kahve harelerinin içi, bana söyleyemediği kelimelerle dolup taşıyordu. Yutkundu, âdemelması sessizce hareket etti. “Güzelim…” dedi usulca.
Bu kelime, içime bir melodi gibi işledi.
Alnını alnıma yasladı, nefesi soluğuma dolandı, kanıma karıştı. Gözleri gözlerime bir mıh gibi saplandı. Dudakları, söylenmemiş binlerce kelimenin ağırlığını taşıyordu. Yalnız ben değil, o da tükenmişti. Zaman, ikimizin de sırtına ağır bir yük gibi binmiş, bizi usul usul eğmişti. Omuzlarımızda yılların yorgunluğu, yüreğimizde kapanmamış yaraların izleri vardı.
Ne bir kelimeye gerek vardı ne de bir açıklamaya… Beni yeniden sardı, kollarını tereddüt bile etmeden üzerime mühürledi. Dudakları saçlarıma dokunduğunda içimdeki tüm fırtınalar diner gibi oldu.
Erim’e karşı koyacak ne bir duvarım ne de kaçacak bir yolum kalmıştı.
Gururum, inatçılığım, içimde yıllarca biriktirdiğim öfkeler… hepsi birer birer eriyip rüzgâra karıştı. Kalbimin içindeki son direnişin de küle dönüp savrulduğunu hissettim. Onun ellerinde küçüldüm, kokusunda kayboldum, sevgisinde eridim.
Ve zaman, o an bizim için durdu. Ne geçmişin yükü vardı ne de geleceğin belirsizliği. Sadece kalp atışlarımız, birbirine karışan nefeslerimiz ve içimizi saran o tarifsiz sıcaklık...
O an anladım ki hiçbir yol beni Erim’den uzağa götüremezdi artık. Erim’di işte. Evimdi, nefesimdi, kalbimdi.
Sen.
Bunu inkâr etmek, kendi varlığımı yadsımak gibi. Benliğime işlenmiş, soluğuma sinmiş bir aşkla bağlıyım sana. Her bakışında kayboluyor, her kelimene tutunarak yeniden doğuyorum. Sesin, içimde yankılanan en güzel melodi, dokunuşun; hayatın tüm yaralarını saran tek ilaç.
Seninle varım. Seninle tamamım.
Sen.
Karşı koyamadığım, ruhumu ateşe atan en büyük günahımsın.
Ne kaçabiliyorum ne de bu ateşte yanmaktan vazgeçebiliyorum. Sen, aklımı çelen en büyük imtihan, kalbime mühürlenmiş en büyük hükmümsün. Seni sevmek, yasaklı bir cennetin kapılarını aralamak gibi; girersem mahvolacağımı biliyorum ama geri dönmeye de mecalim yok.
Sen.
Hem en büyük cezam hem de vazgeçemediğim kaderimsin.
Bölüm Sonu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
7.66k Okunma |
412 Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |