51. Bölüm

Bölüm 51 - Piyanonun Gölgesindeki Kıyamet

tuğba ♡
tuvbaveotesi

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 51 – Piyanonun Gölgesindeki Kıyamet

Kamaşıyor gözlerim bebeğim,
Öyle gülmek olur mu gözünü seveyim?
Cennet dudaklarınmış,
Öp de öleyim…

Model - Mey

Gözleri bir sağa, bir sola, bir karşısına bakıp duruyordu küçük kız çocuğunun. Hastanelerde yatmayı sevmiyordu çünkü her gün izlediği çizgi filmler ya da sevdiği yemekler burada yoktu. Masum suratındaki parlak gözleri koluna kaydı bir an. Dudakları büzüldü. “Ben şimdi kolumu bir daha kullanamayacak mıyım yani?” diye fısıldadı yaşadığı burukluk sesine yansırken. “Artık tek elimle mi çamurdan pastalar yapacağım?”

“Hayır, bir tanem. Bu geçici bir süreç, tedavin bitene kadar kullanamayacaksın sadece kolunu.”

Buse, bakışlarını içeriye giren babasına çevirdi. Elinde su ve Buse’nin en sevdiği kekten vardı. Heyecanla açtı gözlerini. “Baba! O keki hemen şimdi yemek istiyorum, lütfen!”

Babası gülümseyerek kızının yanına yaklaştı, sandalyeye oturdu. Elindeki Hindistan cevizli kekin paketini açtı ve Buse’nin dudaklarına yaklaştırıp ısırmasına izin verdi. Birkaç ısırıktan sonra da suyu içirdi.

“Başka bir şey de istiyor musun güzel kızım?”

Buse, parmaklarının kenarlarıyla dudaklarında kalan ıslaklığı sildi ve arkasına yaslandı. Bu soru üzerine gözleri kocaman açılmıştı. Bir süre düşündü, düşündü, düşündü. En sonunda, “Mor kelebekler!” dedi coşkuyla. “Bir sürü, bir sürü mor kelebek istiyorum, baba! Ben mor kelebekleri çok seviyorum. Hastaneden çıktığımda odamın içinde mor renkli kelebekler istiyorum. Yapabilir miyiz? Yapabiliriz değil mi?”

Ender Uluer şefkatle baktı küçük kızına. “Yaparız tabii ki güzelim. Sen oldu bil.”

Buse heyecanla alkış tutmak adına elini havaya kaldırdı ancak diğer elinin alçıda olduğunu tekrar ve tekrar fark etti. “Baba,” diye fısıldadığında gözlerine mahcup hissetmesinin yansıttığı ışık düşmüştü. “Bana kızmadın değil mi? Ben sadece... o çocuğun zarar görmesini istemedim. Eğer onu kendime çekmeseydim ve yere düşmeseydik… o kamyon ona çarpabilirdi. O çocuk ölebilirdi, baba. Çocuklar ölmek için fazla küçük değiller mi? Özür dilerim.”

Babası başını olumsuz anlamda iki yana salladı, oturduğu sandalyeyi yatağa biraz daha yaklaştırarak kızının başını okşadı. Yedi yaşındaki kızının ölümü bu denli iyi bilmesi babasını hem üzmüş hem de dudaklarında silik bir tebessüm bırakmıştı. “Kızmadım, prensesim. Neden kızayım? Sen kötü bir şey yapmadın.”

“Baba...” dedi yeniden Buse bakışlarını duvardaki saate çevirirken. “O bugün neden gelmedi? Her gün tam saat on iki de buraya olurdu. Saat bir olmuş. Artık gelmeyecek mi?”

Buse’nin bu sözleri üzerine yaklaşık on dakikadır kapının arkasından onları dinleyen Erim sanki yakalanmış gibi irkildi, her gün olduğu gibi bugün de parmaklarının arasında tuttuğu çiçeğe baktı. Her geldiğinde Buse için kaldırım kenarlarından çiçek koparırdı. Onun için bu çiçekler sıradan bir kaldırım çiçeği değildi; bir alışkanlığın, hatta belki de bir bağlılığın simgesiydi.

Ama bugün parmaklarının arasında olan çiçek kaldırım çiçeği değildi. Babası, elindeki bu çiçekten annesine tam on bir tane getirmişti. Anlamını bilmiyordu ama bulunması çok zor bir çiçek olduğunu duymuştu babasının dudakları arasından. Ve izin alarak çiçeklerden birisini Buse’ye getirmişti.

Erim, çiçeğe son bir kez daha baktı ve hafifçe kapıyı çaldı. İçeri girmeden evvel ellerini arkasında birleştirdi. Çiçeği direkt görmesini istemiyordu. Nefeslendi ve çekingen adımlarla içeri girdi. Belki beş gündür buraya geliyordu ama yine de çekinmeye devam ediyordu. Çünkü karşısındaki küçük kız çocuğunun kolunun kırılmasının sebebi kendisiydi. Kendisini affedemiyordu. Kendisini borçlu hissediyordu.

Buse’nin gözleri Erim’i gördüğünde parlak bir yıldız gibi ışıldadı anında. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi, “Hey!” diye neşeyle seslendi. Kollarını açmak istedi ama birinin alçıda olduğunu hatırlayınca dudaklarını büktü. Galiba alışamayacaktı bu duruma. “Bugün gelmeyeceksin sandım!”

Erim, bir an konuşamadan ona baktı. İçeri girdi, elindeki çiçeği arkasında saklamaya devam ederek yatağın yanına yaklaştı. “Ben… şey… geç kaldım.” Kendi bahanesinin zayıflığını fark edip başını eğdi. Asıl sebep, onu bu halde olmasını görmek istememesiydi. Buse’nin acı çektiğini bilmek içini kemiriyordu.

Buse, gözlerini kısarak ona dik dik baktı. “Yalan söylüyorsun,” dedi çocuk saflığıyla. “Ama önemli değil! Geldin ya, artık üzülmüyorum.” Sonra başını yana eğip ekledi. “Peki hediyem nerede?”

Erim, bir an afalladı. “Hediye mi?”

“Her gün gelirken bir çiçek getiriyorsun ya hani! Bugün getirmedin mi yoksa?” Bunu ciddiyetle söylememişti Buse. Karşısındaki bu çocuk kimdi bilmiyordu. Onu tanımıyordu. Daha önce görmemiş, adını bile duymamıştı. Ama yine de her gün kendisini görmeye gelmesi hoşuna gidiyordu.

Ve her gün çiçek getirdiği için bunu sorma gereksinimi duymuştu.

Erim, elindeki çiçeği hızla arkasından çıkartıp ona uzattı. “Tabii ki getirdim!”

Buse uzatılan çiçeği aldı, hayran olmuş bakışlarla çiçeği kokladı. “Ama bu…” diye mırıldandı ve babasına döndü. “Baba, sen daha önce hiç mavi gül gördün mü? Ben hiç görmedim!” Gülü, babasına verdi. “Baba! Çok güzel kokuyor. Benim ilk kez mavi bir gülüm oldu.”

Ender, hafifçe gülümsedi. Gülü kokladı ve “Mavi gül zor bulunan bir çiçek türüdür, kızım,” diyerek açıklamada bulundu. “Gerçek aşka ulaşmanın zor ama sonsuz olduğunu anlatır bize.” Bakışlarını Erim’e çevirdi Ender Uluer. “Bu çiçeği… nereden buldun?”

“Babam,” dedi kısık bir sesle Erim. “Anneme almıştı.”

Ender Uluer anlayışla başını salladı ve gülü yeniden Buse’ye uzattı. “Birazdan çıkacağız hastaneden. Ben şimdi gidiyorum, çıkış işlemlerini halledip geri döneceğim. Tamam mı?”

Buse onaylarcasına gözlerini kırpıştırdı ve babası odadan çıktıktan sonra Erim’le baş başa kaldı. Erim hâlâ mahcup bakıyordu Buse’nin gözlerine. “Ben… özür dilerim,” dedi sanki günlerdir hiç bu kelimeleri kullanmıyormuş gibi. Buse artık bu cümleyi duymaktan usanmıştı.

“Lütfen artık özür dileme!” diye yakındı anında. “Sonuç olarak ölmedim, sadece kolum kırıldı.”

Erim, Buse’nin sözleri karşısında kaşlarını çattı. “Özür dilemekten vaz mı geçeyim? Kolunu kırmana sebep oldum sonuçta!”

Buse gözlerini devirdi, yatağında hafifçe doğrulmaya çalıştı ama alçılı kolunu oynatamayınca sinirlendi. “Sebep olan sensin de... aslında sen değilsin! Yani tam olarak sen değil! Yani… karmaşık işte!”

“Anlamadım.”

Buse ona bilmiş bilmiş baktı. “Tabii ki anlamadın. Sen pek zeki görünmüyorsun zaten.”

Erim ellerini iki yana açtı. “Çok konuşuyorsun!”

Buse gözlerini kısarak sırıttı. “Çünkü haklıyım!”

Erim bir an ona bakıp başını iki yana salladı. “Seninle konuşmak çok zor.”

“Seninle konuşmak da çok zor! Sadece özür dilerim diyorsun başka hiçbir şey demiyorsun! Çok sıkıcısın.”

“Başka bir şeyler mi dememi istersin?”

Başıyla onay verdi Buse. “Hem de çok isterim.”

“Keşke…” diye fısıltıyla konuştu Erim. Bugün gidecekti Buse. Erim’in son görüşüydü Buse’yi. Yeniden karşılaşırlar mıydı ki? Bilmiyordu. “Keşke bugün seninle son günümüz olmasaydı.”

Kar, sanki bizim gelmemizi bekliyormuş gibi yağıyordu dün geceden beri. Kolumu açık olan pencereden dışarıya doğru uzattım, kar tanelerinin siyah badime düşmesine izin verdim. Kolumu geriye çekip pencereyi kapattıktan sonra siyah badimin üzerinde eşsiz güzelliklere sahip olan kar tanelerine gözlerimi kısarak baktım.

Aslında kar tanelerinin, hayatımızdaki yaşanan olaylarla bir noktada bağlamı olduğunu düşünüyordum. Hiçbir kar tanesine yakından bakmadan asıl güzelliğini göremiyorduk ve bu, insanlarla olan ilişkimiz için de geçerliydi.

Bir kişiyi tanımadan yaptığımız yargılar bizi yanıltabilirdi. Beğendiğimiz birisinin içi bizi yakabilir, beğenmediğimiz birisinin içi bizi dünyanın en mutlu insanı yapabilirdi.

Ve bu yanılsamayı zamanında ben de yaşamıştım.

Belki birçok kişide yaşamıştım ama ölene kadar izini devam ettirecek kişi hiç şüphesiz ki Erim Koral’dı. Erim Koral’ı tanımadan önceki izlenimlerim, tanıdığım Erim Koral’a asla benzemiyordu.

Kar taneleri eriyerek izini kaybettirdiğinde başımı kaldırdım. Erim’in bakışları Alois’in üzerindeydi ve hiç de memnun olduğunu söyleyemezdim. Birbirlerine bakıyorlardı daha doğrusu.

“Hey!” diye bağırdı Alois en son dayanamayarak. “Beni öldürecekmiş gibi bakmayı keser misin yakışıklı prensim? Korkuyorum!”

“Oğlum!” dediğinde Erim fazla sövmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. “Saat on bir. Uyanır uyanmaz gördüğüm sima senin olmak zorunda mıydı amına koyayım? Sana geç gel dedim, biz Zürih’e ayak basar basmaz gel demedim!”

Alois gözlerini devirdi ve kollarını göğsünde bağlayarak arkasına yaslandı. “Zürih’in sabah saatlerinde ne kadar güzel olduğunu keşfetmeye çalışıyordum, suç mu?”

Erim’in kaşları seğirdi. “Sana ne Zürih’in sabahından? Uyanır uyanmaz soluğu burada almışsın. İzmir’i keşfetseydin. Sen zaten bu topraklarda büyümedin mi?”

Alois dramatik bir iç çekişle kafasını salladı. “Tamam, itiraf ediyorum. Sabahın köründe Zürih’e gelme sebebim tamamen sensin, Erim. Siz gittikten sonra boşluğa düştüm. Etrafa bakınıyorum yoksun… Ve bir şeyi çok özledim.”

Erim’in suratı anında buruştu. “Neyi?”

Alois gülümseyerek dizlerini birbirine vurdu. “Senin sabah mahmurluğundaki tatlı huysuzluğunu. Beni görünce gözlerinin kıpkırmızı olmasını. Ve tabii ki...” Yavaşça eğildi ve fısıltıyla konuştu. “Bana dayanamayıp eninde sonunda patlayacak olmanı.”

Erim başını iki yana salladı ve derin bir nefes aldı. “Alois.”

“Efendim?”

“Siktir git.”

Alois bir kahkaha patlattı ama Erim’in dediğini uygulamadı. Erim’in yanındaki sandalyeye tekrardan otururken tabağımdaki son kalan salamı ağzıma attım ve çiğnemeye başladım. “Seni çok öfkelendiriyorum, biliyorum.” Alois’in bakışları bir an olsun ayrılmıyordu Erim’den. “Ama bir şeyi fark ettin mi? Sevgilinle dünyanın en romantik şehirlerinden birindesin fakat benimle didişip duruyorsun. Bu demek oluyor ki… Sen Buse’ye değil, bana aşıksın.”

Erim oturduğu yerden fırladı, “Lan manyak mısın sen?!” diye bağırırken Alois’in yakasına yapıştı ve masaya göz attı. Ardından eline gelen ilk şeyi, ahududu reçelini alarak Alois’in başından aşağı döktü. “Acayip boş konuşuyorsun.”

“Öfkeyle inkâr etmek, klasik savunma mekanizması. Ah, Erim… bebeğim! Lütfen bu kadar zorlama kendini. Eşcinsel değilim ama senin için olabilirim. Hiç sorun değil. Sonuçta sen de en az benim kadar kaslı, yakışıklı…” Sustu ve birkaç saniye boyunca yüzünü inceledi. “Karizmatik kısmını atlamak zorundayım.”

Erim gözlerini kıstı. “Bana bak Alois.”

“Bakıyorum zaten.”

“Alois, sana son bir şans veriyorum. Ya buradan derhal gidersin ben de keyifle kahvaltıma devam ederim ya da seni pencereden aşağı silkelerim ve bayılana kadar bırakmam.”

“Şiddet, şiddet, şiddet…” Erim’e kınarcasına baktı, başını iki yana salladı ve omuzlarını inip kaldırdı. Büyük bir hüzün sarmıştı sanki bedenini. “Bunu sana daha önce de söyledim, aşkım. Agresiflik, bastırılmış hislerin dışavurumudur.”

Akabinde Erim’in ellerinden kurtuldu ve saçlarından yanaklarına doğru süzülen reçele parmağıyla dokundu, parmağını Erim’in dudaklarına uzattı. “Yala parmağımı yakışıklı prensim! Daha önce bu kadar lezzetli bir ahududu reçeli yemediğinden eminim.”

Ben kıkırdarken Erim boynunu iki yana çıtlattı, öfkesini tamamen püskürtmeden önce derin bir nefes aldı. “Bak.” Dişlerini birbirine bastırarak konuşuyordu şu an. Çenesinin gerildiğini görebiliyordum. “Zaten çok kafa açtığını biliyorum fakat bu sabah ayrı bir kafa açıyorsun. Ve ben seni dinlemek zorunda kaldığım için sinirleniyorum, kardeşim.”

“Ama kabul et, ben olmasam çok sıkıcı bir ilişkin olurdu.”

“Lan ben bu ilişkiyi seninle mi yaşıyorum da sıkıcı olsun itin götü!”

Tam bu sırada kapı açıldı ve içeri Dina girdi. Önce kapının eşiğinde durdu, sonra gözlerini kısmış bir şekilde Erim’in Alois’i tuttuğu sahneye baktı. Birkaç saniye sessiz kalmakla yetindi. “Hayatımda görüp görebileceğim en kötü romantik fanfic sahnesine mi şahit oluyorum?”

Erim o an Alois’in yakasını bırakıp geri çekildi, ellerini savunurcasına kaldırdı. “Dina, öyle bir şey yok. Bu herif susmak bilmiyor.”

Alois başını iki yana salladı. “Bence var. Sen görmedin, beş dakika önce bana reçel döktü hem de ahududulu. Yani bana demek istiyor ki dudu dudu dillerin, lıkır lıkır içmeli.”

Dina kaşlarını kaldırdı. “Romantik buluşmalarda insanların üzerine şampanya dökülür, ahududu reçeli değil.” Ardından yanıma geldi ve “Günaydın, Buse,” diyerek gülümsedi.

“Günaydın, Dina.” Oturduğum yerden kalkmadan Dina’ya doğru uzandım ve yanağına öpücük kondurdum. “Hoş geldin!” Bu hareketime şaşırsa da tepkisini ortaya koymadı.

“Asıl siz hoş geldiniz! Gece gelecektim ama yorulduğunuzu düşünüp gelmedim. Şimdi de kapıya vurdum da…” Bakışları Alois’le Erim’in arasında gezindi. “Duymadığınız için bana verdiğin anahtarla açıp girdim.”

Alois masanın üzerine dirseklerini koydu ve ellerini birleştirip yüzüne yanağını yasladı. “Beni kıskanıyor Dina, ne yapayım? Kaç kere dedim. Yapma, Erim! Bizden olmaz, ben erkeklerden hoşlanmıyorum dedim ama yok! Laf dinletemiyorum kerataya. İlle de sen deyip duruyor. Buse’yi boş ver biz olalım diyor sabahtan beri!”

Hepimizin gözleri irice açıldı. Alois’in tüm hengameyi Erim’e atmasını beklemediğimiz apaçık ortadaydı. Erim’e baktım. Şu an içinden üçe kadar sayıyordu ve birazdan Alois’e atlayacaktı.

Erim’in kaşları çatıldı, çenesi gerildi ve yumruk yaptığı elleri masanın kenarına sertçe çarptı. İçinden üçe kadar saymasına bile gerek kalmamıştı çünkü sinir katsayısı rekor bir hızla tavan yapmıştı.

Alois’in yakasına yeniden yapıştığı gibi tek hamlede onu sandalyeden kaldırdı. Alois’in gözleri büyüdü ama bu bile suratındaki alaycı sırıtışı silememişti. “Aaa… Şimdi ne yapıyorsun? Beni kucağına mı alıyorsun? Çok tatlısın bebeğim! Sürtünmemi de ister misin?”

Erim sırıttı ve Alois’i tek hamlede ters çevirdi. “Sürtünsene, bebeğim,” dedi keyifle. Alois’in bacakları havada, başı aşağıdaydı ve kollarını iki yana açmış halde gözlerini kırpıştırarak olan biteni anlamaya çalışıyordu.

Erim o şekilde pencereye doğru ilerledi ve camı açıp Alois’i dışarıya doğru silkelemeye başladı. “Erim!” diye bağırdım ama beni umursamadı. Alois biraz hak etmişti aslında.

Dina kahkaha atarak telefonunu çıkardı ve diğer pencerenin olduğu kısma gidip başını uzattı, video kaydına başladı. “Bu anı ölümsüzleştirmem lazım. Erim, harikasın!”

Ben de koşar adımlarla Dina’nın yanına geçtim. Alois’in kendine gelmesi aşağıdaki komşunun çığlık atması sayesinde olmuştu çünkü kadın çığlık attığı için Alois de çığlık atmıştı. Yüzümü buruşturarak kulaklarımı kapadım. Alois’in yüzü tam alt kattaki teyzenin camına denk gelmişti.

Dört katlı bir apartmandı ve ben üçüncü kattaydım. Sadece üst katımız boştu.

Kadının gözleri fal taşı gibi açıldı. Elindeki kahve kupasını düşürdü, seramik fincan kaldırıma çarpıp paramparça oldu. “Mein Gott! Junge, nein! Spring nicht! Warte, ich rufe die Polizei!” (Aman Tanrım! Evlat, hayır! Atlama! Bekle, polisi arıyorum!)

Alois panikle kollarını salladı. “Nein! Nein! Keine Polizei! Ich will nicht springen! Er bringt mich um!” (Hayır! Hayır! Polis çağırmayın! Atlamıyorum! Beni o öldürüyor!)

Kadın Alois’i dinlemedi ve içeri doğru bağırarak eşi Hans’ı çağırdı. Birkaç saniye sonra ellili yaşlarında, kel kafasının ortasında birkaç gri saç teli kalmış Hans elinde bir gazeteyle dışarı fırladı. Üstünde kareli pijamaları, ayağında terlikleriyle olan biteni anlamaya çalışarak yukarı baktı.

“Was ist los? Wer stirbt hier?” (Ne oluyor? Kim ölüyor burada?) Hans gözlerini kıstı ve Alois’in baş aşağı sallandığını görünce irkildi. Gözleri anında büyüdü. “Junge, was tust du?! Spring nicht! Ich fang dich auf!” (Evlat, ne yapıyorsun?! Atlama! Seni yakalarım!)

Alois’in suratı iyice bembeyaz olmuştu. Hans, ciddi ciddi kollarını açarak Alois’i tutmaya çalışıyordu. Birkaç saniye içinde diğer komşular da panikle kapılarını açıp dışarı bakmaya başladılar. Biri Fransız aksanıyla, “Mon Dieu! Il est fou! Pourquoi il le tient comme ça?” diye söylenmeye başladı. (Aman Tanrım! O deli! Onu neden öyle tutuyor?)

Bu sırada Erim, Alois’i biraz daha yukarı çekti ama tam o esnada Alois’in kafası pencerenin pervazına çarptı. “Auf! Erim, Du idiot! Mein Kopf!” (Ahh! Erim, Aptal herif!! Kafam!)

O an Hans tekrar bağırdı. “Junge, komm runter, wir reden! Hast du Schulden? Brauchst du Hilfe? Wir können das klären!” (Evlat, aşağı gel, konuşalım! Borcun mu var? Yardıma mı ihtiyacın var? Hallederiz!)

Erim en sonunda Alois’i çekti ve Alois yere düştüğü gibi dramatik bir şekilde sırt üstü uzandı. O sırada Hans başını iki yana sallayarak apartmanın içine girdi. Kadın öfkeliydi. “Ich beobachte euch!” diye tehditkâr bir şekilde parmağını salladı. (Sizi izliyorum!)

Pencereden ayrılıp Alois’e baktık hepimiz aynı anda. Sanki bir doğaüstü varlığı inceliyorduk. Alois, nefes aldığını bile hissettirmeyen bir şekilde yerde hareketsizce yatıyordu. Gözlerini tavana sabitlemişti, yüzü bomboştu.

“Galiba… öldüm,” diye fısıldadı. “Veyahut ölüp geri dirildim. Arka Sokaklar final oldu mu? Fenerbahçe’nin kaç yıldızı var? Umarım üçü geçmiştir. Fenerbahçeli değilim ama tutanlara üzülüyorum açıkçası.”

Başını çevirmedi ama bu lafı bana ithafen söylediğini biliyordum.

Bir an sessizlik oldu, sonra gözlerini kırpıştırdı. “Bekle… Almanya hâlâ Dünya Kupası’ndan eleniyor mu? Elon Musk gerçekten Mars’a insan yollayacak mı? Şu kahverengi ayakkabılarla siyah kemer takılmaması kuralı hâlâ geçerli mi? Ha bir de kahve içenlerin ömrü uzuyor mu kısalıyor mu? Bu bilgi her sene değişiyor ve ben kafayı yiyorum.”

O an Dina kahkahalarla yere kapandı. Erim yüzünü ellerinin arasına aldı ve iç çekti. Ben ise Alois’e bakakaldım. “Senin beynin nasıl çalışıyor gerçekten merak ediyorum.”

Alois iç çekti, gözlerini tekrar tavana dikti. “Çalıştığını iddia edemem. Erim tüm beynimi akıttı az önce. Sanırım artık bir beynim yok. Artık hayatıma beyinsiz olarak devam edeceğim…”

“Alois,” dedim sakin bir sesle. “Kalk hadi.”

“Kalkamam, Buse. Artık yeni bir menajer bul kendine. Ben öldüm. Beynimi akıttılar. Beynim olmadan sana yardım edemem…”

Dina ikimize baktı ve işaret parmağını dudaklarına götürerek sessiz olun işareti yaptı. Aklına fikir olarak ne gelmişti bilmiyordum ama başımızı salladık. Sessiz adımlarla odadan çıktı, bir dakika sonra alacaklı gibi dış kapıya vurdu ve büyük bir endişeyle yanımıza geldi. “Polis!” diye bağırdı. “Kadın gerçekten polisi çağırmış!”

Hepimiz birbirimize baktık. Alois hâlâ yerde hareketsizdi ama ben panikle elimi uzattım ve kolundan çekiştirdim. “Kalk! Kalk yoksa seni gerçekten hapse atacaklar!”

Alois başını bana çevirdi, gözleri kısılmıştı. “Hapse mi?”

“Evet!” diye tısladım. “Borcun olup olmadığını falan sordular ya hani. Eğer şimdi kaçmazsak seni borç batağındaki zavallı çocuk sanıp sosyal hizmetlere teslim ederler!”

Alois’in gözleri kocaman açıldı. “Ben mi zavallı çocuk?! Benimle dalga geçiyor olmalılar! Ayrıca benim suçum ne? Ben sadece pencereden sarkıtıldım!” Erim’e baktı. “Katilim, canını yediğim adamdı! Canisin Erim Koral, cani!”

Dina gözlerini kocaman açıp rolünü pekiştirdi. “Belki vergi kaçırıyorsundur?”

Alois’in yüzü bembeyaz oldu. “Ama ben vergi vermiyorum ki…”

Erim omzuna dostane bir şekilde vurdu. “Tamam işte. Sorun da bu! Adamlar gelirken seni ‘bağımsız ekonomi danışmanı’ diye alıp, hapishaneye ‘vergi kaçakçısı’ diye sokacaklar!”

Alois’in nefesi kesilmiş gibiydi. “Hayır… Hayır olamaz! Ben daha çok gencim! Almanya Dünya Kupası’nı tekrar kazanabilecek mi onu bile göremeyeceğim!”

Gözlerimi devirdim. “Sen cidden şu an bunu mu düşünüyorsun?”

Dina dramatik bir şekilde elini kalbine koydu. “Onu unutun! Polis birazdan kapıyı kıracak!”

Alois’in ruhu bedeninden çıkmış gibiydi. “Hayır! Hayır, hayır, hayır! Ben masumum!”

Erim kafasını iki yana salladı. “Kaçmamız lazım! Yoksa seni büyük ihtimalle sınır dışı ederler.”

Alois hemen doğruldu ve dizlerinin üstüne çökerek tavana baktı. “Ama ben buraya büyük hayallerle geldim!”

“Kalk şu yerden! Şimdi değil!”

Dina hızla balkona yöneldi. “Tamam, kaçış planı devreye giriyor! Çabuk çabuk!” Hepimiz balkona yığıldık. Tam aşağı atlamadan önce, apartmandan gelen yeni bir sesle irkildik.

“Lan… Bu apartmanda polis falan yok?” Alois gözleri kocaman açılmış şekilde Dina’ya döndü. “Dina?”

Dina kahkahayı bastı. “Şaka yaptım.”

Alois bir saniye boyunca nefes bile almadı. “Seni çılgın kadın! Kalbim çıkacaktı neredeyse!” Ardından derin bir nefes aldı ve bakışlarını Dina’dan alıp hepimizin üzerinde gezdirdi. Büyük bir ciddiyet vardı suratında. “Şimdi bir düşünün… Eğer gerçekten hapse girseydim bana temiz don getirir miydiniz?”

İçerinin gitgide soğuduğunu hissettiğimde pencereleri kapattım ve Alois’e dönüp anlamsız bir bakış attım. “Ne?”

Alois başını iki yana sallayarak iç çekti. “Hayır, siz yapmazdınız… Siz beni unuturdunuz! O soğuk, karanlık hapishane hücresinde, paslı parmaklıklar ardında tek başıma kalırdım! Kimse ziyaretime gelmezdi… Unutulmuş, terk edilmiş bir adam…”

Erim kollarını kavuşturdu. “Hangi ara hapiste ölüme terk edilen mahkûma dönüştün?”

Alois aldırmadan devam etti. “İlk gün belki bir-iki kişi gelirdi… Belki Dina bir parça çikolata getirirdi. Ama sonra… Sonra hayat devam ederdi! Buse turnelere çıkar, Dina yeni maceralara atılır, Erim… Erim zaten beni hiç sevmedi!”

Erim başını salladı. “Haklısın, sevmedim.”

Alois gözlerini Erim’e dikti. “Sevmediğin için de gelmezdin, değil mi? Beni dört duvar arasında çürümeye bırakırdın!”

“Kesinlikle.”

“Ben içerideyken hayat devam edecek… Yeni diziler çıkacak, kim bilir belki Arka Sokaklar bile final yapacak! Ama ben izleyemeyeceğim! Dünya Kupası oynanacak ve Almanya yine erken elenecek ama ben bunu bile göremeyeceğim!”

Dina tek kaşını kaldırdı. “Ama Arka Sokaklar’ın final yapma ihtimali sıfır?”

Alois ona acıklı gözlerle baktı. “Ben de öyle düşünüyordum… Ama artık emin değilim, Dina! Artık hiçbir şeyden emin değilim!”

“Merak etme, seni unutmayız. Ara sıra mektuplaşırız.”

Alois, Erim’in yakasına yapıştı. “Sana yalvarıyorum, eğer hapse girersem bana içeriye şampuan sokmanın bir yolunu bul! Oradaki şampuanlar saçları çok kötü yapıyormuş! Bir de… Bir de… Tuvalet kâğıdı!”

Erim derin bir nefes aldı. “Tamam, Alois. Sana hapiste ihtiyacın olan her şeyi getireceğiz. Ama önce…”

Alois umutla gözlerini açtı. “Önce?”

“Eğer tekrardan silkelenmek istemiyorsan çeneni kapat.”

Alois yorgun bir nefesle, “Tamam,” diye mırıldandı. “Biraz eve gidip uyuyayım.”

“Görüşürüz, Alois.” Bıyık altından sırıtıyordum ve bu sevgili menajerimin pek de hoşuna gitmiyordu. Burnunu kırıştırdı, Dina’nın yanağından sert bir makas alıp evden ayrıldı.

“Çay soğudu.”

“Çay içme hevesim kalmadı.”

Harelerimi Erim’den alıp Dina’ya çevirdim. “Dina aç mısın? Bir şeyler hazırlayayım mı sana?”

“Tokum. Kahvaltımı yapalı çok uzun bir süre olmadı.”

Anlayışla gözlerimi kırpıştırdım ve koltuklara yerleştik. “Dina,” dedim gözlerinin içine bakarken. Karşımda oturuyordu. Erim ise yanımdaydı ve parmakları saçlarımın arasında dolanıyordu. “Erim’le akraba olduğunu öğrendim.” Yapay bir şekilde kaşlarımı çattım. “Doğrusu hiç belli ettirmedin Erim’e haber uçurduğunu. Hayranım artık sana.”

Dina tebessüm etti, ela gözleri doğrudan Erim’i buldu. “Eğer bundan haberin olsaydı Buse… Bu olaydan çok da sağ çıkamazdım galiba.”

Ellerini yukarı kaldırıp, “İftira!” diye karşı çıktı Erim. “Bilirsiniz ki ben kimseye zorla bir şey yaptırmam. Ricada bulunurum. Karşımdaki kişi de ricamı kırmaz.” Ellerini indirdiğinde Dina’ya göz kırptı. “Değil mi, Dina?”

“Hı-hım…” dedi Dina başını ağır ağır sallarken. Akabinde bana çevirdi bakışlarını. “Buse… orada durumlar nasıl? Uzun süredir ne senle ne de Erim’le konuşamıyoruz. Her şey yolunda mı? En önemlisi… sen iyi misin Buse?”

Gözlerimi kısa bir an yere indirip gülümsedim. Belki de bunu soran birine ihtiyacım vardı. Parmaklarım dizlerimde ritmik hareketlerle gezinirken derin bir nefes aldım. “İyiyim, Dina. Her şey üst üste geldi. İdrak etmekte, savaşmakta, dirençli olmakta zorlandım ama zorlukları geride bıraktım. Daha doğrusu bıraktık. Tek başıma olduğumu zannettiğim bu savaşta aslında tek olmadığımı öğrendim.”

Başımı kaldırıp Erim’in parmaklarının saçlarımın arasında dolanışını izledim. Dokunuşu sakinleştiriciydi. “Artık her şey olması gerektiği gibi ilerlesin istiyorum. Konserler, turneler, sahneler… Ama bazen de durmak, nefes almak istiyorum. Yoruldum, Dina.”

Erim’in parmakları bir anlığına saçlarımda durdu, sonra yeniden hareket etti. “Buse…” diye mırıldandı ama devam etmedi. Tek bir kelimesi ile bana bunları düşünme, ben yanındayım ikazını veriyordu.

Dina dudaklarını birbirine bastırarak derin bir nefes verdi. “Kendine bu kadar yüklenme, Buse. Sen yeterince güçlü birisin zaten. Artık hiçbir şey eskiye de dönmeyecek. Yani… bu sözlerim ne kadar etkili olur bilemiyorum ama gerçekten sen bu savaşı kazanan kişisin.”

Gülümsedim ve yerimden kalkarak Dina’nın yanına gidip kollarımı uzattım. “Seni çok özlediğimi söylesem bana inanır mısın?”

Tereddütle yüzüme baktı, sahte bir şekilde yani dercesine dudaklarını büzerken ayağa kalktı ve bana sıkıca sarıldı. “İnanmayı tercih ederim, Buse. İkiniz de gittiğinden beri burada gerçekten çok sıkıldım. Benim neşem sen ve Alois’miş.”

Geriye çekilirken omuzunu sıvazladım. “Dina, biliyorsun ki artık burada kalmayacağım. Gökben’e bir söz verdim. Onu yalnız bırakamam. Ama… sen Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyor musun hiç? Baban burada ama ayrı yaşıyorsunuz. Belki değişiklik olur.”

Dina’nın gözleri bir anlığına uzaklara daldı, sanki içindeki bir soru uzun zamandır cevapsız kalmış gibiydi. Kafasını salladı ama gülümsedi. “Bunu ben de düşünüyorum ama şu an öyle bir hedefim yok, Buse.”

Üstelemedim.

“Ben gidiyorum,” dedi Dina ikimize de kısa bir bakış atarak. “Yapacak tonla işim var.”

“Yardım gerekiyor mu?”

“Hayır,” diyerek cevapladı Erim’in sorusunu. Dina’yı yolcu ettikten sonra kazağımın kollarını hafifçe yukarı kaldırdım ve sofrayı toplamaya başladım. Erim’in de yardımlarıyla hatta daha çok Erim’in toplamasıyla işimiz kısa sürede bitmişti.

Tekrardan salona geçerken tam koltuğa kendimi atacağım sırada Erim kolumdan yakalayarak beni hızlıca kendisine çekti, saniyeler içerisinde kendimi odamda ve dolabımın önümde buldum. Sorgular gözlerle Erim’e baktım. “Savaşta mıyız?”

“Güzelim.” Ses tonu melodikti. Duydukça kendimi huzurlu hissettiğim bir yuva gibiydi. Dolabın sürgüsünü açtı ve bir süre bakındı, eline gelen en kalın kıyafetleri alarak bana döndü. “Şu an değiliz ama birazdan büyük bir savaşın içerisinde olacağız. Kar topu savaşı.”

“Er…” demiştim ki Erim kazağımın üzerine başka bir kazak geçirdiği için susmak zorunda kaldım. Elektriklenen saçlarımı kazağın içinden çıkardı ve alnıma küçük bir öpücük kondurmayı da unutmadı. Altımda tayt vardı. Elinde tuttuğu eşofmanı giydirmek için eğildiğinde kaşlarımı çattım. “Erim! Çocuk muyum ben? En son beş yaşındayken annem giydiriyordu beni.”

Erim başını kaldırıp bana baktı. “Beş yaşında da aynı inadı yapıyor muydun?” Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı. “Açıkçası birisi beni böyle giydirmek için yeltense asla hayır demem, işime gelir.”

Kollarımı göğsümde bağladım. Yüz ifadem oldukça ciddiydi. Ya da ben öyle hissediyordum. “Motor becerilerim gayet yerinde,” dedim saçma bir savunma yaparak. “Kendim giymeyi tercih ediyorum.” Eşofmanı Erim’in elinden aldım. “Beni hazırlamak yerine kendini hazırla.”

“Hiç kıyafet getirmediğimi biliyorsun değil mi?”

“Hiç erkek kıyafetim olmadığını biliyorsun değil mi?”

“O zaman…”

Sırıttım. “Alois!”

“Hay sikeyim ya! Bu ihtimali nasıl göz ardı edebildim ben? Montum ısıtmaz mı beni sadece? Bence ısıtır.”

Dilimi damağıma bastırarak cık sesi çıkardım. “Üşürsün. Burası İzmir değil ve sen Zürih’te yıllardır yaşamıyorsun.”

“Aslında bir fikrim daha var.”

Gözlerindeki o haylaz ifadeyi gördüm. Demek istediği şeyi düşündüm, anladım, utandım ve Erim’i sürükleyerek kapının dışına çıkardım. “Çabuk Alois’in evine git ve üzerine kalın bir şeyler giy. Hemen sağdaki ev. Zaten orası apartman değil. Beyaz boyalı.”

“Uyuyordur o şimdi.”

“Uyandır.”

Erim isteksiz bir şekilde bana yavru kedi gibi bakıyordu. Bakışlarına kanmadım ve kapıyı yüzüne kapatarak sırıttım. Erim’in evden çıkma sesini duyduğumda eşofmanı üzerime geçirdim. Montumu giymeden hemen önce beremi, atkımı ve eldivenlerimi giyip montumu da üzerime geçirdim.

Aslında bu kadar kalın giyinmeyi sevmezdim ama Erim’in zorla giydireceğini bildiğimden inada bindirmeyi tercih etmemiştim. Erim’in montunu koluma astım, odadan ayrıldım ve anahtarımı cebime atıp evden çıktım.

Alois’in evine doğru adımlayacakken Erim karşıma çıktı, derin bir sessizlik oluştu. Yüzünde büyük bir öfke vardı. Bakışlarım üzerine giydiği kazağa kaydı, gülmemek adına nefesimi tuttum. Dudaklarımın üzerine atkı olduğu için Erim sırıttığımı görmüyordu ama…

Sesimi duyacaktı.

Bir anda gürültülü bir kahkaha attım. Ben güldükçe Erim daha da sinirlenmişti. Yanına gittim, kazağına daha yakından baktım. “Bu… gerçekten çok yakışmış!” Alay ettiğimi biliyordu.

Kazak, cırt denilebilecek bir mor rengindeydi ve tam ortasında pembe balerin kıyafetleri giymiş sakallı bir adam bale yapıyordu. Kazağın en alt kısmında ise ‘Ben liderim, kuralları ben koyarım!’ yazıyordu büyük harflerle.

Eldivenleri ve beresi normaldi. Düz siyah renktelerdi.

Erim dişlerini sıktı, ellerini cebine sokup öfkeyle burnundan nefes verdi. “Buse, gülme. Gerçekten çok sinirliyim. Bu kazağı giymezsem kapıdan çıkmama izin vermeyeceğini söyledi.”

“Ve sen de giydin.”

“Alois’le bir dakika bile aynı ortamda bulunmaktansa kazağı giymeyi tercih ettim.” Çatık kaşlarıyla beraber bana doğru eğildi. “Sevgilim, çok yanlış bir şey yapıyorsun.”

Gülmeye devam ederken ellerimi havaya kaldırdım. “Ne yapıyormuşum?”

Erim başını iki yana salladı. “Beni sinirlendiriyorsun.”

Göz kırptım. “Öyle mi? O zaman bir lider olarak kuralları koy ve durdur beni.”

Tam o anda beklenmedik bir şey oldu. Erim elini hızla cebinden çıkardı ve o kadar ani bir hareketle üstüme doğru hamle yaptı ki kaçmaya fırsatım bile olmadı. Soğuk bir şey suratımın yanından geçti ve omzuma çarptı.

Kar topu!

Şaşkınlıkla gözlerimi kocaman açarken Erim kollarını kavuşturup bana baktı. “Savaş başladı, güzelim,” dedi kısık bir sesle. Kendi hatamı fark etmem bir saniye sürdü. Boş bulunmuştum. Oyunun içinde olduğumu unutmuştum. Daha doğrusu oyunun başladığını bile bilmiyordum.

Kolumdaki montu uzattım. “Giy.”

Dediğimi ikiletmeden montu giydi ve önünü kapattı. Ardından benim önümü de kapattı. Ben fermuar çekmeyi sevmiyordum ama Erim… Bu çocuk neden hep benim sevmediğim şeyleri yapıyordu?

Hazırlıklarımızın bitmesiyle evin arka tarafına geçtik ve biraz uzağa gittik. Buradaki karı ilk bozan kişiler biz olmuştuk. Bu hissi seviyordum. Sanki cephede savaşan askerdim. O role girmiştim. Erim’in uzağına giderek bir şahinin gözüne kestirdiği avmış gibi Erim’e baktım.

Şu an elimde bir kılıç yoktu ama avuçlarımın içinde sıkıca kavradığım kar topu, en az bir gladyatörün kılıcı kadar önemliydi. Karşımda ise cırtlak mor kazağıyla lider havasına bürünmeye çalışan bir adam vardı.

Gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Dikkatini dağıtmam gerekiyordu. “Erim,” dedim sesimi dramatik bir tona bürüyerek. “Biliyor musun… Belki de gerçekten seni çok sinirlendirdim.”

Kaşlarını kaldırdı. “Hangi konuda?”

“Şey…” diyerek mırıltıyla konuştum. “Nasıl söyleyeceğimden çok emin değilim ama…” Sustuğumda Erim’in sorgulayan gözleri hâlâ üzerimdeydi. “Hani o gün bana demiştin ya…”

“Ne demiştim güzelim?”

Dudaklarımı araladığım esnada elimdeki kar topunu mükemmel bir mühendislik hesabıyla fırlattım, gözlerimle rotasını takip ettim. Havadaki ağır çekim yolculuğu esnasında Erim’in ifadesi yavaş yavaş değişti. Önce hafif bir şaşkınlık, sonra bir fark ediş, ardından ise…

Kar topu tam alnının ortasına yapıştı.

Olduğu yerde hafifçe sendeledi, birkaç adım geri gitti. Hatta başını biraz geriye attı. Abartıyor muydu? Kesinlikle abartıyordu. “Oyunun kurallarını çiğnedin, sevgilim.” Sesinde bir savaş lordunun düşmanına verdiği son uyarı vardı.

Kahkaham havada yankılanırken ikinci kar topunu hazırlıyordum. “Liderin dediğini yap dedin ama ben kurallarını sevmedim,” dedim alayla. “Buna isyan denir.”

Gözlerini kıstı. “Öyle mi?”

Bir saniye içinde hareket etti. Öyle bir hızla eğilip kar aldı ki gözlerimle takip edemedim. Ama benim de reflekslerim zayıf değildi. Eğilip kaçtım. Omuzumun hizasından bir kar topu geçti, az kalsın bana çarpıyordu. “Iskaladın,” dedim kıkırdayarak.

“Beni hafife alma, güzelim.”

Birden üzerime doğru hamle yaptı. Çığlık atarak geriye sıçradım ama çok geçti. Beni yakalamıştı. İki koluyla omuzlarımdan tutup olduğu yerde sabitledi. Bu kadar yakın olmayı beklemiyordum. Nefesimiz birbirine karışıyordu. Yanağında hâlâ benim attığım kar topunun izleri duruyordu. Ama gözlerinde kaybetmeye niyeti olmayan birinin parıltısı vardı.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye fısıldadı.

Gözlerimi kısarak gülümsedim. “Şunu.” Ve kollarımı iki yana açıp tüm gücümle üzerine atıldım. İkimiz birden yere düştük. Erim’in gülüşü karların içinde yankılandı ama ben daha hızlıydım. Üzerine çıkıp avuç dolusu karı yüzüne yapıştırdım. “Sen beni hafife alma, güzelim.”

Ama zafer çığlığım uzun sürmedi çünkü Erim beni belimden kavrayıp hızla yana devirdi ve bu sefer o, üstünlüğü ele geçirdi. Karlar içindeydik. Yanaklarımız kıpkırmızıydı, kurumuş dudaklarımızın arasından buhar çıkıyordu. Erim yüzüme doğru eğildi, bakışları gözlerimden dudaklarıma indi.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye fısıldadı tekrar.

Boğazımı temizledim. “Bir kar topu daha atabilirim.”

“İyi şanslar.” Ve dudaklarını hızla yanağıma değdirip uzaklaştı.

Yüzüm anında alev aldı. Hemen ayağa kalkıp karları silkeledim. “Bu hileydi!”

“Oyun bitmedi, Buse.” Sesindeki sükûnet ürkütücüydü. “Kazandığını düşünecek kadar saf olduğumu sanıyorsan eğer… sevgilini hiç tanımamışsın demektir.”

“Hmm… Tanıyor gibiyim aslında. Sinirlendiğinde burnundan nefes veriyorsun, bir şeyi kabullenmek istemediğinde ellerini cebine sokuyorsun ve az önce beni yenmek için yanağıma öylesine bir öpücük kondurduğunda yanakların kızardı.”

Erim olduğu yerde duraksadı. Birkaç saniye boyunca ifadesini korumaya çalıştı ama gözlerinin içinde hafif bir dalgalanma yakaladım. Bunu kaçırmazdım. “Ne oldu, sevgilim?” diye üsteledim. “Biri yakalandı mı?”

O an benden hızlı davrandı. Bir adım attı ve eğilip avuçlarına bir avuç kar aldı. Gözlerimle hareketini takip ettim ama tepki vermek için çok geçti. Buz gibi kar montumun içine doğru kaydı. Bir anda irkildim ve çığlığı bastım. “Erim!”

Hızla eğilip bir avuç kar aldım ama Erim bunu bekliyordu. Bir adım geri atarak yüzüne doğru fırlattığım kar topundan kıl payı kurtuldu. Yana doğru sıçrayarak sırıttı. “Yanılıyorsun, sevgilim,” dedi nefes nefese. “Ben stratejik hamlelerle oynarım.”

Bunu söyler söylemez yerden avuç dolusu kar aldı ve bana doğru yürümeye başladı. Geriye birkaç adım attım, kalbim hızla atıyordu. Ayakkabılarımın altında sıkışan karların çıkardığı ses, bir asker gibi cephede geri çekilişimi anlatıyordu.

“Dur, Erim,” dedim ellerimi kaldırarak. “Bence bu düşmanlık fazla uzun sürdü. Barış anlaşması yapmaya ne dersin?”

Kaşlarını kaldırdı, gözlerinde alaycı bir parıltı vardı. “Barış anlaşması mı?”

Başımı hızla salladım. “Evet, evet! Bak, az önce ben kazandım, sen de bir şekilde intikamını aldın. Şimdi burada anlaşarak eşitliği sağlayabiliriz. Bence bu olgun bir hareket olur.”

Gözlerini kıstı. “Senin gibi bir savaşçının bu kadar çabuk pes edeceğini mi düşünmeliyim?”

Başımı yana eğerek masumca gülümsedim. “Beni yanlış tanımışsın, canım. Ben aslında barışçıl bir insanım. Kan dökülmesini istemem.”

“Kan mı? Kar topu savaşında mı?”

“Bana sorarsan psikolojik olarak epey ağır bir savaş içindeyiz.” Ellerimi göğsümde birleştirdim. “Önemli olan sağlığımız.”

Tam barışı sağladığımı düşünürken birdenbire elindeki karı hızla avuçladı ve üstüme doğru fırlattı. Ama bu sefer hızlı bir refleksle yana doğru sıçradım ve kar topu sırtımdaki montun üzerine isabet etti.

Derin bir nefes aldım, hızla toparlanarak Erim’e döndüm. O da bana bakıyordu. “Öyle olsun,” diye fısıldadım. “Bu savaşın tek bir kazananı olacak.”

Bunu söyler söylemez montumun kollarını sıvadım ve karları hızla toplamaya başladım. Ama Erim de boş durmuyordu. O da aynı hızla mühimmatlarını hazırlıyordu.

Göz göze geldiğimiz an ikimiz de birer kar topuyla birbirimize saldırdık. Aynı anda fırlattık, aynı anda eğildik ve aynı anda ıskaladık. Ama pes etmeye niyetimiz yoktu.

Aramızda bir süre sessizlik oldu. Karşılıklı durduk, soluklarımız soğuk havada buharlaşıyordu. “Senin için üzgünüm,” dedim kıkırdayarak. “Bugün oldukça şansa ihtiyacın olacak.”

Tam bir kar topu daha hazırlarken birdenbire gözleri büyüdü ve dehşetle arkamı işaret etti. “Buse, dikkat et! Arkanda!”

İçgüdüsel olarak hızla döndüm. Ama arkamda hiçbir şey yoktu. Hatamı fark etmem uzun sürmedi. Erim’in hareketlendiğini hissettiğimde kar topu kafama ses çıkararak çarptı.

Valla tam o esnada bir bomba patladı, güm! Bir parça geldi benim kafama, renk! Vallahi ben şuurimi kaybetmişim iki gün şuurimi aradım ben bulamadım. Sonra biz devlet güçlerine teslim olduk. Ne mutlu Türküm diyene!

Şu durumda, zihnimde dönen ses buydu. “Oyuna geldim!” diye bağırdım ve pompalı tüfekle vurulmuşum gibi karların üzerine düştüm. Erim yanıma gelerek elleriyle kollarımı sıkıca tuttu, hareket etmemi engelleyerek üzerime eğildi. Uzun ve kıvrımlı kirpiklerine baktım. Yüzüne gölge düşürecek kadar güzeldi kirpikleri.

“Sana güvenmemem gerektiğini biliyordum.”

“En sevdiğim rakipsin.” Gözlerinde tanıdık bir ışık parladı. “Lider olmak her zaman kuralları takip etmek değildir, sevgilim. Bazen kuralları eğip bükmeyi bilmelisin.”

Kaşlarımı kaldırarak alaycı bir ifadeyle baktım. “Hmm… Bence bu, beceriksiz birinin bahaneleri gibi geliyor.”

Eğildi. Nefesini dudaklarımın üzerinde hissettim. Soğuğa rağmen tenim yanıyordu. Kar taneleri kirpiklerime konuyor, Erim’in nefesi cildimi okşuyordu. “Buse.” Adımı söylerken sesinde öyle bir sıcaklık vardı ki kışın ortasında bile içimi eritiyordu. “Bu savaşı ben kazanmış olabilirim ama… Eğer ki her savaşa seninle çıkacaksam, her birinde de kaybetmeye razıyım. Yeter ki sen ol. Konu ne olursa olsun tek sen ol.”

Nefesim bir an durdu. Oyun boyunca zaferle övünmüştüm, her anı eğlenerek geçirmiştim ama şu an… Şu an gerçekten kimin kazandığından emin değildim. Çünkü kazanan birinin kalbi bu kadar hızlı atmamalıydı.

“Şimdi söyle bakalım, sevgilim,” diye mırıldandı. Sesi fazlasıyla kendinden emindi. “Bu sefer de mi kazanan sensin?”

Buna cevap veremezdim. Çünkü bu sorunun kazananı yoktu. Ben kazanmadığım gibi Erim’in de zaferini ilan etmesine izin vermeyecektim. Dudaklarımı büzerek alaycı bir ifadeyle bakışlarımı çevirdim. “Bu oyun daha bitmedi.”

“Yerinde olsam yenilgiyi kabullenirdim.”

Başımı iki yana salladım. “Yenilgiyi kabullenmek mi? Bu kelime benim lügatimde yok, sevgilim.” O an aklıma bir fikir geldi. Kaşlarımı hafifçe kaldırıp umursamaz bir ifadeyle, tam da sinir uçlarına dokunacak bir cümle kurdum. “Gerçi Karan olsa böyle kazandığını zannettiği bir anda bana ikinci hamleyi yaparak gerçekten kazanırdı.”

Bingo.

Erim’in yüzü bir anda düştü. Kaşları çatıldı, burnundan hızlıca nefes aldı. “Buse, bana Karan’ın adını şu anda özellikle mi söyledin?”

Gözlerimi kocaman açıp masum masum baktım. “Ne alakası var? Karan aklıma geldi sadece. O da kar savaşlarını çok severdi.”

Çenesi kasıldı. “Karan’ın kar savaşlarıyla ne alakası var?”

Omuz silktim. “E biraz stratejik zekâsı vardı.” Gözlerimi kaçırmadım. “Ne savaşlar yapardık Karan’la… Kar topu atış hızına inanamazdın. Kendi çapında bir efsaneydi.”

“Hmm,” dedi zoraki. Dişlerini içten içe sıktığının farkındaydım. “Başka neler söylemek istersin sevgili Karan’ın hakkında? Ha güzelim benim? Ha sevgilim?” Sevgilim kelimesini özellikle bastırmıştı.

Yüzüme hafif bir hüzün yerleşti. “Bazen düşünüyorum da… Karan bana gerçekten değer verirdi. Hatta…” Duraksadım, sanki devam edip etmemek konusunda tereddüt ediyormuş gibi yaptım.

“Hatta ne, Buse? Söyle.”

Derin bir nefes aldım, dramatik bir hava yarattım. “Hatta, eğer şu an o da burada olsaydı şu an kar topu savaşını kazanmış olurdu.”

Erim içinde tutmaya çalıştığı öfkeyle beraber doğruldu. Bunun üzerine ben de kalktım. “Benden iyi yani bu lavuk?” diye sordu, gözlerimin içine baktı. Vereceğim cevabı çok merak ediyordu.

“Yani…” dedim omuz silkerek. “Karan sonuçta.”

Başını iki yana salladı, “Anladım,” dedi ve ayağa kalkıp elini uzattı. “Gidelim artık. Hava gittikçe soğuyor. Üşüme.”

Gülmeye başladım. Sesli güldüğüm için de Erim’in kaşları bir perde misali gözkapaklarının üzerine düştü. Uzattığı elini tuttum ve ayağa kalkarak üzerimdeki karları silkeledim. “Bebeğim,” dedim ağır ağır. Parmaklarım yanaklarına uzandı. “Karan diye birisi yok. Yani, hiç olmadı. Kurgusal karakter gibi düşün. Seni kıskandırmak için söylemiştim.”

“Kıskandırmak için.” Şu an yüzündeki ifadeyi okuyamıyordum. Öfkeli olmadığını biliyordum fakat… sanki mimiksizdi veyahut bunu benden iyi saklıyordu. “Kurgusal karakter Karan?”

“Evet,” dediğimde yüzümdeki gülümseme izleri tamamen yok olmuştu. “Tekrar etmeye devam mı edeceksin?”

“Buse.” Gözlerini kapattı, iç çekti. Alt ve üst kirpikleri birbirinden ayrıldığında, “Benim güzeller güzeli sevgilim,” dedi tane tane. Yüzündeki parmaklarıma tüy kadar hafif bir öpücük kondurup çenemden kavradı. “Seni seviyorum.”

Anlamsız bir ifade yerleşti anında yüzüme. Neydi şimdi bu? Bana kızmamıştı, neden böyle bir şey yaptığımı da sormamıştı.

“Erim.” Sağ elimdeki eldiveni çıkarıp elimi alnına koydum. “Ateşin de yok. İyi misin sen? Az önce öfkeliydin, şimdi ise beni sevdiğini söylüyorsun.”

Gülümsedi. “Ateşim olmasını istersen eğer… tek bir dokunuşunla bunu halledebilirsin.”

Gözlerim far görmüş tavşan gibi açılırken omuzuna vurdum. “Edepsiz!”

Eldiven olmayan elimi tuttu ve yürümeye başladık. Eldivenden daha çok ısıtıyordu eli. Burnumun üşüdüğünü hissettiğimde daha çok gömüldüm atkıma. Panda gibi göründüğümden emindim.

Eve vardığımızda soğuğun tenime işleyen izleri hâlâ silinmemişti. Ayakkabılarımı bile çıkarmadan kaloriferin önüne çöktüm, ellerimi ve yanağımı kalorifere yapıştırdım. Kalın atkım hâlâ boynumdaydı ama burnum ve yanaklarım soğuktan sızlıyordu.

Arkamdan kapının kapandığını duydum. Erim, montunun fermuarını çekerken gözlerini üzerimden ayırmadı. Bakışları titreyen ellerimde ve boynuma kadar çektiğim atkımın arasında gezindi. Hafif bir nefes verdi. “Bu kadar üşüyeceğini bilseydim seni eve kadar taşırdım.”

Başımı kaldırıp ona baktım. Yüzümdeki hissizlikten dolayı mimiklerimin tam oturduğunu sanmıyordum ama alaycı bir gülümsemeye benzer bir şey yapmaya çalıştım. “Beni taşıyamazsın ki.” Sesim burun tıkanıklığından dolayı biraz boğuk çıkmıştı. “Kat kat giydirdin beni. Sayende otuz kilo aldım bir anda.”

Kaşlarından biri yukarı kalktı, gözleri hafifçe kısıldı. “Yüz kilo da alsan seni taşıyabileceğimi bilmen gerekirdi.” Üzerindeki montu çıkardı, bakışlarım direkt olarak kazağına kaydı. Refleksle Erim de kazağa baktı.

Yanaklarım ve ellerim ısınmıştı. Hatta yanmaya başlamıştı. Bu yüzden kaloriferden uzaklaştım ve dudaklarımı ısırdım. Gülme isteğimi bastırmak zor geliyordu kazağı görünce.

Parmakları kazağın uçlarını kavradı ve bir çırpıda kazağı üzerinden çıkardı. Altındaki beyaz tişört hafifçe yukarı çıktığı için tişörtü düzeltti, kazağı koltuğun üzerine bıraktı. “Bu kazakla boğacağım onu.”

“Senin üzerinde gelirken ince de olsa bir kazak vardı. O nerede?”

“Alois aldı. Kokunla uyumak istiyorum deyip zorla çıkardı üzerimden. Bir kez daha silkeleyecektim de uğraşmak istemedim. Ömür törpüsü gerçekten. Onca yıl nasıl dayandın sen bu herife?”

Kıkırdadım. “Alıştım diyelim. Alois bana hep Mert’i hatırlatırdı. Bazen çok ciddi olabiliyor. Şaşırıyordum ilk başlarda. Ama genel olarak böyle. Eğlenmeyi seviyor. Üzerimde emeği çok büyük.”

Erim gülümsedi ancak bir şey demedi. Bense kalorifere bu sefer diğer yanağımı yapıştırdım. Aslında garip geliyordu bu üşüme. Eksi derecelerde göle giren, yağmur, kar demeden dışarıda duran birisinin bu denli üşümesi… Erim hayatıma girdikten sonra üşümeye başlamıştım ve bu kesinlikle mecaz anlamda değildi.

Erim yokken… içimdeki yangını dindiremiyordum bile.

Bir süre konuşmadan durduk. Ardından oturduğum yerden kalktım ve panda kostümümden kurtuldum. Ya da kutup ayısı. İkisinden birisiydim çünkü aksi düşünülemezdi. Vücut ısım yerine geldiğinde telefonuyla ilgilenen Erim’e göz ucuyla baktım. “Neye bakıyorsun?”

“Hiç,” dedi omuzlarını indirip kaldırırken. “Birkaç mesaj isteği gelmiş Instagram’dan.”

“Sen internete nasıl bağlandın?”

Elimden tutarak beni yanına çekti ve elini omuzuma atarken telefonun operatör kısmını gösterdi. “Nasıl bağlanmış olabilirim, bebeğim?”

“Hmm.” Yanlışlıkla dilimi ısırırken hafifçe yüzüm kasıldı ancak homurdanmadım. “Kim mesaj atmış sana? Ben de bakabilir miyim?” Erim hiç düşünmeden telefonu elime verdi. Bu hareketine karşın gülümsedim, mesaj isteklerinin olduğu kısma girdim.

Mesaj istekleri epey doluydu. Hepsine baktım lakin bir tanesi ilgimi çeken tek mesaj olmuştu. Gözlerim kısılırken mesaja girdim, ardından mesaj atan kişinin profiline baktım.

Profilinden çıkıp mesajı tekrardan okudum.

“Erim… Adının anlamını hiç düşündün mü? Gücüm, kuvvetim, sağlamlığım demek. Ya da kocam demek. Şahsen sen benim sevgilim olsan ben seni çok kıskanırım. Düşünsene herkes sana erim diyor! Korkunç. Ama yalan söyleyemem. Bir erkeğe yakışacak en güçlü isimlerden birine sahipsin. Ve sen… isminin hakkını veriyorsun. Gözlerin, duruşun, bakışların… O kadar baskın ve etkileyici ki… Sana defalarca istek attım ama beni ısrarla kabul etmiyorsun. Kırılıyorum. Buse’yle de ayrıldınız, neden beni kabul etmiyorsun? Merak ettiğim bir konu var. Gerçekten bir kadına tek bakışınla diz çöktürebilir misin? Belki de test etmek istersin?😋

Nefesimi farkında olmadan tuttum.

Bu… bu nasıl bir mesajdı?

Biri bana soğuk su dökmüş gibi hissediyordum. Önce kaşlarım refleksle yukarı kalktı, sonra yavaşça çatıldı. İçimde bir şeyler kıpırdanmaya başladı ama bunu adlandıramıyordum. Kıskançlık mıydı? Sinir mi? Rahatsızlık mı?

Erim’in omzumdaki eli hafifçe sırtıma kaydı. “Ne oldu?”

Tek kaşımı kaldırarak ona döndüm. “Bence bu kıza bir ödül verelim. Türk Dil Kurumu’ndan ‘Adını En Etkileyici Şekilde Kullanan Kişi Yorumcusu’ ödülü falan alsın.”

Erim önce anlayamadı, sonra hafifçe gülerek telefonu elimden aldı. Mesaja göz gezdirdi ve başını iki yana salladı. “Yaratıcıymış.”

Gözlerimi kıstım. “Beğendin yani?”

“Yani, adımın anlamını bu kadar detaylı anlatan olmamıştı.”

Dirseğimle hafifçe koluna vurdum. “Çok etkileyiciydi gerçekten, değil mi? Belki test etmek istersin?” Kıskanmıştım, evet. Sinirlenmiştim, evet. Rahatsız olmuştum, evet. “Yaptığı imaya bakar mısın? Önünde diz çökecekmiş!”

Erim keyifle güldü. O kadar güzel güldü ki gülüşünü kıskandım o an. Yani… benim dışımdaki kızlar da Erim’i benim gördüğüm gibi mi görüyordu? Bu açıdan hiç düşünmemiştim. Ya da düşünmüş müydüm? Sakin ol, Buse… Sakin ol!

Bir şey demeden telefonunu aldı ve gözlerimin önünde mesajı sildi, engelle butonuna bastı. Başını bana çevirip gözlerimin içine baktı, başparmağı hafifçe şakağıma değdi. “Gözlerinin değdiği bir adam, başka bir çift gözde kaybolmaya cesaret edemez, Buse.”

Aldığım iltifat karşısında kalbim ritmini şaşırmış bir kuş misali kanat çırptı göğüs kafesime. Her kelimesinde böylesine mağlup mu düşecektim ben? Hangi büyünün içinde saklıydı sesi, hangi kadim efsunun gölgesinde yankılanıyordu da ruhum ona karşı koyamıyordu? Nasıl bir tılsımdı bu ki Erim’in her sözünde kalbimin yerinden fırlayıp ona varmak isteyeceğini sanıyordum?

***

Uyanmıştım ve uyandığımda Erim yanımda yoktu. En son birlikte koltuğa uzanmıştık, Erim saçlarımı okşadığı için mayışmıştım. Gözkapaklarımın kapanmasının ardından bilincim de kapanmıştı. Şu an ise koltukta değil, yatağımdaydım.

Ayaklarımı sarkıtarak yataktan kalktım, “Erim!” diye seslendim. Lakin cevap gelmedi. Ev fazlasıyla sessizdi. Saate baktım. Altıya geliyordu. Kış mevsiminde olduğumuz için hava çoktan kararmıştı. Gözlerim kısılırken kapıya doğru gittim. Tam odadan çıkacağım esnada, yatağın kalktığım ucu değil de diğer ucundaki komodinin üzerindeki kâğıda takıldı gözüm.

Kaşlarımı sorgularcasına çatarak komodine doğru ilerledim, beyaz a4 kâğıdını aldım ve üzerindeki yazılara göz gezdirdim. “Sevgilim,” diye başlıyordu.

“Bu notu eğer şu an okuyorsan, planım tıkırında gidiyor demektir. Kaşlarının çatık olduğunu biliyorum. Kaşlarını fazla çattığını fark ettiğinde ise ağrıdığını hissediyorsun. Bunu yapmayı hemen bırak ve kaşlarını düzelt.”

Hafifçe sırıtırken kaşlarımı düz bir çizgi haline getirdim ve notu okumaya devam ettim.

“Evet, şimdi çok daha iyi oldu bebeğim. Notun sonunun nasıl biteceğini deli gibi merak ediyor, böyle şeylere ne gerek var diye düşünüyorsundur şu an muhtemelen. Düşünme. Bugün tamamen bana aitsin ve aşkından öldüğün adam yani ben, başka kimse değil, ne derse onu yapacaksın. Sakın! Sakın itiraz edeyim deme ve bana kızmak için araladığın dudaklarını derhal kapat.”

Yazdığı her şeyin gerçekleştiğini fark ettiğimde çenemi dikleştirip etrafa bakındım. Erim herhangi bir şeyin içerisine girip beni izliyor olabilir miydi? Gerçi, izlese bile bu notları şu saniye yazmıyordu ya bu adam. Aptal değildim, Erim yanımda olmadığı sürece.

“Şimdi odadan çık ve salona geç.”

Sorgulama kısmını çabucak atlayıp elimdeki notla beraber salona geçtim. Karşımda rengârenk pamuk şekerler ve elma şekerler vardı. Lakin bunlar bir sepetin içinde veyahut koltukta falan değildi. Satıcıların omuzlarından destek alarak taşıdığı büyük çubuklar olur ya hani, onun üzerindeydiler. Her bir deliği dolu olacak şekilde karşımda dikiliyordu.

Küçük bir çocuk gibi heyecanlanarak yeşil renkli pamuk şekeri aldım, paketinden sıyırdıktan sonra dudaklarıma doğru götürüp büyük bir ısırık aldım. Dudak kenarlarıma yapışmıştı fakat yapışıklık hissini umursamayıp notu okumaya devam ettim.

“Aç karna tatlı yemen çok hoşuma gitmedi, güzelim. Şimdi o pamuk şekeri yerine geri koyuyorsun. Ama aç karna tatlı olarak beni yemeyi tercih edersen herhangi bir şey söylemem. Bu da ufak bir bilgi olsun. Bebeğim, pamuk şekeri yerine koyar mısın? Beni dikkate almayıp yemeye devam ettiğinin farkında değil miyim sanıyorsun?”

Bozuk bir surat ifadesiyle yarım kalan pamuk şekerime baktım. Bir süre düşündükten sonra kalan şekeri ağzıma tepiştirdim ve sırıttım.

“Hiç sözümü dinlemiyorsun, sevgilim. Afiyet olsun. Tüm pamuk şekeri yediğin için. Şimdi notumun son satırlarına geliyorum. Banyoya git. Sıcak bir duş al ve saçlarını kurutmayı sakın unutma. Duştan çıktıktan sonra, dolabının içinde bir kutu olacak. Kutunun içinde bir not daha olacak. Seni seviyorum ve günaydın, güzelim.”

Not bittiğinde, kâğıdın en altındaki kalp çizimine baktım. Kalbin her bir köşesinde Erim yazıyordu ve yanına ise ‘Sevgilimin Kalbi’ yazmıştı. Yerini çok iyi biliyordu.

Kâğıdı bir köşeye bırakıp hafifçe esnedim, adımlarımı yeniden yatak odasına attım. Ben meraklı bir insandım ve tabii ki de banyoya geçmeden önce kutudaki şeyin ne olduğuna bakacaktım. Dolabımın sürgüsünü açar açmaz bir kutu gördüm karşımda. Kutunun içini açtım fakat içinde nottan başka hiçbir şey yoktu.

“Sevgilim. Neden beni hiç dinlemeyip merakına bu kadar yenik düşüyorsun? Sana önce banyoya gitmen gerektiğini söylemiştim ama sen ilk olarak buraya geldin. Olmuyor ama böyle… Şimdi banyoya geçiyorsun, bebeğim. Vakit gittikçe daralıyor. Zaman kaybetmek istemeyiz değil mi?”

Gerçekten…

Beni bu kadar iyi tanıma işini bırakabilir misin sayın Erim Koral?

Ses çıkarmadan banyonun içine girdim, etrafıma bakındım. Yer boyunca serpilmiş kadife dokulu kırmızı gül yaprakları, zemine büyülü bir halı gibi serilmişti adeta. Şık, altın işlemeli mumluklar, her bir mumun ışığının aynalara yansıması, aynaların etrafına yerleştirilmiş zarif çiçek aranjmanları ve inci detaylı süslemeler…

Bakışlarım hayranlık ve şaşkınlıkla doluydu. “Erim…” diye mırıldandım. Dudaklarıma geniş bir gülümseme yayıldı. Ne tür bir sürprizin içerisinde olduğumu bilmiyordum ama daha şimdiden heyecanlanmıştım.

Daha fazla oyalanmadan üzerimdekilerden kurtuldum ve suyun altına geçtim. Ilık damlalar tenime dokunduğunda tüm kaslarım gevşedi. Suyun vücudumdan süzülüşünü hissederken Erim’in yaptığı sürpriz üzerine düşünmeden edemedim.

Şampuan şişesini alıp avuçlarıma sıktım. Köpüklerin saç tellerim arasında kayboluşunu izlerken aklımda Erim’in sesi yankılanıyordu. “Bugün tamamen bana aitsin.” Sanki daha öncesinde değilmişim gibi. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Sıcak suyun vücudumdaki her yorgunluğu alıp götürmesine izin verdim. Birkaç dakika boyunca gözlerimi kapatıp bu anın tadını çıkardım.

Sonunda suyu kapatıp duştan çıktım. Buhar, aynaları tamamen kaplamıştı. Elimi havlunun üzerine uzattım, kendimi kuruladıktan sonra dolabımdan bornozumu çıkardım. Tam üzerime geçireceğim sırada yere küçük bir kâğıt düştü. Eğildim ve kâğıtta yazanları okumaya başladım.

Sevgilim, buraya kadar harika gidiyorsun. Şu an ne kadar mis koktuğunu tahmin edebiliyorum ve kokun burnuma çalınıyor sanki. Orada olmalıydım belki de… neyse, konuyu dağıtmayalım. Şimdi saçlarını kurutalım. Bu alışkanlığın sende olmadığını bildiğim için ikinci kez uyarıda bulunuyorum.”

Derin bir nefes aldım. Erim’in oyunları hoşuma gitse de bu kadar gizemli olmasını beklemiyordum. Bir an için aynaya yansıyan kendi yüzüme baktım, gözlerimdeki heyecanla karışık merakı gördüm.

Dediğini uygulayarak saçlarımı kuruttum ve banyodan çıktım. Çekmeceden iç çamaşırı alacağım sırada bir not daha gördüm. Gözlerim irileşti. Buraya da mı not bırakmıştı? Yanaklarımdaki yangıyı hissederken notu okumaya başladım.

“Dudaklarımdaki keyifli tebessümü hissettin mi? Bence hissetmelisin. Bana öfkelendin ve aynı zamanda da utandın. Yanakların anında kızarmış bile olabilir. İç çamaşır zevkini beğendim ama merak ettiğim bir şey var… O parçaları üzerinde göremeyeceksem, dolabında tutmanın bir anlamı var mı? Boşuna yer kaplamasın, değil mi? Bence onları ait oldukları yere, yani bana teslim etmelisin. Seçimi sana bırakıyorum. Üzerinde mi getireceksin, yoksa çıkarıp mı?”

Derin bir nefes aldım, notun devamına göz gezdirdim.

Şu an ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. Ah, seni çok iyi tanıyorum, sevgilim. Dudaklarını büküp sinirle başını iki yana sallıyorsun. Ama şunu bilmeni isterim… Bugün sınırlarımızı aşacağımız bir gün olacak. Şimdi git ve yatağının altına bıraktığım kutuyu al.”

Notu bir köşeye fırlattım, eğilerek yatağın altındaki kutuyu aradım. Bulduğumda ise çabucak kapağını açtım. İçerisinde yine not vardı ama bu sefer not, bir elbisenin üzerindeydi. Notu okumadan önce katlı elbiseyi aldım, aşağı doğru açılmasını sağladım.

Beyaz, saten, ince askılı, oldukça iddialı sırt dekoltesi olan uzun bir elbiseydi. Elbisenin sadeliği ve güzelliği gerçekten göz kamaştırıcıydı. Alt dudağımı ısırırken hafifçe gülümsedim ve nota baktım.

“Elbiseye hayran kaldın biliyorum ama inan bana elbise senden güzel değil. Onu güzel yapacak olan şey sensin, Buse. Bu okuduğun son not. Elbiseyi giy ve hazırlan. Saat tam sekizde kapının önünde bir araba olacak. Arabadaki şoförün kim olduğunu ya da nereye gideceğini sorgulama. Sadece arabaya bin. Seni bekliyor olacağım, sevgilim.”

Parmaklarımı saten kumaşın üzerinde gezdirdim. Ne kadar da yumuşaktı… Elbisenin içinde nasıl görüneceğimi düşündüm. Daha doğrusu… Erim’in beni bu elbisenin içinde nasıl göreceğini düşündüm.

Aynanın karşısına geçerken saçlarımı gelişigüzel topladım ve makyaj malzemelerimi çıkardım. Madem bugün sınırlarımızın ötesine gidecektik… o zaman ben de ona uygun bir makyaj yapmalıydım.

Yüzümü nemlendirerek başladım işe. Uzun olmasına rağmen fazla kıvrımlı olmayan kirpiklerimi kıvırdım ve iki kat maskara sürdüm. Kirpiklerim birer kanat gibi açıldığında gözlerim daha derin, daha davetkâr göründü. Eyelinerı dikkatli bir şekilde çektim. Fazla eyeliner kullanmasam da bu konu uzmanlık alanımdı ve saniyeler içerisinde iki gözüme de eşit bir şekilde çekmeyi başarıyordum. Malzemeleri karıştırıp siyah göz kalemimi aldım ve gözlerime sürdükten sonra bakışlarım daha çok ön plana çıktı.

Tenime bronz ve ışıltılı bir dokunuş ekledim, elmacık kemiklerimin üzerine hafif bir allık ile aydınlatıcı sürdüm. Dudaklarıma geldiğimde ise bir an duraksadım. Hangi rengi seçmeliydim?

Kırmızı rujla bakışırken bir an aklıma Feriha’nın Emir’i baştan çıkarma kombini gelmişti. Ben de Feriha olmazdım değil mi bu gece? Feriyanım muhallebiyi sevmediniz mi?

Kırmızı ruju elime almadan önce dudak kalemi ile dudaklarımı çerçeveledim, ardından ruju taşırmadan sürdüm. Gloss sürsem mi sürmesem mi ikileminde kalmıştım ancak kararım sürmemekten yana olmuştu. Mat görüntü daha hoşuma gitmişti.

Makyaj sabitleyici ile makyajımı sabitledikten sonra oturduğum yerden kalktım ve yatağın kenarına oturup elbiseyi kucağıma aldım. Saten kumaş avuçlarımın arasında kayarken içimde anlamlandıramadığım bir heyecan kıpırdandı.

Üzerimdeki bornozu çıkardıktan sonra iç çamaşırlarımı giydim, ardından ayaklarımı elbisenin içine geçirip ince askıları omuzlarıma oturttum. Göğüs dekoltesi tam kararındaydı, sırtımı saran açıklık adeta tenime cesaret fısıldıyordu. Elbise her hareketimde tenime sarılıyor, benimle birlikte akıyordu.

Neden işlerimi parça parça yapıyordum bilmiyordum ama şimdi de saçımı yapacaktım. Önce fön çektim, sonra dağınık bir topuz yaptım. Bu elbiseye açık saç pek uygun değil gibiydi.

Tenimi parfümle buluşturduktan sonra ince bantlı bileğimi kavrayan, orta boy topuklu ayakkabılarımı giydim ve saatime baktım. Sekiz olmasına son üç dakika vardı.

İçimde garip bir kıpırtıyla aynanın karşısına geçtim, kendimi alıcı gözüyle süzdüm. Son bir nefes, son bir düzeltme. Ve sonra çantamı alarak kapıya doğru ilerledim.

Bina kapısından çıktığım anda Zürih’in soğuğu tenime ince bir bıçak gibi dokundu. Hafifçe irkildim. Ilık apartman havasından çıkıp soğuk geceye karışmak ani bir değişimdi. Derin bir nefes aldım, havadaki keskin serinlik ciğerlerime doldu.

Topuklu ayakkabılarım ben yürüdükçe taş zeminde yankılanırken, gözlerim hemen az ileride bekleyen arabaya kaydı. Koyu renkli, uzun ve oldukça lüks bir araçtı. Şehir ışıklarının altında metalik gövdesi parlıyordu. Motoru çalışır haldeydi, hafif bir vızıltı duyuluyordu.

Yanında duran adam tam da beklediğim gibi şık ve disiplinli görünüyordu. Uzun boylu, düzgün taranmış koyu renk saçları ve soğuk bir yüz ifadesi vardı. Üzerindeki koyu renkli palto omuzlarını daha geniş gösteriyordu. Elleri deri eldivenlerle örtülüydü, soğuk havaya rağmen tek bir ürperti bile göstermiyordu.

Tam arabanın yanına geldiğimde hiç tereddüt etmeden öne çıkıp kapıyı açtı. Bunu yaparken de tok, saygılı ama mesafeli bir sesle konuştu. “Willkommen, Frau Buse.” (Hoş geldiniz, Buse Hanım.)

Sesinde tek bir duygu kırıntısı yoktu, tamamen görev bilinciyle hareket ediyordu. İçimde bir şeylerin yerinden oynadığını hissettim ama bunu belli etmemek için yüzümü ifadesiz tuttum. Arabaya binmeden önce duraksadım, bakışlarımı adama çevirdim. “Wohin gehen wir?” (Nereye gidiyoruz?)

Gözlerimin içine baktı. O kadar rahattı ki sanki bu soruyu soracağımı önceden biliyormuş gibiydi. Bir saniye bile gecikmeden aynı ölçülü ses tonuyla yanıt verdi. “Es tut mir leid, ich kann es Ihnen nicht sagen, Frau Buse.” (Üzgünüm, söyleyemem, Buse Hanım.)

Kaşlarımı hafifçe çattım. “Warum nicht?” (Neden söyleyemezsiniz?)

Adamın ifadesi hiç değişmedi, hatta gözlerindeki ciddiyet bir kat daha derinleşti. “Herr Erim hat ausdrücklich angeordnet, dass Sie das Ziel nicht erfahren dürfen.” (Erim Bey gideceğiniz yeri öğrenmenizin kesinlikle yasak olduğunu belirtti.)

Dudaklarımı sıktım, bakışlarımı kaçırıp karanlık gökyüzüne çevirdim. Zürih’in sokak lambaları yolları hafifçe aydınlatıyordu. “Können Sie mir wenigstens sagen, wie lange die Fahrt dauern wird?” (Bari yolculuğun ne kadar süreceğini söyleyebilir misiniz?)

“Die Fahrt dauert ungefähr fünfunddreißig Minuten, Frau Buse.” (Yolculuk yaklaşık otuz beş dakika sürecek, Buse Hanım.)

Otuz beş dakika… Eh, çok uzun değil. Ama çok kısa da değil. Bu sürede insanın başına her şey gelebilir. Mesela sürpriz bir evlilik teklifi. Evet evet, kesin Erim beni bir yere götürüp dizlerinin üzerine çökecek! Mumlar, çiçekler, belki keman çalan bir grup… Gökyüzüne bırakılmış ışıklı balonlar…

Sonra bir anda şoförle göz göze gelince samimiyetten uzak bir şekilde gülümsedim, açık olan kapıdan arabaya bir bacağımı attım. Ben yerleştikten sonra şoför kapımı kapattı ve sürücü koltuğuna geçtikten sonra vakit kaybetmeden yola koyuldu.

Gözlerimi kırpıştırıp iç çektim. Başımı cama yaslayasım vardı fakat saçımın bozulmaması için bunu yapmadım. Israrla beni nasıl bir sürprizin bekleyeceğini düşünüyordum. Belki de sadece özel bir akşam yemeğiydi, ben abartıyordum.

Ama belli de olmazdı. Çünkü benim sevgilim Erim Koral’dı. İlla bir entrikaya yer verirdi. Mesela masanın ortasında bir zarf vardır ve içinde bana söylemesi gereken büyük bir sır yazılıdır. Bir şekilde karanlık bir geçmiş, çözülmesi gereken bir bilmece falan devreye girer.

Yeterince bilmece çözmemişim gibi.

Ya da… Ya da belki de kocaman bir sanat galerisi kapatılmıştır benim için! Yüzlerce tablo arasında dolaşıp bana, “Bu senin güzelliğinle yarışabilir mi?” gibi kendine özgü laflar söyler. Gözlerimi devirip güldüm. Gerçekten bazen fazla romantik hayaller kuruyordum.

Ya Erim beni bir dövüş kulübüne götürüyorsa? Aman Allah’ım, ya “Buse, hayatta kalmayı öğrenmelisin,” falan derse? Yok, yok, bu fazla filmvari oldu. Şoförün dik duruşuna göz ucuyla baktım. Muhtemelen ben burada kendi kendime film çekerken o, “Bu kadın ne düşünüyor acaba?” diye sorguluyordu.

Derin bir nefes aldım, kendimi toparladım. Ne olursa olsun Erim’in planları her zaman ilginç olurdu. Ve ben de bunu sevdiğimi inkâr edemezdim. Camdan dışarı bakıp yol tabelalarını takip etmeye başladım.

Bir süre sonra araç durdu. Zürih’in belki de hiç bilmediğim bir sokağındaydım şu an. Kaşlarım istemsizce çatılırken şoför kapımı açınca irkildim. Bu adam gerçekten fazla hızlıydı. Yere ayak bastım, etrafıma bakındım.

Tam karşımda göğe doğru uzanan devasa bir yapı vardı. Gri taşlarla örülü, ihtişamlı kuleleri olan bir şato… ya da saray, bilmiyordum. Pencerelerinden süzülen altın sarısı ışık taş duvarların soğukluğunu kırıyor, loş bir ihtişam katıyordu. Büyük demir kapısı işlemelerle süslenmişti, üzerindeki girift desenler eski bir masaldan fırlamış gibiydi. Etrafında meşaleler yanıyordu, hafifçe alevlerin çıtırtısını duyabiliyordum.

Burası neresiydi? Neden buraya gelmiştik?

Adım sesleri duydum, karşıdan bana doğru gelen iki siluete baktım. İkisinin de üzerinde resmi kıyafetler vardı ve bu kıyafetler daha çok eski dönemlerin giydiği koruma kıyafetlerine benziyordu.

“Hoş geldiniz, efendim,” dedi ikisi de aynı anda mükemmel Almanca aksanlarıyla. “Lütfen bizi takip edin. Beyefendi sizi içeride bekliyor.”

Herhangi bir şey söylemedim. Zira söyleyecek bir şeyim de yoktu. Kapının önüne geldiğimizde adamlar kapıyı açtı, artık saray olduğundan emin olduğum gösterişli saray girişi gözlerime bir parıltı misali yansıdı.

Birkaç adım daha attım ve sarayın içerisine girdim, her bir köşesine inceleyerek baktım. Gözlerim etrafta gezindikçe hayranlığım artıyor, dudaklarım aralı kalıyordu.

Görkemli bir rüyanın içinde kaybolmuş hissiyatı vardı üzerimde. Tavandan sarkan devasa kristal avize, ışığını binlerce pırıltıya bölerek göz kamaştırıcı bir şölen sunuyor, incecik kesilmiş kristaller ışığı yansıtıp duvarlarda dans eden hayali figürler yaratıyordu.

Mermer zemin yılların izini taşıyan, hâlâ kendine has bir zarafete sahiplik ediyordu. Ortada uzanan geniş merdiven kraliyet saraylarını andıran ihtişamlı kırmızı halısıyla misafirlerini ağırbaşlı bir davetle yukarı çağırıyor olmalıydı. Merdivenin iki yanında kıvrılarak yükselen işlemeli altın trabzanlar ince bir ustalıkla bezenmişti. Onları tamamlayan heykeller adeta yaşayan figürler gibi mekâna derinlik katıyordu.

Duvarlarda asılı olan portreler uzun yıllardır burada bekleyen sessiz tanıklar gibi bakışlarını üzerimize dikmişti. Kadifemsi fırça darbeleriyle işlenmiş portrelerdeki kadınların gözleri anlatılmamış hikâyeleri fısıldıyordu. Her detay, geçmişin gölgelerini bugüne taşıyan birer zaman kapsülü niteliğindeydi.

Tavanda yükselen tavan freskleri bulutların arasına gizlenmiş bir cenneti resmedercesine gökyüzü mavisiyle iç içe geçmişti. Bu salon yalnızca bir mekân değil; geçmişin fısıltılarının yankılandığı, görkem ve asaletin ruh bulduğu bir anıt olsa gerekti.

“Sevgilim.”

Başımı sola çevirdim, bana doğru yaklaşan Erim’e baktım doğrudan. Siyah bir smokin vardı üzerinde. Omuzlarına tam oturmuştu, sanki Erim için özel olarak dikilmiş gibiydi. İçine beyaz bir gömlek giymiş, yakasına özenle düğümlenmiş siyah papyon takmıştı. Siyah pantolonu ve parlak rugan ayakkabıları sofistike tarzını tamamlamış duruyordu. Bileğine kadar uzanan smokin ceketinin düğmeleri iliklenmemişti.

Önce tebessüm ettim, sonra şaşkınlıkla, “Erim?” diye sordum. “Tüm bunlar…”

“Şşh,” diyerek beni susturdu, saçımı, makyajımı, kıyafetimi incelercesine yanıma yaklaşırken dili lâl olmuştu sanki. Elimden tuttu, üzerine hafif bir öpücük bıraktı ve tuttuğu elimi yukarı kaldırarak beni bir tur eksenimde döndürdü. “Bu güzelliğiniz karşısında, bedenimin size tutsak olma dürtüsünü engelleyebilir misiniz, kraliçem?”

Nefesi kesilmişti.

Nefesim kesilmişti.

Erim’in sözleri dudaklarımdan dökülen soluk bir kahkahayla karşılık buldu. Gözlerimi ona diktiğimde gözlerindeki parıltının, tıpkı tavandaki avizeden saçılan ışık zerreleri gibi içimi aydınlattığını fark ettim.

“Beni böylesine büyük bir hayalin içine hapsettiğine göre uyanışı da senin ellerinden yaşamak isterim, majesteleri,” dedim hafif bir alaycılıkla ama gözlerim minnetle bakıyordu.

Erim, yüzünde mağrur bir tebessümle başını hafifçe eğdi, ardından bir adım daha yaklaştı. Bedenim, varlığının yarattığı sıcaklıkla çevrelendi. Ellerini yüzüme kaldırdı, başparmağı yanağımı usulca okşarken gözleri dudaklarımda gezindi.

“Uyanış mı?” diye fısıldadı. “Bu rüya bir sona kavuşacaksa, yalnızca senin teninde yankılanan gerçeklikte son bulsun isterim.”

Sözleri, içimde bir yankıya dönüşmüştü. Kalbimin atışlarını bile bastıran o sesi tüm benliğimi kuşatıyordu. O an, tavanda resmedilen cennet bile gözümde değersizleşmişti. Çünkü cennet, yanımda duruyordu.

Erim’in elini hâlâ avucumda hissederek mermer koridor boyunca ilerledim. İçimde, bilmediğim bir şehre adım atmanın heyecanı değil, bambaşka bir şey vardı. Sanki zihnimin bir köşesi buraya ait olmadığını haykırıyor; diğer yanıysa buraya zaten çoktan ait olmuş gibi huzurla doluyordu.

Erim, kendinden emin bir hareketle kapıyı açtığında içeride gördüğüm manzara karşısında bir an nefesimi tuttum.

Salon, tıpkı büyük sarayların yemek odaları gibi ihtişamlıydı. Ortada uzanan uzun yemek masası beyaz ve altın işlemeli bir örtüyle kaplıydı. Masanın ortasında gümüş şamdanlardan yükselen uzun mumlar titrek ışıklarıyla ambiyansı tamamlıyordu. Masanın üstü adeta bir sanat eseri gibi dizayn edilmişti; kristal şarap kadehleri, altın varaklı tabaklar, ince işçilikle bezenmiş çatal ve bıçaklar... Hepsi, masaya oturan herkesin kendini bir hanedan mensubu gibi hissetmesi için özel olarak hazırlanmış gibiydi.

Ancak beni asıl şaşırtan şey salonun etrafında duran hizmetlilerdi. Gözleri yere eğik, elleri önlerinde birleşmiş, kusursuz bir disiplin içinde bekliyorlardı. Üzerlerinde zarif, siyah ve beyaz renkte klasik hizmetli üniformaları vardı. Hepsi aynı anda kusursuz bir düzenle eğildiler.

O anda hizmetlilerden biri hafifçe eğilip konuştu. “Willkommen, Herr Erim. Das Abendessen ist serviert.” (Hoş geldiniz, Bay Erim. Akşam yemeğiniz hazırdır.)

“Yani... şu an saraydayız ve yemek mi yiyeceğiz?”

Erim beni sandalyelerin başına getirdi, sandalyemi çekerek oturmam için çenesiyle işaret etti. Ben oturduktan sonra karşıma geçti. “Evet, şu an saraydayız ve yemek yiyeceğiz.”

Gözlerimi masadaki özenle dizilmiş yemeklere kaydırdım. Belki de gerçekten açtım ama buradaki ihtişam beni bir anlığına düşüncelere sürüklemişti.

Hizmetliler tek tek önümüze yemekleri servis etmeye başladı. İlk olarak kadifemsi bir dokusu olan sıcak bir çorba konuldu önüme. Üzerine ince doğranmış yeşillikler serpilmiş, hafif tereyağı kokusu havaya karışmıştı.

Tam o sırada bir başka hizmetli yanımıza yaklaşıp incelikle eğilerek Erim’e, “Möchten Sie den Wein probieren, Herr?” diye sordu. (Şarabı denemek ister misiniz, bayım?)

Erim başını olumlu anlamda salladı, kadehine koyu kırmızı bir şarap doldurulmasını beklerken bana göz kırptı. “Burası İsviçre, Buse. Şarap içmeden bir akşam yemeği düşünülemez.”

Hafifçe gülümseyerek kadehimi uzattım. “Bakıyorum da benden daha adapte olmuşsun İsviçre’ye.” Hizmetli, kadehime bir yudumluk şarap doldurduktan sonra geri çekildi.

“Sizin olduğunuz her yere adapteyim, kraliçem.”

Kristal kadehimi elime alıp koyu kırmızı sıvıya göz gezdirdim. Masanın üstünde yanan mumların yansımaları şarabın yüzeyinde dans ediyordu. Erim’le kadehlerimizi tokuşturduktan sonra hafifçe gülümseyerek bir yudum aldım. Şarap, dilimin üzerinde hafif meyvemsi bir tat bıraktı, ardından boğazımdan kayıp gitti.

Sandalyeme yaslanıp Erim’e baktım. “Gerçek bir sarayın içinde yemek yiyeceğimizi gerçekten tahmin bile edemezdim, edemedim de.” Masadaki özenli sunumu, altın işlemeli çatal bıçakları ve taze çiçeklerle süslenmiş tabakları gözden geçirdim. “Ama bir sarayda yaşamak nasıl olurdu merak ediyorum. Yani… günler nasıl geçerdi? Sabaha nasıl uyanırdık mesela?”

Erim, kadehini masaya bırakıp geriye yaslandı, gözlerimin içine baktı. “Sabah, güne kuş cıvıltılarıyla uyanırdın. Ama tabii ki kendi kendine uyanmazdın, odanın kapısı hafifçe aralanır ve içeri bir hizmetçi girerdi. Perdeleri aralar, sabah ışığının odana dolmasını sağlardı. Bir tepsiyle taze meyveler, balla tatlandırılmış sıcak süt ve belki de bir parça tereyağlı çörek getirilirdi. Kahvaltın hazırlanırken sen yatağında gerinir, uykunun son kırıntılarını üzerinden atardın.”

Kafamı yana eğerek gözlerimi kıstım. “Uyanır uyanmaz yemek mi geliyor?”

Erim hafifçe güldü. “Tabii ki. Bir kraliçenin aç kalmasına izin veremezler. Sonra, banyoda senin için hazırlanan sıcak suya girmeye hazırlanırdın. Sular gül yapraklarıyla süslenmiş, hafif lavanta kokusu etrafa yayılmış olurdu. Bunu, hizmetçiler tarafından özenle seçilmiş kıyafetlerin getirilmesi takip ederdi. O gün giyeceğin kıyafetlerin renkleri, hangi mücevherleri takacağın bile önceden planlanmış olurdu.”

Çorba kaşığını hafifçe tabağın kenarına bıraktım. “Bu kadar hazırlık bana biraz fazla gibi geldi.”

Başını iki yana salladı. “Çünkü bugünün dünyasında özgürsün, seçimlerini kendin yapıyorsun. Ama bir sarayda yaşasaydın her şeyin kurallara göre olması gerekirdi. Günlük planın önceden belirlenirdi.”

Dirseklerimi masaya yaslayıp parmaklarımı birleştirdim. “Ve sonra?”

Eliyle masanın üzerine yavaşça vurdu. “Ve sonra bir toplantıya ya da davete hazırlanırdın. Belki elçileri ağırlayacak, belki de büyük bir baloya katılacaktın. Öğleden sonra bahçede yürüyüş yapabilir, sana eşlik eden müzisyenlerin hafif ezgileri eşliğinde çay içebilirdin. Ama tabii ki her anın rahatlıkla geçmezdi. Saray entrikaları, gizli konuşmalar, beklenmedik ziyaretçiler de olurdu.”

Dudaklarımı büzerek başımı iki yana salladım. “Bence benim günlerim daha eğlenceli. Düşünsene, istediğimde sahneye çıkıyorum, şarkı söylüyorum, resim yapıyorum… Kimse bana ‘Bu akşam şu kıyafeti giyeceksin’ demiyor.”

Erim başını eğerek gülümsedi. “Sen kendi dünyanın kraliçesisin. Ama kraliçem… sarayın kraliçesi olmak hoşuna gitmez miydi?”

Gözlerimi masadaki yemeklere, mum ışıklarının sıcak dokunuşuna, şarabın koyu kırmızı rengine kaydırdım. Derin bir nefes alıp gözlerimi Erim’e diktim. “Belki de” dedim fısıltıyla. “Ama sadece seninle olduğumda.”

Dudaklarındaki hoş bir tebessümle kadehini tekrar kaldırdı. “Öyleyse, bu geceye… ve sadece bana ait olan o kraliçeye.”

Ben de kadehimi kaldırıp ona dokundurdum. “Ve her zaman daha fazlasına…”

Yemeklerimizi yedikten sonra yemek salonundan çıktık. Beni tamamen Erim yönlendiriyordu fakat ben hâlâ tüm bu yaşananlara mantıklı bir açıklama bulamıyordum.

Bir anlığına adımlarımı duraksattım ve “Erim…” diye fısıldadım. Kelimeler sanki bir zindandaydı ve çıkmak için çok çaba sarf etmeleri gerekiyordu. “Bana neler olduğunu anlatacak mısın?”

“Düşüncelerini gerçekleştirmeyi seviyorum.” Anlamsızca baktığımda gülümsedi, elimden tutup beni merdivenlere çekiştirdi. “Acaba Erim’le başka bir evrende, bu yaşadıklarımızı yaşamadan var olsaydık… nasıl olurdu diye düşündüğünü biliyorum.” Merdivenleri çıktıktan sonra durduk, gözlerimin içine baktı. “Ve nereden bildiğimi sorgulama.”

En az aşağısı kadar geniş bir koridordan geçtik, büyük bir odaya girdik. Oda oldukça karanlıktı, perdelerin olduğu kısım hariç. Perdelerin arasından loş bir ışık süzülüyordu. Sokak lambalarının ışığı olduğu aşikârdı. Işığın piyanonun üzerine düşmesine takıldı gözüm. Ve odada başka hiçbir şey yoktu.

Erim kapıyı kapattığında ona döndüm. “Peki…” dedim sakin bir sesle. “Ama şunu sormama izin ver. Biz şu an hangi evrendeyiz?”

“Prens Edward ve Wallis Simpson evreninde.”

Prens Edward ve Wallis Simpson diye tekrarladım içimden. Prens Edward ve Wallis Simpson’un hikâyesini biliyordum. İngiliz kraliyet tarihindeki en büyük fedakarlıklardan biri olarak anılıyordu. Kral, aşkı uğruna tahtını terk etmiş, kraliyet ailesi ve halkı tarafından reddedilmeyi göze almıştı.

Edward, 1894 yılında İngiltere Kralı V. George’un en büyük oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğundan itibaren tahtın varisi olarak yetiştirildi. Askerî eğitim aldı, Avrupa ve İngiltere’yi dolaştı, halkla iç içe olmaya çalıştı. Ancak sorumluluklarının ağırlığı altında zaman zaman bunalıyor, kraliyet kurallarına tam anlamıyla uymakta zorlanıyordu.

1920’lerde, Prens Edward olarak halkın sevgisini kazandı. Genç, yakışıklı ve karizmatik bir figürdü. Ancak özel hayatı çalkantılıydı. Birçok kadınla adı anılıyordu. Bunlardan biri Amerikalı Wallis Simpson’dı. Wallis, daha önce iki kez evlenmiş bir kadındı ve o sırada ikinci eşiyle birlikte yaşıyordu. Ancak Edward ona âşık oldu.

Wallis de bu ilişkiye kayıtsız kalmadı. Edward zamanının büyük bir kısmını onunla geçiriyor, davetlere onunla katılıyor, hatta ona pahalı hediyeler alıyordu. Ancak bu ilişki kraliyet ailesi ve İngiliz hükümeti için büyük bir sorundu. İngiltere Kilisesi’nin kurallarına göre boşanmış bir kadınla evlenmek ahlaken uygun görülmüyordu. Üstelik Wallis’in eski eşleri hâlâ hayattaydı.

20 Ocak 1936’da Edward, babasının ölümünün ardından VIII. Edward adıyla İngiltere Kralı oldu. Ancak tahta geçmesiyle birlikte Wallis ile olan ilişkisi daha büyük bir mesele haline geldi. Hükümet ve kilise yetkilileri, onun Wallis ile evlenmesine kesin bir şekilde karşı çıktı. Halkın bir kısmı da bir Amerikalının kraliçe olmasını istemiyordu.

Edward’ın önünde iki seçenek vardı: Ya tahtta kalıp Wallis’ten vazgeçecek ya da aşkı için krallığını bırakacaktı. O, ikinci seçeneği seçti.

11 Aralık 1936’da BBC radyosundan halka seslenerek tarihe geçen şu sözleri söyledi: “Aşkımın desteği ve yardımı olmadan, kral olarak görevimi yerine getiremeyeceğime inanıyorum.”

Bu sözlerle, Edward VIII. olarak sadece 326 gün süren hükümdarlığını sonlandırdı. Kardeşi Albert, VI. George olarak tahta çıktı.

Edward’a “Windsor Dükü” unvanı verildi ve kraliyet ailesinden resmen uzaklaştırıldı. Artık İngiltere’de bir yeri yoktu. Wallis ile Fransa’ya yerleşti ve 1937’de onunla evlendi. Ancak bu evlilik, ona kraliyet ailesiyle olan bağlarını tamamen kopardı. Wallis, hiçbir zaman “Majesteleri” unvanını alamadı ve İngiliz hükümeti onları resmi etkinliklerden dışladı.

Çift, Avrupa’da bir süre gezgin bir hayat sürdü. II. Dünya Savaşı sırasında Edward’a, Bahamalar Valiliği görevi verildi ve bir süre orada yaşadılar. Ancak Edward hiçbir zaman eski statüsüne kavuşamadı.

Hayatlarının geri kalanı, Paris’te geçti. Edward, zaman zaman kraliyet ailesine dönmek istese de bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1972’de hayatını kaybetti ve Windsor’daki Frogmore Kraliyet Mezarlığı'na defnedildi. Wallis Simpson ise 1986’da öldüğünde onun yanına gömüldü.

Tarih, Edward’ın kararını hâlâ tartışıyordu. Kimi ona büyük bir âşık, kimi ise tahtını terk ederek İngiltere’yi zor bir duruma sokan bir kral olarak bakıyordu. Ancak kesin olan bir şey vardı.

O, aşkı için kraliyet tarihini değiştiren adam olarak anılmaya devam edecekti.

“Peki neden bu evrendeyiz, sayın Edward?”

Erim, üç kararlı adımla yanıma geldi, beni yanıtlamadan önce ellerini belime sardı. Gözleri derin ve karanlık bir hikâyenin sayfaları gibi üzerime kapanırken, sesi alçak ama titremeyen bir tonda konuştu. “Alakamız yok belki ama… bu hikâyede bizi buldum, Buse. Ben senin için birçok şeyden vazgeçtim. Özellikle de yaşantımdan. Eğer sen olmasaydın, biz hiç tanışmamış olsaydık… ben yanında değil demir parmaklıklar ardında olurdum. Babamın katilinin katili olma sebebim ile.”

Derin bir nefes alıp aldığım nefesi yavaşça dışarı bıraktım. “Peki… sayın Edward, lütfen söyleyin bana, iki kez boşandığım kişiler kimler?”

Baş parmağıyla yavaşça yüzümü okşadı. “İlk sevgiliniz olan Aras ve hayali sevgiliniz olan Dean Winchester. Pardon, kocanız diyecektim. Affınıza sığınıyorum, kraliçem.”

Güldüm. Gülüşüm, odanın loş ışığında yankılanan bir melodi gibi havada asılı kaldı. Erim’in gözleri gülüşümle birlikte ışıldadı ama içinde hâlâ o derin kasvetin gölgeleri dolaşıyordu. Belime dolanan kolları gevşemedi, aksine daha da sıkılaştı.

Başımı hafifçe yana eğdim, ona biraz daha yaklaştım. “Ama ne ben kraliçe ne de sen kralsın. Ben eski bir kralla evliyim. Sıradan bir insanım. Bu yüzden… neden bana kraliçem diyorsun?”

Gözlerini yavaşça kırptı. “Ben sana tahtımı, sen bana kalbini verdin. Ben senin gönlündeki tahtın kralı, sen o kralın kraliçesi oldun. Değil ailem, tüm dünya izimizi de silse… sen daima benim kraliçem olarak kalacaksın.”

Sözleri içime ağır ağır işledi. Nabzımın hızlandığını, sesinin bu sessizlikte yankılandığını hissettim. Her kelimesi adeta bir mühür gibi kalbime işliyordu. Elimi kaldırıp yanağına dokundum. Teninin sıcaklığı parmak uçlarıma işledi. “Bu hikâyede beni bulduğunu söylüyorsun ya…” Gözlerimi onunkilere kilitledim. “Ben de seni buldum, Erim. Ama bu buluş bir bedel ödetti bize. Sen geçmişini silmek için benimle yürüdün, ben ise kendi geçmişimi öğrenmek için senin peşinden koştum.”

Parmakları belimden yavaşça sıyrılıp sırtıma kaydı. “Ve şu an hangi noktadayız, kraliçem?”

Sustum. Çünkü bunu ben de bilmiyordum. Kendi içimde yolumu kaybetmiş gibiydim. Erim benim en karanlık yanlarımı aydınlatan bir yıldızdı ama… ya ben? Ben onun içindeki kasveti dağıtabilecek miydim?

Başımı göğsüne yasladım, kalp atışlarını duymak istedim. Bir ritim… bir melodi gibiydi. “Söylesene, Edward…” diye fısıldadım. “Bizi hangi son bekliyor?”

Beni daha sıkı sardı. Kulağıma doğru eğildi, nefesi tenime sıcak bir meltem gibi değdi. “Bunu biz belirleyeceğiz, kraliçem.”

Kollarından yavaşça sıyrıldım. Harelerim piyanonun üzerindeydi. Birkaç adım geri çekildim. Ayak seslerim odanın sessizliğinde yankılandı, yankılandı, yankılandı.

Piyanonun önündeki koltuğa yerleştim, dudaklarım iki yana kıvrıldı. Loş ışık, siyah ve beyaz tuşların üzerinde narin bir tül gibi yayılmıştı. Ellerimi hafifçe kaldırıp tuşlara dokundum. Önce ürkekçe, sonra biraz daha emin bir şekilde. Piyano usulca dile geldi.

İlk notalar havaya yükseldiğinde odanın kasveti dağıldı, yerini tatlı bir gerilime bıraktı. Çaldığım melodi bir bahar sabahı pencereyi aralayan meltem gibi yumuşak ve davetkârdı; içinde keşfedilmemiş duygular, fısıldanan itiraflar ve tutkulu bir bekleyiş saklıydı.

Parmaklarım piyanonun tuşlarında gezindikçe melodi kalbimin ritmiyle birleşiyor, odanın içine usulca aşkın en saf hâlini yayıyordu. Romantik bir fısıltı gibi naif ama derinden kavrayan bir ezgi…

Erim kıpırdamadı. Ama gözlerini dahi kırpmadan büyük bir hayranlıkla beni izlediğini biliyordum, hissediyordum. Bana âşık olduğunu dudaklarını hareket ettirmeden belli ediyordu.

Bana dokunmadan bana dokunabilen tek kişiydi.

Parmaklarım tuşların üzerinde dans ederken gözlerimi kapadım. Erim’in nefesi bile susmuştu sanki. Odadaki tek hareket piyanoya dokunan ellerimdi. Erim ise bir heykel kadar hareketsizdi.

Gecenin uğultusuna karışan melodi, boğazımda düğümlenen bir şeyin çözülüşü gibiydi. Erim’in yaklaşmakta olduğunu hissettim.

Omuzumun hemen ardında durduğunda, tenimden geçen bir ürperti yayıldı iliklerime. Kalbim, parmaklarımla birlikte ritmini kaybetti bir an. Nefesinin sıcaklığı ensemde gezindi.

“Sevgilim…”

Fısıltısı, bir tılsım gibi tenime işledi.

Ellerim piyanonun tuşlarına biraz daha sert bastı, ses daha derin ve ihtiraslı bir hal aldı. Müzik, odanın içinde yalnızca benimle onun anladığı bir dile dönüştü. Ellerimle konuşuyordum. O ise dinliyordu. Ama öylece değil… Beni görerek, beni hissederek, ruhumu çözerek.

Bir an… Ellerimi tuttu. Tam arkamdaydı ve gövdesi tenime değiyordu. Parmaklarını, parmaklarımın arasına geçirdi. Şimdi o da benimle çalıyordu. Ama melodi tamamen değişmişti. Hafifçe başımı çevirdim. Gözleri… Kelimelere dökülmeyen ama her notaya kazınmış bir arzu taşıyordu.

Burnuma Erim’in parfümü karışmış ten kokusu dolarken kalbim ritmini şaşırdı. Usulca eğildi ve dudaklarını çıplak omuzuma yaklaştırdı. Henüz tenime değmemişti ama sıcaklığı derimi yakmaya yetmişti.

Avuç içi sırtıma dokundu. Nazik ama içten içe delip geçen bir dokunuştu bu. Önce sadece bir temas, ardından baştan sona yayılan yavaş bir okşayış… Teni, ince bir ipeksi kumaş gibi sırtımda süzülürken tüylerimin diken diken olduğunu hissettim.

Nefesim, çaldığım melodinin akışında titrek bir fısıltıya dönüştü.

Piyanonun tuşlarına bastığım parmaklarım bir anlığına titredi, notalar sanki yoldan çıktı. “Devam et,” diye fısıldadı. Sesi kadife gibi yumuşaktı ama içinde buyurgan bir alçaklık taşıyordu. “Devam et ki sanatın ne olduğunu bir kez daha anlayayım.”

Sırtımdaki elini aşağıya, belime doğru kaydırırken dudakları boynumun hemen arkasında gezindi. Bedenim içgüdüsel olarak geriye, ona yaslanmaya çalıştı. Gözlerimi sıkıca kapatıp nefesimi tuttum. Erim, içimde yükselen bu ateşi fark etmiş olmalıydı.

Belimi sıkıca kavradı.

Parmakları belimdeyken, piyanonun başında olduğumu unutmuştum. Porselen gibi soğuk tuşlara dokunan ellerim, tenimde dolaşan sıcak ellerine karşı bir savaş veriyordu.

Ve ben ilk kez bir savaşı kendi arzumla kaybetmek istiyordum. Kaybetmek ve kendimi tamamen ona bırakmak…

Nefesi boynumun kıyısında gezinirken dudaklarım aralandı ama çıkan tek ses titrek bir nefesin yankısı oldu. Sonra dudakları boynumun hemen altına, tenimin en hassas noktasına değdi.

Göğsüm hızla inip kalkarken avuçlarımı tuşlara biraz daha sert bastım. Melodi artık bir bütün değil, bölünmüş bir arzuydu.

Dudakları boynumun kıvrımlarına bir keşif gibi dokunuyordu. Her öpücüğünde içimde bir fırtına kopuyor, tenim onun dokunuşuna yanıt veriyordu. Sıcaklığı vücuduma kazınıyordu. Dudakları tenimde bir iz bırakır gibi her dokunduğu yerde içimi titretiyordu.

Piyanonun tuşlarından çekildiğimde Erim’in kollarının beni tamamen sardığını fark ettim. Gözlerinde o derin, yakıcı arzu hâlâ oradaydı. Ayağa kalktım, “Beni kışkırtıyorsun,” diye fısıldadım. Çok geçmeden duvara tosladı bedenim. Soğuk duvar çıplak tenimi ısırmıştı. “Beni deli ediyorsun.”

Ben artık buna direnmek istemiyordum.

Gözlerim dudaklarına kaydığında aramızdaki mesafenin artık yalnızca bir nefeslik olduğunu fark ettim. Gözleri karanlık bir okyanus gibi derindi. Beni içine çeken, batıran, aynı anda boğan ve nefessiz bırakan bir girdaptı.

İçimde bir yerlerde aklımın henüz tam anlamıyla susturulmamış köşesi beni durdurmaya çalışıyordu. Ama bedenim, kalbim, nefesim ve hatta titreyen parmaklarım bile bu çabanın boşuna olduğunu biliyordu. Çünkü Erim’in kokusu çoktan üzerime sinmişti, sesi kulaklarımdan gitmiyordu ve dokunuşları tenimde yanmaya devam ediyordu.

Dudaklarındaki karşı konulamaz gülümsemeyi gördüm. Parmakları usulca bacağımda gezindi ve bir bacağımı yukarı kaldırdı. “Seni kışkırtmak istiyorum.” Bu bir itiraftı. Diğer bacağımı da yukarı kaldırdı, bacaklarım Erim’in gövdesine tutunurken elbisem yukarı sıyrıldı. “Seni deli etmek istiyorum.” Bu da ikinci itirafıydı.

Bacaklarımdan kalçalarıma doğru süzülen parmaklarının izini içimde bir yangın gibi takip ettim. Bu ateşi körüklediğini biliyordu. Dudaklarımın arasından kaçan nefesi yakaladı ve sanki bunu bekliyormuş gibi başını bana yaklaştırdı.

“Buse…” diye fısıldadı. “Aklımı durduruyorsun.” Yanağımdan öptü. “Kalbimi hızlandırıyorsun.” Burnumdan öptü. “Beni yokluğunla sınıyorsun.” Alnımdan öptü. “Varlığınla yok ediyorsun.” Dudak kenarımdan öptü. “Yakıyorsun.” Boynumdan öptü. “Beni çıldırtıyorsun.” Göğsümün biraz üzerinden öptü. “Neden hâlâ beni öpmüyorsun?”

Hafifçe inledim. “Bugün… itiraf günü mü?”

“Bugün… itiraf günü.”

“Erim…” diye fısıldadım aynı Erim gibi. “Beni sana muhtaç bıraktın.” Yanağından öptüm. “Beni sana susuz bıraktın.” Burnundan öptüm. “Beni yokluğunla sınadın, beni parçaladın.” Alnından öptüm. “Kendimi bir hiçmişim gibi hissettirdin.” Dudak kenarından öptüm. “Beni alevlere attın.” Boynundan öptüm. “Beni delirttin.” Sustum, gözlerinin içine baktım. “Beni bu aşkına aç bıraktığın için seni asla affetmeyeceğim, Erim Koral.” Dudaklarını öptüm. Kana susamış vampir gibi, ardımda bıraktığım dört yılı bu öpücükle telafi edebilecekmişim gibi öptüm. Öpüşlerim yumuşak değildi.

Afalladı, birkaç saniye öyle kaldı. Ardından bana, onu öptüğüm gibi karşılık verdi. Dudaklarımdan aldığı nefesi bana geri üfler gibi tutkuyla bastırdı. Parmakları sırtımda gezindi, beni daha da kendine çekti. Göğsü göğsüme yaslandığında aramızdaki mesafe tamamen yok oldu. Dilini dudaklarımın arasına sabırsızca sürerken vücudumun titrediğini hissettim.

Ellerimi saçlarına daldırdım, parmaklarımı gür bukleleri arasında gezdirirken onu kendime daha da çekmek istedim. Ama zaten artık nefes alacak kadar bile aramızda boşluk kalmamıştı. Dudaklarımdan ayrılıp yeniden buluştuğunda beni daha da derine çekiyordu. Öpüşümüz sadece tenimizin değil, ruhlarımızın da birbirine karıştığı bir yangına dönüşüyordu.

Dişlerini alt dudağıma hafifçe bastırdı, kendisine doğru çekti. Zevkle inledim ama sesim kısıktı. Dilim, diline dolandı, tadı içimde bir fırtına gibi büyüdü. Nefesim kesilse bile öpmeye devam etmek istedim.

Duvardan çekti beni hızlıca. Dudakları hâlâ dudaklarımdaydı. Boğuk bir tuş sesi çıktığında piyanonun üzerinde olduğumu anladım. Belimdeki elleri sırtımı sımsıkı kavradığında kalbim yerinden fırlayacak gibi attı. Ellerim farkında bile olmadan gömleğinin yakasını sıkıca kavramıştı, tırnaklarım tenine batacak kadar…

Bunu fark ettiğinde elini belimden kaydırıp sırtıma çıkardı. Teni, ipeksi bir kumaş gibi derimde süzüldü. Ama hareketi nazik olmaktan çok uzaktı. İddialı, kontrolü elinde tutan, bu yangının her anını bilen bir tutkuyla beni kendine çekti.

Öpücüğümüz daha da derinleşti.

Avuçlarım gömleğinin yakasından sıyrılıp omuzlarına kaydı, tırnaklarım onun teninde hafif bir iz bırakacak kadar bastırıldı. Erim’in iç geçirdiğini duyduğumda dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oluştu.

Ama bunu uzun süre yapmama izin vermedi.

Birden beni kendine daha sert çekti ve dudaklarını çeneme, oradan da boynumun kenarına indirdi. Piyanonun başında, yalnızca notaların ve nefeslerimizin var olduğu bu anın içinde, sıcaklığı bedenimi esir alırken, boynuma dokunan dudaklarının bıraktığı izi hissettim.

Bir yangının içine düşmüştüm. Ve yanmaktan korkmuyordum. Yanmak istiyordum.

Erim’in dudaklarından çekildiğimde, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Odanın içinde sadece nefeslerimizin yankısı vardı. Gözlerine baktığımda orada kaybolduğumu hissettim; bastırılmış arzuların ve geçmişin gölgesinde kalmış ihtirasın karanlık girdabında…

Eliyle bileğimden kavradı, tek kelime etmeden beni peşine taktı. Ayaklarımız taş zemin üzerinde yankılanan sessiz adımlarla birbirini takip ediyordu. Koridorun loş ışığında gölgelerimiz birbirine karışırken içimde tarifi mümkün olmayan bir titreme vardı. Erim’in eli hâlâ bileğimdeydi ve varlığı, tenime işleyen bir mühür gibi yakıcıydı.

Ne olduğunu bilmediğim bir kapının önüne vardığımızda bir an durdu. Gözleri gözlerime kenetlendi, parmakları bileğimde gevşedi ama bırakmadı. “Beni hâlâ istiyor musun?” Sesi karanlık bir fısıltı gibiydi.

Gözlerimi kırpıştırdım. “Bunu sormak zorunda mısın?”

Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. “O zaman…” dedi ve kapıyı açtı. İçeri adım attığımızda gözlerim odaya şöyle bir kaydı. Loş ışık, geniş yatağın üzerindeki çarşafları gri bir sis gibi kaplamıştı. Perde hafifçe aralıktı ve sokak lambalarının sarı ışığı odaya sızıyordu.

Ama ne odanın karanlığı ne de odanın soğuk duvarları umurumdaydı. Bir adım daha attı bana doğru. O kadar yakındı ki nefesi yanağımı yalayarak geçti. “Buse,” diye fısıldadı.

Tüylerim diken diken oldu. Sadece sesinin dokunuşuyla bile içimde bir fırtına kopuyordu. Ellerini usulca omuzlarıma götürdü. Parmak uçları saten askılarımın üzerinde süzüldü. Ve sonra, başparmaklarıyla askıları aşağıya doğru itti.

Kumaş, hiç direnmeden usulca aşağıya kaydı… Önce omuzlarımdan, sonra göğüs kafesimin üzerinden karnıma doğru süzülerek yere düştü.

Erim’in nefesi bir an duraksadı. Gözleri üzerimde sabitlendi. Bunu beklemiyordu. “Siktir!” Yüzüme bakmadı. Gözleri, elbisenin altında hiçbir şey olmadığını fark ettiği anda doğrudan bedenime kilitlenmişti. “İç çamaşırı giymedin mi sen?”

Sesinde hayret yoktu. Öfke de yoktu. Ama vahşi, başıboş kalmış bir arzu vardı.

Gülümseyip, başımı hafifçe eğdim. “Bu gece ihtiyacım olacağını sanmamıştım.”

Erim, dişlerini sıktı. Parmaklarını çenemin altına koyup başımı kaldırdı. “Yanılmışsın.”

Son kelimesi göğsümün tam ortasına bir kıvılcım gibi düştü. Ve aniden eğilip boynumun hemen altına dudaklarını koydu. Islak ve yakıcı bir öpücüktü bu. Ne nazik ne de aceleciydi. Sahipleniciydi. Emir veriyordu, itiraz istemeyen bir otoriteyle beni iliklerine kadar hissediyordu.

Göğsüm hızla inip kalktı.

“Beni kaç kez daha delirteceksin, Buse?” Sesi, boynuma kapanan dudaklarının arasında boğuluyordu.

Cevap veremedim. Nefesim göğüs kafesime hapsolmuştu.

Ellerini kalçama kaydırdığında bir an ürperdim. Ama bu ürperti korkudan değildi. Tenimin altında yankılanan, dizlerimi titreten o baş dönmesi gibiydi. “Bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Kaç kez delirmek istersin?”

Başını kaldırdı, gözleri içimde yolunu kaybetmiş bir gezgin gibi dolandı. Ellerini belime dolarken bedenimi havaya kaldırdı. Beni yatağın üzerine bıraktığında sırtım çarşaflara serildi.

Üzerime eğildi, ellerini yanlarıma koydu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Bu gece…” Sustu, bir çırpıda üzerindeki kıyafetlerden kurtulup bir köşeye fırlattı. Çıplak teni çıplak tenime temas ediyor, sertliğini tam anlamıyla hissediyordum. Ona biraz sürtündüğümde nefesini güçlükle aldı. “Beni unuttuğun her saniye için kendimi tekrar tekrar hatırlatacağım.”

***

İçimde, göğüs kafesime sığmayan, varlığını her nefesimde hissettiren tuhaf bir his vardı. Adını koyamadığım, tanımını yapmaya çekindiğim bir şeydi bu. Gözlerimi her kapattığımda dün gecenin ihtişamı zihnime yeniden hücum ediyor, içimdeki dalgalanmaları daha da derinleştiriyordu. Yanaklarıma yayılan sıcaklık, mahcup bir tebessümle dudaklarımı iki yana kıvırıyordu.

Aslında dün gece hiç de utanmadığımı hatırlıyordum. Aksine… O anlarda gecenin büyüsüne kapılmış, zamanın durduğuna inanmıştım. Ama şimdi… Şimdi işte buradaydım. Gerçek dünyanın içine hapsolmuş, dünden arta kalan hislerin esaretinde.

“Düşünme, Buse! Düşünme!”

Parmaklarım, sehpanın üzerinde duran porselen fincanın kulpuna usulca uzandı. Kahve hâlâ sıcaktı. İçinden yükselen o kendine has koku içimi hem ısıtıyor hem de bilinçaltımın derinliklerinde uyuyan anıları uyandırıyordu.

Dün gece o göz kamaştırıcı saray… Gözlerimin önünde belirip kaybolan ihtişam… Renklerin, seslerin ve dokuların o büyüleyici armonisi… Şimdi yalnızca zihnimin derinliklerine kazınmış, silinmeyecek bir anıya dönüşmüştü.

Cam kenarındaki koltukta dizlerimi karnıma çekmiş, dışarıyı seyrediyordum. Bugün kar yağmıyordu ancak hava yine de kasvetliydi. Erim markete gitmişti. Kahve fincanını biraz daha sıkarak göğsüme yaklaştırdım.

Evin sessizliği öyle derindi ki tüy yere düşse yankılanırdı. Zihnim dünden kalan hayallerin ince iplerine dolanmış, dış dünyayla olan bağımı silikleştirmişti.

Ta ki telefonumun tiz ve keskin melodisi bu derin sessizliği bıçak gibi yarana dek.

Oturduğum yerden kalktım ve çalan telefonuma uzandım. Annem arıyordu. İçimde taşan mutluluk sesime de yansırken telefonu açtım, “Annem!” dedim neşeyle. “Günaydın.”

Ama arka planda yankılanan ses dudaklarımdaki tebessümü anında yok etti. Boğuk, hıçkırıklarla boğulan bir ağlama sesi duyuyordum ve ağlayan bu kişi annemdi.

İçimdeki korku damarlarıma buz gibi yayıldı.

“Anne... Ne oldu? İyi misin?” Sesim yükseldi, ellerim titredi. Bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordum. Bir felaketin eşiğinde durduğumu, az sonra duyacağım kelimelerin tüm dünyamı paramparça edeceğini hissediyordum.

Yanlış hissetmek istiyordum.

Telefonun diğer ucundaki soluğun titrek bir inlemeye dönüşmesiyle birlikte annem nihayet konuşabildi. “Buse…” Sesi, o tek kelimenin içinde gizlenen onlarca duyguyu taşıyordu. Çaresizlik, korku, acı…

Her nefesinde yüreğime işleyen bir dehşet vardı.

“Gökben…” Sesi derin bir hıçkırığın içinde kayboldu. “Aktan Atasoy, Gökben’i kaçırdı.”

Bölüm Sonu.

Bölüm : 26.02.2025 17:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
tuğba ♡ / Tehlikeli Fısıltı / Bölüm 51 - Piyanonun Gölgesindeki Kıyamet
tuğba ♡
Tehlikeli Fısıltı

7.67k Okunma

412 Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...