52. Bölüm

Bölüm 52 - Hükümsüz Zindan

tuğba ♡
tuvbaveotesi

Tehlikeli Fısıltı

Bölüm 52 – Hükümsüz Zindan

Yumruk yersin yılma kalk, dayan,
Bu abi yerle çok sevişti,
Düşmek hiç ayıp değil, kalkmasını bil,
Ve acele et şu gözyaşını sil.

Sagopa Kajmer - Vasiyet

Dudaklarındaki parmaklarımı sıkıca tuttu ve uzaklaştırdı. Kaşlarının çatıldığını gördüm. "Erim'e ihanet etmeyi mi düşünüyorsun?"

Başımı geriye doğru yatırdım, "İhanetin en büyüğünü Erim bana yaptı," dedim. Dudaklarına baktım, ardından yüzüne. En sonunda gözlerine tırmandım. "Ve hiçbir ihanete sessiz kalmamalıyız. Herkes bir gün yaptıklarının bedelini ödemeli, değil mi?"

Birkaç Saat Önce;

Zihnimin içi bulanıktı.

O bulanıklığın içinden çıkamıyor, mantıklı düşünemiyordum. Kaç kez yankılanmıştı annemin anlattığı şeyler kulaklarımda bilmiyordum. "Aktan Atasoy bizzat geldi, yıktı ortalığı. Evde tek ben vardım. Kurtaramadım, kızım... Gökben'i o adamın elinden kurtaramadım!"

Annemi suçlamıyordum.

Bu konudaki tek suçlu kesinlikle bendim. Böylesine gözü dönmüş bir adam bu kadar dibimizdeyken... Gökben'i yalnız bırakmamam gerekiyordu. Yapmamalıydım. Aptaldım. Fazlasıyla aptaldım ve bir şekilde sevdiklerim benim yüzümden kurban seçiliyordu.

Ben lanetli miydim?

Neden böyle hissediyordum?

Sanki ben gerçekten ölmüş olsam bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Annem ölmeyecekti, Erim'in bambaşka bir hayatı olacaktı, Gökben kaçırılmayacaktı... Tüm bunların ucu bana değiyordu. Değiyor ve bir daha ayrılmamak adına sımsıkı düğümler atılıyordu.

"Orospu çocuğuna hiçbir şekilde ulaşamıyorum!"

Başımı ellerimin arasından çekip çenemi dikleştirdim ve büyük bir öfkeyle konuşan Erim'e baktım. Dün haberi alır almaz tüm eşyalarımızla birlikte İzmir'e dönmüştük. Ve dünden beri Aktan Atasoy'a ya da Berivan Atasoy'a ulaşmak adına her yolu denemiştik.

İşe yaramamıştı.

Ne Aktan ne de Berivan ortalıkta yoktu.

"Buse." Bakışlarımı Erim'den alıp Emir'e çevirdim. Bu evdeki herkes şu an çaresiz olduğu kadar da üzgündü. Bunu yüzlerinden anlayabiliyordum. "Aktan'ın gidebileceği herhangi bir yer falan hiç mi bilmiyorsun?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Aktan'ı tanıyorum dersem bile yanılırım, Emir. Sanki kapana kısılmış gibiyim." Koltuğun köşesindeki peluş koalaya baktım. Gökben'indi. Ellerimin arasına aldım, başını okşadım silik bir tebessümle. "Onu yalnız bırakmamalıydım."

"Kendini suçlamayı bırak, Buse," diye çıkıştı Melis. Eli omuzumu kavramıştı. "Sen Gökben'in yanında olduğunda da Aktan Atasoy durmayacaktı. Ve onun asıl hedefi Gökben değil, bunu hepimiz biliyoruz. Ya sana zarar versey..."

"Melis." Sert ses tonunun ve lafı yarıda bölen cümlenin sahibi Erim'den başkası değildi. Birkaç adımda yanımıza geldi, koltuğun diğer ucuna çökerek eğik olan başımı kaldırdı. "Güzelim, Melis haklı. Kendini suçlamayı bırak artık."

Tepki vermedim. Tek bir gözyaşı dahi dökmemiştim ancak sağlıklı olduğumu da söyleyemezdim. Buraya geldiğimden beri Gökben yoktu. İçim huzursuzdu. Kalbime katran gibi bir ağırlık çöküyor, ne yaparsam yapayım gitmiyordu.

"Aslında..." dedim bir anlık duraksamayla. Neden bunca zamandır aklıma gelmemişti bu benim? "Aktan Atasoy'un sağ kolu, Ferdi Ünal. Gökben'le ilk tanıştığımızda beni ona götüren kişiydi. Numarası var, değiştirmediyse eğer. O adama ulaşabilirsek Aktan'a da ulaşabiliriz!"

Kimsenin cevabını beklemeden oturduğum yerden fırladım ve üst kata çıktım. Telefonumu odamda bırakmıştım çünkü. Telefonu kaptığım gibi yeniden aşağıya indim, yerimi aldım.

Kilit ekranını açtıktan sonra rehbere girecektim ki bilmediğim bir numaradan mesaj bildirimi düştü. Kaşlarım çatıldığında bir Erim'e bir de Melis'e baktım. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı, sebebini bilmiyordum. Hızla gelen bildirime tıkladım.

Tek bir mesaj vardı.

Ve o mesaj videoydu.

Videoya tıkladım, telefonun sesini yükselttim. Videonun başı sadece karanlıktı. Adım sesleri duyuluyor, hepimiz ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Derken titrek bir ışık belirdi. Cılız, beyaz bir ışık. Pili bitmek üzere olan fenerin ışığı olduğunu anlamak zor değildi.

Adım sesleri biraz daha ilerledi, ilerledi, ilerledi. Işığın solukluğundan dolayı ortamın nerede olduğunu kestiremiyordum. Adımlar durdu en sonunda. Kamera hafifçe sağa kaydı ve ben Gökben'i gördüm.

Bir yatağın köşesine kıvrılmış, başını dizlerinin arasına gömmüş bir şekilde. Korkuyordu. Gökben her korktuğunda bu hareketi yapardı. Ve titriyordu. Gökben çok korkuyordu.

Gökben'i o halde görmem belki de iki saniye kadar sürmüştü. O karanlık odadan çıktı, üzerine kapıyı kilitledi ve adım attıkça yüzünün aydınlandığını gördüm. Aktan Atasoy'du bu.

Bir odaya geçti ve telefonu masada bir yere yerleştirdikten sonra sandalyeye oturdu. Ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi, dudaklarına alaycı bir tebessüm yerleştirdi. "Merhaba, sevgili kızım. Benim ilk göz ağrım. Şu an ne kadar sinirli olabildiğini tabii ki de anlıyorum. Haklısın. Ben olsam..." Duraksadı, nefesini sesli bir şekilde verdi. "Ben olsam ben de kendime sinirlenirdim ama yalan söylermişim. Sinirlenmezdim herhalde. Eğlenceli bir adamımdır."

Erim'in ellerinin yumruk olduğunu görmüştüm. Sakin olması adına elini tuttum, kendimi zorlayarak samimi bir şekilde gülümsedim. Konuşmadım ama Erim beni anlıyordu. Biraz daha gevşetti ellerini.

"Gökben'in nasıl korktuğunu gördün. Ah biliyorsundur diye düşünüyorum, benim küçük kızım karanlıktan çok korkuyor ve bu... delik kalbe sahip olan küçük bir kız çocuğu için hiç de iyi bir şey değil. Korkularının kalbini atağa geçirmesi kesinlikle an meselesi."

"Lan sadede gelsene siktiğimin evladı!" diye bağırdı Emir. "Video başladığından beri boş yapıyor evveliyatını..." Sustu. Melis ters bir bakış attığı için sustu.

"Senden sadece iki şey isteyeceğim, sevgili kızım. Akıllı birisi olduğunu bildiğim için işe zaten polis falan karıştırmayacağının farkındayım. Ya da..." Sanki beni izliyormuş gibi bakışları iki yanımda gezindi. "Bana tuzak kurmayacağının. Ah, neyse çok uzattım. Beni o gün rezil ettin, Buse. Sevgilinle birlik olup beni alt ettiğini zannettin." Kahkaha attı, duruldu, ekrana yaklaşıp, "Yanıldın," dedi gizli bir öfkeyle. "Çok yanıldın. Ben Aktan Atasoy'um. Beni kimse... alt edemez, Buse. Kimse! O çok sevdiğin adam, seni terk ettiği gün bana ne demişti hatırlıyor musun? Bu senin son iyi günün falan filan. İcraatı göremedim açıkçası. Balonları severim ama patlak olmayanlarını."

Sakinleşmek adına derin bir nefes aldım. Ellerim zangır zangır titremeye başlamıştı ve engellemekte zorlanıyordum. Erim bileklerimden yakaladı, Melis'e kısa bir bakış attı. Melis telefonu elimden aldıktan sonra Erim, parmak uçlarımla oynamaya başladı. "Yanındayım."

"İlk istediğim şey aslında çok basit." Yeniden videoya verdim odağımı. "Biliyorsun ki canım oğlum Mehmet, öldü. Lakin... diğer canım oğlum Murat yaşıyor ve inanır mısın Buse... Murat hapiste falan değil." Başını yana çevirdi, "Gel oğlum," dedi sırıtarak. Akabinde Murat kadraja girdi. "Selam, sevgili üvey kardeşim." Gülüştüler. Yeniden Aktan Atasoy konuşmaya başladı. "Benim soyumun yükselmesi ne yazık ki sana bağlı, Buse. Dünyaya hükmetmeme çok az kaldı ve bu... senin ellerinde. Bu yüzden Murat'la evleneceksin."

"Ne?" döküldü dudaklarımdan. Başka hiçbir şey diyemedim. Başımı art arda iki yana sallamaya başladım. "Hayır, hayır, hayır! Erim, Gökben'i bunu için kullanıyor. Hayır! Ben bunu yapamam!"

"Şşh..." Erim hızlı hareketlerle başımı gövdesine yasladı ve saçlarımı okşamaya başladı. "Öyle bir şey olmayacak. Buna izin verir miyiz sanıyorsun? Sakinleş, güzelim. Sakinleş..."

Ellerimle sıkıca Erim'in kolundan tuttum. Ağlamıyordum ama acı çekiyordum. Ağlamıyordum ama çaresizliği iliklerime kadar hissediyordum. Ağlamıyordum ama çıkış yolunun ne olduğunu bilmiyordum.

"İkinci isteğime gelecek olursak... Aslında bazen gerçekten Erim'in de zeki olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde bir yıl boyunca evime koruma diye aldığım adamın Erim çıkacağını tahmin edemezdim... Benimle görüşmeye gönderdiği it ötmeseydi eğer."

"Cihan!" diye tısladı Erim.

"Korkma, arkadaşın ölmedi. Ama ölmek için yalvardığı bir vaziyette şu an. Neyse, konumuza dönelim Erim Koral... Buse, Erim'in kasasında çok değerli bir şey var. İkinci isteğim olarak da onu bana getireceksin. Aksi takdirde..."

Erim'in saçlarımı okşayan parmakları durdu. Yüz ifadesine baktım. Bunu beklemediğini belli ediyordu. Ne vardı o kasanın içinde? Zamanında Murat onu çalmak için evimize girmişti...

Aktan Atasoy yine ve yine acımasızca güldü. "Gökben'in, çok sevdiğin kardeşinin ölümü senin ellerinde. Bu hattı, videoyu sana gönderdikten sonra kırıp atacağım. Bana ulaşmak o kadar kolay olmayacak. Ama üvey kardeşine, ah pardon! Sevgili eşine ulaşmak zor değil. Gökben'le ilk tanıştığın o eve gelmen yeterli olacaktır. Zamanın kısıtlı, Buse. Gökben benim ellerimde. Tik tak, tik tak, tik tak!"

Erim'in kolları bir anda bana daha sıkı sarıldı, sanki nefes almayı unuttuğumu fark etmişti. Göğsünün yükselip alçaldığını hissediyordum ama benim nefesim düzensizdi. İçimde kopan fırtınaları durduramıyordum.

Aktan Atasoy yüzüme sırıtırken gözlerimin içine bakıyormuş gibi hissettim. O iğrenç sesi kulaklarımda yankılanıyordu. "Tik tak, tik tak, tik tak!"

Her şey donmuş gibiydi. Parmaklarım uyuşmuştu. Melis'in derin nefes alışını duyabiliyordum, Emir'in dişlerini sıktığını da. Ama hiçbirimiz konuşamıyorduk. Kıpırdamıyordum. Sadece nefes alıp veriyor, nefes alıp verdikçe içimdeki çaresizliğin beni yavaş yavaş kemirdiğini hissediyordum.

Gökben'i istiyordum. O küçücük bedeninin titremesi, başını dizlerine gömüp kendisini saklamak istemesi gözümün önünden gitmiyordu.

"Güzelim." Erim'in sesiyle irkildim, ona baktım. Gözlerindeki öfkeyi, nefretle sıktığı çenesini görebiliyordum. Elini kaldırdı, avuç içini yüzüme yerleştirdi. Sanki hâlâ burada olduğumdan emin olmak istiyormuş gibi başparmağıyla yanağımı okşadı. "Buse," dedi gözlerini gözlerime sabitleyerek.

Cevap veremedim.

"Buse, beni duyuyor musun?"

Dudaklarımı araladım ama sesim çıkmadı. İçimde bir şeyler çığlık atıyordu ama ben susuyordum.

Erim başını bana iyice yaklaştırdı, alnıma küçük bir buse kondurduktan sonra iki eliyle yüzümü kavrayıp, "Bende kal Buse!" ikazında bulundu sertçe. Gözlerine bakarken, içimde kaybolmuş olan gücün bir kıvılcım gibi yanmaya başladığını hissettim. "Gökben'i ondan alacağım. Ne pahasına olursa olsun bunu başaracağız, tamam mı?"

Bir süre sadece yüzüne baktım. Çok geçmeden dilimin ucundakini açığa vurarak, "Kasada ne var?" diye mırıldandım. "O kasada ne var da bu kadar peşine düşüyor bu adam?"

Hareleri bir süre donuk baktı yüzüme. Derin bir nefes aldı, parmakları saçlarımı okşamaya başladı. "Buse, güzelim. Öncelikle bu bilgiyi sakın senden sakladığımı düşünme, biliyorsun ki çok şey yaşadık. Bunu sana söylemem için uygun bir zaman dilimi olmadı."

Olumlu anlamda başımı salladım.

Ellerini çekti, oturduğu yerden kalktı ve yanımızdan ayrıldı. Birbirimize sorgular gözlerle bakıyorduk şu an. Çok geçmeden Erim, elinde bir dosyayla geldi ve dosyayı masanın üzerine bırakıp bana döndü.

"Buse, annen sana hamileyken babana bir belge imzalatmış. Babanın tüm mal varlığını sana devrettiğine dair. Belge ıslak imzalı ve ıslak imza taşıdığı için sahtesi yapılamaz, kopyalanamaz ve reddedilemez. Annen bu belgeyi babana nasıl imzalattı inan hiç bilmiyorum. Ama Aktan, senin öldüğünü öğrenince bu belgeyi umursamadı. Lakin ölmediğini öğrendiğinde..."

"Belgenin de peşine düştü," diye devam ettirdim cümlesini. Nasıl ya da ne hissedeceğimi bilmiyordum. Hiç tanımadığım bir kadının benim için bu kadar şey yapması... beni mahvediyor, kor ateşlere atıyordu.

"Bu belge senin eline nasıl ulaştı sayın Erim Koral?" Emir'in sorusu üzerine bakışlarımız aynı anda ona döndü. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzünde meraklı bir ifade yer edinmişti. "Bana bile çoğu şeyi eksik anlatmışsın anasını satayım! Bana bana, Emir'ine."

Emir'in ortamdaki ağırlığı bir nebzede olsa dağıtmaya çalıştığının farkındaydım. Melis hafifçe kıkırdarken Erim gözlerini devirdi anında. "Nasıl geçebilir lan? Ablasına vermiş kadın. O da bana verdi sen sakla diye. Çok bir zaman olmadı bu belge elime geçeli. Bir yıldan daha az belki de."

"Sana verildiğini nereden öğrendi?"

Melis'e çevirdim bakışlarımı. "Annemleri yoklamış olmalı."

"Pes!" dedi Melis ellerini iki yana açarken. "Yemin ederim bugüne kadar Mehmet'in Deccal olduğunu düşünürdüm ancak asıl Deccal babasıymış. Deccal ve Deccal'in öz oğlu. Korku filmi gibi. Tanrım!"

"Sikerler!" diye homurdandı Emir. "İlk çalmaya çalıştı, başaramadı. Şimdi Gökben'i kaçırdı amına koyduğumun herifi. Ne yapmayı düşünüyoruz şu an? Belgenin ıslak imzalı olması hiç iyi olmadı. Ki tek bunu da istemiyor ki aptal orospu evladı."

Emir'in sövmelerini kulak ardı edip masaya doğru uzandım, dosyayı elime alarak belgelere göz gezdirdim.

TASFİYE VE MAL VARLIĞI DEVİR SÖZLEŞMESİ

MADDE 1 – TARAF BİLGİLERİ

İşbu sözleşme, aşağıda bilgileri belirtilen taraflar arasında akdedilmiştir:

Devreden:
Adı Soyadı: Aktan ATASOY
T.C. Kimlik No: 12345678901
Adres: Beşiktaş, İstanbul, Türkiye

Onaylayan:
Adı Soyadı: Suna ATASOY
T.C. Kimlik No: 98765432109
Adres: Beşiktaş, İstanbul, Türkiye

MADDE 2 – SÖZLEŞMENİN KONUSU

Bu belge, Aktan ATASOY'un, henüz doğmamış olan kızı ATASOY'a (bundan böyle "Mirasçı" olarak anılacaktır) tüm mal varlığını devretmesini içermektedir.

MADDE 3 – MAL VARLIĞI DEVİR HÜKÜMLERİ

Aktan ATASOY'un sahip olduğu taşınır ve taşınmaz mallar, banka hesapları, hisse senetleri, şirket payları ve sair tüm menkul ve gayrimenkul varlıkları, doğrudan doğruya Mirasçı adına tahsis edilmiştir.

Bu devir işlemi, ancak Mirasçı'nın sağ doğması şartına bağlı olarak geçerlilik kazanacaktır.

Mirasçı'nın soy bağı, doğum sonrası resmi makamlarca doğrulanacaktır. Bunun yanı sıra işbu sözleşme ekinde Mirasçı'nın henüz anne karnında bulunduğu sırada yapılan DNA testi sonuçları da yer almaktadır.

MADDE 4 – GERİ ALINAMAZLIK VE FERAGAT

İşbu devir işlemi, Aktan ATASOY'un tek taraflı olarak iptal edemeyeceği kesin ve bağlayıcı bir taahhüttür.

Devreden, bu sözleşme ile tüm haklarından feragat ettiğini beyan ve taahhüt eder.

Bu belgenin yok hükmünde sayılması ancak Mirasçı'nın sağ doğmaması halinde mümkün olacaktır.

MADDE 5 – ONAY VE NOTER TASDİKİ

İşbu sözleşme, tarafların serbest iradeleriyle düzenlenmiş olup, aşağıda adları ve imzaları bulunan kişilerce onaylanmıştır. İşbu belge 05.03.2002 tarihinde İstanbul 12. Noterliği tarafından tasdik edilmiştir.

DEVREDEN:
Aktan ATASOY
İmza: AktanAtasoy

ONAYLAYAN:
Suna ATASOY
İmza: sunaA.

ŞAHİT:
Adı Soyadı: Mirza YILMAZ
T.C. Kimlik No: 00000000000
İmza: YılmaZ.

NOTER TASDİKİ

İstanbul, 05.03.2002 tarihinde huzurumda imzalandığını onaylarım.

Noter Adı ve Sicil No: Av. Fatma KURT – 123456

Noter Mührü ve İmzası: kurtfatma.

Dosyayı geri yerine bırakacağım sırada Melis elimden aldı ve o da inceledi. Dirseklerimi dizlerime yasladım, ellerimle şakaklarımı tutarken parmaklarım saçlarımın arasına dolaştı. "Kafayı yemek üzereyim."

"Ben de" dedi Melis dosyayı masanın üzerine koyduğunda. "Beynim durmuş gibi şu an. Bizi fena köşeye sıkıştırdı."

"Mal varlığı gram umurumda değil." Başımı kaldırıp Erim'e sabitledim gözlerimi. "Gökben'i nasıl kurtaracağız Erim? Dosyayı gözümü kırpmadan bile veririm ama... adam benden evlenmemi istiyor."

"Düşünüyorum. Bir çıkış yolu mutlaka olmalı. O herife istediğini verecek değilim."

"Buse, o aramak istediğin adamı arasana."

Emir'in fikrini onaylayarak telefonu yeniden elime aldım ve rehbere girerek Ferdi Ünal isminin oraya geldim. Arama tuşuna bastıktan sonra kulağıma götürdüm telefonu. Fakat duyduğum ses 'bu numara kullanılmamaktadır' oldu. Başımı olumsuz anlamda sallarken telefonu indirdim. "Numara kullanılmıyor."

"Şaşırmadım."

Hepimiz sustuk.

Düşündük.

Düşündük.

Düşündük.

"Dediğini yapacağız." Herkes bana baktı çatılan kaşlarıyla. Yerimden kalktım, mutfağa geçerek kendime su doldurdum ve yeniden yanlarına geldim. Suyumu yudumladım, yutkunduktan sonra, "Aktan Atasoy'a istediklerini vereceğiz," diye devam ettim.

Erim'in yüzündeki öfkeyi okuyabiliyordum. Yerinden bir hışımla kalktı, yanıma gelip ateşim var mı yok mu diye kontrol etti. "Güzelim sen delirdin mi? Ne demek istediklerini vereceğiz?"

Elimdeki bardağı Erim'in dudaklarına yaklaştırdım ve Erim ne olduğunu anlamaya çalışırken birkaç yudum da Erim'e içirdim. "O eve gideceğim. Murat'a adım atacağım, onunla evlenmeyi kabul ettiğimi söyleyeceğim. Ama..."

"Ne ama Buse?"

"Nikah memurunu bizim ayarlamamız gerekiyor. Bunu ne şekilde yapacağımızı bilmiyorum ama yapmak zorundayız. Nikahın geçersiz sayılması lazım. Belgeleri de vereceğiz, istediğini yapsın umurumda değil. Ve tüm bunlar yaşanırken, Gökben'i bize vereceğini garantilememiz lazım."

"Oha!" dedi Melis hayran bakışlarıyla ayağa kalkıp dibime sokulurken. Yanaklarımı sıktı, sulu sulu iki yanağımdan da öptü. "Buse, bu zekan karşısında mağlup düştüm. Daha iyi bir fikir olamazdı."

"Saçmalıyorsunuz!"

Erim ve Emir aynı anda yükselmişlerdi. Melis yanıma geçerken ikisine de öfkeli gözlerle baktım. "Ne saçmalaması? Daha iyi bir fikriniz var mı? Tüm kozları kullandık, artık Aktan Atasoy'a göre oynayacağız oyunu."

Sessizlik oldu.

Biliyordum, daha mantıklı bir seçenek yoktu.

"Öylece bakacağınıza planı nasıl daha sağlam hale getireceğimizi düşünün," diye çıkıştım. Başımı çevirip Erim'e baktım. "Özellikle sen, sevgilim. Bana öfkelenmek yerine destek çıkmayı dene."

Gözlerimin içine baktı. Benim için endişelendiğini görebiliyordum. Bu yüzden bu fikrimi onaylamıyordu ancak daha iyi bir plan yoktu. Zamanımız da yoktu. Ne kadar hızlı olursak, o kadar çabuk Gökben'e kavuşabilirdik.

Emir gerildiği yerden doğruldu, yüzünde çözüme odaklanan bir ifade belirdi. "Buse, nikah memurunu biz ayarlayacağız diyorsun. Bunu nasıl yapabiliriz?"

Melis kollarını göğsünde kavuşturdu. "Benim bir fikrim var. Hatırlıyor musun Emir, Efe'nin hukuk fakültesinden tanıdığı bir çocuk vardı. Stajyerdi ama babası nikah memuruydu. Bence onu ayarlayabiliriz."

"Aktan çaresiz kaldığım için dediklerini yapacağımı biliyor. Nikah memurunu dahi ayarladığından adım kadar eminim. Melis'in fikri mantıklı ancak her şeyden önce, diğer nikah memurunu iptal etmeliyiz."

"Bu durumda en dikkatli olması gereken kişi sen olacaksın, Buse. Tek başına Murat'ın yanına gitmek zorundasın." Emir'e bakıp gözlerimi kırpıştırdım. "Yine kulaklık takarız ama bu kez çok daha riskli. Murat'ın sana yaklaşmaması şart."

"Gökben'i bir kurtaralım, ikisini de diri diri gömeceğim toprağa!"

Erim'in elinden tuttum. Bana baktı, öfkesini dizginlemek için uğraştı. Ardından parmağı elimi okşamaya başladı, gülümsedim. Her duygusunu anlayabiliyordum fakat irademizi korumamız gerekiyordu.

"Bu nikahı yapıyormuş gibi gösterecek, Gökben'in güvende olduğundan emin olacağız. Ama nikah geçersiz olacak. Gökben'e kavuşur kavuşmaz oyunu tersine çevireceğiz."

Emir bir adım yaklaşıp kollarını bağladı. "Gökben'e nasıl kavuşacağız?"

İşte en zayıf noktamız buydu. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. "Gökben'i vermeden asla imza atmayacağım. Eğer ufacık bir terslik olursa... herkes silahlarını hazırlasın."

Melis hafifçe sırıttı. "Tam bana göre."

Emir, Melis'i kolundan tutup yanına çekti ve tek kaşını kaldırdı. "Aksiyon sevdiğini biliyorum ama her aksiyona atılman pek hoşuma gitmiyor, müstakbel eşim. Daha evlenip çocuklar doğuracağız."

"Doğuracağız?" Gözlerini kıstı Melis. "Artık erkekler de mi doğurabiliyor?"

Emir sırıttı. "Sen yani, yavrum."

"Öhö, öhö!" dedi Erim yalandan öksürüyormuş gibi yaparak. "Cima eylemenizi daha sonraya bırakırsanız çok sevinirim kadim dostlarım. Önemli bir meselenin ortasındayız şu an, fark ederseniz eğer..."

"Beril'le Alois hâlâ sakinleştiremedi galiba anneni?"

"Bilmiyorum, Melis. Beril'e ortalık sakinleşince beni ara dedim ama aramadı henüz. Ve bu plandan annemlerin haberi olmamalı. Kadın hepten gider, kaldıramaz kimse bunu."

Sıkıntılı bir iç geçirdim.

"Melis, siz şimdi Efe'nin yanına gidin ve nikah memuru işini konuşun. Ben de Murat'ın yanına gideceğim. Erim'le irtibat halinde kalırım kulaklıktan, o da size tüm bilgileri aktarır. Ne olur olmaz diye gideceğim evin adresini size mesaj olarak atarım."

Melis yanıma yaklaştı ve omuzlarımdan tuttu. "Buse..." Gülümsedi, ellerini dudak kenarlarıma getirip gülümsemem için uğraştı. "Sorun olmayacak, Gökben'i kurtaracağız."

Başımı salladım. "Tek temennim bu, Melis."

Melis ve Emir'i yolcu ettikten sonra Erim'e döndüm. Hâlâ endişeli gözlerle bakıyordu. Dibine sokuldum, ellerinden sıkıca tuttum ve başımı göğsüne yasladım. "Sevgilim..." Sesim fısıltı gibi çıkmıştı. "Endişelendiğinin farkındayım ama yapacak başka bir şeyimiz yok. Yolun ilk kez sonuna geldiğimizi hissediyorum."

Çenemden tutarak kendisine bakmamı sağladı. Parmakları yine yanaklarımda dolanıyordu. "Evet, yolun sonuna geldik. Ve eğer senin ya da Gökben'in kılına dahi zarar gelirse, Atasoy ailesini kendi ellerimle yakarım, Buse."

Bir elimi yukarı kaldırdım, olabildiğince uzayan kirli sakallarına dokundum. "Biliyorum ve düşüncelerimiz aynı yönde, Erim Koral. Ama... bir şey sormak istiyorum sana. Aktan Atasoy'un, babanı öldürdüğü güne dair kanıtlar var elinde, neden onu polise teslim etmedin?"

"Çünkü hapiste onu besleyeceklerdi, Buse. Ben her şey için doğru zamanı bekledim, Atasoy için de. Bugüne kadar kime ne acı çektirdiyse hepsini teker teker çektireceğim ona. Tüm acılarını çektikten sonra polise teslim edeceğim."

Kararına itiraz etmedim, etmeyecektim de. Haklıydı. O adam başına gelebilecek her şeyi hak ediyordu. Öylesine kötü bir insandı. Hem kendisi hem de annesi. Yaşattıklarını yaşayacaklardı.

"Hazırlanmam gerekiyor," diye homurdanırken başımı yeniden Erim'in göğsüne yaslamıştım. "Burada saatlerce kalmak istesem de gitmem gerekiyor." Gözlerinin içine baktım. "Seni çok seviyorum."

Eğildi, sakalları yüzüme batarken dudaklarıma uzun bir öpücük kondurdu. "Ben de seni çok seviyorum, güzelim. Ben de seni."

***

Merdivenleri usul usul, ağır ağır çıktık arkamdaki Murat Atasoy'la beraber.

Ortamın sessizliğini bölen tek şey nefes seslerimizdi. Daha önce de geldiğim için yabancılık çekmediğim evin üst katına geldiğimde, bakışlarım Gökben'in odasına kaydı. Belli belirsiz gülümsedim. Üç yaşındaydı daha, küçücüktü.

Evin içi sıcacıktı. Oldukça geniş odaya geçtikten sonra üzerimdeki içi yünlü deri ceketimi çıkardım, oturacağım koltuğun köşesine koyup koltuğa oturdum. Saçlarım açıktı, kulağımda kulaklık vardı.

Murat'ın şüphelenmemesi şarttı. Ha aksi takdirde eğer yakalanırsam, kulaklıktan sadece müzik ses gelecekti. Bu, onu bir süre oyalardı.

Yanıma oturmasını beklemiştim lakin oturmadı, karşımdaki koltuğa geçti. Üzerinde hâkî yeşili bir kazak, altında ise siyah kot pantolon vardı. Görünüm olarak Mehmet'in aynısıydı zaten. Sakalları son gördüğümden bu yana uzamıştı.

"Geleceğini biliyordum aslında," dedi beni detaylıca incelerken. Dekolte veyahut kısa bir şey giymemiştim. Üzerimde hafif dar krem rengi bir kazak, altımda bol kot pantolon vardı. Gözlerinin göğüslerimde takılı kaldığını fark ettiğimde içimden küfür mırıldandım. "Ama... bu kadar erken olacağını tahmin etmedim desem doğru olur."

"Vaktimin kısıtlı olduğunu anlayabilecek yaşta ve kapasitedeyim," dedim küçümseyici bir bakış atmamaya çalışarak. "Ne sen ne de o kasadaki şey umurumda değil. Gökben'i sizin kirli ellerinizden kurtarmak için buradayım."

"Bu güzel. İşi uzatmayı sevmiyorsun sen de tıpkı benim gibi."

Gülümsedim ve rahatmışım gibi davranarak arkama yaslandım. "Ne yapılması gerektiğini bana anlat o halde." Bacak bacak üstüne attım, dirseğimi koltuğun kolçağına yasladım. "Bir an önce yapalım ve bitsin."

O da benim gibi dirseğini kolçağa yasladı ve şakaklarını hafifçe ovalayarak bir süre sessiz kaldı. "Hazır olmayan tek şey sendin, Buse." Hızlı cevabı kaşlarımı anlık çatmama neden oldu. "Ve sen geldiğin için, her şey hazır." Kolundaki saate baktı. "Saat şu an iki kırk beş. Tam dört buçukta nikah kıyılacak. Burada, bu evin içerisinde."

"Sorun yok," dedim sakin bir sesle. "Bana uyar."

Murat duruşunu düzeltti, hafifçe öne eğildikten sonra şüpheli gözlerle gözlerime baktı. "Buse, bu kadar başkaldırıdan sonra neye adım attığının farkında mısın? Küçücük bir velet uğruna benimle evlenmeyi kabul mu edeceksin yani? Sana neler yapabileceğimi hiç mi düşünmüyorsun?"

"Buse," dedi Erim ve sesinde baskınlığı hissettim. "Seni kışkırtmaya çalışıyor. Renk verme. Bu kadar çabuk bu olayı kabullenmene şaşırdığı belli. Gökben'i aşağılayarak seni öfkelendirmek istiyor, ona istediğini verme."

"Murat," dediğimde öne doğru eğilme sırası bendeydi. Ellerimi önümde birleştirdim. "Gökben benim kardeşim ve inan bana Gökben için neler yapacağımın hesabını tahmin bile edemezsin. Gökben bir katilin ellerindeyken, senin bana yapacağın şeyleri önemser miyim sanıyorsun?"

Dudaklarıma kondurduğum gülümseme oldukça samimiyetsizdi fakat konuşmaya devam ettim.

"Asıl sen bana cevap ver. Bu işten senin kazancın ne olacak? Benimle evlendiğinde neler değişecek hayatında? Yoksa bana âşık mısın?" Tek kaşım havaya kalktı. "Yapma, komik olur bu."

"Ne?" Beklediğimden daha büyük bir tepki vermişti. "Abimle mi karıştırdın beni Buse? Seninle evleneceğim ve malların yüzde ellisi benim olacak."

Ağır ağır başımı salladım. "Daha makul bir seçenek oldu."

"Kendi öz oğlu bile babasının ne tür bir kansız olduğunu bilmiyor!" dedi Erim öfkeyle. "Buse, Gökben'i almadan imza atmayacağını söyle. Kesinlikle kabul etmeyecek ama ikna etmen gerekiyor."

Gülümsedi, öyle iğrenç gülümsedi ki gözlerimi başka yöne kaçırdım. "Bir bakımdan şanlısın, sevgili eşim. Sana gelinlik giydirmek gibi şeylerle uğraşmayacağım. Saat dört buçukta nikah memuru ve şahitler gelecek, bir iki dakika içerisinde karım olacaksın."

Erim derin bir nefes alıp verdi. "Ben de senin üzerine atılan toprağın küreği olacağım Murat Atasoy!" Dişlerini sıktığını konuşma şeklinden anlamıştım. Öfkeliydi, fazlasıyla.

"Tamam," dediğimde boğazımı temizledim. "Ama kesinlikle bir şartım olacak."

"Nedir o?"

"Gökben'i bana teslim etmediğiniz sürece asla imza atmam."

Güldü. Kinayeli bir şekilde, beni küçümseyerek güldü. "Böyle bir şey olmayacağını da biliyorsun değil mi?" Gülmeye devam etti. Karşısında un ufak olmamı bekliyor gibiydi. Aşağılıyordu çünkü. "Buse, saçmaladığının farkında mısın? Sence sana güvenir miyiz? Gökben'i aldığın an kaçarsın."

Oturduğum yerden büyük bir cesaretle kalktım, adımlarımı Murat'a doğru attım ve hemen dibine oturup dizlerimin üzerine çıktım. Bakışları direkt göğsüme kaymıştı. "Murat," dedim sakin bir ifade ile. "Eğer seninle evlenmezsem, Aktan Atasoy sana mal varlığını teslim etmeyecek sen bunun farkında mısın?" Sustum. Birazdan ağzımdan çıkacak kelimeler konusunda tereddütlüydüm. "Babanı seviyor musun Murat?"

Gözlerimin içine baktığında, gözlerinden geçen o duyguyu gördüm; mecburiyet. Onu sevmiyordu, ondan hoşlanmıyordu. Tek istediği paraydı ve para uğruna babasının kölesi olacak kadar düşmüş durumdaydı.

"Sevmiyorsun," diye devam ettim. "Babanı sevmiyorsun. Tek istediğin şey para. Ve ben nasıl bu evliliğe mecbursam, sen de mecbursun."

"Çok tuhaf..." Çenesini sıvazladı. Düşünceli gibiydi. "Mantıklı bir şey söylediğinin farkındayım lakin sana hiç ama hiç güvenmiyorum, Buse. Seni tanıdığım kadarıyla..."

"Sen beni tanımıyorsun," diyerek lafını böldüm. "Neden tanıdığını söylüyorsun Murat? Mehmet mi anlattı beni sana? Aktan Atasoy mu anlattı?" Bir elim boynuna doğru gitti, parmaklarım yavaşça boynunda gezindi. Anlatılanla birebir tanımak bir olur mu sence?"

Midem bulanıyordu.

Erim dışında bir erkeğe yakın olduğum içim midem daha da fazla bulanıyordu. Fakat genelde bir erkeği alt etmenin en kolay yolu buydu; temas etmek. Kendimden ne kadar tiksinsem de bu oyunu devam ettirmek zorundaydım.

"Gökben'i oradan nasıl çıkaracağım? Babam buna izin vermeyecektir." Bir anlığına öfkelendi. "Buse! Beni nasıl bir çıkmaza soktuğunun da farkında mısın?"

Gülümsedim, boynunda olan parmaklarım çenesini aşıp dudaklarında gezindi. "Her şeyin farkındayım, Murat." Hem de her şeyin. "Ben de size güvenmiyorum. İstediklerinizi alıp bana Gökben'i vermeme olasılığınız o kadar yüksek ki."

Dudaklarındaki parmaklarımı sıkıca tuttu ve uzaklaştırdı. Kaşlarının çatıldığını gördüm. "Erim'e ihanet etmeyi mi düşünüyorsun?"

Başımı geriye doğru yatırdım, "İhanetin en büyüğünü Erim bana yaptı," dedim. Dudaklarına baktım, ardından yüzüne. En sonunda gözlerine tırmandım. "Ve hiçbir ihanete sessiz kalmamalıyız. Herkes bir gün yaptıklarının bedelini ödemeli, değil mi?"

"Ondan intikam almak için mi onunla birliktesin?"

Başımı salladım hafifçe. "Ve inan bana... birisini sevmek tamamen saçmalık. Ben bu hataya düştüm, yeniden düşmeyeceğim. Artık tüm ilişkilere takılmalık bakıyorum. İstersen karşındaki kişiden nefret et... dudaklar bir araya geldiği an o nefret büyük bir ihtirasa dönüşür."

"Buse..." Bu kez art arda derin nefesler alıp verdi Erim. "Rol yaptığını bilmesem kan beynime çoktan sıçramıştı. Murat'ı kışkırtman gerekiyordu, beni değil."

Murat'ın dudakları aralıklıydı. Dediklerimden etkilenip etkilenmediğini anlayamamıştım ancak parmakları bir anda saçlarıma dolandı, saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırmak için yeltendi. Başımı çabucak geriye çektim. "Saçlarıma dokunulmasından hoşlanmam," diye bir açıklamada bulundum. Bana yine şüpheli gözlerle baktı.

Ve ben engel olamadan saçlarımı geriye itti, kulaklıklar ortaya çıktı.

Sakin ol, Buse. Sakin ol, Buse.

Kulaklıklar normal, herkesin müzik dinleyip ya da arama yaptığı kablosuz kulaklıklardandı. Kaşları çatıldı, kulaklığın tekini kendi kulağına taktı. Bir süre öylece kaldı.

"Allah belanı versin... Allah seni kahretsin... bana gelen sana gelsin yar..." diye mırıldandığında gözlerim yerlerinden fırlayacak gibi açılmak istedi ama buna engel oldum. "Bu şarkıyı bana mı ithaf ediyorsun?"

"Hayır, rasgele bu açıldı," diye bir yalan uydurdum. Şarkıyı açan Erim'di ve bilerek açtığını biliyordum. Yerimden kalkıp ceketimin cebinden telefonumu çıkardım ve daha önceden arka planda çalıştırdığım müzik uygulamasına girip, "Kapatıyorum müziği!" diye bağırdım. Amacım Erim'in duymasıydı. Telefonu bırakıp tekrardan Murat'a döndüm. "Ben de bir müzisyenim ve müzik dinlemediğim an sayısı çok az, Murat. Beni anlamanı bekliyorum."

Şüpheli bakışları bir nebze de olsa azalmıştı. Kulaklıkları bana uzattı, tam alacağım sırada ellerini yukarı kaldırdı. "Seni anlıyorum fakat şu an müzik dinlemenin ne yeri ne de zamanı."

Tamam dercesine gözlerimi kırpıştırdım. "Kutusuna koyayım da kaybolmasın." Murat'a yeniden arkamı döndüm, deri ceketimin cebinden kulaklığın kutusunu çıkardım. Çaktırmadan kulaklığın tekini kulağıma yaklaştırdım ve yalandan öksürdüm.

"Buse?"

Murat'ın sesiyle irkildim ve elim ayağım birbirine dolaşmadan önce kulaklığı kutuya koyup ceketin cebine attım. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım, "Oldu mu?" diye sordum.

"Bana bak," diye mırıldandı, ayağa kalkıp yanıma yaklaştı ve elini çeneme koyarak hafifçe sıktı. "Eğer bir oyun çeviriyorsan..."

Çehreme incinmiş bir ifade yerleştirdim. "Oyun mu? Murat sence ben şu an oyun oynayabilecek bir durumda mıyım?"

Bir an duraksadı. "Oyun oynayabilecek bir durumda değilsin ama beni kışkırtabilecek bir durumdasın, öyle mi?" Çenemdeki eli ona yaptığım gibi dudaklarıma dokundu. "Seni şu an öpsem, beni itmeyecek gibi duruyorsun."

"İkisi aynı şey değil," dedim dişlerimin arasından. Midemdeki çalkantıyı ağzımın içinde hissediyordum. Kusmamak için direttim. "Oyun oynamaya vaktim bile yok. Fakat şu an saat dört buçuğa kadar beklemek zorundayım. Bu bekleyişi feryat figan yapmamı mı istiyorsun?"

"Kesinlikle..." Nefesini dudaklarıma üfledi. "Hayır."

"Ben de öyle düşündüm, Murat Atasoy."

"Teklifini kabul ediyorum, önce Gökben sonra nikah olacak. Gökben'in gözü önünde karım olacaksın. Ve geceyi de benimle geçireceksin; karım olarak." Sinsi bir sırıtma vardı yüzünde. Parmakları dudaklarıma biraz daha sürtündü.

Midem yeniden çalkalandı.

Dayan, Buse.

Dayan.

Geçecek.

"Tamam," dedim hiç uzatmadan. "Ne istersen yapacağım. Bile isteye bu ateşe atlıyorum zaten, patron sensin bu saatten sonra. Sözünün dışına çıkmayacağımdan emin olabilirsin. Ama ikimiz de aynı kişiyi sevmiyoruz, Murat. Gökben'i o cani adamın ellerine bırakamam."

Sanki birkaç saniyeliğine gözlerinden acıma duygusu geçti. Lakin o kadar kısaydı ki bundan emin bile olamadım. Benden uzaklaştı, odanın dışına çıktı. Bir iki dakika sonra elinde siyah bir kumaş ile geri geldi.

"Şimdi buradan çıkıp Gökben'i almaya gideceğiz. Ve sana güvenmek için gözlerini bağlayacağım." Elindeki siyah kumaşı salladı. "Gittiğimiz yolları bilmeyecek, nereye ulaştığımızı görmeyeceksin." Duraksadı, yüzüne tehditkâr bir gülümseme yerleşti. "Tüm bu olanlara rağmen herhangi bir hamlede bulunursan... İşte o zaman seni kendi ellerimle bitiririm."

Siktir! Dedi iç sesim. Keşke imkânım olsaydı da şu an Murat'ı şuracıkta öldürebilseydim.

"Elinden geleni ardına koyma ve gözlerimi bağla," dedim iç sesimden uzaklaşıp. Eğer orada oyalansaydım kendimi tutamayabilirdim.

Murat keyifle gülümsedi, elindeki siyah kumaşla gözlerimi sıkıca bağladı. Tüm aydınlık anında yok olurken ellerimi arkamda birleştirdi ve bileklerimden tuttu. "Yürü bakalım, güzellik."

Dediğini uyguladım. Göremediğim için sürekli düşecek gibi hissetsem de Murat'ın beni düşürmeye çok da gönlü yoktu. Bir süre sonra evden çıkıp bir arabaya bindik.

Bileklerimi tutmaya devam ettiğine göre şoförü vardı. O kadar sıkı tutuyordu ki bileklerimdeki keskin acı yüzümü buruşturmama sebep oldu. Gevşetmeye çalışmadım, kaçmak isteyeceğimi düşünmesini istemiyordum.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ancak araba durdu. "Yüksel," dedi Murat. "Buraya gel ve bileklerini sıkıca tut. Beş dakikaya geleceğim."

"Tamam, efendim."

Kapılar açıldı, bileğim saniyelik de olsa rahat kaldı. Ardından buz gibi eller bileğimi kavradı, içim ürperdi. Ses çıkarmadan beklemeye devam ettim. Erim'in şu an olan bitenden haberi yoktu ve bu dezavantajım olmuş durumdaydı.

Tek tek dakikaları saymıştım.

Beş dakikayı geçmişti. Altıncı dakikayı da. Yedinci dakikanın sonuna geldiğimde ise kapı sertçe açıldı, "Yerine geç, Yüksel!" diye bir ses yükseldi. Ses Murat'a aitti ancak neden öfkeli olduğunu idrak edememiştim.

"Abla?"

Gökben'in sesini duyduğumda dudaklarım iki yana kıvrıldı. "Ablacığım!" dedim anında. Kapı kapandı, Murat yanıma yerleşti. Ancak Gökben benim yanımda değildi, diğer yanında oturuyor olmalıydı. Ona dokunmak istiyordum ancak Murat bileklerimi çoktan kavramıştı.

"Gözleri neden kapalı?" diye sordu Gökben korkuyla. "Ne yaptın ona? Beni kaçırdığınız gibi ablamı da mı kaçırdınız?"

"Gökben," dedim sakin ve yumuşak bir ses tonuyla. "Beni kaçırmadılar. Murat abinle biz bir oyun oynuyorduk, o yüzden gözlerimi kapattı." Bu yalana çocuk bile inanmaz dercesine bir yalan sıkmıştım şu an. Gökben'i göremesem de bana inanmadığını biliyordum.

"Ablan doğru söylüyor, bücür. Sadece yarım saatliğine gözleri kapalı olacak ablanın."

Sessizlik çöktü.

Gökben'in nefes alışverişlerinden korktuğunu anlıyordum. Onu kollarıma alıp sarmak istiyordum. Az kalmıştı, bu oyun bitecekti.

Bileklerimdeki el gevşediğinde eve geldiğimizi düşündüm. Akabinde gözlerim açıldı. "Beni şaşırttın," dedi Murat arabadan inerken. Murat'a bakmadım, doğrudan Gökben'e baktım. Arabanın dışındaydı. Hızla dışarı attım kendimi ve Gökben'e sıkıca sarıldım.

"Bebeğim," dedim kokusunu içime çekerken. "Özür dilerim, özür dilerim seni yalnız bırakmamam gerekiyordu." Minik ellerini boynuma dolarken ayağa kalktım. "Beni affedebilir misin?"

"Ben sana küsmedim abla," dedi anında. Saçlarımdan öptü. "Sadece seni çok özledim."

"İçeri geçelim," dedi Murat sohbete dahil olurken. Bu sefer ona baktım ve başımı sallayarak eve girip direkt üst kata çıktım. Gökben'i koltuğa oturturken telefonuma baktım. Sayısız çağrı vardı ve hepsi Erim'den gelmişti.

Bir yolunu bulup Erim'i aramam gerekiyordu.

Telefonu pantolonumun cebine atıp Gökben'e çevirdim bakışlarımı. Murat o sırada içeriye girdi. "Ablacığım, hadi gel daha fazla tutma tuvaletini." Murat'a baktım. "Banyo ne taraftaydı? Çok çişi gelmiş de."

Gökben ne olup bittiğine anlam veremese de ses çıkarmadı.

"Koridorun sonunda, sağda," dedi Murat. Teşekkür edercesine göz kırpıştırdım, Gökben'e elimi uzattım. Gökben elimi tuttuktan sonra banyoya geçtik ve ardımdan kapıyı kapatıp Gökben'in hizasına eğildim. "Ben şimdi Gizemli Şövalyeni arayacağım," dedim fısıltıyla. "Sakın kimseye bir şey söyleme tamam mı meleğim?"

Gökben başını olumlu anlamda salladı, çabucak Erim'i aradım. "Erim, çok kısa keseceğim. Gökben şu an yanımda, soru sorma çünkü şüphelenecek."

Erim de olabildiğince kısa kesti. "Nikah memurunu ayarladık. O saatte eve gelen nikah memurunu bayıltıp yerine ayarladığımız kişiyi göndereceğiz. Şahitlerle de anlaşma sağlayacağız. Ve seni seviyorum."

"Ben de" diye mırıldandım, telefonu cebime atıp klozetin sifonunu çektim. "Hadi gidelim."

Banyodan çıkıp tekrar aynı odaya girdiğimizde Murat şarap yudumluyordu. Bakışları bize döndü, "İçmek ister misin?" diye sordu bana ithafen. Başımı olumsuz anlamda salladım. Israr etmedi.

Koltuğa oturduk, Gökben iyice kucağıma sindi. Elleri avuçlarımın arasındaydı. Yanında olmama rağmen korkuyordu ancak belli etmemek için çaba sarf ediyordu.

Kalbim deli gibi atıyordu. Onu burada, Murat'ın yanındayken korumak istiyordum ama hareketlerimde en ufak bir panik belirtisi olamazdı. Her şeyin normal olduğu izlenimini vermeliydim.

Murat, şarap kadehini dudaklarına götürdü, bordo sıvıyı yavaşça yudumladı. Gözleri benim üzerimdeydi, tehlikeli ve hesaplayıcı bir şekilde bakıyordu. "Güvenimi kazanmaya yavaş yavaş başladın," dedi tane tane. "Belki de düşündüğümden daha akıllısın."

"Belki de" dedim omuz silkip. Sesimde en ufak bir titreme bile yoktu. Gökben'in başını omzuma yaslaması içimdeki koruma içgüdüsünü alevlendirdi. Küçük bir kız çocuğuydu ve buradan güvenle çıkmalıydı.

"Gökben," dedim yumuşakça. "Birazcık uzanmak ister misin?"

Gökben başını kaldırıp yüzüme baktı, gözleri korkuyla kocaman açılmıştı. Minik dudakları titriyordu ama yine de cesurca başını salladı. "İsterim."

Murat'a döndüm. "Onu biraz yatırabilir miyim? Gözleri neredeyse kapanacak."

Murat, kadehini sehpanın üzerine bıraktı. "Tabii," dedi ama sesinde bir temkin vardı. "Ama çok uzaklaşma. Hem ben de sana birkaç şey sormak istiyorum."

"Tamam." Yüzümde zoraki bir gülümseme belirdi. Gökben'in elini tuttum, onu yavaşça odanın köşesindeki kanepeye yatırdım. Üzerine ince bir battaniye çektim ve saçlarını okşadım. "Biraz dinlen tatlım, ben buradayım."

Gözlerimle ona güven vermeye çalışıyordum. Küçük bedeninin titremesi içimi sızlatıyordu ama bu oyunu kusursuz oynamak zorundaydım. Murat'ın en ufak bir şüphesi her şeyi mahvedebilirdi.

Gökben gözlerini kapattığında yavaşça doğruldum ve Murat'ın karşısına geçtim. "Ne soracaktın?"

Murat başını yana eğdi. "Neden hâlâ buradasın, Buse? O kadar fırsat geçti eline ama sen her dediğimi yaptın. Seni deniyorum, test ediyorum ama pes etmiyorsun ısrarla." Bu defa kolundaki değil de duvardaki saate baktı. "Yalnızca bir saat kaldı."

Gözlerimi ondan ayırmadım. "Sen sözünü tuttun." Fısıltıyla konuştum. "Gökben'i bana getirdin. Onun güvenliği benim için her şeyden önemli. Ve bu yüzden seni yüz üstü bırakmayacağım. Sana borçluyum artık, Murat. Seni kandırmıyor, seninle oynamıyorum. Mutlu olmak, isteklerine kavuşmak senin de hakkın. Benim derdim seninle değil, Aktan Atasoy'la. Seninle evleneceğiz ve ben o dosyayı alıp Aktan Atasoy'a teslim edeceğim."

Bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik, havadaki gerilimi daha da belirgin hale getiriyordu.

"Sahi... Murat, o dosyada ne olduğunu biliyor musun?"

Biliyordu.

Yüz ifadesi bildiğini ele veriyordu.

"Bilmiyorum." Yalana başvurarak başını iki yana salladı. "Sadece Erim'in kasasında olduğunu biliyorum. O gün evinize geldiğimde de... onu almak için gelmiştim ama başaramadım."

"Aktan Atasoy o zamandan beri biliyordu yani Erim'in kendi evinde olduğunu?"

"Biliyordu. Ama sana yardım eden kişinin Erim olduğunu düşünmüyordu. Zira sen Erim'in yüzüne bile bakmıyordun. Bunu görüyor, sizi izliyordu. Bir süre sonra ise peşinizi bıraktı."

"Anladım," dedim kısık bir sesle. Akabinde Murat'ın yanına oturdum, yönümü ona doğru çevirdim. "Erim'den zerre hazzetmiyorum, Murat. Onunla aynı evde yaşamak olduğum için günlerce kendimi paraladım lakin Gökben için katlandım her şeye."

Herhangi bir yorumda bulunmadı. Elini yüzüme doğru kaldırdı, parmak uçları yanağıma değdi. İstemsizce kasılsam da belli etmemeye özen gösteriyordum. "Zaten artık o evde yaşamayacaksın."

Kaşlarım merakla havaya kalktı. "Anlamadım?"

Parmakları usulca okşuyordu yanaklarımı. Mide öz suyum birazdan ağzıma gelip öğürmezsem eğer benden iyisi yoktu. "Düşündüm de Buse... sandığım kadar kötü birisi değilmişsin. Kafa yapılarımız uyuşuyor." Sırıttı. "Hazır fırsat da ayağıma gelmişken geri tepmeyeyim diyorum, ne dersin?"

Gözlerimi kaçırmadan ona baktım. "Açık ol, Murat. Ne demek istiyorsun?"

Parmakları usulca yanağımdan çekildi, omzunu silkti. "Evlilik işini diyorum, güzellik. Hazır elimdeyken seni tamamen kaybetmek istemiyorum." Elindeki şarap kadehini aldı, bir yudum daha içip bana döndü. "Belki bu sadece bir anlaşma olmaktan çıkabilir."

Bunu söylerken gözlerinde bir parıltı vardı. İstediği her şeyi elde etmeye alışmış bir adamın kendine güvenen bakışıyla bakıyordu. Yalandan boğazımı temizledim. "Bu bir oyun değil, Murat. Eğer gerçekten bunu düşünüyorsan..." Duraksadım, rolümü sürdürmeliydim. "Buna hazır olup olmadığını tekrar gözden geçirsen iyi olur."

Gözleri kısıldı, bakışları üzerimde gezindi. "Beni geri çevirmeyeceksin, değil mi?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır. Zaten yarım saat sonra nikah memuru burada olacak, değil mi?"

Memnuniyetle başını salladı. "Aynen öyle."

İçimden derin bir nefes aldım. Sabret, Buse. Sabret...

Gökben kıpırdandı, uykusunda mırıldandı. Gözlerim ona kaydı. Günlerdir uyuyamadığını biliyordum. Ki anında uykuya dalmıştı. "Her şey senin için meleğim," diye geçirdim içimden. "Her şey senin için."

Murat üst üste kadehler içerek neredeyse koca bir şişeyi devirmişti. Sanki zaman ağır çekime alınmıştı ve akrep dördü yelkovan ise buçuğu ısrarla göstermiyordu. Kafayı yemek üzereydim.

Murat'ın bakışlarının bir an olsun üzerimden ayrıldığına şahit olamamıştım henüz. Yanında oturuyordum ama ben fazla ona bakmamaya çalışıyordum. "Baban da gelecek mi?" diye sordum aramızdaki sessizliği bozarak.

Bilmiyorum dercesine omuz silkti. "Ama geleceğini sanmam. Ben çok umurunda değilim, o dosya umurunda."

"Neden o zaman ilk dosyayı vermedik?"

"Eğer dosyayı verseydik benim işim yarım kalırdı."

Tam dudaklarımı aralamıştım ki zil çaldı. Büyük bir heyecanla Murat'a baktım. Yerinden kalktı, "Gökben'i uyandır ve aşağı gelin. Kimliğini almayı da unutma," diyerek odadan çıktı. Merdivenden inme seslerini duyduğumda Gökben'i uyandırdım hızlıca.

"Gökben," dedim yine fısıltıyla konuşarak. "Birazdan yaşanacak olan her şey tamamen oyun tamam mı ablacığım? Sakın ama sakın korkma. Yanımdasın, güvendesin."

"Abla, korkuyorum."

"Şşşh," diyerek saçlarından öptüm. "Sakın meleğim, sakın!"

"Buse!"

Murat'ın sesini duyduğumda ceketimin cebindeki kartlığı alarak kimliğimi çıkardım ve Gökben'le birlikte aşağı indik. Nikah memuru ve tanımadığım iki adam vardı. Şahitler bunlar olsa gerekti. Beni gördüklerinde tepkisiz bir şekilde baktılar.

Her şeyden bihabermişim gibi hissediyordum kendimi.

Beni olduğum yerden izleyen Murat gülümseyerek eliyle masadaki sandalyeyi işaret etti. "Gel, canım. Yerini al."

Gökben'e bir anlığına baktım. Bana güvenle bakıyordu ama yine de gözlerinin derininde bir korku vardı Gülümseyerek başımı eğdim ve Gökben'le birlikte sandalyeye oturdum. Murat da hemen yanıma oturdu.

Nikah memuru sert ve soğuk bir ifadeyle önündeki belgeleri düzeltti. Yaşlıydı ama bu yaşının verdiği yorgunluktan çok alışılmış bir ciddiyet vardı yüzünde. Gözlüğünü hafifçe burnunun üstüne kaydırdıktan sonra dosyayı açtı ve konuşmaya başladı.

"Evlilik, kanunlarımız çerçevesinde, karşılıklı rıza ve özgür irade ile gerçekleşir." Gözlerini önce Murat'a, sonra bana dikti. "Bu evliliğin herhangi bir baskı ya da zorlama olmaksızın gerçekleştiğini beyan ediyor musunuz?"

Murat gözlerini benimkilerle buluşturdu, sırıtıyordu. "Kesinlikle," dedi rahatça.

Ben de ona baktım, gözlerimde hiçbir duygu belirtisi olmamasına özen gösterdim. Dudaklarımı araladım ama sesim çıkmadı. Saniyeler süren o an içimde fırtınalar kopmasına sebep oluyordu. Ama buna izin veremezdim. "Evet," dedim sonunda gözlerimi kaçırarak.

Nikah memuru başını salladı ve önündeki belgeleri tekrar kontrol etti. "Kimliklerinizi alabilir miyim?"

Elimde tuttuğum kimliğimi masaya koydum. Murat da aynı şekilde cebinden kimliğini çıkardı ve masaya bıraktı. Memur, her iki kimliği de dikkatlice inceledikten sonra şahitlere döndü.

"Şahitler olarak sizler, bu nikahın yasal olarak gerçekleştiğine, tarafların rızasıyla imzaların atıldığına şahitlik ediyor musunuz?"

İlk adam hafifçe boğazını temizleyerek başını salladı. "Evet, şahitlik ediyorum."

Diğeri de aynı şekilde başını salladı. "Evet."

Nikah memuru birkaç evrak daha inceledi, ardından kalemini aldı ve önümdeki belgeye doğru itti.

"O halde, resmi olarak eş olabilmeniz için imzalarınızı alalım."

Elim masanın üzerinde hareketsiz kaldı. Kalem orada, kâğıt önümde duruyordu. Lakin düşünecek bir zaman değildi. Elimi uzattım, kalemi aldım. İsmimin yazılı olduğu yerin hemen altında bir boşluk vardı. Kalemi kâğıda değdirdim ve ismimi titremeyen bir el yazısıyla attım. Bittiğinde elimdeki kalemi bıraktım, geri çekildim.

Murat da hiç vakit kaybetmeden kalemi aldı, hızlıca imzasını attı. Şahitler de imzalarını attıktan sonra kâğıt, memurun önüne geri geldi. Memur, belgeleri dikkatlice inceledi ve başını salladı. "Bu evlilik, tarafların rızasıyla gerçekleşmiş ve kanunen onaylanmıştır."

Elimde olmadan yutkundum. Sırtımda ince bir ter tabakası oluştuğunu hissediyordum.

Nikah memuru, yanında getirdiği defteri kapatırken bana dönüp gülümsedi. Ama o gülümsemede bir şeyler vardı. Çok hafif, neredeyse görünmez bir oyunbazlık.

Murat'a baktım. O, hiçbir şeyden şüphelenmeden arkasına yaslanmış, neredeyse zafer kazanmış bir komutan edasıyla gülümsüyordu. Şahitlerden biri memura yanaşıp bir şeyler fısıldadı. Memur başını salladı, evrakları çantasına yerleştirdi ve cübbesini düzeltti.

Bana son kez baktığında gözlerimi kaçırmamaya çalıştım. Murat'ın görmediğinden emin oldu, elini aşağıda tutarken bir onay işareti yaptı. İçimin ferahladığını hissettim o an, genişçe gülümsedim ve Gökben'in yanaklarından öptüm.

"Evlilik işlemleriniz tamamlanmıştır. Gerekli belgeleri belediyeye ileteceğiz. Şimdi müsaadenizle..."

Murat başını salladı. "Tabii, tabii. Size zahmet verdik."

Şahitler de ayaklandılar. Birbirlerine anlamlı bakışlar attılar ama kimse bir şey söylemedi. Memur ve şahitler hızla evden çıkarken Murat içini çekti, arkasına yaslanıp ellerini ensesinde birleştirdi. "Güzel iş çıkardık, değil mi?"

Sırtımdaki gerginliği atmaya çalışarak sahte bir tebessümle başımı salladım. "Evet, çok güzel. Artık resmi nikahlı karın da olduğuma göre... Aktan Atasoy'a istediğini verelim."

Gökben'in eli, elimi tutuyordu ve sözlerim üzerine elimi sıktı. Yeşil gözlerine baktım, başımı iki yana sallayarak gözlerimi kırpıştırdım. Yine sessiz kaldı.

"Bir sorun mu var?"

Murat'a baktım. "Korkuyor. Aktan Atasoy dediğim için."

"Hadi gidelim," dedi ve ayağa kalktı. Bu kadar çabuk ikna olmasına şaşırmıştım açıkçası.

"Yukarıdan ceketimi alayım," diyerek Gökben'den ayrıldım, üst kata çıkıp ceketimi aldıktan sonra aşağı indim ve evden çıktık. Az önceki indiğimiz araba halihazırda bekliyordu. Önce Gökben'i bindirdim, ardından yanına geçtim.

Murat'a bakacağım esnada bakışlarım direksiyonun başındaki Emir'e kaydı. Gözlerim fal taşı gibi açılırken dikiz aynasından bana göz kırptı. Murat arabanın kapısını kapattıktan sonra başını arkaya attı ve gözlerini kapadı. "Buse, Yüksel'e gideceğimiz yerin adresini söyle."

Formaliteden evin adresini verdim ve yola koyulduk. Murat sanki taş taşımış gibi yorgun görünüyordu. Ya da içtiği şarap onu çakır keyif yapmıştı. Bilmiyordum, üstünde de durmadım.

Planın sonrasında ne olacaktı hiçbir fikrim yoktu. Bildiğim tek bir şey vardı ve o da şu an eve gitmediğimiz gerçeğiydi. Burası evin yolu değildi, lakin nereye ulaştığını da tahmin edemiyordum.

Çok geçmedi, durduk. Emir ani bir şekilde frene bastığı için bedenlerimiz hafifçe öne doğru savruldu. Murat kaşlarını çattı, "Bu nasıl araba sürmek amına koyayım!" diye tısladı.

Emir arkasını dönüp bana baktı, "Gökben'in gözlerini kapat," uyarısında bulundu. Anında dediğini yaptım, Murat gözlerini başındaki namluyu hissettiğinde açtı. Emir'i görmeyi hiç beklemiyordu. "Selam, bebeğim," dedi Emir alayla. "Özledin mi beni?"

"Sen!"

"Ben ya! Orospu çocuğu! Buse, arabadan in ve Gökben'i Alois'e teslim et. Eve götürsün."

Arabadan iner inmez Gökben'i kucakladım, gözlerimle etrafı tarayarak Alois'i bulmaya çalıştım. Karşı kaldırımdan bana el sallıyordu. Koşarak yanına gittim ve Gökben'i Alois'e verdim. "Her şey yolunda mı Alois?"

Alois Gökben'i kucaklayıp arabaya bindirdi, ardından kapıyı kapattı. "Yolunda, Buse. Tüm plan tıkırında işliyor. Erim ve Melis Aktan Atasoy'un yanında. Aslında siz de onların yanına geldiniz."

"İyi ama nasıl?"

"Buse, her şeyi anlayacaksın. Şu an Gökben'i götürmem gerekiyor."

"Tamam," dedim nefeslenerek. "Dikkat edin."

Alois başıyla onay verdi, arabasına bindikten sonra gözden kayboldular. Geri Emir'in yanına gittiğimde Murat'ı arabadan indirmiş bir şekilde beni bekliyordu. Bir evin önünde olduğumuzu o an anlamıştım. Murat bana öfkeyle baktı, gözlerinden adeta alevler fışkırıyordu.

"Beni kandırdın!"

Bağırdığı için yüzümü ekşittim.

"Kes lan sesini zibidi!" dedi Emir. Kahve harelerini bana çevirdi. "Buse, evin arkasındaki mezarlığa gidiyoruz."

Sorgulamadım.

Mezarlığa doğru yürümeye başladık. Murat kaçmak için çırpınıyordu lakin başarılı da olamıyordu. Mezarlığa adımımı attığımda, gökyüzü kızıl ve turuncunun birbirine karıştığı bir tabloya dönüşmüştü. Güneş batmaya yakın, son ışıklarını cimrice toprağa serpiyor, uzun ağaçların gölgeleri mezar taşlarının üzerine düşerek ürpertici siluetler oluşturuyordu.

Hava ağır, mezarlıkta soluk bir sessizlik hâkimdi.

Adımlarımı ihtiyatla atıyordum. Çakıl taşları ayakkabılarımın altında ezilirken, mezar taşları bana doğru eğiliyormuş gibi geliyordu. Gözlerim, önümdeki bir mezara takıldı. Beyaz mermerin üzerine işlenmiş harfleri okuduğumda içime soğuk bir ürperti yayıldı.

Buse Atasoy.

Doğum tarihimin yanındaki ölüm yılı hâlâ boştu.

Bedenim bir an dondu. Göğsümün ortasına bastıran görünmez bir el nefes almamı zorlaştırıyordu. Ellerimi yumruk yaparak derin bir nefes aldım. Neler olduğunu anlamak o kadar zordu ki.

Arkamdan gelen kahkaha akşamın alacakaranlığında yankılandı.

"Sana mezar hazırlamışlar ha?" Murat, alaycı bir tonda konuştu. "Vay be, Buse. Demek burada ölmen bekleniyormuş."

Sesi, mezarlığın derin sessizliğine bir hançer gibi saplanmıştı. Yüzümü ona döndüm. Gözlerim çehresinde gezindi. Gergin çene hattı, dişlerinin arasından kaçan nefesi, sinirden gerilmiş parmakları... Öfkesi, korkusunun maskesiydi.

Soğukkanlı bir ifadeyle, "Senin de ismini kazıyacaklar, Murat," dedim sertçe. Bugün burada ölecek tek kişi ben olmayacağım."

"Doğru."

Ses, Erim'e aitti. Arkamı döndüğümde Melis'i, Erim'i ve Erim'in bir köpeğe tasma bağlar gibi boğazına halat ip geçirerek peşinden sürüklediği Aktan Atasoy'u gördüm. Yüzündeki izlere bakılırsa eğer Erim onu çok güzel bir şekilde dövmüştü. Yürüyemeyecek kadar bitkin görünüyordu.

Murat'ın yüzü kireç gibi oldu. "Siz..." diye fısıldadı.

Melis hafifçe gülümsedi. "Beklemiyordun, değil mi?"

Aktan başını kaldırdı, kan akan dudaklarını hareket ettirerek, "Bana ihanet ettin," dedi tek nefeste. "Haberim olmadan Gökben'i benden aldın. Yaptığından memnun musun?"

Erim başını eğdi, derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini kaldırıp doğrudan Murat'a baktı. "Memnun musun lan babanı kandırdığın için?" Öyle bir bağırmıştı ki yıllardır sessiz yatan ruhları bile rahatsız edebilirdi.

Adımlarımı ağır ağır Aktan'a doğru attım. Murat umurumda bile değildi. Yanına yaklaştıkça gözlerindeki alevi daha net görebiliyordum. Oysa ben çok sakindim. İçimde fırtınalar kopmuyordu. Özgürlüğüm için verdiğim savaşta bir cepheyi daha kazanmanın huzurunu taşıyordum yalnızca.

Yere eğildim, benimle aynı renkte olan gözlerinin içine baktım. "Mesele ne biliyor musun?" dedim sanki bir sırrı fısıldıyormuş gibi. "Sen, her şeyin senin istediğin gibi olacağını sandın. Kendi kurallarını yazabileceğini, kendi kaderini şekillendirebileceğini düşündün. Ama bazı şeyler kontrol edilemeyecek kadar büyük olur. Sen aslında bir hiçsin, Aktan Atasoy. Koca bir hiç."

İlk defa gözleri bana farklı bir anlamla baktı. Sorgulayan, anlayamayan bir bakıştı bu. Dudağımı hafifçe bükerek gülümsedim. O kadar yavaş ve o kadar tehditkârdı ki kaslarının gerildiğini fark ettim.

Gözlerimi ondan ayırmadan doğruldum. O hâlâ yerdeydi. Omuzları çökük, nefesi düzensiz, yüzündeki kan kurumuş ama gözlerindeki öfke hâlâ canlıydı. Fakat eskisi gibi değildi. O kudretli adamın bakışları, şimdi korkunun gölgesine hapsolmuştu.

"Ne o?" dedim başımı hafifçe yana eğerek. "Kabul etmek zor mu geliyor?"

Aktan çenesini sıktı ama tek kelime edemedi. O ana kadar her şeyi kontrol edebileceğini sanan adamın sessizliği, kazandığımın en büyük kanıtıydı. O susuyordu. İlk defa.

Arkamdan bir adım sesi duydum. Erim'in nefesi omzumun yanında belirdi. O da Aktan'a bakıyordu ama gözlerinde nefret yoktu. Artık yoktu. Belki de zaferin getirdiği soğukkanlılık, belki de adaletin yerine geleceğine olan inancıydı onu bu kadar sakıncalı bir sükûnete sürükleyen.

"Bu iş burada bitmeyecek," dedi Aktan çatlamış sesiyle.

Gözlerimi kırptım. "Öyle mi?" Yavaşça üzerine doğru eğildim. "Keşke," diye mırıldandım. "Keşke annenin lafına uymak yerine annemi sevmeyi devam etseydin. Keşke iyi bir baba olsaydın, iyi bir aile olsaydın. Keşke..." Yutkundum. Canım acımıyordu ama genzimin yandığını hissettim. "Keşke şu an senden nefret etmek yerine sana baba diyebilseydim."

Ne kadar da hak etmiyordu o kelimeyi değil mi?

"Beni öldürmeyeceksin," dedi kendinden emin bir şekilde.

"Ama o seni öldürecekti," diyen Melis'e baktım doğrularak. Tam önündeki boş mezarı gösterdi. "O belgeleri aldıktan sonra seni öldürecekti, Buse. Hedefi buydu. Seninle anlaşma falan sağlamayacaktı. Murat'ı da öldürecekti. Öyle bir insan ki öldürdüğü kimseye acımıyor."

Duyduklarıma şaşırmamıştım ama şaşıran birisi vardı; Murat Atasoy.

O kadar öfkelenmişti ki Emir'in elleri arasından kurtulmayı başardı, babasının yakasına yapışıp yüzüne sert bir yumruk indirdi. "Lan ben sana güvenen aklımı sikeyim!" diye bağırdı, bir yumruk daha attı. "Senin oyunlarına inanan beynimi sikeyim lan ben! Sen nasıl bir orospu evladısın? Nasıl herkesi kandırabildin bugüne kadar? Nasıl lan nasıl!"

Yumruklar art arda indi Aktan Atasoy'un yüzüne. Bedeni yere düştüğünde Murat dizlerinin önüne çöktü, ağlamaya başladı bir anda. "Senin yüzünden annemize sırt çevirdik biz." Sesi acı dolu geliyordu artık. "Bizi o kadar manipüle ederek yetiştirdin ki... bizi sevmediğini bildiğimiz halde sana inanmaya devam ettik."

Murat'ın titreyen omuzlarına, yere kapanan bedenine baktım. Ağlamaktan sesi boğuklaşmış, soluğu kesik kesik çıkmaya başlamıştı. O an karşımda diz çökmüş o adamda, yıllar boyunca bir canavarın ellerinde oyuncak olmuş bir çocuğun gölgesini gördüm.

Murat Atasoy... Babasının mirası sandığı gölgede kaybolmuş bir zavallıdan ibaretti.

Aktan'ın kan içindeki yüzüne çevirdim bakışlarımı. Dudaklarının kıyısında belli belirsiz bir gülümseme vardı ama gözleri hâlâ mağrurdu. O adamın pişmanlık duymaya bile tenezzül etmeyeceğini o an anladım. Bütün bu olanlara rağmen hâlâ kazandığını sanıyordu.

"Senin için üzülmüyorum," dedim alçak sesle. "Senin için öfke bile hissetmiyorum. Ama bir şey söyleyeyim mi Aktan Atasoy? Murat, az önce senin mirasını yıktı. Ona senin kanını, adını, gölgene olan sadakatini miras bıraktın. Ama o gözünün önünde seni silerek o mirası toprağa gömdü."

Gözleri kısıldı. Dudaklarını aralamak istedi ama kanlı dişleri arasından kaçan nefesi dışında bir şey çıkmadı. Anlıyordu. Anlamak istemiyordu belki ama anlıyordu.

Murat'a baktım. Hâlâ yere kapanmış, elleriyle saçlarını tutuyordu. Kendi içinde kopan fırtınanın içinde boğuluyordu. Ona baktığımı fark etmiş gibi bana baktı, "Buse..." diye fısıldadı. "Evlilikte yalandı değil mi?"

Aşağılayıcı bir kahkaha firar etti dudaklarımdan. "Ya siz çok basit oynuyorsunuz ya da biz zekiyiz bilmiyorum ama evet, sahteydi. Seninle evlenecek kadar düşmedim Murat Atasoy."

Erim'in ayak seslerini duydum. Yanıma geldiğinde kokusunu aldım, ısısını hissettim. Elini hafifçe koluma koydu. "Güzelim," dedi yumuşak ama otoriter bir sesle. "Aktan Atasoy birkaç gün misafirimiz olacak, özel olarak ağırlayacağım onu."

Gülümsedi.

Gülümsedim.

Aktan Atasoy için her şey şimdi başlıyordu.

***

"Nasıl yani?" diye çıkıştım birkaç saniye önce kalbime güçlü bir tekme atan şaşkınlıkla. Dudaklarım aralanmış, gözlerimse yuvalarından her an fırlayacak gibiydi. "Aras'la sevgili olduğumuz zamanlarda beni bulmuş muydun?"

Aksini asla iddia etmeden başını salladı. "Ve sana daha on yaşındayken tutulmuş bir adam için fazlasıyla kötü geçen senelerdi. Ergendim de biraz." Yüzünü olabildiğince ekşitti. "Senin ona sarıldığını falan gördüğümde koluma çizikler atıyordum."

Avuçlarımı sıcak ve çıplak göğsünden çekip biraz doğruldum. Geçmişe indikçe sürekli şaşıracağım bilgiler veriyordu bana. "Peki... neden o zamanlar çıkmadın karşıma? Neden özellikle lisenin sonunu bekledin?"

Erkeksi kıkırtısı doldu kulaklarıma. "Sevgilim, eğer o zaman karşına çıksaydım cazibeme kapılıp benim kollarıma atlardın. Sevgilini aldatmanı istemezdim açıkçası. Sonuçta ben oldukça modern düşünceli bir insanım."

"Ya ya," dedim gözlerimi devirirken. "Asla dağ magandası falan değilsin. Yanımda kendin dışında erkek gördüğün an asla gözün falan dönmüyor, çok haklısın."

"Ama yanına benden başkası yakışmıyor ki, güzelim. Bunu sen de gayet iyi biliyorsun."

"Evet, doğru," diyerek biraz daha dikleştim Erim'in göğsünde. Çenesi saçlarıma değiyordu. "Yanıma senin dışında yakışabilecek tek erkek Dean Winchester olurdu zaten."

Kaşları anında çatıldı, belimi tutan eli sıkılaştı. "Biz bu herifi seksen yaşına geldiğimizde de mi anacağız?"

Sırıttım, elim biraz daha hayran olunası kaslarının aşağısına ilerledi. Bu kasların geride bıraktığımız dört yıl içerisinde daha da güçlendiğini söyleyebilirdim. Yokluğumda kendisini kesinlikle spora vermişti. Ve yanlışlıkla çarpsam elimin ağrıyacağına dair şüphem yoktu.

"Seksen yaşımıza geldiğimizde sorgula bunu." Omuz silktim. "Hem o kadar yaşayacağımızı da nereden çıkardın?"

"İçimden geçti. Şöyle on bir çocuk, elli altı tane torun falan..."

Gözlerim yeniden irice açıldı. Korneam delinecek diye korktum. "On bir çocuk, elli altı torun ne Erim? Şakası bile korkunç. Yok ya, ben seninle yuva falan kurmam!"

"Öyle mi?" Tek kaşı havalandı. "Evlenmeyecek misin benimle yani?"

"Evlenmeyeceğim."

"Peki." Omuz silkti umursamaz bir tavırla. "Geçen gün engellediğim kızın teklifini bir değerlendirmeye alayım o halde. Madem benimle evlenmeyeceksin..."

Öyle ters bir bakış attım ki dudağının kenarındaki gülümseme silindi. Kaşlarımı olabildiğince çattım, hiçbir şey demeden kalkmak için yeltendim ancak buna izin vermedi, beni hızlıca kendine çekerek tam üzerine gelmemi sağladı. Ellerini belimde acıtmayacak ama kaçamayacağım kadar da sıkı bir şekilde kenetledi.

"Kaçamayacağını yirmi üç yaşına gelmene rağmen anlayamadığın için sana kızıyorum, bebeğim."

Elimi göğsüne koyup hafifçe ittim ama bedenim onun demirden bir kafes gibi sırtıma dolanan kollarının arasından sıyrılamadı. Yüzümde sinirle seğiren bir kas dışında hiçbir yumuşaklık kalmamıştı.

Kaçamayacağımı biliyordum ama bu ona teslim olacağım anlamına da gelmiyordu. "Yirmi üç yaşına gelmeme rağmen senden kaçabileceğimi sanmıyorum zaten Erim Koral," diye tısladım. "Ama bu, burada kalmayı seçeceğim anlamına gelmiyor."

Gözleri koyu bir fırtına gibi yüzümü taradı. "Seçme şansın yok gibi zaten." Sesindeki alay tüm vücudumu germişti. "Şu an kollarımın arasında olduğunu biliyorsun. Bunu kendin istedin. Hatta bana doğru nasıl geldiğini, nasıl beni öptüğünü hatırlatayım mı?"

Sol kaşım anında havaya kalktı. "Öyle mi diyorsun?" Ellerimi göğsünden kaldırıp saçlarına daldım. Parmaklarımı hafifçe çekiştirerek nefesini kesmeye çalıştım ama yüzünde sadece kışkırtıcı bir gülümseme belirdi. "O zaman sana bir şey hatırlatayım, Erim Koral. Ben her zaman istediğim şeyi alırım. Ama asla bana meydan okunduğunda bir şey yapmam. Seninle evlenmeyeceğim ve eğer başka biriyle evlenmeye kalkarsan..." Başımı hafifçe yana eğip dudaklarımı boynuna yaklaştırdım. Nefesi boğazında takılırken fısıltıyla devam ettim. "Önce kadını harcarım. Sonra seni."

Göğsü kahkahayla sarsıldı. Ellerini belimde gezdirdi, başparmağı çıplak tenime değdiğinde içimde istemsiz bir ürperti yayıldı. "Başka bir kadına değil yaklaşmak, adını dahi andığım an ben kendi celladım olurum zaten."

Bu kadardı işte.

Erim Koral'a sinirlenme süremin bitmesi bu kadar kısaydı. Her bir sözcüğü mağlup olmama yeterli oluyordu.

"Erim," diyerek mırıltılı bir tonla konuştum, ellerimi çenemin altına yerleştirerek gözlerine baktım. "Bana benden önceki hayatını anlatmanı istiyorum. Çocukluğunu, arkadaşlarını, nasıl bir yaşam geçirdiğini... Seni tanıdığımı zannediyorum ancak ben seni tamamen senin bana kendini anlattığın kadarıyla tanıyorum. Babaannenle annen neden görüşmüyor mesela?" Gülümsedim. "Bana Erim Koral'ın doğumundan itibaren anlat."

"Hmm..." Belimdeki parmakları usul usul tenimde dolandı, bir süre düşündü. "11 Mart saat 21:49'da dünyaya ışık saçarak gelmişim. Doktorlar demiş ki anneme; hanımefendi böylesine taş bir parçayı doğurmayı nasıl başardınız?"

Egosu karşısında burnumu kırıştırdım. "Doktorunun bu söylediğinden haberi var mı acaba?"

Kıkırdadı. "Güzelim, doğumumu bilmiyorum ne yazık ki. Ama dünyanın en çekilmez çocuğu olduğumu biliyorum. Hiçbir zaman yokluk görerek büyümedim, her istediğim oldu, hep şımartıldım. Tabii o zamanlar Atlas da yoktu piyasada. Tektim, beş yaşındaki Erim'in kendine ait bir krallığı vardı."

"Beş yaşındaki Erim'in kendine ait bir krallığı vardı, öyle mi?" Alaycı bir gülümsemeyle başımı yana eğdim. "Peki halkın nasıldı? Sadık mıydı yoksa vergi yükü fazla geldiği için isyan mı çıkardılar?"

"Halkım, yani annemle babam bana sonsuz bir bağlılık içindeydi. Çikolata rüşvetleriyle tahta bağlı kaldılar." Başını geriye yasladı. "Baş belası kelimesinin sözlük anlamıydım. Mesela normal çocuklar gibi sadece duvarlara resim falan çizmezdim. Ben olaylara biraz sanatsal bir boyut katıyordum."

Kaşlarımı kaldırarak bekledim. "Nasıl yani?"

Burnunun ucunu kaşıdı, sonra gözleri hafifçe kısıldı. "Bir gün, babaannem bize gelmişti. Tam olarak hangi gün olduğunu hatırlamıyorum ama o günü 'Babaannemin Beni Evlatlıktan Reddi' diye anabilirim."

Kıkırdadım. "Eeee?"

"Ben o zamanlar resim yapmaya çok meraklıydım. Hâlâ da meraklıyım biliyorsun. Çocukluktan başladım bu hobiye. Ama o zaman için kağıtlar yetmiyor, duvarlar desen zaten dolu, annem babam beni bu konuda sıkıştırmış... E ben de çözüm üretmek zorundaydım."

Şüpheyle baktım. "Bu çözüm korkutucu bir şey mi olacak?"

Kendinden emin bir ifadeyle omzunu silkti. "Asla. Yani bence deha dolu bir hareketti ama babaannem benimle aynı fikirde değildi." Gözlerini kocaman açarak abartılı bir şekilde iç çekti. "Babaannem o gün bembeyaz, tertemiz keten bir elbise giymişti. Tırnakları bile benden daha bakımlıydı. Hani o yaşta bile fark ediyorsun; kadın zarafet abidesi. Ama benim beş yaşındaki kafamda bembeyaz bir tuval gibi duruyordu."

Ağzım istemsizce açıldı. "Erim... Yapmadın..."

Başıyla onayladı. "Yaptım."

Bir kahkaha patlattım. "Neyle peki? Kalem mi? Boya mı? Lütfen keçeli kalem deme."

Erim gözlerindeki parıltıyla sırıttı. "Yağlı boya."

"Yani babaannenin üstüne yağlı boya mı sürdün?"

"Tabii ki de hayır. Ben sanattan anlayan bir çocuğum, öyle alelade boya sürmem. Şöyle ki, babaannem otururken arkasından sinsice yaklaştım. Fırçamı aldım ve elbisesinin arkasına devasa bir güneş batışı çizdim. Üstelik gölgeleriyle, detaylarıyla... Gökyüzüne biraz pembe, biraz turuncu serpiştirdim. Tam bir şaheserdi."

Elimi ağzıma kapattım. "Babaannen ne yaptı?"

"Önce hissetmedi. Çünkü ben usulca, sanata saygı çerçevesinde çalışıyordum. Ama annem bir anda, 'Erim! Sen ne yapıyorsun?' diye çığlık atınca babaannem irkildi. Ve işte o an sanatım yıkıldı."

"Nasıl yani?"

"Yani elbise yerçekimine yenik düştü, boya sırtına yapıştı ve babaannem sıçrayan kırmızıyı görünce kalp krizi geçirdi sandı. Çünkü sanıyor ki sırtından bıçaklanmış!"

Gülmeye başladım. "Yani resmen kadının ömründen beş yıl çaldın!" Nedense Aysel teyzeyi o şekilde hayal edemiyordum. Garip gelmişti. O an aklıma gelen soruyu yineledim. "Peki, şu an annenle babaannen neden görüşmüyor?"

Erim'in yüzündeki muzır ifade bir an kayboldu, yerini hafif bir düşünceli hal aldı. Başını yana eğdi, belimdeki parmakları tembelce geziniyordu. "Beni düşün," dedi usulca. "Benim beş yaşımdaki halimi düşün. O yaramaz, durdurulamaz çocuğun annesi olsaydın ne yapardın?"

Gözlerimi kırpıştırdım. "Seni doğurduğuma pişman olurdum?"

Kahkaha attı, başını salladı. "İşte, annem de az daha öyle oluyordu. Çünkü babaannem ben yüzünden onun ebeveynlik yeteneklerini sorguluyordu. 'Bu çocukta bir şeyler ters, bu normal değil, sen onu fazla şımartıyorsun!' falan diye diye kadıncağızı delirtti. Beni ise bir şeytan olarak görüyordu. Yani tam olarak 'şeytan' demedi ama... Gözlerinde gördüm."

"Yani... bu yüzden mi?"

"Bu olay üzerine başka olaylar da yaşandı." Buruk bir şekilde gülümsedi. "Babaannem çok takıntılı bir kadındır. Evinde her şey simetriyle dizili, bir şeyin yeri değişse anında fark eder. Ben de bundan ilham alarak küçük bir oyun oynadım."

Dedikleri zihnimde dolanırken evin düzenini anımsamaya çalıştım. Lakin hiçte Erim'in dediği kadar simetrik bir düzen olduğunu anımsayamıyordum. Ben mi unutmuştum Aysel teyze mi değişmişti?

"Babaannemin evine her gittiğimizde, her odada çok küçük şeyleri değiştiriyordum. Ama öyle büyük şeyler değil, mesela sehpanın yönünü biraz çeviriyorum, saatini bir tık sağa kaydırıyorum, çerçevelerin açısını oynuyorum... İlk başta fark etmedi."

Gözlerimi kısarak dinledim.

Parmaklarını şıklattı. "Ama bir gün, büyük bir adım atmaya karar verdim. Annem mutfakta yemek yaparken, babaannem de çay içerken ben gizlice salona girdim ve duvarda asılı olan devasa tabloyu ters çevirdim. Kadın günlerce anlamadı. Bir gün bir misafiri geldi. Komşusu mu artık kim bilmiyorum, içeri girdi ve şöyle dedi: Aysel, bu tablo neden ters asılı?"

"Babaannenin tepkisi ne oldu?"

"Kadın şok geçirdi. Gidip tabloyu inceledi, sonra bir şeylerin yanlış olduğunu anladı. Ama olay burada bitmedi, güzelim... Babaannem o an her şeyi anladı. Yıllardır kafasında dönen o tuhaflık hissinin, bir şeyler yanlış ama ne? diye düşündüğü her anın sebebi bendim."

Güldüm. "Bunu öğrendiğinde ne yaptı?"

"Beni odasına çekti. Derin bir nefes aldı, gözlerini gözlerime dikti ve 'Yavrum senin içinde şeytan mı var?' diye sordu.

"Ne?"

"Ellerini tuttum ve şeytani bir gülümsemeyle 'Sadece seni test ediyordum' diye fısıldadım. Ve işte o günden sonra annemle babaannem arasına bir soğukluk girdi. Annem, benim aslında normal bir çocuk olduğumu savundu, babaannemse bana cin çağırıyor muamelesi yaptı. Derken olanlar oldu... Görüşmeyi kestiler. Annem her ne kadar benden bıksa da kindar bir kadındır. Babam vefat etmeden önce babaannem beni görüyordu ancak... babamın vefatından sonra annem bir daha babaannemle görüştürmedi beni."

Yüreğim burkuldu anında. Böyle bir hikâye beklemiyordum. Ben Aysel teyzeyi seviyordum ve zamanında dediklerinden pişman olduğuna da emindim. Ne kadar da üzülmüştür onca sene...

"Baban tek çocuk muydu?"

Olumlu anlamda başını salladı. "Tek çocukmuş. Dedemi hiç tanımadım. Babam daha yirmi yaşındayken kanserden vefat etmiş. Yani babaannemin kimsesi yoktu bizden başka. Annem de görüşmeyi sonlandırınca... babaannem İstanbul'dan taşındı. Biraz daha büyüdüğümde hatalı olduğumu anladım. Babam iş için İzmir'e gittiğinde sırf babaannemi görmek için ben de geliyordum. Zaten seninle de o iş için İzmir'e geldiğimizde karşılaştık."

Geçmişe götürdü zihnim beni. "İstanbul'da yaşadığın için mi keşke son görüşmemiz olmasaydı demiştin?"

Kaşları hayretle havaya kalktı. "Sen... hatırlıyor musun her şeyi?"

"Hatırlıyorum." Dudaklarım hafifçe uzanıp çenesinden öptü. "O küçük kız çocuğu her gün birisinden çiçek almamıştı sonuçta o güne kadar."

"İyi ki de almamış," diye homurdandı ağzının içinde. "Kim sana çiçek alacakmış benden başka?"

Gülümsedim, gözlerimi devirdim. "Bilmiyorum, belki birileri alırdı. Kıskanç olma bu kadar."

"Kim kıskanç?" diye söylendi ama sesinde sahte bir sertlik vardı. Sonra konuyu değiştirmek ister gibi derin bir nefes alıp gülümsedi. "Neyse, ben sana baş belası bir çocuk olduğumu anlatıyordum." Gözlerini hafifçe kıstı. "Bir keresinde evde tek başıma oyun oynuyordum. Annem markete gitmişti, ben de çok sıkılmıştım. O yüzden dedim ki, eğer televizyonun içindeki insanları gerçek hayata çıkarırsam asla sıkılmam!"

Gözlerimi kocaman açtım. "Keşke demeseymişsin, sevgilim."

"Televizyonun fişini çektim, tornavidayı aldım ve vidalarını sökmeye başladım. Koca televizyonu paramparça ettim. Sadece ekranı açmaya çalışıyordum. Yani, içindeki insanları serbest bırakmak istiyordum. Bir nevi kahramandım."

"Aile üyelerine durumu nasıl izah ettin peki?"

"İçeridekileri kurtarmaya çalışıyordum ama galiba sıkışmışlar dedim ama annem beni bir güzel dövdü. Öyle ağlamıştım ki annem çok pişman olmuş, gönlümü çabucak almıştı." Umursamazca güldü. "Bu olayın üzerinden üç gün geçmişti ki mutfak dolaplarının içinde başka bir dünya olduğunu düşünüp içine girmiştim. Ve dolabın içindeki tüm tabaklar kırılmıştı. Annem o zamanlar çalışmadığı için tüm gün benimle uğraşmak zorunda kalıyordu ve babam işten geç geldiği için de ona yaramazlıklarımı anlatmıyordu."

"Bir de seninle uğraşmasın diye."

"Ta ki babamın vefatına kadar." Kalbi acıdı, hissettim. "Babamın vefatından sonra bambaşka bir çocuk oldum ben, Buse. İçime kapandım, kimseyle iletişim kurmadım, hep tektim. Hep tek kalmayı tercih ettim. Babamın vefatı beni de annemi de çok etkiledi. Ama Atlas daha küçücüktü, ona bu acıyı yaşatma hakkımız yoktu."

Elimi kalbinin attığı noktaya getirdim, dudaklarımı usulca kalbinin üzerine dokundurdum. "Acıdığını biliyorum. Belki öpünce geçmeyecek ama iyi hissettirecek."

"Yanılıyorsun." Ani bir hamle ile pozisyonumuz değişti, Erim üzerimdeyken parmakları saçlarımı okşamaya başladı. "Sen öpünce geçiyor. Sen dokununca, sen konuşunca, sen sarılınca... İçinde sen olan her bir eylemde benim acılarım geçiyor. Sen benim ailemsin, Buse. Sen benim bu yaşıma kadar yaşama sebeplerimdensin."

Nefesini dudaklarımda hissettim. Bakışları yüzümün her yerinde geziniyordu. Kalbimin hızlandığını, ritminin şaştığını fark ettim. Erim dibimdeyken kendimi kontrol etmekten uzaktım.

"Beni seviyorsun," diye mırıldandım. "Beni çok seviyorsun, Erim Koral."

Güldü, "Seni seviyorum," diye mırıldandı. "Seni sandığından da çok seviyorum, Buse Koral."

Dudaklarını dudaklarımda hissettiğimde yumuşak öpüşüne karşılık verdim. Öpüşü temkinliydi. Kollarımı sıkıca beline doladım, parmaklarımı ensesinde gezdirdim. Hafifçe saçlarını çektiğimde öpüşü tutkulu bir hal almaya başladı. Artık yumuşaklıktan oldukça uzaktı ve ben nefessiz kalıyordum. Ellerim sırtına ulaştı, tırnaklarım çıplak tenine battı.

Aşk.

Garip bir duyguydu.

Belki de bir kelimenin taşıyabileceğinden çok daha büyük bir ağırlıktı aşk. O zamanın içinde saklı kalmış anıların fısıltısı, bir dokunuşun tende bıraktığı yankıydı. İnsan birini sevdiğinde sadece kalbiyle değil, ruhuyla da bağlanırdı çünkü aşk, iki bedenin değil iki ruhun birbirine dokunmasıydı.

Bazen bir bakışta saklanır, bazen bir vedanın içinde gizlenirdi. Büyür, çoğalır, bazen eksilir ama asla yok olmazdı. Zira gerçek aşk ne mesafelerden korkardı ne de zamana yenilirdi. O, fırtınaların içinde bile usulca varlığını hissettiren bir melodi gibiydi; kimi zaman bir şarkının nakaratında, kimi zamansa bir gece yarısı ansızın akla düşen bir isimde saklıydı.

Erim geriye çekildiğinde ikimiz de nefes nefese kalmıştık. Son bir kez daha uzunca öptü ve doğrularak üzerimden kalktı. Akabinde beni de kaldırmak için elini uzattı. Uzattığı eli tutarak doğruldum.

"Güzelim," derken yatağın kenarındaki beyaz tişörtünü üzerine geçiriyordu. "Tüm enerjimizi topladığımıza göre artık harekete geçebiliriz. Aktan Atasoy bizi çok özlemiştir."

"Özlemimizden gebermiştir." Söylenerek yataktan kalktım ve dolabıma doğru ilerledim. Sürgüsünü açıp temiz bir kazak aldım. Üzerimdeki crop tişörtü çıkaracağım esnada Erim'in bakışlarının bende olduğunu biliyordum. Hızlıca ona döndüm. "Arkanı döner misin?"

Güldü. Ve gülüşü kesinlikle söyleyeceklerinin ima dolu olduğunu anlatıyordu. "Sevgili Kraliçem..." dedi dedi ağır ağır. Yanaklarıma anında utanç kırmızılığı yerleşti. "Saraydaki o geceyi lütfen bana hatırlatmak zorunda kalmayın." Yanıma geldi, elimi öptü.

"Erim!" dedim öfkeyle. "Beni utandırmayı bırakır mısın?"

Başını yana eğip sanki masum bir şey söylüyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. Ama gözlerindeki o muzip parıltıyı fark etmeyecek kadar saf değildim. "Utandırmak mı?" Elimi bırakmadan dudaklarına hafif bir tebessüm yerleştirdi. "Ben sadece hatırlatmalarda bulunuyorum, Sevgili Kraliçem."

Gözlerimi devirdim. "Arkanı döner misin?"

Gülerek iki adım geri çekildi ama döneceğine dair hiçbir işaret göstermedi. "Beni kovuyorsun yani?"

Kazağı sıkıca göğsüme bastırarak tehditkâr bir bakış attım. "Dönmezsen seni saraydan sürgün ettiririm."

Gözlerini kısarak başını salladı. "Tamam, tamam. Kraliçem emrettiğine göre..." Nihayet arkasını döndü ama omuzunun üzerinden bakmak için fırsat kolladığını biliyordum.

Kazağı hızlıca üzerime geçirip saçlarımı düzelttim. "Bitti."

Anında geri döndü. Gözleri yüzümde gezindi, sonra kolumu tutup beni kendine çekti. "Şimdi oldu," diye mırıldandı alnımı öperek. "Benim güzeller güzeli sevgilim. Sana söz veriyorum. Bugünden sonra yaşadığın her gün, bir önceki günden daha da güzel olacak."

***

Yazardan;

Yere çökmüş, sırtını duvara yaslamış bir şekilde tavanı izliyordu Aktan Atasoy. Belki de ömrü hayatı boyunca ilk kez bu denli iğrenç bir yerdeydi. Buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Gözlerini açtığında buradaydı; demir parmaklıklar ardında.

Hapse mi girdim diye düşünmüştü ancak burası hapishane olamayacak kadar leş bir yerdi. Ve yalnızdı, kimse yoktu. Bulunduğu yer lağım suyu kokuyordu, yerler ıslaktı. Taşların arasını yeşil yosunlar bağlamış, üzerlerini yosunlara uyumlu küfler kaplamıştı. Çok sıcaktı, o kadar sıcaktı ki nefes almakta güçlük çekiyordu.

Etraf böceklerle doluydu. Kimi büyük, kimi küçük. Büyüklerden korkmuyordu ancak küçüklerin bedenine temas etmesinden korkuyordu. Lakin bundan kurtulamayacağını da biliyordu.

Demir parmaklıkların ardında olmasına rağmen eli kolu bağlıydı. Kaçmayı bırak kaçmaya tenezzül edecek hali bile yoktu. Zaten Erim Koral yeterince hırpaladığı için gücü azalmıştı.

Fakat Aktan Atasoy tüm bu yaşananlara rağmen boyun eğmiyordu.

Yaptıklarından pişmanlık duymuyor, içindeki olan öfkesi gitgide büyüyordu. Buradan çıksın ya da çıkmasın, ardında bıraktığı enkazla gurur duyarak ölecekti. Çünkü onlar ölümü hak etmişlerdi.

Bir farenin ciyaklamasını andıran kapı gıcırtısı duyulduğunda başını eğdiği yerden kaldırdı, kendine doğru gelen adımların sahibine baktı. Erim'i gördüğünde dudaklarına alaycı bir tebessüm yerleşti. "Ben de ne zaman geleceksin diye bekliyordum inanır mısın?"

Gözleri Buse'yi de aradı ancak bulamadı. Kapı kapandığında Emir de Erim'in tam yanına geldi. "Ayağa kalk," dedi Erim gür sesiyle.

Aktan Atasoy bağlı olan ayaklarına baktı. "Bu durumda kalkabileceğimi mi zannediyorsun?"

Erim kaşıyla Emir'e işaret verdi ve Emir parmaklıkların kilidini açtı. Bu iğrenç yer Emir'e aitti. Bugüne kadar kötü olan kim varsa hesabını burada kesmişti. Mafya ya da çete değildi ancak kötülerin cezasını çekmesini en güzel şekilde sağlıyordu.

Buse ve Melis kapının dışında bekliyorlardı. İçeri girmek istemişlerdi ancak sevgilileri buna müsaade etmemişti. Çünkü birazdan yaşanacaklar görülmeye değer şeyler olmayacaktı.

Emir kapıyı açtıktan sonra Aktan'ın kolundan sertçe tuttu ve ayağa kaldırdı. Erim'in gözlerinde öfke ve tiksinti vardı. İçeride ağır bir nem ve çürümüş bir şeylerin kokusu vardı ancak ikisinin zihni de bu iğrenç ortamı umursamayacak kadar öfkeyle doluydu.

Aktan bağlı olmasına rağmen kendinden emin bir gülümsemeyle başını kaldırdı. "Ee? Beni öldürecek misin? Öldüreceksen neyi bekliyoruz Erim? Benden nefret ettiğini biliyorum sonuç olarak."

Erim tek bir kelime etmedi. Sessizlik, Aktan için en büyük tehditti. Çünkü biliyordu ki Erim konuşmak yerine hareketleriyle cezalandırmayı tercih ederdi. Ve bu sefer gerçekten acımasız olacaktı.

Aktan, karşısındakilerin gözlerindeki karanlığı gördüğünde hafifçe yutkundu ama hâlâ meydan okuyan bir ifadeyle bakmaya devam etti. "Buse yok mu?" diye sırıttı. "Kızımın burada olmasını isterdim, hani şu ölüp bittiğin kızımın... Belki bana minnettar olurdu, ona gerçeği gösterdiğim için."

"Öyle mi?" Sırıttı, nefes bile almadan ileri atıldı ve Aktan'ın yüzüne şiddetli bir yumruk indirdi Erim. Aktan'ın başı sertçe duvara çarptı, alnından ince bir kan sızdı. Yere yeniden düşecek gibi olduğunda Emir sıkıca tuttu Atasoy'u.

Burası onların mahkemesiydi ve adalet, kanla sağlanacaktı.

Erim, Aktan'ın yakasından tutup onu çekti, sonra bir kez daha yumruk savurdu. Bu kez burnundan gelen çıtırtıyla birlikte kan fışkırdı. Aktan gülmeye çalıştı ama ağzındaki kanın tadı buna engel oldu. "Bundan keyif alıyor musun, ha?" diye kıkırdadı Aktan diliyle dişlerindeki kanı yalayarak. "Ama hâlâ ölmedim. Darbeleriniz hiç ölümcül değil."

Bu defa Emir devreye girdi. Sert bir şekilde Aktan'ı yere attı, diz çöküp onunla aynı hizaya geldi. Ellerini bile kullanmadan sadece bakışlarıyla tehdit etti. "Senin gibi pislikler," diye tısladı Emir dişlerinin arasından. Sesi tok ve buz gibiydi. "Ölmeyi değil, acı çekmeyi hak ediyor."

Sonra bir an bile tereddüt etmeden dizini Aktan'ın karnına sapladı. Adamın soluğu kesildi, gözleri anlık bir dehşetle açıldı. Havasız kalmış gibi öksürdü, kan tükürdü.

Erim, Aktan'ın saçlarından tutarak kafasını geriye çekti. "Bu kadar kolay ölmek yok," diye fısıldadı kulağına. "Senin cezan, yalnızca dayak yemek değil, her şeyini kaybetmek olacak."

Aktan son bir çabayla kafasını geri çekip çarpık bir sırıtışla tükürdü. Tükürüğü Erim'in yanağından aşağı süzüldü.

Bunu yaptığına pişman olacaktı.

Erim, hiçbir şey söylemeden soğukkanlılıkla elinin tersiyle yüzünü sildi. Sonra bir adım geri çekildi.

"Beni öldürün!" diye bağırdı Aktan Atasoy.

Erim gülümsedi. "Ölmek bazen kurtuluş olur."

Aktan, derin nefesler alarak yine güldü. "Benimle derdiniz ne? Yıllar önce işlenmiş cinayetlerin hesabını şimdi mi soruyorsunuz?" Yere tükürdü ve kanlı tükürüğü çenesinden aşağıya doğru aktı. "Elinize ne geçecek ki?" Erim'e baktı aşağılayıcı gözlerle. "Bana acı çektirince baban mezarından dirilip yanına mı gelecek?"

Erim başını Aktan'a çevirdi, vücudundaki tüm damarların patlayacağını hissetti. Hırlayarak Aktan'ı yakasından tuttu, sırtını sertçe duvara çarpıp yüzüne sert bir yumruk daha indirdi. O kadar sert vurmuştu ki burnunun kırılma sesi yankılandı rutubetli duvarlarda.

"Orospu çocuğu!"

Geriye doğru bir adım attı Erim. Alnı terlemişti ve kumral saçlarının bir tutamı alnına yapışmıştı. Parmakları istemsizce açılıp kapandı. Yumruğunu bir kez daha sıkarak tekrar vurmak istedi ama Emir elini kaldırarak durmasını işaret etti. "Biraz nefes almasına izin ver. Acının sindirilmesi gerek."

Aktan, başını hafifçe kaldırdı ve Emir'e baktı. O an, Emir'in gözlerinde merhametten eser olmadığını fark etti. Soğuk, hesapçı ve acımasız bir bakış. Yıllardır insanları manipüle etmeye alışkındı ama Emir'i çözemedi. Çünkü Emir zaten insan gibi davranmıyordu.

"Soruma cevap vermediniz?" diye tekrar konuştu Aktan, boğuk ve alaycı bir tonla. "İçinizdeki boşluk dolacak mı? Buse'nin annesi geri gelecek mi? Buse'ye annelik yapacak mı?" Yavaşça başını yana çevirdi ve Emir'e dik dik baktı. "Benim gibi adamları cezalandırınca geçmişimizdeki pislikler yok olacak mı?"

Emir tek bir adım attı. O adımla birlikte odanın içindeki hava ağırlaştı. Giydiği siyah deri eldivenleri sıktı ve ardından eğilip Aktan'ın saçlarından kavradı. Bir avuç dolusu saçı sertçe çekerek başını geriye attı.

"Senin gibilerin geçmiş hakkında konuşmaya hakkı yok!" diye bağırdı Emir. Sesindeki keskinlik bir bıçağın deriye batışı gibi soğuk ve derindi. "Aldığın her can için acı çekeceksin! Ölmeyi dileyeceksin, Aktan. Ölmek için yalvaracaksın ama ölmeyeceksin. Öteki dünyada cehennemi yaşamadan önce bu dünyada yaşayacaksın! Çırpınacaksın ama kimse seni duymayacak, kimse sana yardım etmeyecek!"

Aktan, dişlerini sıktı ama bu sefer gülümsemedi. Emir onu bir an bile gözlerini kırpmadan izledi, sonra serbest bıraktı. Aktan kafası geriye savrularak betona çarptı. Acıyla inledi ama yine de sesini bastırmaya çalıştı. Güçsüz görünmek istemiyordu.

Erim yeniden öne çıktı, bir elini pantolonunun cebine attı ve başını yana eğerek gözlerini Aktan'ın kan içindeki yüzüne dikti. "Sen benim babamı öldürdün," dedi. "Sen benim sevdiğim kadının annesini öldürdün. Sen, insanların ruhlarını ateşe attın."

Aktan derin bir nefes aldı, soluk almak bile acı veriyordu ama aldırmadı. "Evet, öldüler," diye fısıldadı. Sesi güçsüzdü ama meydan okuyucuydu. "Ve ölümü hak ediyorlardı."

Erim'in gözleri öfkeyle karardı. Bir saniye bile tereddüt etmeden tek dizini Aktan'ın göğsüne bastırarak tüm ağırlığını verdi. Aktan'ın ciğerlerinden bir inilti yükseldi, vücudu titredi.

"Ben ölmekten korkmam," diye hırladı Aktan. "Ama sizin nasıl insanlar haline geldiğinizi görmek keyif verici."

"Ne uğruna?" Bağırdı Erim avazının çıktığı kadar. "Ne uğruna? Para uğruna! Nerede senin o çok sevdiğin annen? Bir kez bile aramadı seni! Oysaki her şeyin başı oydu! Nerede lan senin annen?"

Aktan'ın gözlerindeki o alaycı ışıltı sönmüş, Erim'in sözleri zihnine bıçak gibi saplanmıştı. Annesinin adını duymak, onun yokluğunu yüzüne vurulmuş bir tokat gibi hissettirdi. Yutkundu ama boğazına bir yumru oturmuştu.

Erim, onun yüzündeki değişimi fark edince gülümsedi. O gülümseme zaferin ve nefretin birleşimiydi. Dizini biraz daha bastırdı Aktan'ın göğsüne, adamın ciğerlerinden boğuk bir inilti daha yükseldi. Aktan, gözlerini Erim'e dikti. Derin, öfkeli nefesler alıyordu ama cevap veremedi.

Erim, başını hafifçe yana eğdi. "Bakıyorum da sen de herkes gibi annenin kurbanı olmuşsun," dedi zehir gibi kelimelerle. "Dünden beri ortada yoksun. Hiç mi merak etmedi bu kadın seni? Yoksa sen insanları, annen de seni mi harcadı?"

Aktan'ın yumrukları sıkıldı, tırnakları avuç içlerine battı. Siniriyle titriyordu ama bağlı olduğu için kımıldayamıyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

Erim hafifçe güldü. "Bir hiçsin, Aktan Atasoy. Bir zamanlar güçlü olduğunu sanıyordun. Paranın, adamlarının, bağlantılarının her şeyi çözeceğini düşündün. Ama bak şimdi... Ne paran kaldı ne adamların ne de arkanı kollayacak biri."

Aktan, nefes nefese kalmıştı. Gözleri kıpkırmızıydı, öfkeden deliye dönmüştü ama Erim'in söyledikleri gerçeğin ta kendisiydi.

Erim eğildi, yüzünü Aktan'ın kanlı ve ter içindeki yüzüne yaklaştırdı. "Bütün ömrünü sahte bir güç için harcadın," diye fısıldadı. "Ve şimdi sahip olduğun tek şey... bu iğrenç çukur."

Sonra aniden geri çekildi ve yumruğunu tüm gücüyle Aktan'ın karnına geçirdi. Adamın ciğerlerinden hava boşaldı, öksürerek iki büklüm oldu. Nefes almakta zorlanıyordu ama Erim durmadı. Omzundan kavrayıp kafasını tekrar duvara çarptı, rutubetli taşlardan birkaçı ufalandı.

Emir, duvara yaslanmış izliyordu, bakışları karanlıktı. Erim, Aktan'ın boynuna yapışıp onu havaya kaldırmaya çalışırken Emir sonunda konuştu. "Öldürmek için değil," dedi usulca. "Ona acı çektirmek için buradayız."

Erim, nefes nefese, gözleri öfkeden kısılmış halde Aktan'ı bıraktı. "Delireceksin, Aktan!" diye bağırdı Erim. "Aklını kaybedeceksin. Ücra hapishane köşelerinde yaptıklarını düşünerek çürüyüp gideceksin."

"Beni..." Öksürdüğü için konuşamıyordu. Sesi o kadar kısıktı ki zor duyuluyordu. "Hapse gönderecek kanıtın yok."

"Kanıt mı?" diye sordu alayla Erim Koral. "Sana bir sır vereyim, Aktan. Bazen kanıta bile ihtiyaç yoktur. Doğru hamleleri yaparsan, insanlar senin suçlu olduğunu bildiklerinden emin olurlar."

Emir sessizce geride duruyordu, kollarını göğsünde kavuşturmuştu.

Aktan, yerde kanlı bir halde yatarken gözlerini kırpıştırdı. Görüşü bulanıklaşmıştı ama yine de direnmeye çalışıyordu. "Ben... ben buradan çıkarım," diye hırladı. "Beni burada tutamazsınız. Eninde sonunda birileri beni bulur."

Emir kahkaha attı ama kahkahası neşeli değildi, karanlık ve acı doluydu. "Burası benim özel cehennemim, Aktan," dedi gözlerini kısarak. "Burası haritada bile yok. Kimse seni bulamaz. Kimse seni aramaz."

Aktan'ın yutkunduğunu gördüğünde içindeki öfkenin bir parça da olsa tatmin olduğunu hissetti.

"Bundan sonra ne olacak, biliyor musun?" diye fısıldadı Erim. "İçeride seni kimlerin beklediğini hiç düşündün mü? Hapishaneye girdiğinde, orada kimlerin seni karşılayacağını?"

"Ben korkmam," diye inledi Aktan Atasoy. "Ben her yerde hayatta kalırım."

Erim telefonunu çıkardı ve "Gözlerini aç!" diye uyardı. Ardından babasını öldürdüğüne dair kanıtları izletti. "Kanıt yok mu demiştin?" diye sordu tehditkâr bir tonda. "Aptal olacağını düşünmezdim, Atasoy."

Aktan'ın nefesi tamamen kesildi.

Ve o an, kaybettiğini anladı.

Adalet; mahkeme salonlarının soğuk duvarları arasında, yaldızlı terazilerin gölgesinde sağlanmazdı her zaman. Bazı adaletler kirli beton zeminlerde, paslı demir parmaklıkların ardında, insan onurunun lime lime edildiği karanlık köşelerde şekillenirdi.

Bazı suçlular için yasa kitaplarında yazanlar yetersizdir; onların işledikleri günahlar yalnızca bir hâkim tokmağıyla mühürlenemez. Onlar için gerçek ceza, rutubet kokan dar odalarda, çürümüş taşların arasından sızan su damlalarının tekinsiz yankısında, nefes alınamayacak kadar ağır ve boğucu havada verilir.

Böylesi yerler toplumun gözünden kaçan ahlakın ve vicdanın çürümeye yüz tuttuğu anlarda devreye giren gölgeli mahkemelerdir. Burada merhamet, adını unutturmuş bir masaldır. Burada adalet çekiçle değil yumrukla, kanla, dişlerin gıcırdayan öfkesiyle kesilir. Çünkü bazı insanlar, yalnızca acının dilinden anlar.

Onların işlediği suçlar sadece hapishane duvarları arasına sıkıştırılamayacak kadar derindir. Onların geçmişinde kanlı izler, arkalarında yıkılmış hayatlar, küle dönmüş hayaller vardır. Ve böylesi pisliklerin temiz çarşaflar arasında ölmesine izin vermek, adaleti katletmek olur.

Burada çığlıklar duyulmaz çünkü onları duyan kimse yoktur. Burada gözyaşları, diz çökmeler, yakarışlar geçersizdir. Kendi adaletini sağlayanlar acımasız değildirler; onlar yalnızca eksik kalan bir hesabı kapatır, bu dünyanın karanlık dehlizlerinde unutulmuş bir düzeni tekrar tesis ederler. Çünkü bazı suçlar, affedilemezdir. Ve bazıları için kurtuluş bir hapishane hücresinde değil, bu duvarların içinde, elleri bağlanmış, gururu kırılmış, yaşamak ile ölmek arasındaki o gri çizgide saklıdır.

Çünkü bazıları için adalet; kanun satırlarında değil, karanlıkta duyulan son nefeste yazılır.

Bölüm Sonu.

Bölüm : 05.03.2025 17:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
tuğba ♡ / Tehlikeli Fısıltı / Bölüm 52 - Hükümsüz Zindan
tuğba ♡
Tehlikeli Fısıltı

7.66k Okunma

412 Oy

0 Takip
54
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...