16. Bölüm
Safinaz S. / Avuçlarımda Kokan Portakal Çiçeği / 15.Bölüm: Orman Yeşili Kuyu

15.Bölüm: Orman Yeşili Kuyu

Safinaz S.
umudundaparlayanla

Selammm umut ışıklarımmm. Bugün nasılsınız? Umarım keyifleriniz yerindedir. Bugünkü bölüm tam tamına 9.000 kelime oldu. Dolu dolu bir bölüm keyifle okumanız dileğiyle.

Beğeni ve yorumlarınız, beni motive edip daha da güzel yazmamı sağlıyor, öncelikle çok teşekkür ederim. En çok yorum yapana diğer bölüm ithafım olsun. O zamannnnn bölüm sizindir canlar….

Bölüm içi şarkılar:

. Gamzendeki Çukur (feat. Hayko Cepkin).

.Cihan Mürtazoğlu: Bir Beyaz Orkide. (En sevdiğim şarkı olur kendisi :)) (Sizinde en sevdiğiniz şarkıyı buraya bırakabilirsiniz dinlerim. :))

. PERA - Her Şeyim.

. Eylem Aktaş | Gece ve Rüzgar.

. Koray Avcı - Yakarım Geceleri (Official Video).

15. BÖLÜM: ORMAN YEŞİLİ KUYU

Alisya AKMAN

Sarı İplik

Bozuyorum yılların yeminini,

Bir gece ansızın.

Ettiğim kılı kırk yaran,

Sözlerin ardına sığınan,

İpeksi görünmez bağı.

Çözümü belli olan kuyu,

Alır içine saklan.

“Özür dilerim bal köpüğü. Ben özür bilmem ama sana bağırmamalıydım.” Yağan kar üzerimizi bir yorgan gibi örtmeye devam etse de bakışlarım yeşillerinde tutuklu kaldı.

Bakışları yosun tanesi ile bezenmişti ve yüzüme vuran sıcak nefesini hissetmek ise garipti. Dün kırıyordu şimdi de özür diliyordu. Yüreğimin ateşi daha da harlanırken kalbim gövdeme ağırdı.

“Kabul ediyor musun?” dedi nefesini verip. Kirpiklerime bulaşan karı usulca parmak uçları ile aldığında aklım benimle değildi.

“Özrünüzü mü?” diye mırıldandım. Hipnoz olmuş gibi bakarken karşı karşıyaydık.

“Evet” demesi ile kendime gelip bir adım geriye çekilince bakışları adımlarımda durdu.

“Düşüneceğim.” dememle kirpikleri birbirine yaklaştı. Yeşillerini gölgeleyen kirpikleri ne kadar da çoktu.

“Neyi düşüneceksin.”

“Teklifinizi.” diye makulce mırıldandım.

“Ha yani kabul etmiyorsun.” diye şaşırdı. Bu hali gülmemi sağlasa da yüzümü sabit tutmaya çalıştım.

“Etmem mi gerekiyor,” usulca ekledim. “Ali.” demem ile bakışları hızla yüzüme çıkarttı. Aslında bunu demem bile onu çoktan affettiğimi gösteriyordu.

“En azından beyi kaldırdık.” diyerek başını çevirdi.

“Efendim.”

“Yok bir şey.” Genzini temizleyip devam etti. “Hayır gerekmiyor, sen istediğin kadar düşün zaman senin.” diyerek ellerini cebine yerleştirdi.

“Tamam o zaman iyi akşamlar.” diyerek arkamı döndüm. Artık konuşmamız bittiğine göre bende eve gidebilirdim. Zira kalbim daha fazla bu halde kalırsak kar gibi eriyecekti.

“Dur nereye.” Ellerini cebinden çıkartıp bileğimi hızla kavradı. Bu patronumun bileğimle bir sorunu vardı. İnsanların vücuduma dokundukları gerilimi patronum dokunduğunda yaşamıyordum. İçimde tuhaf bir yere dokunuyordu sanki.

“Eve” diye yüze doğru mırıldandım.

“Ben bırakırım.” diyerek aracının yanına kadar götürdü.

“Yok ben kendim giderim.” Bileğimi avuç içlerinden usulca kurtardım. Aynı yerde oturuyor olabilirdik ama böyle de hiç rahat değildim.

“Alisya”

“Efendim.”

“Bin.”

“Hayır ben kendim giderim.” diyerek direttim. Kar lapa lapa yağmaya devam ederken sessizliğin içinde sadece ikimizin sesi duyuluyordu.

“Biliyorum kendin gidersin ama seni ben bırakmak istiyorum. Hadi bak aracımın üstü hep kar oldu.” diyerek aracın üstüne örtülen kar tanelerini gösterdi. Daha fazla şaşıramayacaktım.

“Tamam işte aracınız da kar olmuş binin gidin işte.” Diye soğuk hava da nefesimi dışarı soludum.

“Bin.” diye diretmesi ile aracın etrafından dolaşıp araca bindim. Bende inatçıydım ama patronumda ayrı bir katır inadı vardı. Araca benim kemerimi bağladım. Araca binmesi ile klimayı sıcaklık ayarında açtı. Üzerimdeki hafif karlarda böylece erimiş oldu.

Araç yolda ilerlerken aklıma takılanlarla kendimi yeyip bitirirken artık dayanamadım, sormak istedim. Belki yardımcı olabilirdim. “Bir şey söyleyeceğim. Sadece içimde kalsın istemiyorum belki bir yararı olur.” diyerek konuya girdim.

“Ne oldu?”

“Ben aslında geçen gittiğimiz mekânda kuzenimi gördüm.” dediğimde bakışları saniyelik bana dönse de bakışlarına şüpheli bir kıvılcım düştü.

“Kuzenin emin misin? Belki benzettin.”

“Hayır oydu. Belki orada oynamaya geldi ama…belki bir şey biliyorsa onunla konuşabilirim.” Son bir günümüz kalmıştı bir ihtimal belki yardım ederdi.

“Kuzenin Levent mi?” demesi ile ses tonunda sertleşen kelimeler ağzından döküldü. Kaşlarının sinirle çatılması ise ayrı bir konuydu.

“Evet lavabo için gittiğimde onu görünce o ara kayboldum.” diye mırıldandım. Levent abiyi görünce nasıl kaçacağımı bilememiştim. Dediklerim ile yüzündeki düşünceli hali arttı. Levent abi ile patronumun arasında bilmediğim bir elektrik vardı sanki birbirlerinden haz etmiyorlar gibiydi ya da bana öyle geliyordu.

“Levent seni gördü mü?” demesi ile ekledim. “Yok beni görmedi.”

“O işimize yaramaz sende düşünme büyük ihtimal oyun için gelmiştir.” diyerek konuyu değiştirdi. “Yarın bir adrese gideceğim, buradan biraz uzakta bir köy var. Bir ihtimal son gün belki bir yardımı olur.”

“Bende gelmek istiyorum.” dedim hemen. Güzin Hanımı sözlerimle üzdüm belki oğlunu getirirsek mutlu edebilirdim.

“Gece geç döneriz.” diye söylense de kabul etmedim.

“Sorun değil hallederim.” En fazla Gülce de kaldığımı söylerdim. “Bebek, yani Güzin hanımın oğlu orada mıdır?” düşünce kulvarım gittikçe kabarıyordu.

“Bir ihtimal, görmeden bir şey diyemem.” demesi ile konuşmamız da son buldu. “Acıktım, bir poğaça uzatsana.” diyerek kaşı ile arkaya yerleştirdiği aldığım poğaçaları işaret etti.

“Durdurun öyle yiyin.” Araç karlı yollarda ilerlediğinden bir de heyecanımı hesaba katamadığımdan ağzımdan bir anda çıktı.

“Hadi sevgili asistanım, rica ediyorum.” demesi ile ellerim önüme çektiğim poğaça paketinin üzerinde kaldı. Sevgili asistanım, bendim öyle mi? Hoş araçta benden başka kimse de yok. Sanırım ben oluyorum. İyiymiş. İlk dans. Ederken de böyle seslenmişti. Ben o zaman ağzından çıkanları normal bir konuşma olarak söylediğini düşünürken şimdi tekrardan tekrarlaması garipti.

Titrek bakışlarım ile poğaça diliminden bir parça koparıp usulca dudaklarına doğru uzattım. Kiraz bezeli dudaklarını aralayıp parmaklarımın arasındaki poğaçayı aldı.

“Güzelmiş.” Gözlerime bakan gözleri tekrar önüne döndü.

“Hım.” bir dilim daha dudaklarının arasına gönderdim. Asistanlığın böyle görevleri olduğunu kimse bana söylememişti. Patronumu kendi ellerimle besliyordum. İçimden ama o da sana çorba yaptı dese de farklıydı işte.

“Poğaça güzelmiş.” diyerek parmaklarımın arasından bir parça daha aldı. Dudakları parmaklarımın uçlarına çarptı.

“Öyle mi?” bir parça daha uzatınca almadı. Elimi usulca dizimin üzerine indirdi.

“Yeterli.”

“Ama daha bir sürü var.” Bakışlarım daha fazla gözlerinde tutunamayacaktı. Parmak uçlarımda kömürden bir ateş vardı. Değdiği yeri yakıyordu.

“Sen ye karnın can çekişiyor.” demesi ile şaşkınca yüzüne bakarken karnımı bakışları ile işaret edince utandım. Gün boyu bir şey yememiş değil midem almamıştı. Şimdi poğaça kokusunu sezince de acıkmıştım.

“Arka da portakal suyu var, iç.”

“Olur.” Sesim içime kaçmıştı. Karnımın gurultusunu sadece ben duyuyorum diye düşünürken rezillikte boyut atlamalara doymuyordum. Her anımı görmek zorunda mıydı?

“Kimseye Ali asistanını aç bıraktı dedirtmem.” Asık yüzüm ile ona bakarken somurtuyordum. Taki bu dediklerine kadar.

“Ha ondan yani yoksa aç kalabilirim.” Muzip bir tavırla söylensem de bir parça poğaça daha ağzıma attım. Evet karnımdaki sesleri artık duymuyordum.

“Güzelmiş.” dedim aynı şeklide.

“Ne.”

“Poğaça, güzelmiş.”

“Öyledir.” diyerek sırıtıp önüne döndü. Portakal suyumdan bir yudum daha aldığımda sabahtan beri aç olan karnım bayram etti. Yediklerimi boş bir pakete koyup camdan bakmaya başladım. Akşam trafiğine takılmıştık. Ara sokaklarda gözüme çarpan ise akşam vakti olsa da çocukların karda kaymalarıydı. Kar hızını arttırmış yer yer demek ki tutmuştu. Nasıl bir şeydi acaba o yaşlarda. Eğlenen seslerini duyamasam da gözlerinde gülüşmeleri ile kısılan bakışları çok güzeldi.

Trafiğin açılması ile bakışlarım ön cama düşen kar tanelerine kaydı. Kar yağdığından mı bilinmez huzuru içimde hissediyordum. Her daim ilklerimi üşütse de içimi ateşi ile ısıtan bir an bırakmıştı. Yandan bir bakışla patronuma doğru baktım. İyi önüne bakıyordu. Usulca bakışlarım ondan alıp aşağıya avcuma iliştirdim. Parmaklarımı sıkı sıkı kapatmıştım. Sanki dokunduğu yerden o hissiyatın gitmesini istemedim. Diğer avcumu elimin üstüne kapattığımda bu halime gülmeden edemedim. Avuç içim sıcacıktı, her daim üşüyen avuç içlerim yol boyu sıcaklığını korudu.

Uzun bir trafikten sonra evin önüne gelince emniyet kemerimi çözüp patronuma doğru baktım.

“İyi akşamlar.” diyerek kapının kulpuna uzandım. Usulca başını salladı. Araçtan inmediğini görünce “İnmiyor musunuz?” diye sordum.

“İşim var.” dediğinde soracak bir şeyimde kalmadı. Başımı sallayıp kapıyı açtım.

“Alisya.” Seslenmesi ile Ali’ye döndüm. İçimden tekrarlaması güzeldi. Bana, sadece Ali. Ne kadar neden diye sormak için can çekişen bir kalbim olsa da kendi anlatmadığı sürece soramazdım. İçimden ne kadar Ali dedikçe Ali Asaf diye çıksa da bana izni sadece Ali’ydi.

“Efendim.” dedim masumca. Zihnimden geçenleri bir bilse.

“Gecen…iyi olsun.” Yosunları elalarımda kor gezdi. Yakıyordu, yıkıyordu onarıyordu. Ve bunu sadece bakışları ile yapıyordu.

“Siz…senin de.” diyerek tebessüm edip aşağı inip kapıyı kapattım. Usulca yürümeye başladım. Aracın ışıkları yanık beklerken önümü aydınlatıyordu. Yağan lapa lapa karın, altında kabanıma sarılı bir şekilde eve doğru yürümeye başladım. Evin önüne gelince adımlarım yavaşladı. Korumaların yanından geçerken Yavuz abiyi tek görünce duraksadım. Ufuk abi yoktu ya da başka bir yerdeydi.

Bu fırsatı değerlendirmek istedim. İçeri girip girmemek arasında kalsam da durdum. Öğrenmem gerekiyordu. “Yavuz abi, şey ben, sana bir şey diyecektim.” dedim yüzüne bakıp.

“Sorun değil, biliyorum.” diyerek dediklerimi geçiştirdiğinde şaşkınca yüzüne baktım. İleriden gözüken parlaklık ile o yöne baktım. Daha Ali’nin gitmediği aracın ışıklarından belli oluyordu. Yüzüme yansıyan ışık ile gözlerim küçüldü. İçeri girmemi mi bekliyordu yoksa. Gözlerimi ışıklardan alıp Yavuz abiye doğru baktım.

“Gerçekten mi? Yani ne diyeceğimi nerden bildin.” diye sorsam da içimden mutlu olmadan edemedim. Evdeki korumalardan hiç böyle bir tavır görmemiştim. Küçüklüğümden beri korumaların hep sert çıkışlarından dolayı hiçbirini ne tanırdım ne de konuşurdum. Ama Yavuz abi onun kızdığını hiç görmemiştim aksine üzerimde koruyucu bir tavrı vardı.

“Alisya Hanım sizin güvende olduğunuzu bilmesem o zaman sorun olur, eğer çıkacaksanız, önceden çıkmadan bana haber verin ben ayarlarım.” demesi ile gerilsem de konuşmadan edemedim.

“Yani şimdi öncekileri de mi?” diyerek mırıldandım.

“Evet, mutfağın penceresini kim açtı sizce?” diyerek gülünce ağzım açık kaldı. Ben o gece açık kaldı diye düşünürken pencereyi Yavuz abi mi açmıştı? Evet buraya kadar güzeldi sırrımı hatta sırlarımı saklasa da korku ile konuşmaya başladım.

“Ben, lütfen babama söylemeyin.” Ela gözlerim ile masumane bakarken bir yandan kabul etmesi için içimden dua ediyordum. Lütfen söylemesin, lütfen.

“Söylemek istesem ilk çıktığınızda söylerdim.”

“Teşekkür ederim…yani beni ele vermediğiniz için.” diye ekledim.

“Önemli değil, hadi girin içeri hava soğuk.” diyerek patronumun hala beklediği yere doğru baktı.

“Eğer isterseniz, sıcak bir salep getirebilirim.” diye öneride bulundum.

“Olur, içerim.” diyerek gülünce başımı salladım. Gitmeden önce ekledim. “Yavuz abi, bu aramızda kalacak değil mi?”

“Evet, güvende olduğunuz müddetçe bu sırlar bende kalacak.” dediğinde ekledim. “Bir şey daha sorabilir miyim?”

“Sorun.”

“Levent Abinin de koruması var mı? Beni sen takip ediyorsan onunda gittiği yerleri biliyor musun?” Elimdeki çantamı yere doğru indirip ellerimi cebime yerleştirdim.

“Ben sadece sizden sorumluyum. Levent Bey ile ilgili bilmediğim bir sorun mu var?” kuşku ile çıkan sesi meraklanmıştı.

“Yok hayır sadece merak ettim. Ben, salebinizi hazırlayıp getiririm. İyi akşamlar Yavuz abi.” diyerek içten bir tebessüm ile baktım.

“Size de.”

Arkamı dönüp eve ilerlerken rahat bir nefes aldım. Demek her çıktığımda -gizli çıktığımı sansam da- Yavuz abi sayesinde kolaylıkla evden çıkıp eve giriyordum. O kadar da temkinli olmama rağmen. Ya da ben öyle sanıyordum. Belki de çıktığım anlardaki izlenme hissi bundandı.

Ve beni takip etmesi, bunu babamın istemesi o da beni ayrı bir düşünmeye zorladı. Çünkü Yavuz abi babamın korumasıydı ve Yavuz abi babamdan aldığı emirleri yerine getiriyordu. Babam neden peşime bir koruma takma ihtiyacı duymuştu ki. Kafam iyice karıştı. Umarım yıllarca Yavuz abi beni takip etmiyordu.

Eve girip soluğu odamda aldım. Staj günlerim yoğun, yorucu geçse de hayatımda ilk defa her şeye rağmen mutluydum. Sanki bir işe yarıyordum.

Üzerimi değiştirip işlerimi hallettikten ışığımı söndürüp soluğumu yatağımda aldım. Bir kolumun altına aldığım pamuk isimli tavşanımı karnımın üzerine yerleştirdim.

“Pamuk Bey şimdi sana bir sır vereceğim ve bu aramızda kalacak.” Oyuncak tavşanıma bakarken sırıttım. “Bana…yine, sevgili asistanım dedi...ve bu çok hoşuma gitti.” Sesimi ben bile zor duyarken gözlerimi huzurla karanlığa yumdum.

Sabahın erken saatlerinde hazırlanmış aşağıya inmiştim. Erkenden gideceğimiz için kahvaltı etmeye vakit yoktu ben de mutfakta iki tane sandviç yapmıştım.

Dışarıda beni bekleyen aracın içine yerleşip “Günaydın” dedim.

“Günaydın. Hazır mısın?”

“Evet.”

“Hadi gidelim o zaman.” diyerek aracı çalıştırıp yola koyulduk. Adresi nereye gideceğimizi hiç bilmiyordum. Sadece şehir dışında uzak bir yerde olduğunu biliyordum.

Sabahın erken saatlerinde karlı yollarda akıp giden sadece vakitti.

Şehirden çoktan uzaklaşmıştık. Asfalt yolu geride bırakmış uzun bir sürede toprak yolda yol aldık. Şehirden ne kadar uzaklaşsakta her ihtimale karşı Ali namı değer patronum bende onun sevgili asistanı. Polis bir tanıdığını aramış haber vermişti. Ya bizden önce köyde olacaklardı ya da bizden sonra. Umarım çocuk bu köyde olurdu.

Araç şehir dışında izbe yerlere doğru giderken etrafımdaki kar birikintileri de artıyordu. Dün yağan kar, yeşil gözler ve sıcak bir dokunuş. Yanan yanaklarıma ellerimi bastırıp yutkundum. Ne oluyordu bana.

Şehir dışındaki tabelalar ile oturduğum yerde kıpraştım. Bu sefer inat değil kendi isteğimle spor ayakkabı giymiştim. Etraftaki karın boyu gittikçe artıyordu. Toprak yola sapınca aracın sallanması ile kemerime tutundum. Oldum olası araçlarda rahat olamıyordum.

Aklıma gelenler ile telefonumu çıkardım. Sevgi, Sevgiyi aramalıydım. Çalan telefon sesi ile beklemeye başladım.

“Efendim.” Naif sesi yorgun geliyordu.

“Alo Sevgi, benim Alisya.” Kıza hem çarpmıştık hem de işinden etmek istemezdim.

“Alisya, bende aramanı bekliyordum.” Sesi yorgun olsada adımı duyunca neşe ile konuştu.

“Ben konuştum Timuçin’le.” demem ile patronumun bakışları anlık bana dönse de geri yola baktı.

“Aslında ben seni çıkışta arayacaktım ama telefonumu, sizin arabada unutmuşum.” diye hayıflanan sesi ile merakla sordum.

“Peki nasıl aldın telefonunu?” benden sonra ikisi gitmişti. Yani en azından ben öyle biliyorum.

“Abin yani Aytekin getirdi.” Sesin de anlamadığım kızgınlıklar sezinlesem de gülmeden edemedim.

“Tanıştınız yani.” diyerek gülümsedim. İkisinin atışması ile tanışmalarını hiç beklemiyordum.

“Hayır ben değil o söyledi.” diye itiraz etti.

“Sevindim, yani tanışmanıza.” Aracın içinde sadece kendi sesimi duyarken fazla uzatmamaya çalıştım. Belki rahatsız olabilirdi. Hoş rahatsız olur bir hali yokta sanki meraklı bir hali vardı.

“Alisya ben tekrardan teşekkür ederim.” demesi ile telefona odaklandım.

“Rica ederim ben bir şey yapmadım ki. Hem aramasam bile işe alınırdın.” Ben sadece söylemiştim, bence her türlü o işi Sevgi’nin alacağına şüphem yoktu. Tanımasam bile azimli bir hali vardı. Başaracağına şüphem yoktu.

“Olsun, bu işe gerçekten ihtiyacım vardı. Bugün Lukka’ya gelmek ister misin? Sana kahve ısmarlayayım.” diye sordu. Patronuma bakıp önüme döndüm. “Bugün biraz işlerim var ama bu hafta sözüm olsun.”

“Tamam görüşürüz Alisya.”

“Görüşürüz Sevgi.” diyerek telefonu kulağımdan çekip kapattım. Telefonumu çantama yerleştirirken şarjımın azaldığını gördüm. Başımı sesi ile ona doğru çevirdim.

“Timuçin’le mi konuştun, telefondakine öyle dedin de.” diye normal bir şey gibi konuşan patronumun sesi ile saçımın bir tutamını kulağımın ardına iliştirip yüzümü ortaya çıkardım. “Evet bir arkadaşım iş arıyordu şansın böylesi Lukka’ya gidecekmiş bende Timuçin’i aradım.”

“Aranızdan su sızmıyor sanırım konuştuğunuza göre.” dedi keskin bir tonla.

“Timuçin le mi?” diyerek güldüm.

“Ne oldu neden güldün.?” Araç yavaşlarken çukurlardan yavaşça geçti.

“Bilmem yani aramızdan su sızmadığı konusunda emin olamadım.” Üzerinde çok düşünmemiştim. Timuçin’di işte. Uzun bir dönem sonunda tanıştığım bir arkadaşımdı. Ayrıca komikti.

Aracın yavaşlaması ile Ali’ye tekrardan baktım. “Sanırım bu köy.” dedi Başını aracın önünden uzatıp etrafa bakarken.

“Emin misiniz?” diye sordum. Bakışları bana doğru döndü. Kaybolmamak için yol boyu sorduğumdan bana dik dik bakınca konuşmaya devam ettim. “Tamam eminsiniz. Sustum.”

Ne yapayım Güzin Hanımın oğlu eğer bu köyde birileri tarafından tutuluyorsa ve bulursak yaşayacağı mutluluk paha biçilemezdi. Bunu düşünmeden edemiyordum. Kadının çocuğu daha çok küçücüktü. Onun annesine ihtiyacı vardı. Ulak Soylu’nun yatacak yeri yoktu. İçimden kızmadan edemiyordum.

“Susma sesin iyi geliyor…anlat.” diyerek aracı köyün içinde sürmeye başladı.

“Pekala…” şaşırdım. Ben çok mu konuştum diye düşünürken böyle bir itirafı gururumu okşadı. “Ne ile ilgili konuşmak istersiniz?” diye sordum.

“Hımm, Bir anı…sana ait bir anı. Küçüklük anısı mesela. Her çocuğun olur değil mi?” gözü kara bakışları yola odaklıydı. Ses tonu artarken nasıl cevaplayacağımı düşündüm. Herkesin küçüklük anısı olurdu değil mi? Anı, anılar, ne demeliydim.

“Ben…” dudaklarım aralansa da gerisi gelmedi. Anılarım yoktu, anlar zihnimin köşesindeki kara kutuda kilitliydi ve ben onun anahtarını bulamıyordum.

“Yok mu? Senin küçüklük anın.” Kısık sesi sert bir ciddiyete büründü.

“Yok, ben…anı sevmiyorum. Yok benim anım.” Kirpiklerim gözlerimi süslerken başımı camdan tarafa doğru çevirdim. Ne diye böyle bir soru sordu ki. Olsa anlatırdım değil mi? Durdum. Anlatır mıydım? Kendim ile iç kargaşamı yine aklım kaybetti. Benim için özel olan küçüklük anılarını, sanırım, bir köşem anlatırdın diyordu.

“Anladım anı sevmiyorsun.” Sesi düşünceli olsada devam etti. “Yoksa sevmediğin geçip giden anların mı?” diye farklı bir soru sordu.

“Hayır ben aslında…”

“İn geldik.” demesi ile surat asan yüzüm ile kemerimi çözdüm. Bu gergin ana daha fazla dayanamayacaktım. Hatırlasam zaten anlatırdım. “Yanımdan ayrılma, sözümden çıkacaksan arabada kalıyorsun.” ikazı ile yüzüne baktım.

“Yok ayrılmayacağım.”

“İn.” dedi soğuk bir tonla. Birdenbire ilk tanıştığımız anlardaki ciddi haline bürünmüştü. Komutu ile kapıyı açıp bir adım atıp toprak yola ayağımı bastım. Esen rüzgârda saçlarım savruldu. Yer yer kalın kar bezeleri toprakların üzerini kaplamıştı.

“Bu taraftan.” demesi ile karların örttüğü köy alanında doğru yürüdü. Kendisi önden giderken attığı adımların üzerinden karda açmış olduğu büyük adımlara küçük ayaklarımı yerleştirdim. Ne kadar büyük adımları vardı. Arkasını dönünce adımlarım durdu. Önüme bakarak yürüdüğümden başım usulca sert, kaslı sırtına çarptı. Duvar gibi sert sırtı ve geniş omuzları vardı. Bir şey demedi. Demesindi hep bana kızıyordu zaten.

Adımlarıma bakıp tekrardan önüne dönmesi ile bu sefer küçük adımlar atarak yürümeye başlayınca bende açtığı adımlara ayaklarımı yerleştirdim. Bu haline gülmeden edemedim. Gıcık ama düşünceliydi.

Muhtarlıktan içeri girince küçük bir oda bizi karşıladı. Üşüyen nefesim içerideki sıcaklık ile buharlaştı. İçerisi iki odadan oluşan küçük bir yerdi. Köşede bir soba vardı. Yanan sobanın yanına ne kadar sıcaklığı ile yaklaşmak istesem de ateşinden korkup kenardaki koltuğa oturdum. Ateş görünce karnımdaki yanık usulca sızladı. Elim istemsiz karnımın üstüne gidince Ali bu tarafa baksa da içeri giren adama dönmek zorunda kaldı. Sobanın üzerindeki açık delikten ateşin kızıllığı görünüyordu. Çöktüğüm yere iyice sindim. Burası iyiydi uzaktaydım, burası iyiydi.

“Hoş geldiniz.” diye içeriye orta yaşlı bir amca girdi. Ali, muhtarın uzattığı elini sıkıp “Hoş bulduk.” dedi ve konuşmaya devam etti. “Telefonda konuşmuştuk.”

“Evet avukat oğlum. Dün evlerinin önünden geçtiğimde evdelerdi, gelin sizi oraya götüreyim.” Kırmızı bir tablonun üzerine asılı olan anahtarı alarak dışarıya doğru yürüdü.

“Olur. Alisya...Alisya.” patronumun sesi ile ona döndüm.

“Hı, efendim.” Daldığın ateşten gözlerimi çeksem de sıcaklığı yakındı.

“İyi misin?”

“Evet iyiyim.”

“Eğer üşürsen burada kal, birazdan gelirim.” diye söylese de kabul etmedim. “Yok bende geleyim.” Birde ben yük olmak istemiyordum.

“İyi düş önüme o zaman.” demesi ile oturduğum yerden kalkıp yine sabodan uzak bir şekilde yürüyerek odadan çıktım.

“Benim araçla gidelim, onların ev uzaktır, gelin.” Muhtar amca aracından seslenince arka koltuğa geçip oturdum. Ali’nin de binmesi ile dedikleri adrese doğru ilerlemeye başladık.

Kış olduğu için mi bilinmez köy çok sessiz sakindi. Fazla sakin. Muhtarın dediği gibi köyün çıkışında uzakta bir ev daha vardı. Tepeleri aşıp evin önünde araç durdu. Buraya elimizi kolumuzu sallayarak gelmiştik. Daha polisler bile gelmemişti. İlerideki eve girip girmemek arasında kalsam da patronumu yalnız bırakmak istemedim.

Araçtan inip evin kapısına doğru ilerlerken heyecanlanan kalbim tekledi. Umarım çocuk buradadır, umarım. Hem bir anneyi sevindirecektik hem de Ulak Soylu cezasını hakkıyla çekecekti.

Birkaç adım daha attıktan sonra “Dur, kapı açık.” demesi ile beni arkasına doğru çekmesi bir oldu.

Sırtından öne doğru bakmaya çalışıp “Nasıl yani, yoksa birileri bizden önce mi geldi.?” diye sordum. Mavi dış kapı yarısına kadar açılmıştı. Sevincim korkuya meyletti. Bazı köy evlerinde kapı açık olurmuş ama bu mevsim de ve bu şekilde olması şüpheliydi.

Gözleri etrafta bir şahin gibi gezerken bana doğru döndü. “Sen burada kal, ben içeri bakıp geleceğim. Sakın buradan ayrılma.” diye ikazını da ekledi.

“Bende geleyim.”

“Burada güvende dur, bakıp geleceğim.”

“Tamam.” Kısık sesle kabul ettim.

“Avukat oğlum, polisleri bekleseydik.” diyen muhtarın sesi ile hak vermeden de edemedim. Ya içeri de birileri varsa. Hoş araç sesini duymuş olmalıydılar. Ali hiç o taraflı olmadı. “Muhtar, bu köyün başka bir yerden daha gidişi var mı?” diye sordu.

“Valla, bir geldiğiniz yol vardır, he bir de,” eli ile ileriki yolu gösterdi. “aha şu ileriki yol, ama orası pek kullanılmaz taşlık yoldur.”

“Anlaşıldı, asistanımın yanında kalın.” diyerek evin demir kapısını iterek açtı. Evden usulca girmesi ile etrafıma bakındım. Etrafta taş, topraktan başka bir şey yoktu. Beş dakika oldu olmadı stresle beklerken içeriden tekrar çıkan patronumu görünce ona doğru yürüdüm.

“Ne oldu?”

“Yoklar, evde kimse yok. Muhtar hani bunlar evdeydi?” sinirli çıkan sesi ile muhtara döndüm.

“Vallahi avukat oğlum, dün evdelerdi, zaten köylük bir yer kamera yoktur. Ama dün evdelerdi eminim.” Dava yarındı, son ana kadar çabalasak ta önümüze çıkan engeller zorluyordu. Gözlerim yürüyecekken gelene takıldı. İleride koşan bir erkek çocuğu ile duraksadım. Bu tarafa doğru koşuyordu.

Nefes nefese yanımıza doğru ulaştı.

“Mehmet ne oldu?” muhtarın konuşması ile çocuk biraz soluklanıp öyle konuştu. “Abidin amca, ben bir şey vermeye geldim.” elinde sıkı sıkı tuttuğu bir kâğıt vardı.

“Çatlatma insanı da söyle oğlum.”

“Ali abi sen misin?” deyince önümüzdeki küçük on-on iki yaşlarındaki erkek çocuğuna baktım. “Abi bu zarfı bir kadın size vermemi istedi.”

Patronum kuşku ile baksa da ilerleyip Mehmet diye muhtarın seslendiği çocuğun yanına yaklaştı. “Koçum, sana bu kâğıdı verenleri nerede gördün, ne tarafa gittiler.?” Bir dizini kırıp çocukla aynı hizaya geldi.

“Abi onlar sabah gitti. Ben burada çobanlık yapıyorum eğer dedi gelirse Ali diye birine vermemi istediler,” diyerek ilerideki bir yeri gösterdi. “ben şu evde oturuyorum görünce geldim. Siz misiniz?”

“Evet koçum benim.”

“Ali abi o zaman bu sana.” Elinde sıkı sıkıya tuttuğu zarfı uzattı. Zarf hiç açılmamıştı.

Patronum çocuğun uzattığı zarfı eline alarak çöktüğü yerden kalktı. Ellerinde tuttuğu mektubu sıkarken sinirlendiğini görebiliyordum. Bana yansıtmasa da çenesini sıktığını görebiliyordum. Yanında dikilirken siyah zarfı usulca açması ile beklemeye başladım. Tanımadığımız bir köyde patronumun ismi duyunca daha çok gerildim.

Zarfın içinden sarı bir saç tutamı çıkması ile elimi ağzıma örttüm. Allah’ım çocuğa zarar gelmesin lütfen. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. İçinden bir de ufak bir kâğıt çıkınca gözlerim takıldı.

“Ne yazıyor.”

“Al kendin oku.” Uzattığı zarfı ellerime aldım.

“Sevgi zamansız gelirse can alır.” Zarfın içindeki kâğıtta sadece bu yazıyordu. Arkasını çevirdim. U. S. Yazılan ile korkum arttı. Ulak Soylu. Anlaşılmıştı ki çocuğu bizden önce gelip almışlardı. Son umut tanesi de elimizden böylece akıp gitmişti. Elim usulca yere doğru düştü. diyecek bir şey kalmadı. Başarısız olduk. Ulak Soylu yarın tahliye olacaktı. Ne bir delil ne de bir ipucu yoktu. Güzin hanım kararlıydı oğlu olmadan o video kasetini vermeyecekti.

“Çocuk, çocuğa zarar mı verdiler.” Titreyen ellerimle zarfı tutarken patronuma baktım. “Hayır, sadece bir göz dağı.” dediğinde anlamlandıramadım.

“Şirkette bir köstebek var.” Kısılan gözleri etrafta dolaşsa da sanki birilerini arıyor gibiydi.

“Kim yani nasıl içeride ajan olduğunu düşünüyorsun.”

“Buraya geleceğimi sadece güvenlik departmanı biliyordu. Artık eminim tesadüf olamaz.”

“Ben değilim, ben kimseye söylemedim.” diyerek kendimi savundum. Üzerime alınmasam da önceki asansör olayı yüzünden kendimi konuşurken bulmuştum.

“Biliyorum, sen değilsin. Sen biraz bu işlerde daha saf kalıyorsun.” demesi ile ona düz düz baktım. “Yok artık, yani ajan olsam yapamaz mıyım?” konumuz bu olmaya bilirdi ama sanki küçümsedi gibiydi. Yüzüne bakakaldım. Sinirden mi bilinmez gülüyordu. Sonunda umarım bana patlamazdı. Patlasa da yanında olacaktım. Şu an gülen yüzü içten değildi. Düşünceli ve sinirliydi.

“Hayır, küçük ajan, yürü daha gidecek yolumuz var.” diyerek önden büyük adımlar ile yürümeye başladı. “Muhtar, buraya polis birliği gelecek. Onların haberi var. Sen yönlendirirsin.”

“Elbette siz hiç merak etmeyin.” diye konuştuklarında kollarımı birleştirmiş dikiliyordum. Arkasını dönüp bana baktı.

“Gelmiyor musun, küçük sincap yoksa akşama kadar burada mı kalacağız.” dedi uyuz patronum. Evet şimdi biraz kendine geliyor gibiydi.

“Geldim, ayrıca sincap olmadığımı söylemiş...” dememle ya da diyemememle ayağım diğer ayağıma takıldı.

Ve bir çift kolların arasındaydım.

“Hıhım. Evet ne diyorduk.” Ayağım takılınca Ali’nin kollarımdan tutması ile tökezlediğim yerden kaldırdım.

“Sakın, tek kelime duymak istemiyorum.” diyerek kolumu kurtarıp önden yürümeye başladım. Ardımda gülme seslerini duyup ne kadar gülüşüne bakmak için dönmek istesem de utancım biraz daha ağır bastı. Adama her gün rezil olmaya doymuyordum. Sakarlık dedikleri şey bende geçici değil kalıcıydı.

Biraz daha yürüdükten sonra muhtarlığın önüne park ettiği aracın yanına vardık. Karlı yollarda iyi bir spor olmuştu. Elde var sıfırdı, keşke daha önce gelseydik demekten kendimi alamıyordum. Yarın bir mucize olmadığı sürece dava bizim aleyhimizeydi.

Hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Araca binip tekrardan köyün çıkışına geldiğimizde güneş çoktan batmıştı. Sessizlik içinde aracın içinde giderken patronuma doğru baktım. Canı sıkkındı, bir de yok yere köstebek çıkmıştı. Hoş ben Hamit’in yeri konusunda kuşkulanmıştım ama güvenlik departmanından birisinin olması şirketin geleceği için, adalet için hiç iyi değildi.

Bu haber ise hiç iyi değildi. Patronumun boş yere konuşmadığını ise gözlerine baktığımda anlıyordum bir şeylerden çokça emindi. Elimden ne geliyorsa yardım edecektim. Sadece buraya staj için gelsem de bunun olmasına izin veremezdim.

Yol iki kola ayrılınca araç girdiğimiz yerden farklı bir alana sapınca hızla konuştum.

“Yanlış yola saptınız.”

“Hayır bu yoldan geldik.” dediğinde arkamızda kalan karanlıkta tabelayı seçtim.

“Hayır bu yoldan geldik.” diyerek sağ taraftaki yolu gösterdim. Aracı sürdüğü yerde ilerletti.

Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Sadece bizim aracın olması ise kaybolduğumuzu resmen gösteriyordu. İnatçı patronum benim dediğim yoldan değil kendi dediği yoldan ilerlettiği yolu seçmişti. Aracın ışıkları ile önümüzü aydınlatırken telefonumu açıp anneme bu akşam Gülce’de kalacağımı mesaj attım. Ardından Gülce’yi de bilgilendirip mesajı atarken telefonun ekranı, kapanması ile kendi yüzümle bakakaldım, şarjım bitmişti. Neyse en azından haberleri vardı.

Bir müddet daha giden araç yavaştan hızını azaltması ile işlerin ters gittiğini anladım.

“Kaybolduk.” Kaputa iyice yaslandım. Kaputtan gelen sıcaklık bacaklarıma vuruyordu.

“Biliyorum, zeka küpü.” Hak vermiş olması yolda kaldığımız gerçeğini değiştirmiyordu.

“Ben size demiştim, benim dediğim yoldan gitseydik çoktan asfalt yola çıkmıştık.” Aracın önünde ikimizde kollarımızı birleştirmiş etrafa bakarken buradan nasıl çıkacağımızı düşünüyordum. İşe bak etrafta bir hayvan bile yoktu. Gündüz giderken yolu bulup gece kaybeden patronuma son bir kez bakıp önüme döndüm. Geldiğimizden beri düşünceli hali canımı sıkıyordu. Aklıma gelenler ile önümdeki karanlık, boş alana baktım. Karanlık beni korkutsa da patronumun yanımda olması güven veriyordu. Sanki o olduğu sürece ben hep aydınlıkta gibiydim. Güven duygusu iliklerime kadar işledi.

“Sizce kim kazanır.” diye ortaya doğru mırıldandım. Sessizliği sesim yardı.

“Neyi?” anlamsız bakışları etrafta kol gezdi.

“Maçı, baksanıza etrafta in cin top oynuyor.” diyerek ıssız yeri gösterdim. Bir Allah’ın kulu yoktu. Etrafımdaki ıssız, sessizlik ile ufaktan patronuma doğru kaydım. Biraz tırsmıştım açıkçası.

“Komik kız.” Güldü. Görev başarılı. “Hadi bin, gelirken benzinlik görmüştüm.” Kaputtan kalkıp aracın kapısını açtı.

“Bu dağ bayırda nereye gideceğiz. Bence yardım çağıralım.” dedim. En makulü araçta beklemekti. Benzinlik kim bilir neredeydi ve yolu kaybetmiş farklı bir yerdeydik.

“Alisya bazen diyorum, kızım…telefon çekmiyor, ben nerden getireyim yardımı.” diye sitemi ile kaputtan çekildim.

“Off off.” Beni dinleseydi böyle olmazdı ama.

“Oflama da bin!”

“Gıcık.” diye mırıldanırdım. Kendi sesimi zor duyarken araca tekrardan bindim. Karnım acıkmıştı, dünkü gibi rezil olmak istemediğimden sabah hazırladığım sandviçimi çıkarıp bir parça ısırdım.

Bana dönen bakışları ile diğer hazırladığım sandviçi de ona uzattım.

“İster misin? Sana da yaptım.” dedim usulca. Sabahtan beri hiçbir şey yiyememiştik.

“Bana.”

“Evet.”

Gözleri elimde kendi ısırdığım sandviçe takıldı. “Elindekini uzat o daha güzel görünüyor.”

“Bu benim.” Isırdığım sandviçi uzatamazdım ama değil mi?

“Tamam işte ben de onu istiyorum.” diyerek iki elimde sandviçle ona bakarken ısırdığım sandviçten koca bir parça koparması ile şaşkınca baktım.

“Artık benim.” dedi gururla. Ağzına attığı lokmayı yutarken tekrar elimdeki sandviçten bir ısırık daha aldı. Ben yüzüne bakarken ağzım aralandı.

“Çok kötüsünüz.”

“Biliyorum, uzat.” Asık suratımla sandviçi uzatırken bu halime gülüyordu. Sandviçi uzatıp tekrardan açılmamış sandviçi açıp bir ısırık aldım. Sessizlik içinde ilk öğünümüzü yerken fazlası ile sakindik.

Isırdığı sandviç ile yanağı şişti. Bu hali bana küçük bir çocuğu anımsattı. Küçük, erkek bir çocuk. Acaba nasıl bir çocuktu. Bence biraz haylaz bir tipi vardı. Kesin çok yaramazlık yapmıştı. İçime dolan ılıklık hissi ile ağzımdaki lokmayı güçlükle yuttum. Ben daha bir dilimimi mideme yollarken o sandviçini yarılamıştı.

“Ne oldu?” daldığım yüzünden sesi ile kirpiklerimi kırpıştırıp dudaklarını işaret ettim.

“Dudağınızın kenarında biraz kırıntı kaldı.”

“Ne tarafta” elim ile gösterdim. Uzansa da alamadı.

“Hayır o tarafta değil” elim ile biraz daha dudağının kenarını gösterdim. Bir türlü dediğim yerdeki kırıntıyı alamıyordu. Uzanıp almak istedim.

“Kızım görüyorsun alsana o zaman.” demesi ile elim ayağım boşaldı.

“Ben…pekiii.” Elimdeki sandviçimi bir kenara bıraktım. Uzanıp kendisine usulca yaklaştım. Dudaklarının kenarına uzanan parmaklarım şimdiden yanmak için hazırlardı. Ay ışığının vurduğu aracın içinde, sadece aracın sarı ışığı yüzümüze vuruyordu. Parmaklarım titrese de uzanarak dudağının kenarını kuş tüyü hafifliğinde usulca canını yakmak istemezcesine sildim.

“Oldu mu?” dudakları arasında çıkan sözcüklere bakışlarım takıldı. Tatlı kızıl dudakları vardı.

“Oldu.” Gözlerim kızıl dudaklarında gezindi. Kendi doğal rengi dudaklarına yansımıştı. Dudakları usulca aralandı.

“Hey! Yukarıya bak.” demesi ile kendimi geldim.

“Ben… ben şey affedersin.” Ne oluyordu bana. Gözlerim etrafımda boş boş gezindi.

“İlk defa mı görüyorsun.” Muzip sesi kulağıma çalındı. Eğlenen bir sesi olsa da sanki içinde biraz da sertlik vardı.

“Ne, ilk defa mı görüyorum.” desem de cevapsız bırakıldım. Gülerek aracı çalıştırdı. Yanıyordum ama öyle böyle değil. Alev topu gibi birazdan araçta infilak edecektim. Adamın dudaklarına bakmak bir mesela yakalanmam ayrı bir meseleydi. Utanan yanaklarımı saçlarımla sakladım. Evet burada saklanabilirdim. Aracı çalıştırmaktan vazgeçti. Sanki bir kargaşa da kalan bir hali olsa da elini direksiyondan çekti.

Kemerini çözmesi ile emniyet kemerine tutundum. Sanki şu an benim tek kurtarıcımdı. Ne yapacaktı? Bana dönmesi ile usulca yüzüne doğru baktım. Kalbim ben bu asrın dengi değilim diye depar atarken ben hiç iyi değildim.

Ellerinden birisi yüzüme doğru uzandı. Saçlarımdan bir tutam alıp kulağımın arkasına, kenara doğru iteleyince yüzüm ortaya çıktı. Umarım yanaklarım kızarmamıştı. Lütfen zira ben içimde, yanaklarımdaki ateşle harlanıyordum.

“Alisya…dudaklarıma dokunmak hoşuna mı gitti?” diye kısık sesi ile mırıldandı. Gözleri yanan bir alevin içinde zengin bir ormandı. Bakmıyordu, sanki ardımı görüyordu. Yüzüne bakakaldım.

“Ne hayır, yok öyle bir şey uydurmayın.” Emniyet kemerini parmaklarımın arasında sıktım.

Bir tutam yüzümün önüne düşen saçımı da usulca kulağımın arkasına gönderdi. Vücudum neden dondun. Ses ver. “Peki öyle olsun.” diyerek geriye çekilmesi ile tuttuğum nefesimi usulca geri verdim.

“Yok öyle bir şey ben şey…” dudaklarımı ıslatıp gözlerimi gözlerine çıkarmayı başardım.

“Ne…” eğlenen sesi toktu.

Gözlerindeki bakışlarım anlık kızıl dudaklarına inse de hemen irislerine çıkardım. “Dudaklarınıza…” yutkundum. “…yani dudaklarınıza ruj mu sürüyorsunuz? Yoksa doğal rengi diye mi, baktım?” diyerek düşünmeden hızlıca konuştum.

“Ne?” diye gülmesi ile panik oldum. “Alisya…” sırıtıyordu. İlk defa bu kadar içten bir şekilde gülmesi ile bakışlarım gülüşünün esiri oldu. O nasıl gülmekti vicdansız. Beni benden alıp beni bana vermedi.

“Efendim.” diye usulca mırıldandım. Utancım nirvanadaydı. Zirve soğuk demişlerdi ama hiç utançta, zirveyi yaşayacağım aklıma gelmezdi.

“Bazen, bazen diyorum…şaka yaptım rahatla.” demesi ile kemeri tutan ellerim usulca gevşedi.

“Şaka…komikmiş.” diye gülmeye çalıştım. Bu nasıl şaka az daha aklım gidiyordu.

“Öyledir, benim şakalarım. Hem güldürür hem düşündürür.” diyerek aracı çalıştırması ile rahatladım. Evet oturduğum koltuk dikenden demirler ile sırtıma batıyor gibi hissetmem umarım normaldi.

Araç birkaç adımlık mesafe giderek olduğu yerde durdu. “Hadi gitmiyor muyuz?” daha fazla burada kalırsak kendime hiç güvenemiyordum. Olur olmadık şeyler düşünüp ağzımdan çıkanlara engel olamıyordum.

Aracı tekrar çalıştırsa da bir türlü hareket etmedi.

“Ne oldu?” diye sordum.

“Benzin bitmiş.”

“Şakanın sırası değil, tamam güldük, eğlendik. Hadi çalıştırın da gidelim.”

“Gerçekten benzin bitmiş, çalışmaz miniğim.” dedi direksiyondan ellerini çekip.

“Mi-miniğim?” şaşkın yüzüm ile bir ona bir arabaya bakarak.

“Aracım işte miniğim.” Eli ile direksiyonu sever gibi yapınca aracından bahsettiğini anlayıp rahatladım. Kim miniğim diye aracına isim koyardı ki. Patronum hariç. “Ha bu koca şey miniğiniz öyle mi?” elimle aracını işaret edip.

“Alınırsa hiç çalışmaz.” Vay be bir araba bile olamadık iyi mi? Aracı tekrar çalıştırmayı denedi. Araçta tık yoktu.

“Zaten çalışmıyor. İşe bak yolu kaçırdığımız yetmiyor, bir de yolda kaldık, bahtsızlığın böylesi. Şarjım bitti, şimdi telefonlar da çekmez.” diye aklıma gelenleri sıralarken Ali’nin eline aldığı telefona baktım.

“Evet çekmiyor.” beni onaylanması ile hayıflandım. Bütün olumsuzlukları çekmem ise cabasıydı. “Allah’ım kâbus bu. Ben burada kalamam. Dediğiniz benzinliğe gidelim gördüm dediniz ya.” Şehirden uzak olduğumuz için karanlık çok yoğundu. Gece ayın ışığını yansıttığı yıldızlar, pas parlak gökyüzünde yerini korurken etrafta karanlık bir sessizlik vardı.

“Ha dediğime geldin yani.” diyerek bana doğru döndü.

“Hayır tabi ki. Benim dediğim yoldan gitseydiniz bunlar olmazdı.” Ellerimi birleştirip birbirimize bakarken iki inatçı gibi inatlaşıyorduk. Gözlerine çok bakamayıp irislerimi çektim. Çok yoğun bakıyordu.

“Benzinliğe gidemeyiz. İnternet çekmiyor. Sabaha kadar buradayız.” Hava çoktan kararmış günü bitirmiştik.

“Ne yani araçta mı sabahlayacağız?” diye sormam ile omzunu silkti.

“Valla ben öyle yapacağım.” Eli ile karanlığı gösterdi. “Dışarısı alabildiğine orman. Seç beğen bir ağaç. Artık kurdu mu iner ayısı mı bilmem.” demesi korku ile karanlık etrafa doğru bakındım.

“Ayı mı? Burada yoktur ayı falan. Hem kış onlar uyuyordur.” Teorim doğruydu. Kış günü ayının burada işi neydi, gitsin onlar mışıl mışıl mağaralarında aileleri ile uyusundu. Burada boş arazide olmasındı.

“Nerden biliyorsun?” diye sırıtması ile kaşlarım usulca gözlerime indi.

“Evet unutmuşum biri uyanıkmış.” diyerek araçtan indim. Bu karda kışta bir de dışarıda kalmıştık. Patronum ile sabahlama fikri ise beni bilmediğim derin kuyulara sürüklüyordu. Orman yeşili kuyu çok derindi ve ben yüzme bilmeyen bir kayıkçıydı.

“Sen bana ayı mı dedin?” diye seslenip araçtan inip karşıma geçti.

“Ne münasebet, siz benim patronumsunuz size hiç öyle bir şey der miyim?” dediklerimi dinlerken konuşmaya devam ettim. “Hem ayıların ormanda işi olmaz, onlar mağaralarında güzel güzel uyuyorlardır. Haklıyım değil mi? haklı olduğum için susuyorsun. Ayrıca buraya gelemezler ki. Burası ağaçlarla çevrilidir. Neden konuşmuyorsunuz? Size deme…” konuşmamı sesi ile kesti.

“Alisya.” dedi ve sustu. Bir yere odaklanmış susuyordu.

“Ne oldu?” diye tedirginlikle sordum.

“Sakin ol ve usulca yanıma doğru gel.” demesi ile gerildim. Arkamda bir yere gözlerini dikmiş bakarken durdum.

“N-ne ne oldu? Ne var arkamda.” diyerek dönecekken seslendi.

“Dönme, sakın dönme. Bana usulca yürü.” Elini açmış gelmemi bekliyordu. ciddi hali ile tedirgin olurken dudaklarım aralandı.

“N-ne varr arkamda neden dönemiyorum, korkutmayın beni.”

“Bir ayı, sakın arkana bakma.” Sessiz mırıltısı kulağıma ulaştı.

“Ayı mı?” duyduklarım ile yavaş adımlarım koşar bir hal aldı. Koşarak önümdeki bedene sığındım. Kollarım hızla Ali’nin sıcak gövdesini sardı. Birleşmeyen ellerimi sıkı sıkı gövdesine tutundum.

“Gidelim buradan, gidelim.” hızlı hızlı konuşurken başımı sanki gövdesine sokmak istercesine sığındım. Sesini duyamıyordum, bu halimle vücudu buz kesmiş, donmuştu. Sert kaslarını avuçlarımın içinde hissettim. Elleri aşağıda sarkıyordu. Sıkı sıkı bedenine tutunurken saçlarımın üzerinde ellerinin sıcaklığını hissettim.

“Tamam sakin ol geçti. Sakin ol, ben yanındayım.” sakin sesi ile sıkı sıkı tutunduğum ceketinin kumaşındaki tutuşum yumuşadı. Saçlarımdaki elleri beni yatıştırmak için gezintiye çıkarken çarpan kalp atışları kulaklarıma vuruyordu. Gözlerim sıkı sıkı kapalıyken aklıma gelenler ile kuşkulandım.

Biz burada sarılırken Ayı neredeydi? Sımsıkı karanlığa büründürdüğüm gözlerimi usulca açtım. Sıcak gövde de kalmak isteyen her bir uzvuma can çekiştirircesine uzaklaştım.

“Hani nerede?” kollarının arasından çıkıp etrafıma bakındım. Karanlık alanda aracın aydınlattığı yerlerde hiçbir şey yoktu.

“Yoktu, değil mi? beni kandırdınız?” bir adım uzaklaşıp kızgınca patronuma baktım.

“Ne yapayım, çok tatlı korktun.” diye sırıtması ise cabasıydı.

“Alacağınız olsun.”

“Olsun bakalım,” dudakları kıvrılıp yukarı meyletti. Bir hayli keyifliydi. “Hadi bin araca üşüyeceksin.”

Ufak çaplı bir kalp krizinden sonra araca tekrardan binip kollarımı birleştirdim. Ava giderken avlanmış gibi hissetmem normaldi. Patronumun şu an ise neşesine diyecek yoktu. Aracın ışığı da gittikçe söndü. Ve ormanda karanlıkta bir başımıza kaldık. Yüreğimde korku yoktu. Sadece tatlı bir telaş vardı. Korku iliklerimde her daim kor gezse de şu an sakindim. Üzerimde huzurlu bir sakinlik vardı.

Vakit gece yarısını çoktan geçse de ikimizde de uyku namına bir emare yoktu. Elleri saçlarımdayken o an uykuya dalacaktım ama şu an gözüme bir gram uyku girmiyordu. Sanki vücudum olmayan bir varlığı tanımış gibi ellerindeki sıcaklığı arıyordu.

Gözlerim yeşillerine kızıllık bulaşan patronuma döndü, yine sessizleşmişti. Hadi ben uykusuzluğa alışıktım peki sen Ali? Sen neden uyumuyorsun ya da uyuyamıyorsun… Elimi yanağımın altına yerleştirip yan dönerek baktım. Sakalları hafiften uzamıştı. Çehresi güzel yüzünü örten hafif kirli sakallar ile bezeliydi. Kabanım artık yeterli gelmiyordu. Aracın ısısı vakit geçtikçe azalmıştı artık ısıtmıyordu. Koltukta iyice büzüştüm.

Bir ceket üzerime örtülmesi ile kapalı gözlerim aniden açıldı.

“Olmaz alın, araç soğuk.” Üzerimdeki ceketi uzattım.

“Araç sıcak sana öyle geliyor. Küçücüksün, üşüteceksin.” Elimden aldığı ceketini üzerime örtüp etrafıma iyice sardı. Burnuma gelen tarçın kokusu ile anlık mayışan gözlerim ile bakarken başım koltuğun başlığına tekrardan yerleşti. Başını koltuğun baş kısmına yaslayıp ellerini birleştirip gözlerini yumdu. Bu görüntü ile ve burnuma dolan tarçın kokusu ile kendimden geçercesine gözlerim usulca kapandı.

“Uyu, sabah çıkacağız uyu b…” son dedikleri kulağıma çalınmasa da sanki her an duyduğum bir ses gibiydi. Kokusu ile zihnim banyo ederken gözlerim huzurla uykuya daldı.

Gözlerim uzun bir aradan sonra huzurlu bir sessizliğe açtığımda karşılaştığım manzara banaydı. Karşımda patronum bana bakarken uyanmak ise kifayetsizdi. Yanağımın altında etten bir sıcaklık vardı.

Bana bakan gözlerinin üzerini usulca örten her bir kirpiğini sayacak bir hal almıştım. “Bakışların çok şey anlatıyor sahip çık onlara bal yanak.”

Dudaklarımı ıslatıp usulca mırıldandım. “Öyle mi?” yanağımdaki sıcaklığa yanağımı sürtmemek için kendimi zor tuttum. Neydi bu sıcaklık. Kendime ait olmayacak kadar sıcak ve dolgundu.

“Evet.”

“Gözler konuşur mu?” diye sordum. Bana kalırsa gözler konuşurdu, birçok gizi, geçmişi ardında saklardı. Gözler konuşurdu, anlamını bilip bilmediğimiz birçok şeyi anlatırdı.

“Konuşur, birçok şey söyler, anlayana.” dedi yosun gözleri ile bakarken.

“O zaman…” deyip dememek arasında kalsam da bir cesaret konuştum. “Sizin bakışlarınızda çok şey onlatıyor, buna ne demeliyim?”

Gözleri işte o an benden uzağa çekildi. Bir yere dokunmuştum. “Benimkiler konuşmaz, uzun bir süredir suskunlar.” Gözleri gizleri beraberinde götürürken yanağımdaki sıcaklığı fark ettim.

Patronumun sıcak eli koltuk ve yanağımın arasında bana ev sahipliği yapıyordu. Bunu fark etmemle yanağımı istemeyerek avcunun içinden kaldırdım. Eli usulca direksiyona doğru tutundu. Geceden beri uykusuz olan gözleri olsa da elini başımın altında gece boyu mu tutmuştu? Dokunduğu yanağım ısındı. Hiç bu kadar rahat bir uyku çekmemiştim keşke oda uyusaydı.

Üzerimdeki ceketi kendisine uzattım. Ellerimden alıp üzerine geçirdi. “Hadi hava aydınlandığına göre yola çıkalım. Daha adliyeye gideceğiz.” Demesi ile aklım başıma geldi.

“Dava yetişir miyiz?” katlı bacaklarımı yere doğru indirdim. Geceden beri durdukları için uyuşmuş ve sızlıyorlardı. Usulca dizlerimi ovdum.

“Yetişmeye çalışacağız. Yoldan bir araç bulalım da.” demesi ile yüzüne baktım. Bu ara bakışlarından kopmak istemeyen bakışlarım cüretkardı.

“Teşekkür ederim ceketinizi verdiğiniz için.” Gece boyu ne uyanmış ne de üşümüştüm.

“Önemli değil? Hadi.” demesi ile kemerimi çözdüm.

Araçtan inip uyku mahmurluğumu üzerimden atmaya çalıştım. Hava sabahın ilk ışıkları ile karların üzerinde çok güzel ışıldıyordu. Yüzümün kenarı usulca kıvrıldı. Kar, kış en sevdiğim mevsimdi. Beni üşütmediği sürece çok güzel bir görüntüsü vardı. Tezatlık oluştursa da kardan vazgeçemezdim.

“Buradan.” Aracı bırakıp arkasından yürümeye başladı.

Emin misiniz?” diyerek ardından seslendim.

“Alisya!” uyarı sesi ile adımlarımı büyükçe atmaya çalışıp yanına vardım.

“Tamam o taraf olsun. Sadece bir soruydu.” omzumu silktim. Masum bakışlarımın adresi belliydi.

“Sorma takip et beni!” demesi ile başımı sallayıp peşine takıldım. Açtığı adımların içine ayaklarımı atıp takip ettim.

Asfalt yola çıktığımızda telefonun çekmesi haberleşip bizi alacak Timuçin’i bekliyorduk. Ufak bir çay ocağı bulmuş, içeride ısınırken gelen telefon ile hızlıca oradan çıktık. Vaktimiz kısıtlı olsa da dava saat ondaydı. Son ana kadar ne yaptıysak olmasa da o davaya gidecektik. Orada Ulak Soylu’yu kanlı canlı görecektim.

Gelen araç ile Ali’ye doğru yaklaştım. Araçların soğuğu yüzümüze çarpsa da hafifçe yerimde kıpraştım.

“Selam gençler, yolda kaldığınızı duyunca atlayıp hemen geldim, geçin.” diye sırıtarak aracı işaret etti. Bizim acı çekişimizden zevk alır suratına baktım. “Ee hadi, duruşmanıza geç kalacaksınız.” Başımı sallayıp arka kapıyı açıp içine geçtim.

Adliye sarayına girerken dinç durmak için çabaladım. Aracı yolda durdurup üzerimize kıyafet alıp soluğu adliye de almıştık. Heyecan ve gerilimden dolayı vücudum can çekişiyordu. Ben böyle isem patronumu hiç düşünemiyordum. Yüzüne bir gerginlik yansımasa da daha çok yüzünde kızgınlık vardı.

Sessizce yanında yürümeye devam ettim. Hem stresli hem de gergindim. İçeride karar ne olursa olsun, ben yine yanında olacaktım. Yılların birikmişliği vardı. Ben ne kadar çok küçük bir kısmını görsem de Ali yıllarca bu dava ile uğraşmıştı. Yapılan ufacık bir hata buraya getirse de bir umut belki diyerek gelene kadar zihnimi iyi şeylere yormuştum.

Yürüyerek mahkemenin olacağı alana doğru yaklaştık.

İleride Ulak Soylu’nun avukatları olan Cihan ve kardeşi Cüneyt Soylu ile yanında adamları dikilince, Ali beni usulca onlardan diğer tarafa, yanına doğru çekti. Yürüyen adımlarıma cesaret vermek istedim. Zira Cüneyt Soylu dik dik bana bakıyordu. Bu bakışlar beni korkutuyordu.

Yanlarına yaklaştıkça dizlerim titrese de Ali yanımdaydı, korkma yanında güvendeyiz diyerek kendimi telkinledim. O yanımdaydı, kimse bana zarar veremezdi.

İlerleyip karşılarındaki sandalyelere geçip oturduk. “Benim güzellik, gelmiş. Alisya, güzelim ne işin var senin burada?” sanki benim yakınım gibi konuşması ile kaşlarım çatık ona baktım. Gevşekçe sırıtan yüzündeki izler hala yerini koruyordu.

“Bana bak şer*fsiz o olmayan beynini şuraya sererim. Ağzına sahip çık. Yoksa o dilini kökünden koparırım.” dişleri arasında sinirle konuşan patronumun kolunu hızla tuttum. Burada kavga edemezlerdi. Her an karşısındakine saldıracak gibi duran patronumu bu sefer ben bile tutamazdım.

“Ali dostum, sakin ol adliyedeyiz.” diye konuşan Cihan Bey’e baktım. Ne kadar da güzel rol yapmıştı ve hala yapmaya devam ediyordu. İnsanoğlunun yüzü çok değişkendi. Aynı bakışlarım ona da ulaştı. Sanki bir şey olsa da haklı çıksam dercesine Ali’ye doğru bakıyordu. Buna izin veremezdim, kavga ederlerse ben bile ayıramazdım.

“Kes lan cıvık. İçeri girene kadar gözünüze, dilinize sahip çıkın! Yoksa ben sahip çıkmasını bilirim!” sert sesi ile konuşan patronumun elleri, yumruk olmuş karşısındakilere bakarken sözleri ile Cihan Bey bozarsa da sustu.

“Ali tamam sen de sakin ol lütfen.” Kısık sesimle mırıldanıp içimden sakin olması için dua ediyordum. Her duruşma da böyle iseler bu zamana kadar iyi gelmişlerdi.

“Avukat Ali. İçeride misliyle cevabını alacaksın.” Diyerek bana dönüp konuşması bir oldu. “Sen o güzel çeneni, yorma güzelim.” diye gevşekçe sırıtan Cüneyt’in sesi ile Ali’nin ellerimin arasından çıkıp hızla Cüneyt’i boğazından duvara yapıştırması bir oldu. Ağzım şaşkınlıkla açılsa da hızla yerimden kalkıp Ali’nin koluna yapıştım. Kolunu çekmeye çalışsam da bana mısın demiyordu.

“Ulan ben seni varya. Eceline mi susadın oğlum sen. Gel ecelin geldi.” diyerek tekrar duvara vurdu.

“Durun lütfen, kavga çıkmasın, lütfen.” Sıkı sıkı duvara yapışan Cüneyt Soylu’nun yüzü kızarmaya başlayınca panik oldum.

“Lütfen bırakın, tamam anlamıştır, lütfen bırakın, adliyedeyiz.” diye söylensem de bırakmıyordu. “Ali bırak!” dedim son çare. Yanında konuşurken boğazını sıkan elleri, dokunduğu yerden yanar gibi boynunu usulca bırakması ile Cüneyt Soylu hızlıca öksürmeye başladı.

Cihan Bey’e doğru baktım.

“Sizde susun, sizinle konuşmaya gelmedik. Cihan Bey sahip çıkın oynatıcınıza. Sağa sola sataşmasın.” diyerek Ali’nin beni çekmesi ile tekrardan karşı duvara doğru geçtik.

Cihan Bey Cüneyt Soylu’yu götürürken rahat bir nefes aldım. Ellerim gerginlikten buz gibi olmuştu.

“Benim sinirli olmam gerekirdi bal yanak, senin değil. İçinden minik bir jeneratör çıktı.” diye gülerek bakınca kızgın gözlerle ona doğru baktım. “Anladım bakma öyle.” diyerek daha da sırıttı. Allah’ım ben ne yaşıyordum?

“Adliyedeyiz, ya bir şey olsaydı.” diyerek kızgınca konuştum. Zaten mimletmeye yer arıyorlardı.

“Bana mı?” şaşkın çıkan sesi içtendi. Kırılmaz bir duvarı aşıp etten bir yapıya rastlamış gibi şaşkın çıkmıştı. Bu tavrına bende şaşırdım. Sanki onun için birisi ilk defa endişelendiğini görüyor gibiydi.

“Evet size.” Sanki ondan başka birileri vardı burada da. Ellerimi birleştirip dudaklarımı birleştirdim.

“Ne o üzülür müsün? Bana bir şey olsa.” diyerek göz kırptı. Herkesin sülalesi dünden rahattı. Daha demin adamın boynunu sıkmamış, her şey normal gibi konuşması yok mu ayar ediyordu beni.

“Sevinecek değilim.” diyerek gözlerimi yosunlarından çektim. Kimsenin canı yanmasındı, can acıyınca çok sızlıyordu. Gözlerimi yakalayan bakışları sorgular bir halde yüzümde dolaştı.

“Yani üzülürsün bana bir şey olsa öyle mi?” diye sordu. Sanki tersini söylesem çekip gidecek bir hali vardı.

“Evet, sonuçta…patronumsunuz. Canınız yansın istemem.” diye mırıldanırken gözlerine bakamadım. İlk dediklerim içimden gelenler değildi sanki. Patronumsunuz lafı öğretilmiş ezber gibi dudaklarımdan çıkınca engel olamadım.

Birbirimize bakarken sustum. Bakışmamızı ileriki mahkeme salonunun yanında dikilen, adamın sözleri, bozdu.

“Ulak Soylu, davası için içeriye…” İsimlerin tek tek sayılması ile Ali’nin arkasına takıldım. Ulak Soylu ellerinde kelepçe ile içeriye girdi. Demek bu adamdı, hoş adam demeye bin şahit isterdi. Yüzündeki kesikler çok derindi. Fotoğraflarda böyle değildi, sanki değişmişti ya da içeri de kavgaya karışmıştı. Yüzündeki yaralara daha fazla bakamadım. Güzin Hanımın halini görmek bile beni üzüntüye boğarken, bu caninin ona yaptıkları akıl almaz şeylerdi.

Kapıdan içeri girecekken arkamda kolumun çekilmesi ile kulağıma ulaşan seslerle adımlarım duraksadı. “Sana da çok kırıldım güzelim, yazık oldu, gençliğine.” diye kulağıma fısıldayan Cüneyt Soylu’nun sesi ile kasıldım. Uzuvlarım titredi.

“Bırak kolumu.” diyerek hızlıca kolumu elinin kıskacından kurtardım. Ali, arkasını dönmeden hızla çekilip seyirci bölümüne doğru oturdum. Yanıma oturmaması için biraz uzağa geçerken içeri giren Timuçin yanıma gelip oturması ile ona döndüm. “Senin ne işin var burada?” onu burada beklemiyordum, bizi buraya bıraktıktan sonra gittiğini düşünmüştüm.

“Ali’yi yalnız bırakamam, hele ki bu davada.” diye fısıldandı.

“Sen biliyor musun? bu davanın içeriğini.” dedim ona bakıp. Seyirci bölümü resmen dolmuştu. İçeride ondan fazla siyah takım elbiseli adamlar ile doluydu. Ali’nin olduğu tarafa doğru baktım. Buraya, oturduğumuz yere doğru bakıyordu. kaşlarım büküldü, tedirgin bakışlarımı gördü. Dudakları usulca kıvrıldı.

Dikkatli bakılmadığı sürece görülmeyen anlık tebessümü ile gerginlikten titreyen dizlerim ise o an durdu. Derin bir nefes alıp gözümü açıp kapattım. Ben buradayım diyordu, ben buradayım, sakin ol diyen gözlerinden Timuçin’in konuşması ile ona dönmek zorunda kaldım.

“Bu dava biraz davadan çıktı, artık kişisel bir mesele oldu. Sinirini kimden çıkaracağı belli olmaz. Sende davadan sonra bence çok göz önünde bulunma.” diye uyarsa da dedikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıktı. Hakimin de gelmesi ile ayağa kalktık. Evet başlıyordu. Şu an Güzin hanımın gelmesi bir mucize olsa da ilerleyen vakitlerde ne olacağı bilinmezdi.

Dava dosyası bayağı bir kabarık olan Ulak Soylu ’ya yönetilen soruları avukatı Cihan Bey tek tek cevapladı. Nereden geldiği bilinmez video kayıtları ile de suçları kabul etmedi. Hakim bir bir açılan kayıtları izledi.

Ali’nin ettiği itiraz ile tuttukları bir yalancı şahitin dışarı çıkması ile seyircilerin itirazı ile Ali’ye baktım. Yanında olup savunmak için can atıyordum. Bir bir konuşsa da yanında olmak için tutuşuyordum.

“Sakin ol. Ali ne yaptığını biliyor.” dedi kendinden emin bir halde.

“Keşke bende yanında olsaydım.” Sert yüz hatları buradan içeri girdiğimizden beri ciddiyetini koruyordu. Sanki burası onun gizli bir duvarıydı. Hiçbir şekilde yüzüne yansıyan duygularını göremiyordum.

“Yanındasın zaten, senden iyi destekçi mi olur?” diye gülse de şu an stresten hiçbir şey yapasım gelmiyordu. Sadece gözlerim odağında Ali vardı. Oturduğu masanın altında telefonuna bakınca gözlerim ona takıldı. Anlık gözleri parlayıp söz istedi. Telefonda neye baktıysa hızla ayağa kalktı.

“Hâkim Bey bir tanığım var, biraz süre verirseniz gelmesi için elimden gelen her şeyi yapacağım. Davanın seyrini değiştirecek, emin olabilirsiniz. Sizden rica ediyorum.” demesi ile oturduğum yerde dikleştim.

Kimdi bu tanık. Yoksa Güzin Hanım mıydı? Gözlerimi Ali’den çekip hâkime baktım. Düşünceli hali durgunlaşıp yanındakilerle konuştu.

Tekrardan hâkimin konuşması ile dikkat kesildim. “Duruşmaya iki saat ara verildi.” demesi ile rahat bir nefes alıp oturduğum yerden kalkıp Ali’nin yanına doğru ilerledim. salonun içinden yükselen sesler olsa da karar kesindi. İki saatimiz vardı, dava için son iki saat.

“Ali, zorlama. Abim çıkacak. Bugün çıkacak. Hiçbir bok yapamazsın.” Gözleri anlık bana dokunup tekrar Ali’ye doğru baktı. “Canını seviyorsan, karışma.” Yüzündeki sertlik gidip gülmeye başladı. “Sonra birbirimize küsmeyelim ama değil mi?” gülse de sesi, cehennemin harladığı yarıktan keskin çıkınca gözlerimi çektim.

“Soysuz, s*ktir git, şu masaya yatırmayım seni.” Çenesindeki keskinlik konuştukça daha da belli oluyordu.

“Vakit kaybediyoruz, çıkalım.” diyerek araya girdim. Bileğimden tutulup mahkeme salonundan çıkmamız ile ardımızda kendi kendine gülen Cüneyt Soylu kalmıştı.

Biraz uzaklaşıp boş bir alan bulduk. “Timuçin, Alisya’nın yanından bir an olsun ayrılma, ben bir yere kadar gideceğim.” Sesinde ölüm sessizliği olsa da ciddiydi. Hiç olmadığı kadar gözü karaydı.

“Abi.” diyen Timuçin ile konuşacakken Ali’nin sert sesi ile araya girmedim.

“Timuçin dediğimi yap!”

“Dikkatli ol.” dedim gözlerine bakıp. Başını sallayıp Timuçin’e baktı.

“Kızın yanından ayrılma. İki saate gelmiş olurum.” diyerek arkasını dönüp gitmesi ile boş bulduğum bir sandalyeye çöktüm. Gerginlikten mideme giren sayısız kramplar ile öne doğru meylettim.

Vakit su gibi akıp giderken beklemek can yakıyordu. Ne telefonlarımıza cevap veriyordu ne de geri dönüş yapıyordu. Ellerimin soğukluğu vücudumu sardı. Stresten bir o yana bir bu yana giderken gözlerim tekrar saate takıldı. Her iki dakikadır saate baktığımdan vakit yaklaşıyordu.

“Nerde kaldı, birazdan çağıracaklar.” Timuçin’e bakıp tekrar yürümeye başladım.

“Açmıyor.” dedi kaçıncı olduğunu saymadığım kez.

“Tekrar ara.” dedim yürüyerek. Bir daha araması ile yürümeyi kestim. Başına bir şey gelmiş olabilirdi. Neden telefonlarımızı açmıyordu. Elim dudağımın kenarında kaldı. Davaya ara verildiğinden beri Cüneyt ve adamları da etrafta yoktu.

“Ben beklerim, gidebileceği bir yer varsa sen git.” dedim son çare.

“Olmaz seni bırakırsam, asıl o zaman benim canıma okur, gelir dediyse gelir.” Gözleri ile saate bakıp konuşmaya devam etti. “Vakit var, gelecektir.”

“Umarım, umarım başına bir şey gelmemiştir, umarım.” Ellerim üşüyordu neredeydi.

Ali Asaf ARIKAN

Araçtan hızla inip dediği adrese gelirken saate baktım. Yetiştirecektim. Geniş sanayi bölgesinde bir yeri gösteren konuma baktım. Önümde bir depo vardı. Ağır demir kapıyı çektim. Deponun içinde koşarak boş alanda ilerledim. Konum burayı gösteriyordu.

“Güzin Hanım.” diye boşluğa doğru seslendim. Konum ile ilerlerken cam parçalarının olduğu alandan ilerlerken bir ses duyarak dikkat kesildim.

Bir kadın sesiydi. Adımlarım yavaşladı. Yıkık dökük harbede gözlerim etrafta gezinse de depo boştu. Ses nereden geldi kestiremedim. “Güzin Hanım, neredesiniz ses verin!!” sessizliğin için de can çekişen bir ses ile sağ tarafa doğru koşmaya başladım. Telefon kulağımda adrese ne olur ne olmaz ambulansa haber edip sese doğru yaklaştım.

Mahkemede bir adreste Güzin Hanımın tutulduğunun haberi ile soluğu burada almıştım.

“Güzin Hanım.” Boş depoda bakmadığım yer kalmazken ağlayan bir sesle demir bir kapının önüne yaklaştım.

“Y-yard-ım edin.” Demirlikten gördüğüm yerde kanlar içinde yata Güzin Hanımın sesi ile ellerim buz kesti.

“Güzin Hanım, Güzin Hanım geldim, kurtaracağım bekleyin.” Etrafımda tahtadan başka bir şey yoktu. İleride kapının bir demirini hızlıca söktüm. Demir kapının yanına yaklaştım. Şer*fsizler kapıyı zincirle kilitlemişlerdi. Hızlıca demir kapıya, elimdeki demir sopayı ile vurdum.

“Oğlu-m oğ-lum, ya-yardım et.” Yerde kıvranan kadın ile tekrar hızlıca kapıya vurdum.

“Edeceğim lütfen konuşmayın, çok kan kaybediyorsunuz.” Elime aldığım demir parçasını hızla kilide vurdum. “Açıl, si*ktiğimin kapısı açıl!”

“A-vukat.” Diye seslenince bir tane daha indirdim kilide.

“Lütfen konuşmayın, çok kan var. Lütfen yormayın kendinizi.” Titreyen gövdem ile demir parçasını hızla kilide vurdum.

“Hadi, yine yapma bana bunu.” Tekrar demirliğe asıldım. “Dayanın ambulansı çağırdım.” Demir kapının açık alanından içeri doğru seslendim. Ses gelmiyordu. “Güzin Hanım.” tekrar demir zincire var gücümle vurup demir parçasının kırılması ile hızlıca kilidi çözdüm. Kanayan elim hiçbir şeydi, tekrar bu anı yaşayamazdım. Kapıyı açıp içeride, yerde yatan Güzin Hanımın yanına vardım.

Ellerim hızla karnındaki kesiğin üzerine gitti. “Geldim, Güzin Hanım, uyanın.” Üstü başı kir pas içinde, yüzü kanlanmıştı. Yerde cansız bir şekilde yatıyordu.

Elimin birini başının altına koydum. “Şimdi değil, hayır uyanın, bu anı tekrar yaşayamam uyanın.” diye seslensem de gözlerini açmıyordu.

“Allah kahretsin, nerede kaldı bu ambulans!”

Elimi yaranın üzerinde sıkı sıkı tutarken çalan telefonları duymuyordum. Gözlerimi etrafımda gezdirirken karşıda kırmızı boya ile yazılı yazıya takıldı.

“Sevgi zamansız gelirse can yakar.” Duvarda yazılı yazı ile gözlerimin akı kızıla boyandı. Damarlarımda nükseden sinir ile damarım attı.

Kızıla dönen aklarım sinirle seğirdi. “Ulak Soylu, ecdadını s*keceğim. Soyun sopun kalmayacak.” Kadını kucaklayıp canını yakmadan yattığı yerden kaldırdım. Dışarı sarsmadan taşırken girdiğim alandan hızlıca çıktım. Ambulans sesi ile kucağımda gözü kapalı kadına baktım. “Güzin Hanım ambulans geldi, lütfen açın gözlerinizi.” Adımlarım birbirini takip ederken hızlı olmaya çalışıyordum. Vakti olmalıydı, hastaneye yetiştirmeliydim.

Dışarı çıktığımda gördüğüm görevliler ile bağırdım. “Çabuk, sedyeyi getirin. Kadın çok kan kaybetti çabuk.” Can havli söylenirken sinirden ayakta zor durdum. Gelen sedyeye yavaşça kadını bıraktım. Gözleri usulca açılınca ellerini bana doğru uzattı.

“Neyi var?” diye soran ambulans görevlisi hızlıca işini yapmaya başladı.

“Karnından yaralanmış sanırım, başka yara görmedim, çabuk ilgilenin.” Elini tutmam için uzattığını görünce hızla elini tuttum. “Korkmayın, iyileşeceksiniz.” Hızlıca ambulansa binip kapıyı kapattılar. Ellerini tutarken aklım geçmişe gidip duruyordu. Titreyen ellerim ile yutkundum. “Geçecek, iyileşeceksin.” diyen küçüklüğüm şimdi, tanımadığım bir kadın için dökülüyordu.

Küçüklüğüm ardımda hüzünle bakarken ardımı döndüm. şimdi değildi, şimdi olmazdı.

“Nesi var?” diye ambulans görevlisine sordum. Gözü bir açılıp bir kapanıyordu.

“Çok kan kaybetmiş, yarası derin. Hastaneye kadar…” demesi ile sözünü kestim.

“Doktor, yaşat. Bu sefer yaşat. Bir şeyler yapın, çok kan var.” Kadının eli sıcaktı, yaşıyordu. Yaşamalıydı.

“Beyefendi siz önce elini bırakın sizinle de ilgilenelim, eliniz kanıyor.” Uzanan elini görünce geri çektim.

“Beni boş ver. Kadın yaşasın. Bu sefer değil, bu sefer olmaz.” diye sayıklarken bir an olsun elini bırakmadım.

Hızlıca hastaneden içeri girerken Güzin Hanımın sesi ile ona doğru döndüm.

“O-ğlum, dur.dur lütfen. b-bir şey diy-eceğim.” Soluk soluğa tekrarladığı kelimeleri duydum.

“Konuşmayın, lütfen iyileşince dersiniz.” Sedyeyi biraz daha ilerlettim.

“Ulak Soylu değil-di. B-bunu y-yapan.” demesi ile yutkundum.

Gözü kara bakışlarım Güzin Hanımı buldu. “Tamam o şer*f yoksununu da bulacağım.” Kendime ettiğim bir yemin daha verdim.

“C-cüneyt.” diyerek konuşması ile adımlarım duraksasa da ameliyathanenin önüne geldik. Elimi tutan elinin kayması ile bakışlarım elime kaydı. Usulca elimin arasında düşen elini tutamadım. Son nefesini verirken sayıkladığı seste kalırken gözlerim sedyeye düşen elindeydi.

“Üzgünüm, kadını kaybettik.” diyen sesler kulağımda uğultulu bir şekilde dolaşıyordu. Kaybettik, ne kadar basit bir kelimeydi. Neyi kaybettik, nasıl bu kadar kolay ağzından dökülüyordu.

“Ne…” kadının elini tekrar tuttum. Sıcaktı, yaşıyordu, ne kaybetmesi.

“Beyefendi, üzgünüm. Buraya gelirken çok kan kaybetmişti. Kalbi dayanmadı.” demesi ile bir adım geriye sendeledim.

“İyi misiniz? Hemşire hanım buraya gelin.” Kolumu doktordan kurtarıp “İyiyim. Siz..” Güzin hanıma son bir kez bakıp “Güzin Hanımla ilgilenin ben geleceğim.”

“Beyefendi, durun nereye gidiyorsunuz?” telaşla önüme çıka doktordan kurtuldum.

“Bir işim var, hemen geleceğim.” Hastaneden çıkıp bir taksi çevirdim. Adliyeye giden taksinin içinde aklıma geçmişin nareleri doluyordu. Kanayan elimi sıktım, bu burada kalmamıştı, bu kadar basit değildi.

“Beyefendi geldik.” demesi ile ücreti ödeyip taksiden çıktım. Dışarıda gördüğüm şer*fsiz ile adımlarım sekmeden oraya yöneldi.

“Or*spu çocuğu,” hızla bir yumruğu çenesine indirdim. “Haysiyetsiz, şer*fsiz.” Sert bir yumruk daha attım.

“Lan ne oluyor.” diyen sesi ile tekrar bir yumruk daha indirdim. Sinirim hiçbir şekilde geçmiyordu. Kanayan elimde açılan yarayı umursamadan burnuna bir yumruk daha indirdim. Çıkan sesler beni tatmin etmezken araya girenler ile “Bırakın lan, bırak lan beni.” diyerek solumdaki korumaya kafa attım.

Alisya AKMAN

Adliye de stres ile beklerken oturduğum yerden başımı kaldırıp ileriye doğru baktım. İleriden yüzü, başı dağınık gelen Ali ile oturduğum yerden kalkıp koşarak yanına vardım. “Ali.” Ne olmuştu. dudağının kenarı patlamış üstü kir pas halindeydi.

“Sonra.” dedi kısıkça. Hiç hali yokmuş gibi sanki yorgun gibi bir halde çıkmıştı.

“Ne oldu,” gözlerim vücudunda gezindi. Görüğüm yara ile eline uzandım. “Elin kanıyor.”

“Biliyorum.” diyerek elimin içinden elini çekti.

“Ne oldu, ne bu halin.” diye korku ile konuşurken dava için seslenmeleri ile o tarafa doğru baktım. “Bu şekilde giremeyiz. Timuçin, ceketini ver.” Bende elimde tuttuğum cübbesini uzatacakken gözleri ona takıldı.

“Hak etmiyorum.” Başını sallayıp cübbesine bakıyordu.

“Abi,” diyen Timuçin’in sesi ile cübbesine bakmaya devam edip tekrarladı. “Hak etmiyorum.”

“Ne oldu bilmiyorum ama,” son kez seslenmesi ile Ali’ye baktım. Kana bakamasam da şu iki saatte çok şey yaşamış gibi görünüyordu. Elimde tuttuğum cübbesini hızlıca alıp üzerine geçirdi. Önümüzden geçip giderken Timuçin’e baktım. Hiçbir şey anlamadım. Nereye gitmişti, ne olmuştu. en önemlisi bu yüzündeki kederli halinin sebebi neydi?

“Biz bittik.” diyerek oda arkasından giderken peşlerinden bende ilerleyip duruşma odasına girdim. Yerimize otururken Ali yine sessizliğe bürünüp yerine geçti. Duruşma odasının kapısından İçeriye son anda burnu sarılı Cüneyt Soylu girmesi ile gözlerim direkt Ali’yi buldu.

Anlaşılmıştı ki bu dava hiç iyi geçmeyecekti. Ali’nin yüzü perişan olsa da kendisini tutar bir hali vardı. Yeşillerine kızıllık boyanmış sinirle Cüneyt soyluya bakıyordu. Cüneyt Soylu da aynı gevşek gülüşü ile Ali’ye bakarken ikisi arasında gidip gelen bakışlarım en sonunda hâkimin gelmesi ile son buldu. Gazamız mübarek olsundu, bakalım bu duruşma salonundan nasıl çıkacaktık…

….

Ve bölümm sonu umut ışıklarımmm. Bölümü nasıl buldunuz? Yorumlarda buluşalım. Yazdığınız bütün güzel yorumları okuyorum, çok teşekkür ederim ilginiz için.

Sizce Nil Akman’a ne oldu?

Alisya olayları öğrendiğinde acaba bizi ne bekliyor?

En çok hangi sahneyi beğendiniz?

Ve sizce Güzin Hanımı Cüneyt Soylu mu öld*rdü?

Beğeni ve yorumlarınız bana motive oluyor. Yazdıkça yazasım geliyor diğer bölüme kadar Allah’a emanet olun. Şimdilik görüşürüz.

Hoşçakalınnnnnn.

 

 

 

 

Bölüm : 16.02.2025 14:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...