17. Bölüm

16.Bölüm: Zümrüdü Anka

Safinaz S.
umudundaparlayanla

Selamm umut ışıklarımmmmm. Geçen ki bölümden sağ çıkanlar hoş geldinizzz. Instagramdan beni takip etmek isterseniz: Safinaz_Stlm resmi hesabımdır. Bazen alıntıları oradan paylaşıyorum.

Hikâye hakkında bir spoiler vermem gerekirse bu iyi günlerimiz.😉Birkaç bölüm sonra, (daha var.) efsane bir bölüm yazacağım çok şaşıracaksınız. O anı düşündükçe daha çok heyecanlanıyorummm.

Sizce bu ne olabilir? Bizi bekleyen sürpriz ne? İyi de olabilirrr kötü de olabilirrr?

Neyse neyse şimdilik iyi günlerimizden devammm. Çok lafı uzatmıyorum. O zamann bölüm sizindir canlarrr.

Bölüm içi şarkılar:

. Zakkum - Dile Kolay Kalbe Değil.

. Zakkum - Hatıran Yeter.

. tuğkan - unutmak o kadar kolay mı sandın? (slowed + reverb) ( bu şarkıyı mezarlık sahnesinde açın canlar.) bu versiyonu çok güzel.

. Sezen Aksu - Keskin Bıçak (Official Video) (Bu da o meşhur sahne için ballar.)

. Sezen Aksu - Perişanım Şimdi (Lyrics | Şarkı Sözleri).

16. BÖLÜM: ZÜMRÜDÜ ANKA

Anlaşılmıştı ki bu dava hiç iyi geçmeyecekti. Ali’nin yüzü perişan olsa da kendisini tutar bir hali vardı. Yeşillerine kızıllık boyanmış, sinirle Cüneyt Soylu’ya bakıyordu. Cüneyt Soylu da aynı gevşek gülüşü ile Ali’ye bakarken ikisi arasında gidip gelen bakışlarım en sonunda hâkimin gelmesi ile son buldu. Gazamız mübarek olsundu, bakalım bu duruşma salonundan nasıl çıkacaktık.

Sorular, zihnimde deli gibi dönüp dururken hâkim dosyayı açtı. “Evet, verilen süre doldu. Görgü tanığı gelsin.” Ciddi çıkan sesi ile başımı eğdim. Kapıya bakamıyordum, çünkü Ali’nin bu haline bakılırsa kimse gelmeyecekti. Haliyle gelen giden olmamdı. “Avukat Bey, benden izin istedin, nerede bu görgü tanığı?” diye hâkimin sorması ile başımı kaldırıp Ali’ye baktım.

“Hâkim Bey, Avukat sanırım yanlış anlamış, her zamanki gibi. Nasıl böyle işini vurdumduymaz yapar ki.” diye arkamda konuşan Cüneyt Soylu’nun sesini duymak bile artık rahatsızlık boyutunu aşmıştı.

“Sessizlik. İzin almadan konuşmayın. Yoksa atarım dışarı hepinizi.” diye hâkimin ikazı ile dinlemeye başladım.

“Avukat Bey konuşun!”

Ali oturduğu yerden kalkıp kan olan elini, diğer eli ile sakladı. “Sayın Hakim, görgü tanığım, gelemeyecek…Çünkü öld*rüldü.” Keskin sert hareleri, Cüneyt Soylu’nun yüzüne yansıdı. Ali’nin yüzüne baktım. Yüzü cam gibi sert, bir kar tanesinin çarpması ile dağılacak bir sersemlik ile baksa da yüzüne yansıyan acıydı.

Elimi şaşkınlık ve kederle ağzıma kapattım.

Duyduklarım nelerdi böyle? Güzin Hanım, o kadın daha oğlunu görecekti, sanırım yanlış duydum, evet yok olmazdı, neden öls*n. Kadının bir suçu yoktu ki. Sadece oğlunu istiyordu. Durgun bir deniz kıyısındaki kayığıma çarptım.

“Neler diyorsunuz, Avukat Bey açık olun?” diyen Hakimin sesi ile dudaklarım titredi. Kendimi sıktım, burada ağlayamazdım, şimdi değildi.

“Sayın Hakim Güzin Zorlu, cinayete kurban gitmiştir. Güzin Zorlu, Ulak Soylu’nun sevgilisidir. İkisinden olma bir oğulları vardır. Ve bende bana verilen adrese gittim. Ancak Güzin Zorlu vurulmuştu. Son dedikleri ise bunu yapanın Cüneyt Soylu olduğu Hakim Bey.” diye konuşan Ali’ydi dinleyen bizlere gerçeği anlatırken donuk bakıyordum.

O sırada araya Cihan Bey girdi. “Sayın Hâkim itiraz ediyoruz.” Oturduğu yerden kalkmış Hâkime konuşurken sakindim, fazlaca sakin. fırtına öncesi bir sessizlik içime oturmuştu.

“İtirazınız reddedildi. devam edin lütfen.” diyen Hâkim ile Ali’ye doğru baktım. Yüzündeki keder, bunu görmüştü. Yüzünde, dudağındaki kan kurumuştu. Konuştukça dudağındaki kızıllık dağlanıyordu. Kadının yanına onu kurtarmak için canını hiçe sayarak gitmişti.

“Sayın Hâkim, telefonumda mesajlar mevcuttur, oğlunun olduğuna dair kanıtta vardır. Buyurun.” Delil olarak sundukları kayıt mesajdı.

“Sayın Hakim konuşma talep diyorum.” diye tekrardan araya Cihan Bey girdi. Artık bu adamı da ne görmek ne duymak istiyordum.

“İzin sizin buyurun.” Aldığı izinle yerinden kalkıp konuşmaya başladı. “Kendi yazdığı hikâyeyi buraya taşıyamaz. Ulak Soylu’nun tek bir çocuğu vardır o da eşi Mine Soylu’dan olmadır. Güzin Zorlu, adında birini sanığım tanımıyor…” diyen sesler kulağımın ardına gelse de zihnime ulaşmadı. Olaydan kopmuştum. Bunlar neler söylüyordu? Daha geçen gün konuştuğum kadın… nasıl böyle bir hiç gibi normalleştirip konuşurlardı.

Dava sürerken yanağımdan tutamadığım bir damla yaş yanaklarımdan aşağıya doğru süzüldü. Güzin hanım ölmüştü. Hayır, birileri tarafından öldürülmüştü. Ne olacaktı şimdi? Oğlunu bir kere olsun görmek istemişti. Tek dileği oğluydu. Çantamın sapını sinirle kavradım. Sanki bütün sinir vücudumu yakıyordu.

Oturduğum yerden hızla kalktım. Timuçin’in beni tutacak vakti bile olmadı, izin de vermedim.

“Şerefs*z katil, nasıl kıydınız o kadına.” Yerimden kalkıp arkamda oturan Cüneyt Soylunun kafasına çantamı hızla geçirdim.

“Bu ne laubalilik, Yeter, çıkartın şunları!!!” Bir tane daha kafasına indirirken sinirden titriyordum. Hâkimin kızgın sesi kulağıma ulaştığında dudaklarım titredi.

“Adaletin yer aldığı yerde bu ne saygısızlık. Çabuk çıkartın şunları!!” sert sesi kulağımda yer etti. Hâkim kızgındı, bende öyle. Tutacağım kadar kendimi tutmuştum. Belki yeri burası değildi ama yapamamıştım, hiçbir şey olmamış gibi normalleştiremezdim.

Gelen güvenlik ile “Dokunmayın bana, ben, ben kendim çıkarım.” Benimle beraber ardımdan Timuçin’i de çıkartınca sinirle ayağımı yer doğru vurdum. Kadını öldürmüşlerdi. Allah’ım demek o yüzden perişandı. Korkudan ellerim zangır zangır titrerken yüreğime ateş düştü. Daha geçen gün konuşmuştuk, ben ondan dediklerim için özür dileyecekken nasıl ölürdü? Vücudum, gerilim ile titrerken vurduğum ellerim yandı.

“Nasıl öldürülür ya nasıl?” kederli sesim koridorda yankılandı.

“Alisya bak iyi değilsin, şuraya otur bir önce.” Yanıma gelen Timuçin’e başımı istemiyorum der gibi iki yana doğru salladım.

“Ben ondan daha özür dileyecektim. O nasıl?... aklım almıyor, kadın zaten hastaydı…” dediğimde o sırada duruşma kapısı açıldı. İçeriden gülerek çıkanlara bakamayıp başımı çevirdim. Çıkmıştı, artık tahliye olduğunun göstergesiydi yüzlerindeki pis gülüşler.

Tırnağım iç etime batınca elimi gevşettim. Yutkunuşumda acı bir keder vardı. İçeriden çıkan Ali ile yanına hızlıca adımladım.

Üzerindeki cübbeyi hızla çıkarttı. Sanki üzerinde bir saniye daha dursa boğuyormuş gibi kravatını da gevşetti.

“Gidelim, şuradan.” demesi ile yanımızdan geçip gitti. Hızlıca peşine takıldık. Hızlı hızlı yürürken bir yere yetişir bir hali vardı. “Timuçin sana bir adres vereceğim, oraya git aracımı al, detayları yazarım. Çabuk ol!”

“Tamam.” demesi ile Timuçin adliyenin garajına doğru ilerledi. Yanında büyükçe açtığı adımlarına yetişmek için koşuştururken dışarı çıktığımızda bizi gazeteciler karşıladı. Yüzümüze çarpan flaşlar ile elimi gözlerime kaldırdım. Daha adam içerden çıkalı bir dakika olmadan bune hızdı. Ardı arkasına sorularda peşinden geldi.

“Ali Bey efendim. Dava ne oldu?” önümüze uzatılan mikrofonlardan sesler yükselse de Ali konuşmadı.

“Ali Bey, Ulak soylu serbest mi?”

“Efendim, sizce adalet yerini buldu mu?” diye sorular gelirken etrafımızda bir çember oluşturmuşlardı. Küçük adımlar ile yol ararken, Ali’nin eli uzandı. Kalabalık soru havuzunun içinden hızlıca bileğimden tutup beni peşinden çekti. Arkamızdan soruları kulak ardı ederken peşinden attığı adımlara uymaya çalıştım. Adliyeden çıkıp ile gelen taksiye kendimizi zor attık.

Bileğimi bırakırken elindeki kan, bileğimi çevreledi. Diğer elim ile bileğimi örttüm. Şu an ben değil, Ali’ydi. Şu an tek derdim Ali’ydi. Bileğime süslediği kendi kanıydı. Ali’nin verdiği adrese doğru taksinin ilerlemeye başlaması ile suskun yüzüne baktım. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum.

“Şu an ne diyeceğimi bilmiyorum ama yanındayım.” dediğimde yüzünde acı bir gülüş peyda oldu. İnanmıyormuş gibi bir hali vardı, sanki dediklerimden sonra gidecekmişim gibi.

O an düşünmedim yanında olsam da hissetmeliydi. Elinin üzerine çekinsem de tekrar düşünmemek için hızlıca elimi koydum.

“Yanındayım.”

“Ahh, bal.” derken titreyen dudak kenarı ile başını hızla camdan tarafa doğru taşıdı. Elim usulca buz gibi olan elinden ayrıldı. Tonlarca buzu içinde biriktirmiş gibi elleri beyazlamıştı.

Yolda ilerleyen araç hızla adrese giderken kemerim boğazımı sıktı. “Dur, durdur aracı!” demesi ile Ali’ye doğru bakışlarımı çevirdim.

“Efendim ne oldu?” diyen taksi şoförü kenara çekti.

“Oraya değil, zincirli kuyu deposuna sür, çabuk, acele et.” diyerek telefonundan birisini aradı. Hızlıca tuşlarda gezinen parmakları çevik bir hareketle telefonu kulağına götürdü.

“Alo Timuçin, vardın mı?” diyerek Timuçin’i dinlemeye başladı.

“Beni iyi dinle vardığında içeriye kimsenin girmediğinden emin ol, oraya geliyorum.” diyerek telefonu kapattı.

“Ne oldu?” desem de cevapsız kaldım. Araç hızla adrese doğru giderken kemerime tutundum. Bizi orda ne bekliyordu gidip öğrenecektik.

Zincirli kuyu dedikleri deponun oraya gelmemiz ile hızla araçtan indim. Önden Ali ardından ben ilerlerken yıkık dökük bir alana geldik. Etrafta tonlarca depo vardı ama bu depo terk edilmiş bir harabe gibi dağınıktı.

Yolu biliyormuş gibi hızlı adımlarına uyarak hızlandım. Dışarıda bekleyen Timuçin’de Ali’ye yardım edip demir kapıyı açtılar. Önden onlar geçti bende ardından. “Abi polisi bekleyelim, böyle olmaz.” diyen Timuçin’in sesi ile yürümeye devam ettik.

“Bakacağım, sadece bakacağım. Hiçbir halt yapamadığım gibi sadece bakacağım.” Sesindeki kederi sadece ben mi fark ediyordum. Yüzüm asılsa da peşlerinden ayrılmadım.

Sağa dönüp geniş bir alandan tekrar demir bir kapıdan geçerken adımlarım yavaşladı. Yerde kan vardı. Çok fazla. Bakamayıp bakışlarımı çekerken burnumun direği sızladı. Bu kan Güzin Hanıma mı aitti? Titreyen dizlerim ile o tarafa doğru adımlayacakken kolum geriye doğru çekildi.

“Dokunma, delilleri yok etmeyelim.” Cebinden çıkardığı telefondan birisine daha haber edip duvarda yazılı olan bir alana ilerledi. Duvarda “Sevgi zamansız gelirse can alır.” Yazısı ile elimle ağzımı örttüm. Bu o köyde zarfın içindeki nottu.

Ali duvara ilerleyip boşlukları yokladı. Ne yaptığına bakarken çıkık boşluklarda elini gezdirdi. Bir şeyler arıyor gibi bir hali vardı. “Burada, demek ki o yüzden burayı işaret ediyordu.” Küçük duvarın kenarına elini sokup bir şey çıkardı.

Yanına yaklaşıp bakmaya çalıştım. “O nedir?”

“Bu, Güzin hanımın ölüm sebebi.” Kâğıda bakarken ettiği sözler ile dudağım titredi.

“Ne!”

“Timuçin, sen arabada bekle, polisler gelince buraya yönlendir. Bu iş bizden çıktı.”

Elindeki küçük kâğıda baktı. “O harddiski bulursak, işte o zaman adalet yerini bulacak, işte o zaman bütün ülke öğrenecek.” diyerek kâğıdı cebine koydu. Beş on dakika sonra siren sesleri ile içeri polis ekibi girdi.

“Ali!” içeri giren polislere yer açmak için kenara çekildim. Hemen çalışmaya başlamışlardı bile.

“Hoş geldin, Yunus,” onlar konuşurken dönen başım ile cam kenarında bulduğum bir çıkıntıya sırtımı yasladım. Yerde küçük denmeyecek kadar bir kan gölü vardı. Daha fazla bakamayacaktım. Gözümün önüne gelen baloncuklar ile kırılmış cam parçalarının olduğu pencereye dönüp derin birkaç nefes aldım. Arkamı dönecekken omzumda hissettiğim tanıdık eller ile nefes aldım.

“Bakma, hadi çıkalım.” diyerek beni yönlendirmesi ile dışarıya doğru çıktık.

“Ali, ifadeye gelmen gerekecek.”

“Tamam birazdan yanındayım.” Erkenden beni eve bırakıp kendisi ifade için emniyete giderken bahçeye giren adımlarım savsakladı. Bugün hiç iyi bir gün değildi. Hem de hiç.

“Abicim.” diye karşımda neşeli sesi ile konuşan abim, beni görmesi ile dudağının kenarında neşesi asılı kaldı.

“Abi,” diye üzgün suratım ile ona baktım.

“Hey ne oldu, ne bu halin?” adımlarını hızlandırıp karşıma geçti. Elleri yanaklarımı bulup başımı yukarıya doğru usulca kaldırdı.

“Sadece, sarılsak olmaz mı?” diye mırıldandım. ben Ali’ye sarılamadım, sen sarılsan o gibi hissetsem olmaz mıydı? Neden sarılmamıştım ki. Şimdi ise pişmanlığını yaşıyordum.

“Gel buraya,” açtığı kolların arasına girdim. “ama böyle olmaz, beni her gördüğünde ağlaman, ağlama.” Başımı göğsüne yerleştirdim. “Gel şöyle oturalım, anlat.” diyerek arkada kalan ikili salıncağa oturduk. Kolları arasından çıkartıp yüzüme baktı.

“Ne oldu, abim?”

Dudaklarım titredi. Konuşmaya çalıştım. Sanki yumru boğazıma yapışmıştı. Kendimi sıkıp konuşmaya başladım. “Bir dava almıştık, bugün duruşması vardı, kaybettik.” diyerek akan yaşımı elimin tersi ile sildim.

“Ama her davayı kazanamayız, öyle değil mi?” diyen sesi beni yatıştırırken burnumu çektim.

Başımı iki yana sallayıp itiraz ettim. “Öyle değil. Bu suç çetesiydi ve Güzin Hanım, Güzin hanımı öldürmüşler. Her yerde kan vardı.” diyen dudaklarım ile kendimi tuttum. Titreyen ellerimi yumru yapıp gizledim.

“Tamam, tamam sakin ol, geçti, gel buraya.” diyerek tekrardan beni kolları arasına aldı. “Bize yardım et.” diye ekledim. Belki bir yardımı olursa o harddiski daha çabuk bulurduk.

“Ben biraz soruşturacağım, önce bir sakin olalım değil mi? Derin derin nefes al. Hadi beraber,” demesi ile birkaç nefes ile kalbimi rahatlatmaya çalıştım. “Ben bakacağım ama önce sakin olmalısın.” diye ardı arkası sesleri ile çınlayan kulağımı omzuna doğru yasladım.

“Biraz böyle kalsak olur mu?”

“Olur bir tanem olur, sen iyi olda her şey olur.” dediğinde gözlerimi bildiğim karanlığı örttüm. Kış soğuğu derime işlemezken bir müddet dışarıda kaldık. İlaç alıp yatağıma yerleştirmesi ile başımı yastığa usulca koydum.

“Burada kalmamı ister misin?” ayağa kalkmış bana bakarken başımı aşağı yukarı salladım.

“Uyuyana kadar kalır mısın?” diyen naif sesim yalnız kalmak istemiyordu.

“Kalırım tabi cimcime kay kenara, yum gözlerini hadi.” demesi ile usulca gözlerimi kapattım. Uyku her şeyin ilacıydı değil mi? zamanın, sonların. Uyku acılara iyi gelsin. Uyuyalım ve hepsi geçsin. Tüm acılar bir geceye sığar mı? sığsın. Ali, yüzündeki keder toz bulut olup yüreğinde dağılsın. Bugün sana sarılamadım, yüreğim yandı. Uyuyalım geçsin. Her bir an, gecemize yağmur taneleri akıp üzerimize yağsın. Uyuyalım geçsin, lütfen.

“Alisya, hadi çabuk bak geç kalacağız.” diyen annemin sesi ile acele etim. “Tammam anne geldimm.” Merdivenlerin başına gelirken elim başıma gitti. Elimi açıp aşağıya uzattım. “Dur tokamı unuttum. Mavi kebelekli tokam, nerdeee?” diyerek tekrar odama koştum. Onu bana Afas almıştı, o olmadan olmazdı. Etrafı dağıtırken annemin gelen sesini dinledim.

“Çekmecende hadi bebeğim!” çekmecemi var gücümle çektim. İşte buradaydı. Gülerek usulca örgülü saçımın yanına doğru taktım.

“Hihihhi” sallanan kelebek kanatları ile odadan çıktım. Afasım da Afasım, ben gelecem Afasım.” Adımlarımı atıp merdivenlerden usulca indim.

Babam elindeki valizi bırakıp bana döndü. “Bak ya Ali’yi görmek için bir de tüllü eteği giymiş.” merdivenleri inip babamın yanına ilerledim.

“Ali değil, onun adı Ali Afas. Afass” diyerek itiraz ettim.

Burnuma hafiften yediğim fiske ile güldüm. “Birde doğrusunu dese. Hanım bu kız ne diyor?”

“Valla, Özgür sen de kızımız ne yapalım, seviyor Ali Asaf’ını.” Evden gülerek çıkan annemin eteğinden tuttum.

“Bak bana sağdan soldan geliyorlar, hadi çıkalım bir an önce.”

Ellerimi yukarıya doğru açıp bağırdım. “Yaşasınnn, Afasa gidicemm.”

Yolda araç, ilerlerken yeşilliğin bol olduğu bir yere doğru gidiyorduk. Her taraf alabildiğine ormandı. Başımı arka koltuktan ön tarafa doğru uzattım. “Anne tize kaç saat sürer.”

“Rize, yakın, biraz dinlen, ben seni uyandıracağım.”

“Keşke abimde gelseydi.” En azından araba da oyunlar oynardık. Küskün ellerim birbirini kenetledi. Neyse Ali Afas’ımla oynardım, o hep benimle oynuyordu ki. Hem abim evcilik oynamayı sevmiyordu hep silahçılık oynamak istiyordu. Heyecanla arabadan dışarı baktım. Etraf çok yeşildi. Boyumdan metrelerce büyük ağaçlar vardı.

“Abin biraz yazcı, anneannesinde takılmayı seviyor, sen se minik kuşum tam bir sonbahar, kışçısın.” diye gülen annemin sesi ile konuştum.

“Evet ben sevmiyorum, yazı, kış güzel hem Afas’ta var. Beraber oyun oynayacağım ben.”

“Hımm ne oynuyacaksınız bakalım.” Diyen babamın sesi ile kıkırdadım.

Ellerimi ağzıma kapatıp güldüm. Söylemem süptüz” omzumu silkip etrafa baktım. Uyumak istemiyordum.

“İyi olsun bakalım.”

… evin içine girdiğimizdeNnil teyzeye sarıldım. “Nil teze.”

“Hoş geldin, bal hanım.”

Sıcak kollarından çıkıp gülerek baktım. “Afas afas nerde?”

Yukarda bunu da götür beraber yiyin olur mu?” elindeki keki usulca aldım.

“Tamam.”

Hızlıca merdivenleri çıkmaya başladım. Odasının kapısına geldiğimde kapalı olması ile somurttum. Niye bu kapı kapalıydı.

“Afas, afass ben geldimmm, afass hadi çıkk ben geldimm balın geldi.” diyerek kapıdan seslendim.

Sesini duymak için kulağımı kapıya yaslarken kekten bir dilim ısırdım. Nil teyze çok güzel yapmıştı. “Geldim bal, bekle pantolonumu giyiyorum.” demesi ile keki kaba bıraktım.

“Çıplak mısın, Bakim.”

“Saçmala kızım sakın gelme!”

“Ya ne olcak, açsana kapıyıı. Niyeki kitledin, nolcak. açsanaaa.” Ayağım ile kapıyı ardı arkası tekmeledim.

“Çatlak bal, bekle.”

“Off offf.” Açmıyordu. Üzerimdeki elbiseme baktım. Lila renginde kabarık tülleri vardı. “Bak ben ne giydim, çabuk sana göstercem.” Elimde tuttuklarım yüzünden ayağımı tekrar kapıya geçirdi. “Ya hadi açsanaaaa. Afasss” diye bağırıp kek kalıbını aşağıya bıraktım.

“Geldim.” kapıyı açması ile sımsıkı kollarını boynuna dolanması bir oldu.

“Afasss, ben seni çok özledim.”

“Bende bende bal.” sarılmak güzeldi, kollarım belinden sımsıkı dolandı. Sıcacık gövdesinde yine bana yer açmıştı. Gülerek geri çekildim.

“Hadi evcilik oynayalım.”

“Ya kızım dur daha yeni geldin yine mi? Hep bunu oynuyoruz, başka bir şey oynayalım.”

Yere koyduğum keki alıp masanın üzerine bıraktım. “Yaa banane banane evcilik oynayalım,” köşeye geçip ellerini kendime sarıp somurttum.

“İyi tamam gel küsme oynayalım.” diyen sesi ile arkamı döndüm.

“Hihihihi.” Kıkırtım gülmeye ulaştı. Böyle diyeceğini biliyordum ki. Kıyamazdı bana.

Elim, masaya koyduğum portakallı keke gittim. “Ben aşağıdayken Nil teyze verdi. popotallı kek.”

“Öyle mi neli kek tekrar de bakim.” dediğim ile ağzıma bir parça kek uzattı.

“Popotallı. Sen seviyorsun ya.” Isırdığım kekin yarısını da o yedi.

“Evet severim bal. Severim.”

Sabah ağrıyan başım ile gözlerimi açtım. Sırtımda tonla yük vardı. Abim giderken lambayı da açık bırakmıştı. Elimi uzatıp lamba deri söndürdüm. Rüyalarıma giren artık yüzünü net gördüğüm erkek çocuğunun kim olduğu hakkında ise muallaktaydım. Tek Ali Asaf tanıdığım ise patronumdu. Hoş oda beni küçükken tanısa sanırım derdi. Ben seni tanıyorum diye. Niye saklasın ki.

Demek Rize, düşünce havuzum sığ bir denizdi. Belirli sırlarını bana veriyordu. Rize, zihnimde hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Dolabımdaki küçüklük albümüne elim gitti. Sayfaları hızla çevirirken ne Rize ilgili bir iz ne de fotoğraflarda yeşil bir alan vardı. Annemin odasındaki eski albümü almalıydım.

Telefonuma gelen mesajı okuduğumda hızlıca hazırlanmaya başladım. Ali emniyetten demek ki dönmüştü. Güzin hanımın cenazesine katılacaktık. Albüm işi sonraya kalmıştı. Bugün toprağa verilecekti. Kimsesizler mezarlığı. Ne bir tanıdığı ne de bir yakını vardı. Ne acı, o gün yanında olamadım ama bugün kimsesiz olmayacaktı, onun yanında olacaktık.

Siyah bir elbise ile ruhsuz yüzümü kapatıp hızlıca evden çıktım. Midem hiçbir şey almıyordu. Ne bir kahvaltı ne de bir içecek şu an kusacağım için yemem hiç iyi olmazdı. Evdekilerin ne alemde olduğu hakkında hiçbir fikrim olmasa da durgunlardı.

“Alisya Hanım.” Diye Yakup abinin sesi ile bahçe kapısından elimi çekip arkamı döndüm.

“Yakup abi günaydın.” diye zoraki bir tebessümü dudaklarıma kondurdum.

“Bir sorun mu var?”

“Yok şu anlık bir sorun yok. Kolay gelsin abi.” Sanırım astığım yüzümden sorsa da sorun dün vardı ve biz çözümünü yapamamıştık. Ne acı.

Karşıdan bir taksi çevirdim. Ali benden önce mezarlığa gitmişti. Vakit öğlene yaklaşmıştı. Verdiğim adrese ilerleyen taksi ile başımı cama yasladım. Küçükken ne kadarda neşeliymişim, bunu fark ediyordum. Unutmak kimine göre ne kadar kolay kimine göre ne kadar zor bir eylemdi öyle. Benim unutuşlarım ise bir ev kazasında olmuştu. dedemin odasına da bakmalıydım. Belki bir şeyler bulurdum. Ama odasını hep kilitli tuttuğundan risk alıp onun evde olduğu bir an olmalıydı. Tek bakabildiğim zaman dilimi o zaman olacaktı.

Mezarlığa gelen taksiden, ücretini ödeyip çıktım. Dağlık bir alandı. Çakıllı yollardan tepeyi geçip, kar kaplı çalıların yanlarından geçip düzlük bir alana geldim. İleride Güzin Hanımı gömmüşler üzerine toprak atıyorlardı. Adımlarım o yöne doğru evrildi. Hatırı sayılır kalabalık ile gözlerim nemlendi. Toprak atan Ali ile yanlarına varıp durdum.

Titreyen çenemi tutup yaşların akmasına izin verdim. Üzgünüm Güzin Hanım, şu an bunları içimden size söylesem de o gün size böyle bir çıkış yapmamalıydım. Sadece canınız yanmasın istedim. Yaralar, geçse de izi içimizde kalıyor, can yakıyordu. Ruhumun izleri hala içimde tutarken nasıl canınız yansın isterdim. Sadece o katillerin suçlu kalmasını istedim.

Olmadı. Gözlerim toprağın üzerinde gezinirken konuşmaya devam ettim. Kimse duymasa da Güzin Hanım beni duyuyordu. Beni anlıyordu. Benim, karnımda küçükken yandığımdan dolayı izi kaldı. Belki şu an küçüldü ama aklıma geldiği her an kendini ben buradayım dercesine sızlatıyor. Elim usulca yaramın üzerine gitti. Bir damla yaş daha süzüldü yanaklarımdan.

Sadece sevilelim istedim, evimde yuva diyemeyeceğim bir soğukluk var. Bu yuvayı yakınlarımda hissediyorum sadece bir his içimi sıcacık yapan bir an ve sizin de oğlunuzla yuvanız olsun istedim. Hep iyi dileklerim oldu. Belki sizi onlardan kurtaramadık ama oğlunuzu onların eline bırakmayacağım. Bu da benim size sözüm olsun. Etrafta dualarını edip giden insanlar bir bir eksilirken ayakta başına adı soyadı yazılan tahta ile başımı eğdim. Kızarık gözlerim soğuktan yanıyordu. Ağrıyan gözlerimi kapattım. Artık gitmeliydik, toprağın üzerine zambak tanesi koyan Ali ile ona döndüm. üzerine topraklarla kaplanmıştı. Son bir kez mezara bakıp arkasını döndü.

O an düşünmedim, belki geç kalınmış bir sarılmaydı ama kollarımı hızla boynuna doladım. Sıkı sıkı boynuna örtüp bütün içtenliğimle sarıldım. Kollarının usulca tenime değmesi ile gövdesine sokulan bedenim daha da vücudunda yer etti. Bir eli usulca sırtımdan boynuma çıkıp başını gövdeme sarıp boynuma tutundu.

İkimizde sessiz bir sessizliğin içinde birbirimize tutunduk. Boynuma değen burnu nemliydi. Ağlıyor muydu? Bakmak için geri çekilecekken sıkı elleri tekrardan belimi kavradı. İstemiyordu, peki tamam bende biraz daha sarardım yaralarını. Boynunun etrafına sardığım ellerim birleşti. Kalplerimiz bir atarken bize acı ve birazda içimizde ukde kalan umuttu.

Ses etmedim istediği kadar destek olmak için sarılmayı bırakmadım, o da başını boynumdan çekmedi. Usul usul nefesini boynumda hissederken nefeslenir gibiydi. İşte o an elleri yavaşça bedenimden ayrılması ile bende ellerimi doladığım sıcak boynundan çektim.

Yüzüne bakarken ikimizin de gözleri kızıla boyanmıştı. Gözlerindeki nemli bakışlar içtenlikle parlıyordu.

“Hadi, gidelim.” demesi ile son bir kez mezarına baktım. Sanki diyordu, onu yalnız bırakma, en çok sana ihtiyacı var, git peşinden diye. Mezarına bakıp acı bir tebessüm ile Ali’nin ardına takıldım. Soğuk bir rüzgar ardımızdan bizi uğurlarken yürümeye devam ettim.

Tepeyi tekrardan aynı adımlar ile inip araca bindik. Suskun hallerine hiç alışık değildim. Kendini tutan hali ile aracı mezarlıktan çıkardı. Şirkete doğru yol alması ile şaşırdım. Ben eve gider diye düşünürken şirkete gitmesi iyi olur muydu?

Sanki düşüncelerimi duymuş gibi konuştu. “İşe vermeliyim, yoksa evde düşündükçe Ulak Soylu’nun evine gitmekten kendimi alamıyorum.”

“O zaman şirkete gidelim.” diye mırıldandım. Şirket binasının önüne gelince aracın durması ile indim. Kartları okutup asansöre bindik. Sessizlik içinde çıkan katlar ile Ali’ye yakın durdum. İkimizin de yüzünden düşen bin parçaydı.

Odaya geçerken ardımızdan seslenen bir kadın ile adımlarım duraksadı. Koşar bir hali vardı.

“Ali Bey, efendim. Bu çiçekleri size vermem için resepsiyona bırakmışlar.” diyen kadının sesi ile gözlerim elindekilere takıldı.

“Ver.” dedi Ali sinirli bir sesle. Elini uzatmış çiçeği bekliyordu. Dalga geçer gibi bir de çiçek yollamışlardı.

“Yok siz çöpe atın, lütfen.” diye araya girdim. Orman yeşilleri kızıllıktan sinire meyletmişti. Yine geçen Ulak Soylu’nun yolladığı siyah güllerden yollanmıştı.

“Ver.” Sesinden ateş çıkıyordu.

“Buyurun efendim.” Kadının uzattığı çiçeği hızlıca alıp odasına girdi. Ardından çarpan kapı ile olduğum yerde hoplarken içerden çarpma sesi ile adımlarımı hızlandırıp bende odasına girdim.

Kapıyı ardımdan kapatıp yanına doğru ilerleyemeden durdum. Çiçeği vazosuyla beraber duvara fırlatmıştı. Duvarda cam vazonun kalıntısı kalmış, çiçekler yere saçılmıştı.

“Hep böyle oluyor. Neyi tutsam elimde kalıyor, vebalı gibi herkese bulaştırıyorum.” Odada dikilirken bir sağa bir sola ilerlerken durmadan bir şeyleri deviriyordu. “Utanmadan çiçek yollamaya devam ediyor şerefsiz.”

“Dur, dur lütfen.” Eline uzanmaya çalıştım. Sinirle masanın üstündeki süse elini uzatınca kanayan elini tuttum. Masanın üzerinden aldığım peçeteleri usulca yarasının üzerine koydum. Dünden kanayan yarası tekrardan kanıyordu.

“Geçecek, belki yaralar şu an derin ama geçecek, zamanla geçecek.” dedim bir umut dinlemesi için. Şu an aşırı sinirliydi. Sağa sola sataşan bakışları hırçın bir denizdi. Peçeteyi kanayan yerlerine kendimi sıkarak temizledim.

Elini temizlerken sessizlik içinde nefesini dinledim. Biraz durulmuştu sanki. Alnım, kana bakmaktan terlediğinden, alnıma çarpan nefesi soğuk soğuk çarpıyordu. Yarasını temizleyene kadar konuşmadık. Sadece nefeslerimiz konuştu. Peçeteye bulaşan kanı katlayıp kıvırdım. O sırada dudakları aralandı.

“Sen, hiç unutmak istediğin bir kişiyi her gün unutmaya çalışmak nasıl bir şey biliyor musun? Unutmak sence o kadar kolay mı? Çabucak geçmesi unutmak değil mi?” demesi ile elini tuttuğum elim titredi. Gözlerine bakışlarımı kaldırdım.

“En kötüsü de yüzüme baka baka beni unutması ya da çok güzel rol yapması.” diyerek dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılıp devam etti. “Peki sen söyle, ben neden yapamıyorum? Olmuyor, zihnimin derinliklerine kamp kurmuş çıkmıyor.” demesi ile soluğum kesildi. Bakışlarım yeşillerinde dolandı.

Aramıza koyduğu sınır bir karışlık mesafeydi. Yüzüne dikkatli bakan gözlerim dedikleri ile kırgınlık peyda oldu. Geçmişinde unutamadığı birisi vardı. Bu benim bu zamana kadar hiç atmayan kalbimin kenarını acıttı. Uzun zamandır kalbimin varlığından şüphe etmeme neden oldu? Atıyordu, hem de korkudan. Göğsümü döven atışları canımı yaktı. Neden diyordu, neden? Bu korku, iliklerimi acıtırcasına değil, geçmişindeki o kız, ben olamadığımdandı. Birisini seviyordu, gözleri inkâr etse de bunu anlamıştım. Geçmişinde unutamadığı birisi vardı.

Cümleler ağzımın içinde birikti. Dışarı atılmayı beklerken konuştum. “Eğer sevdiğiniz kız…” sanki ağzımdan lafı kerpetenle alıyorlardı. Duraksama ihtiyacı hissettim zira boğazım yanıyordu.

“Sevdiğim?” demesi ile afallaması bir oldu. Bakışlarımı parmaklarıma indirdim.

“Anlattığınız kişi yani unutamadığınız, zihninizde kamp kurmuş kişi işte.” dedim tek tek.

“Yok öyle bir şey uydurma.” diye hiddetlenmesi ile gözlerine baktım. Gözleri korku ile yüzüme bakıyordu.

“Ben demedim ki sizin anlatımınızdan öyle anladım.” diyerek kuşku ile konuştum.

“Yok öyle bir şey onunla olmaz. Asla.” İnkârcı sesi kabul etmedi. Sesini yükseltmesi ile gözlerim kısıldı.

“Tamam olmasın, öyle bir şey.” dememle dudaklarımı birleştirdim. Durdu ve sanki bundan da hoşlanmadı. “Neden öyle dedin?” gözleri kısılmış gözlerime bakarken meraklı hareleri gezgindi. Koşuya çıkmış yorgun bir atmaca gibi bakışları gözlerimde gezindi.

“Ne dedim?” diye mırıldandım. zihninde birisi vardı ve unutamamıştı. içimdeki kızgınlığa yer etmek istemedim ama kanım sanki fokurduyordu.

“Neden olmasın dedin?” çelişiyordu, kendisi ile çelişip beni de içimde çelişkiye sokuyordu.

“Olmasını mı istiyorsunuz?” diyerek kırgın bir sesle yüzüne doğru bakıp devam ettim.

“O zaman olsun, kiminle olmak istiyorsanız.” Nedensiz dediklerimle ve kulağıma ulaşanlar ile yüreğim burkuldu. Geçmişinde bir kız vardı ve acı çekiyordu. Bunu çekinmeden bana gösteriyordu. Odasından son konuşmamız ile usulca adımladım. Kargın kalbim odanın içinde kalırken ardımı dönüp odama doğru yol aldım.

Günlerimiz dava ile geçerken bir haftayı da ardımızda bırakmıştık. Ali içine kapanmış sadece kendini işe vermişti. Son konuşmamız ile bende durgunlaşsam da iş ile ilgilenince kendime çok düşünme zamanı vermiyordum.

Dosyaları toplayıp kapısını çaldım. Şirkette resmi olmamız için yine Beye terfi etmiştim. Nedendir, bunu demekte hoşuma gidiyordu. Gel sesi ile kapıyı kapattım.

“Ali Bey, yemeği yiyeceğimiz mekan ayarlanmış, çıkalım mı?”

“Olur, dosyalar sende değil mi?”

Elimdeki mavi dosyayı salladım. “Evet aldım.”

“Güzel umarım suşi seviyorsundur.” diyerek güldü. Yüzündeki haylaz gülüşü izlerken sanki suşiden nefret ediyorum diye alnımda yazılı bir alan vardı ve onu görüyor gibi konuşmuştu.

“Yani, birkaç kez denedim ama severim yani çiğ balık ne olabilir ki değil mi?”

“Öyleyse önden buyurun? Gidip öğrenelim, ne kadar suşi sevdiğini.” demesi ile birlikte odadan çıkıp asansöre bindik. Yüzündeki tebessüm yerini korurken ben suşiyi midemde nasıl tutacağımı düşünüyordum.

Asansörün durması ile kapılar iki yan doğru açıldı. Ne diye sevdim dedim ki. Ne yapayım, o yüzüme böyle bakarken sevmem diyemedim. Mecbur yiyecektim şimdi suşiyi.

Şirketten çıkıp aracına binerken karnımda kaynayan tatlı bir telaş vardı. İçimi gıdıklayan bir o kadarda geren bir kıpraşma. Kemerimi bağlayıp giden yolu izlemeye başladım.

Yakın bir mesafe de olsa trafikle beraber yarım saat şimdiden geçmişti. Aracı geldiğimiz yerin yakınına park edip indik. Gözlerim ilerideki mekana takıldı. Deniz kenarında geniş bir alanı vardı.

Salvador tabelası ile yüzümü ekşittim. Evet o meşhur suşi restorantın adıydı. Şirketin müdürleri ile bir toplantı için çok güzel bir mekânda öğle yemeği yeneceğinden haliyle lüks bir yere gelmiştik. Stajımın bitmesine daha vardı ama zaman azalıyordu. Burada sayılı olan günlerimin bitecek olması ise beni derinden üzüyordu. Ali’nin belime yerleştirdiği eli ile beni yönlendirirken nefesim artık düzensizdi. Vücudumun her bir zerresi sıcaklığı ile tutuşuyordu sanki. Yutkunup ilerlemeye devam ettim.

İçeri girdiğimizde caddeye bakan geniş bir alandaki masaya ilerledik. Sanırım herkes gelmişti. bize ait yerlere otururken Ali’nin solunda yerimi aldım.

Hayat garipti, bir zaman karşı masamda oturup kendi hayat akışımızda ilerlerken şimdi ise aynı masayı paylaşıyorduk.

Gelen mezelere baktım. Evet sanırım bunlarla doyardım. “Hepiniz hoş geldiniz. Öncelikle yemeğimizi yiyelim sonra verilen kararların üzerinde tartışırız. Buyurun afiyet olsun.” Diyen patronum ile çubukları elimde birleştirdim.

Bu restorant kimin fikriydi acaba. Masadakilere keskin kısık gözlerimle çaktırmadan baksam da bazı kişilerinde yüzündeki hoşnutsuz ile yalnız olmadığımı anladım.

“Alisya?” diye yanımdan gelen sesle bakışlarımı insanlardan çektim.

“Efendim. Ali, yani Ali Bey.” diye düzeltip yüzüne baktım. Kesin patronumun işi olabilirdi. Sanki bıraksalar kahkahalar ile gülecekti.

“Yesene, bak senin için özel yaptırdım.” diyerek önüme bir tabağı yerleştirdi. “Yengeçli suşi.” diyen gıcık patronuma yanaklarımın gerginliği ile gülümsedi.

“Ne kadar düşüncelisiniz? Har zaman bu kadar düşünceli miydiniz?” diye dişlerimin arasında mırıldandım.

“Evet, asistanımın sevdiği şeylere ayrı bir zaafım var.” diyerek önümdeki tabağı işaret etti.

Evet başa gelen çekilirdi. Çubukları tabağa yaklaştırıp bir yengeçli suşi sıkıştırdım. Yengeçli suşi mi olurdu ya. Ne güzel yemekler var iken. Ne çekiyorsam zaten çenemden çekiyordum. Derin bir nefes alıp yengeçli suşiyi ağzıma getirirken burnuma gelen koku ile duraksadım. Yapabilirdim, nefes alma. Ağzımı aralayıp tam ısıracaktım. Bileğim usulca yere doğru indi.

“Tamam, yeme. Canım sıkıldı, yüzünden düşen bin parça. Al, midene bu iyi gelir.” diyerek önümden aldığı tabağımın yerini kendi önündeki çorbayı koydu.

“İç, bu kokmaz, baharatı yerinde, dene.” diyerek kaşığı da uzattı. Elinden aldığım kaşık ile çorbadan bir kaşık aldım.

“Bu harika.” diyen gülen gözlerle baktım. Ne bir koku ne de yengeç tadı vardı.

“Demiştim.” diyerek gülen yüzü ile ona bakarken caddeden gelen bir kargaşa ile o tarafa doğru baktım. Kaşık elimde hava da kalırken gülen yüzündeki bakışlarım dondu. Birkaç araç hızlıca yolda ilerlerken ani bir fren yaptı.

Ne olduğunu anlamadan inen camlar ile kalakaldım. Sağdan soldan gelen çığlıklar her tarafı sardı. Bazı çığlıklar acıydı bazısı korku. Etraf bir toz bulutu gibi camlara çarpan kurşunlar ile dağılırken yerleri kristaller kapladı. “Yatın yere!” diye duyduğum ses ile başım hızla bir gövdenin kolları altına alınarak yere doğru düştük.

Sıkı sıkı beni tutan gövdeye tutunurken ne olduğunu anlayamadım. Gözlerimi yumup kollarının arasında bu korkunun geçmesini bekledim. Bir dakika süren ama bana bir ömür gibi gelen sesler kesilirken Ali’nin gövdesine tutundum.

Birileri restorantı kurşunlamıştı. Üzerimdeki sıcak bedendeki ıslaklık ile Ali’ye dönmeye çalıştım. Sıkı sıkı beni sararken hiç sesi çıkmamıştı. Yumduğum gözlerimi Ali’nin yüzüne çıkardım. Gözleri kapalıydı.

Korku ve dehşet ile ellerimi yanaklarına çıkardım. “Ali, A-Ali, şakanın sırası değil, aç gözlerini.” Titreyen dudaklarım ile bakışlarım ıslaklığın olduğu yere kaydı. Üzerimde olduğundan göremiyordum. Neden gözlerini açmıyordu? Etraftaki acı çığlıklar korkumu daha da perçinlerken üzerimdeki bedenini usulca yana doğru kaldırmaya çalıştım. “Yardım edin, lütfen yardım edin.” Can havli son bir kez daha deneyip bedenini yana doğru yatırdım.

“Hii.!” Gözlerim neler görüyordu böyle? Titreyen ellerimi hemen yarasının üzerine kapattım. “Ali, Ali uyan. Aç gözlerini Ali.” Titreyen dudaklarım korku ile çarpan dişlerimin arasından güçlükle konuştu. “Yardım edin. Burada yaralı var. Lütfen birisi ambulans çağırsın!” Akan yaşlarım gözümün önünü kapatırken ellerimin arasından akan kızıllıklar ile yaraya diğer elimi de bastırdım. Böyle yaparsam kan dururdu. Kurşun karnına girmişti.

Akan yaşlarımı omzumun kenarına silip tekrar bağırdım. “BİRİ YARDIM ETSİN, YARALI VAR BURADA.!” Tekrar yerde gözleri kapalı Ali’ye baktım. “Ali…Ali Asaf, bak A-Ali Asaf diy-orum, uyan. Aç gözlerini.” Yarasına baskı uygularken başımı kalbine yasladım. Nabzı zayıf atıyordu. Kalp atışları ile dudaklarım titredi.

“Ali Asaf uyan, aç gözlerini korkuyorum.” Beyaz gömleğini kızıl bir örtü kaplamıştı. Yanımıza ne zaman geldiğini bilmediğim ambulans görevlisi ile bakıştım.

“Yardım edin çok kanıyor.” Ellerim hala yarasının üzerinde baskı uygularken ellerim hep kan olmuştu.

“Hanımefendi, sakin olun.” demesi ile başımı iki yana salladım.

“Bana sakin olun demeyin bir şey yapın! Gözlerini açsın, lütfen yardım edin.” dedim can havliyle. Çantasından çıkardığı malzemeler ile elimi yaradan çekmedim.

“Tamam elinizi öyle baskılayın, ambulansa böyle bindireceğiz, siz sakın elinizi çekmeyin, yapabilir misiniz?” diye konuşması ile başımı salladım.

“Evet yaparım, yaşaması için her şeyi yaparım.”

“Güzel, Mehmet sedyeyi getir.” Diye seslenmesi ile tekrardan Ali Asaf’a baktım. Yapardım, açsındı gözlerini. O yeşillerine tekrar bakmak istiyordum. Daha diyecek o kadar şeyim vardı ki. “Yaparsın Alisya, sakin ol yaparsın, yapacaksın.” diye kendi kendime Ali’nin yüzüne bakarken dudaklarım titredi.

Üzerime siper olmuştu, beni kolları ile sararken de hala bir şey olursa diye beni korurken can çekişiyordu. Düşündükçe aklımı yitiriyordum. Kan olan elimde onun kanı vardı. Parmaklarım kamaştı. Akma artık, akma.

Gelen sedyeye Ali Asaf’ı usulca yerleştirdiler. Elimi hiçbir şekilde oynatmamaya çalışıp bende peşlerinde dışarıya doğru adımladım. Gözlerim anlık etrafa takıldı.

Restorantın içi savaş alanıydı. Her yer dağılmış, yerde yaralılar vardı. Titreyen bakışlarımı Ali’den çekmedim. Bakarsam Ali kanardı. Bakışlarımı Ali’nin yüzünde tutup ellerimi yarasından çekmedim. Yapabilirdim, hastaneye kadar dayanmalıydı. Ambulansın içine giren sedye ile bende yanlarına oturdum. Hemen işlerini yapsalar da sessiz ağlamalarımı durduramıyordum.

Ambulans hızla yolda ilerlerken Ali Asaf’ta olan bakışlarım solgun yüzüne aktı. İçimden sanki birisi ciğerimi parçalıyordu. Neden yattın ki üzerime bana gelseydi. Şimdi o gözlerini nasıl görecektim. “Hanımefendi, hanımefendi. Hastaneye yaklaştık, şimdi ellerinizi yavaşça çekeceksiniz, bende bu bezleri yerleştireceğim.”

“Olmaz, kanar, olmaz.” dedim itiraz edip.

“Hayır, daha fazla kanamayacak. Elinizi usulca çekeceksiniz, bende durduracağım.” Bana bakan gözlere inandım. Yardım edecekti.

“Tamam elimi yavaşça çekeceğim.” Anlamıştım. İlk önce üstüne koyduğum ilk elimi çektim. “Evet işte böyle şimdi diğerini de yavaşça.”

Dediklerini harfi harfiyen yaparken titreyen ellerim bana hiç yardımcı olmuyordu. Elimi usulca yaranın üzerinden çekmem ile akan kan etrafında dağlansa da üzerine konan bezleri de kendi rengine boyadı.

“Benim yüzümden, herkese sorundan başka bir şey değilim. Uğursuzum, benim yüzümden.” Ellerim dizlerime çarptı. Artık sanki benim değildiler. Görevlerini yapmış kenara çekilmişlerdi. Yarasına konan bezlere bakarken titreyen ellerim kamaştı. Kanı elime bulaşmıştı. Sulu sepken gözlerim ellerime indi. Titriyorlardı…Ali’nin gözleri kapalıydı. Titriyorlardı…bana bal yanak diyen sesini duymuyordum. Titriyorlardı…beni ısıtan sıcak göğsü şimdi kızıla boyanmıştı.

Ellerim sanki yarasına bağlanmıştı. Zangır zangır korku ile titriyorlardı. Kalbi atıyor muydu? Atsın. Ben baktığımda atıyordu. “Lütfen uyan, lütfen.”

Ambulansın durması ile görevliye baktım. “Neden durduk, hastaneye mi geldik?”

“Evet, şimdi ameliyata alınacak. Sakin olun lütfen.” diye telkinleri ile adamın yüzüne baktım.

“Tamam ben, ben sakinim. Siz Ali Asaf ile ilgilenin. Ben sakinim.”

“Kan grubunu biliyor musunuz?” diye sorması ile düşünsem de cevabı bende yoktu.

“Hayır bilmiyorum.” dedim yutkunarak. Ambulansın açılan kapıları ile sedyeyi indirdiler. Arkalarından bende inerken hastanenin içine bir kargaşa ile girdik. Peşlerinden takip ederken bir yere dönüp içeri girdiler. Bende peşlerinden gidecekken durduruldum.

“Buradan sonrasını giremezsiniz, burada kalın.” demesi ile kapının yüzüme kapanması bir oldu.

Ne yapacaktım şimdi. Sanırım ailesine haber vermeliydim. Ağır ellerimi sanki benim değillerdi. Cebimdeki telefonumu çıkartıp rehbere girdim. Timuçin, Timuçin bilirdi ailesinin yerini. Kulağıma telefonu götürüp açmasını bekledim.

“Hadi, aç şu telefonunu.” İleri geri giderken çalan telefon telesekretere düştü. Tekrar aradım.

“Alo, Alisya.” diyen sesi ile dudaklarım aralandı. “Timuçin buraya gelmen gerekiyor.”

“Nereye bak yoksa bensiz mi gittiniz bak kırılırım.” diye konuşan neşeli sesine keşke öyle olsaydı desem de yutkunup ameliyat kapısına baktım.

“Timuçin… Ali, Ali Asaf vuruldu.” dedim sonunda.

“Ne…neler diyorsun sen Alisya. Ne vurulması?” şimdi ise neşeli sesinden eser yoktu. Korku ile konuşması ile devam ettim.

“Çabuk hastaneye gelmelisin, ailesi… ailesine haber ver. Ben bilmiyorum, sen sen haber ver.” dedim öğrenince üzüleceklerini bile bile.

“Alisya…”

“Timuçin, karnından vuruldu, lütfen ailesine haber ver.” Derin bir nefes alıp burnuma gelen kan kokusu ile kendimi sıktım. Ellerimde onun kanı varken yıkayamazdım. Boş koridorda ilerlerken tekrardan ameliyathanenin önüne geldik. Kötü bir şey olmayacaktı, iyi düşün.

“Tamam sen beni bekle, ben birazdan ordayım.” diye telaşla çıktı sesi.

“Timuçin Ali Asaf’ın kan grubu ne? Ben onuda bilmiyorum.” Diye aklıma gelenler ile konuştum.

Koşturma sesleri gelirken “0rh negatif.” demesi ile ilk defa bir işe yarayacaktım.

“Tamam benimki uyuyor. Çabuk ol, lütfen, Yenidoğan hastanesindeyiz.” diyerek telefonu kulağımdan indirdim.

Ayaklarım artık beni taşıyamayıp yere düştüm. Ellerimi dizlerimde yukarıya doğru açık halde başımı eğdim.

Ağladım.

Canım, can çekişircesine ağladım. Canım yanıyordu. Ya ona bir şey olursa düşüncesi zihnimde dönüp dururken ağrıyan başımı susturamıyordum. Sağdan soldan çarpıyorlardı. Aldıkları yükleri tonlarca ağırlığı hiç sormadan üstüme atıyorlardı.

“Hanımefendi iyi misiniz?” yanımda duyduğum bir kadının sesi ile başımı ellerimden çekip doğruldum. Göz yaşımı ellerimin tersi ile silip hemşire kıyafetli kadına baktım.

“Ben…ben içerideki hasta için kan vereceğim, beni oraya götürür müsünüz?” diye mırıldandım.

“Tamam gelin, önce elinizi yıkayalım.” Diyerek kolumdan tutup yürütmeye başlaması ile ameliyathanenin önünden ayrıldım. Hemen gelecektim, kanı verip gelecektim.

“Yok kalsın, istemiyorum. Beni kan alınan yere götürün lütfen.” diyerek reddettim. Yönlendirdiği yerden içeri girip geniş bir alana gidip sedyeye uzandım. Kandan korkuyordum değil mi? ama şu an değildi şu an olmazdı. Korkuma kelepçe vurup saklı sırlarımın ardına sakladım.

Kolumu önce sıkarken damarımı bulmasını bekledim. Koluma batan iğne ile başımı çevirdim. Benden giden ona can olacaktı, nefes olacaktı. Dönen başımı sedyenin başına yasladım. Bir müddet dolması ile içim bir hoş olurken beklemeye devam ettim.

“Tamam bitti, birazdan kalkabilirsiniz.” demesi ile arkasını dönüp ilerledi. Koluma tuttuğu pamuğu çekip çöp kutusuna attım. Başım dönüyordu, yanında olmalıydım. Sedyeden yere adımımı atmam ile başımın dönüp bilincimi kaybetmem bir oldu.

Gözlerime tutulan ışık ile zihnimi kazandığımda etrafıma baktım. “Ne oldu, bana.” Karşımda dikilen doktora bakıp aklıma gelenler ile telaşlandım. Ben ne kadardır baygındım. “Ali, Ali Asaf iyi mi?” diye tedirginlikle çıkan sesim ile doktora bakarken konuşmaya başladı.

“Hanımefendi, sanırım açlıktan kan şekeriniz düştü. Serumunuz bitsin. Kalkabilirsiniz? Ali Asaf ise,” yanındaki hemşireye döndü. “Hemşire Hanım, dediğiniz kişi hakkında sizi bilgilendirir, geçmiş olsun.” diyerek yanımdan giderken hemşireye baktım.

Gözüm seruma takıldı nerdeyse bitmeye yakındı. Hemşire hanımın arkasını dönmesini bekledim.

“Ben birazdan gelirim, size haberdar edeceğim.”

“Gerek yok, ben birazdan gideceğim.”

“Tamam o zaman serum bitince gelirim.” diyerek diğer hastalar ile ilgilenmek için giderken fırsattan istifade serumun kablosunu elime aldım. Elimden iğnesini çıkartıp sedyeden kalktım. Bu kadarı yeterdi.

Adımlarım, geldiğimiz yöne doğru ilerlerken avuçlarımdan silinen kan izlerine baktım. Avuç içlerimdeki çizgiler de kızıllıkları hafiften belliydi. Adımlarıma güç verdim, serum vücuduma iyi gelse de ruhum ameliyattan çıkıp gözlerini açmadıkça can çekişmeye devam edecekti.

Köşeyi dönüp ameliyat alanına geldiğimde gördüğüm kalabalık ile duraksadım. Ailesi gelmişti.

Adımlarım, savsakça giderken tepede asılı olan saat altıya geliyordu. Daha çıkmamıştı. Sıkıntı ile ilerlerken Timuçin beni gördü.

“Alisya, ne oldu sana.” Diyerek yanıma gelmesi ile karşısında durdum. Gözleri kızarmış sanki kendini tutar bir hali vardı.

“Bir şeyim yok, Ali daha çıkmadı değil mi?” diye sordum.

“Yok bekliyoruz, kurşun, kurşun karaciğerine saplanmış daha sürermiş.” diye izah etmesi ile başım düştü.

“Benim yüzümden,” kısık çıkan sesimi ben bile zor duymuştum. Izdırabı içimi deşiyordu.

“Neler diyorsun sen?” diye sorması ile başımı kaldırdım. “Benim üzerime kapandı, eğer kapanmasaydı, şu an ameliyatta o olmazdı.”

“Saçmalama kızım gel buraya.” diyip dostça sarılması ile ağlayan gözlerle bekledim. Canım yanıyordu, ya ona bir şey olursa. Ben ne yapardım. Omzumda kolunu tutup ilerletti.

“Hadi gel, şurada bekleyelim.”

Aklıma restorantın kurşunlanması ile kimlerin olabileceğini düşünürken konuştum. “O adamları göremedim. Yani restorantı kurşunlayanları, sadece çok fazlalardı.”

“Tamam önce bir Ali sağ salim içerden çıksın da. Onlarla bizzat ilgileneceğim. Hadi gel.” Ali’nin ailesinin yanına ilerlerken ağlayan iki kadının yanına oturdum.

Kadın yanına oturmam ile Timuçin’e baktı. Çok güzel bir yüzü vardı. “Ülkü hala bu Alisya, Ali’nin biricik asistanı.” Diye usulca gülmesi ile kadına baktım.

“Merhaba, canım.” demesi ile dudaklarım aralandı. “Merhabalar efendim.”

“Bu olaylar nasıl oldu, sen Ali’nin yanında mıydın?” diye sorması ile derin bir nefes alıp anlatmaya başladım.

“Evet iş yemeği için restorandaydık, bir anda içeriye kurşunlamaya başladılar. Bir şey yapamadım. Her şey bir anda oldu.” Diye sonlara doğru kısılan sesim ile kadına baktım. Gözleri yaşlıydı.

“Ali abim güçlü çıkacak içerden, bırakmayacak bizleri değil mi baba?” diye Ayça olduğunu bildiğim kız kardeşi babasının yanına gitti.

“Evet güzelim evet.” Behzat Arıkan kızı Asya’yı kolları arasına aldığında burnumun direği sızladı. Ameliyat kapısına dönen bakışlarım pusluydu. Lütfen çık, sana sevdiğin portakallı kekten yapacağım. Lütfen sağ salim çık.

Saatler süren beklemeden sonra tekrar kana ihtiyaç oldu, benim kanım yeterli gelmemişti. Behzat Arıkan da kan vermek için yanımızdan ayrıldı. Oturmak bana hiç iyi gelmeyince oturduğum yerden kalkıp yürümeye başladım. Saatler geçmiyordu, beklemek ise ızdırap vericiydi. İçeriden bir haber yoktu.

Yanıma gelen Timuçin’e baktım. “Alisya, saat geç oluyor istersen sen eve git.” demesi ile kabul etmedim.

“Olmaz, çıktığını görmem lazım. Gözlerini açsın, olmaz gidemem.” diyerek itiraz ettim.

“Tamam, o zaman ailene haber ver. Sanırım geceyi burada geçireceğiz.” diyerek saatine baktı.

“Tamam, haber veririm.” diyerek cebimden telefonumu çıkardım. Önce annemi aradım. Biraz ilerleyip beklemeye başladım. Telefonu açması ile konuştum.

“Alo, anne?”

“Efendim canım.”

“Ben bugün eve gelemeyeceğim.” diyerek konuya girdim. Konuşacak ne hevesim ne de dermanım vardı.

“Alisya iyi misin? bir tanem, sesin kötü geliyor, ne oldu?” olduğum yerden biraz daha uzaklaşıp öyle konuştum. “Anne bugün biz restoranda yemek yerken restorant kurşunlandı.” Belki haberlere bile çıkmış olabilirdi.

“Nee, kızım sen iyi misin? Neler diyorsun sen? Neredesin şimdi?” diye telaşlı sesi ile devam ettim. “Hastanedeyim.”

“Ne! Ehh be kızım, niye söylemiyorsun, bir yerinde bir şey var mı? Hemen yanına geliyorum.” diye daha da telaşlanınca önüne geçtim.

“Dur gelme.”

“Ne demek gelme.” Diyerek kızdı. Ah Satı Hanım, cancağızım.

“Ben yaralanmadım ama Ali…Ali Arıkan karnından vuruldu. Şimdi ameliyatta.” Gözlerim tekrar bir umut açılır diye kapıya baktım.

“Nee, Ali Arıkan mı?” üzgün sesini duyunca devam ettim. Bugün eve gidersem gece bana zindan olurdu.

“Ben bugün burada kalmak istiyorum, lütfen ısrar etme, eve gelmeyeceğim.” dedim kararlılıkla. Gözlerini açıp iyi olana kadar yanındaydım.

“Tamam, tamam kal. Ama ameliyattan çıkar çıkmaz beni arıyorsun, tamam mı?”

“Tamam” diyerek beni görmese de başımı salladım.

“Ailesi geldi mi? Tek misin?”

“Yok geldiler, bekliyoruz.” Ülkü hanım fenalaşınca biraz hava alması için Behzat Arıkan onu dışarı çıkarmıştı. İleriden gelenlerin onlar olduğunu görünce “Anne ben kapatıyorum.”

“Tamam kızım ben seni yine arayacağım.”

“Tamam” diyerek telefonu kapatıp ameliyatın yapıldığı yere tekrardan yürürken içeri kapı açıldı. Gözlerimi belertip hızlandım.

“Doktor Bey Ali Arıkan, durumu nasıl?” diye soran Timuçin ile doktora baktım.

“Ali Arıkan’ın ameliyatı başarılı geçti. Birazdan odasına alacağız, geçmiş olsun.” diyerek yanımızdan ayrılan doktor ile gülümseyerek akan yaşımı sildim.

Timuçin’e baktım. “Yaşıyor.” Hem gülüp hem ağlamak bu olsa gerekti.

“Evet, yaşar tabi ki.” diye oda gülerken yüzündeki telaşın azalması da bir oldu. Bir haber insanı mutlu etmeye yetiyordu. Yaşıyordu, yaşıyordu. Titremelerim aldığım haber ile azaldılar. Yaşıyordu.

Biraz bekledikten sonra içeriden sedye ile çıkan Ali ile peşlerine takıldık. Ailesi önde ben arkalarında ilerlerken yüzü solgun yatakta yatan Ali’ye hiç alışkın değildim. Kaşları uykusunda bile çatıktı. Yaşıyordu, buna tutundum. Benimleydi, buradaydı. Asansöre binip odasına ilerledik.

Odasına alınması ile verilen narkozun etkisinin geçmesini beklerken hemşire tekrardan serumuna ilaç verdi. üzeri çıplaktı. Karnı uzunca bir sargı bezi ile sarılmıştı. Bir kolundan ise seruma bağlı göğsü inip kalkıyordu.

Tekrardan uyutulması ile Timuçin, Behzat Arıkan’ı, Ülkü Hanımı ve Asya’yı eve götürmek için odadan ayrıldılar. Sabaha kadar uyuyacaktı. Refakatçi olarak ben ve Timuçin kalırken oda da yatağında yatan Ali’nin yanına yaklaşıp sandalyeyi çektim.

Eline takılan serumlu kolunu oynatmadan usulca tuttum. Timuçin gelene kadar vaktim vardı. Uyu aleminde uyuyan Ali’y bakarken konuşmaya başladım. Kelimeler ağzımdan süzüldü.

“Bana sormuştun, bir anın var mı, diye? Ben…ben küçükken yani hatırladığım kadarıyla yani senin dediğin gibi çocukluk anılarım olmadı. Yani olsa da ben hatırlamıyorum.”

Elindeki sıcaklık ile daha da elinde yer ettim. “Ama sanki…” yüzüne baktığım da gülümsüyordum.

“O anılara, anlara çok yakınım. Senin yanına geldiğim her an sanki o içimde biriken his daha da genişliyor. Senin yanında…kendimi huzurlu ve güvenilir hissediyorum.” diyerek güldüm. “Biliyor musun? Hatta ellerim artık korkudan titremiyor. Sanki onlara bakışlarında dokunuyorsun ve titremeleri diniyor.” diyerek başımı ellerine indirdim.

“Bilmiyorum belki de bana öyle geliyor. Ama…bana iyi geliyorsun. Uyan, seni hiç böyle görmedim ve bu bana kötü hissettirdi.”

Elinin arasındaki elim içinde kaybolmuştu. “Kocaman ellerin var, baksana ellerim nasılda kayboldu.” Usulca elinin üzerini okşadım. Başım yatağın boşluğuna düşerken eline dikkat ettim. Birazda böyle bakmak istedim. Şişip inen göğsü ile nefesleri düzenliydi.

Yorgunluktan kapanan kirpiklerime dayanamadım. Yanımdaydı, düzenli nefesleri huzurla inip kalkıyordu. Yanındaydım. Huzurla kapanan gözlerim yorgunluğa teslim oldu. Bizi bize bağlayan sıcak iki elin bir arada olmasıydı. Elini sıkı sıkı tutup bırakmak istemezcesine sıcaklığına tutundum.

Veee bölüm sonu umut ışıklarımmm. Beğenmeyi ve yorum yapıp beni takip etmeyi unutmayın canlar. Şimdilik görüşürüz.

Hoşçakalınnnnn.

 

 

Bölüm : 22.02.2025 11:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...