27. Bölüm

23.Bölüm: Umuda Vurulan Kamçı

Safinaz S.
umudundaparlayanla

Selam dostlarımmm. Bu bölüm beni bitirdi resmen ama her bir cümlesine değdi. Merakla beğeni ve yorumlarınızı bekliyorum. Eğer kurgumuz ileride kitap olursa bu ve diğer atacağım bölüm ilk kitabın son sahnesi olurdu.

Bana destek olmak isterseniz İnstagram adresim: Safinaz_Stlm

Gelin ve Avuçlarımda Kokan Portakal Çiçeği ailesine katılın canlar.

Keyifli okumalar dilerim.

Bölüm içi şarkılar:

. Sezen Aksu Beni Unutma.

. İzel - Işıklı Yol

. Doğu Swag & Aleyna Tilki - Bir Gün Ol Yerimde (Prod. By Büken)

23. Bölüm: UMUDA VURULAN KAMÇI

Varsın ey gönül beni benden yokuş yukarı,

Çanlar çalar evin ardı ırak köyü.

Yaktı yıktı ardından getirdiği kasırsa suyu,

Aldı anıları geri de bıraktı yükü.

Varsın giden gelsin, kalan kalsın,

Ama bana bıraksın seni kalan yüzü.

Alisya AKMAN

“Evet işte başardım. İçerideyim.” dedim gülerek. Biraz zor olmuştu ama akşam Ali Asaf’ın yüzünü gördüğümde daha da mutlu olacağı düşüncesi ile kalbim çarpmaya devam etti.

Bugün her şey çok güzel olacaktı. İnanıyordum.

Öncelikle getirdiğim kutuları önceden evine geldiğimde gördüğüm mutfağına doğru ilerlerken sanki Ali Asaf evdeymişçesine temkinli bir şekilde adımlar attım. Varlığı evin içinde olsa da evine gizli girmek düşündüğümden de farklı hissettirdi. Sanki varlığı bir şekilde evin içinde gibiydi.

Mutfağın kapısını açıp ilerideki geniş masanın üzerine eşyalarımı bıraktım. Bir sürü malzeme almıştım. Pasta malzemesinden süsüne, sevebileceğini düşündüğüm şeylerden de eklemiştim. Her şekilde sürpriz olacaktı.

Malzemeleri ve kendimi gizlice evine getirmek düşündüğümden de daha zor olmuştu. Akşam eve girme işini de dönüşte Yakup abiyi yalnız bulup konuşmayı planlarken anneme olası bir duruma karşı bugün Gülce de kalacağımı söyleyip işimi sağlama almıştım.

Her şeyi planlı bir şekilde ayarlamış sadece pastayı yapmam kalmıştı. Evet bazı yemekleri güzel yapardım ama pasta ilk olacaktı. Her şeyin bir ilki vardı.

Malzemelerin içine baktım.

Ali Asaf’a, bugün çok güzel bir pasta yapacaktım. Portakallı keki çok seviyordu ve bende pastanın pandispanyasını portakallı yapıp krema ve meyve ile süslemeyi planlıyordum. Umarım başarabilirdim. Vaktim vardı ama pasta hiç yapmamıştım zorlarsa onda bir sıkıntı çıkardı oda gelene kadar hallolur diye düşünüyordum.

Ali Asaf’ın akşama kadar işi olacaktı ve bu benim için büyük bir şanstı. Aklımdaki her şeyi ayarlayacak kadar vaktim vardı. Dönüşte eve tekrar girmem gerekeceğinden akşam Yakup abiye haber edip bana yardım etmesini umut ederek şu anlık geceyi zihnimin bir kenarı atıp aldığım malzemeleri görebilmek için masanın üzerine dizdim.

Dudaklarımda yıllardır olmayan bir tebessüm yer edindi.

Kalbimde sevdiğim insanlar için odacıklar vardı ama en büyük, en geniş odayı Ali Asaf için ayırmıştım. Beni avuç içlerimden öptüğü gün kalbimde bir ihtilal başlatmıştı. Kalbimin en nadide sen köşesi. Sol yanım.

Adı bile vardı. Ali Asaf köşesi.

Kıkırdadım.

Bu akşam doğum gününü kutlarken benden belki de benimde ondan duymayı beklediğim sözleri, ona söylediğimde ne diyeceğini çok merak ediyordum.

Kendime itiraf etmem ve kendimi kandırmayıp yüzleşmem zor olsa da onu seviyordum.

Ben Ali Asaf’ı seviyordum.

Kalbim tekledi.

Kalbim, hayatım boyunca hiç bu kadar hızlı ve canlı atmazken onu gördüğüm her an çarpıyor ben buradayım diyerek kendini belli ediyordu. Bunu ne kadar gizlesem de inkâr etsem de kendisini, içimde daha fazla gizli tutamamıştım. Benden ona taşarken kalbim artık benim değildi.

Ona ait onun için atan her bir parçam mutlulukla peyda oldu. Ona güveniyordum en başından beri ve şu an çok mutluydum.

Her şey çok güzel olacaktı. Kalbimde amansız bir heyecan vardı ama bunu söyleyeceklerime yordum.

Pastasını üflediğinde gözlerinin yeşillerine bakıp sevdiğimi söyleyecektim. Ellerim, bu düşünce ile titrerken masanın ucuna tutundum. Hayatımda sevgilim diyeceğim hiçbiri olmamıştı. Birkaç kişi tanışmak istemiş olsa da hiç böyle bir şey yaşamamıştım.

Bu duygu içimde bir ihtilal başlatmıştı.

Duygu selimi ardıma bırakmayı deneyip mutfak dolaplarından ihtiyacım olan kabı bulmaya başladım. Pastanın güzel olması için evden hassas tartı bile getirmiştim.

Önceden baktığım videonun malzemeleri için öncelikle elimi yıkayıp tekrardan masanın başına geldim. Elimin lezzeti olduğunu düşünüyordum bakalım ortaya ne çıkacaktı.

Telefonumu sessize aldım. Gözümün önünde bulundurmak için ara da bildirimlere bakarken videoyu açıp kadının talimatları ile pastanın kekini yapmaya başladım. Dolaplarda bulduğum makinayı görünce şaşırsam da onu da masanın üzerine koydum.

Ali Asaf gerçekten yemek ile çok ilgileniyordu ki bulduğum pasta çırpıcı da bunun eseriydi. Hoş tatlı yemediğini sadece portakallı kek sevdiğimi bilmeme rağmen bunu bulduğuma şaşırdım.

Tekrar tarife dönerek talimatları dinleyip yapmaya başladım.

Videoyu unlu parmaklarım ile kapatıp önüme gelen saç tutamımı üfledim. Kabın içindeki cıvık kıvama baktım. Bir şeyler ters gitmişçesine kıvamsız olmuştu. “Bu niye olmadı ya.” Unlu ellerimi yüzüme düşen saç tutamını geriye savururken videoyu tekrardan başa sarıp izlemeye başladım. Videoyu durdurdum olmayan cıvık kıvamla bakıştım. “Tamam bende aynısını yaptım.”

“Yumurta, şeker…”

Üstüm başım batarken bir yerde yaptığım hata ile istediğim kıvam bir türlü tutmuyordu. Kekin hamuru sıvı gibi içine koyduğum kaşığın yüzeyinden akarken yüzümü buruşturdum.

Tarife tekrar baktım. “Aldığı kadar un.” Yüzüm buruştu. “Bu ne demek ya. Birisi çok sıvı birisi çok katı birisi de çok değişik oldu.”

Portakal suyu ve birazda eklediğim portakal parçaları da eklesem bir türlü olmuyordu.

Yaptığım kaçıncı deneme olduğunu sayamadığım kek kalıbının içindeki sıvı kıvama baktım. Hiç pastaya benzer bir hali yoktu.

“Off, bu olmadı, tekrar yapmam gerekiyor.” Kendi kendime mırıltım ile lavabonun içine attığım yumurta kabuklarına baktım. Yumurtalarının yarısını heba etmiştim ama kekin hamuru istediğim şekilde olmazken son kalan yumurta ile şaşkınlıkla lavabonun içinde kalan kırık yumurta kabuklarına baktım.

“Bu yetmez,” dedim umutsuzlukla. Evden çıkıp tekrar buraya girmem riskli olacaktı. Evden çıkamazdın. Tekrar gizlice girmem zor olabilirdi. Yakup abinin beni burada görmesi iyi olmazdı.

Buz dolabına kayan bakışlarım ile utandım. Dolabına bakmam kabalık olur muydu? Üzerimin haline bakıp güldüm. Her yanım un içindeydi ama bir türlü pastanın kıvamı tutmuyordu.

Adamın evine girip mutfağında pasta yapıyorsun diyen yanım ile düşüncem biraz yumuşadı. “Ama onun için yapıyorum, bence bir şey demez, yani umarım.” diyerek ilerleyip buzdolabının kapağını tuttum. Kararsız kalsam da buzdolabının geniş kapısını kendime doğru çektim.

Gördüklerim ile şaşkınca gözlerim açıldı.

“Vayy canına, Ali Asaf sen gerçekten aşçı olmalıymışsın.” Buzdolabının içinde birkaç çeşit yemek, minik saklama kaplarında yer alırken aradığım yumurtaları bulunca mutlulukla kapıyı kalçam ile kapattım. Yumurtaları masanın üzerine usulca bıraktım.

Bu sefer adım adım ilerlemek için videoyu durdura durdura yapmaya karar verdim.

Yumurtanın sarısını ve akını farklı kaplara ayırıp talimatları bu sefer daha dikkatli dinlemeye başladım. Yoksa evde yumurta namına bir şey bırakmayacaktım.

Videoyu oynatmaya başladım.

“Nefis yemek tariflerine hoş geldiniz…” kadının sesi ile yıkadığım kabı önüme aldım.

“Hadi bakalım,”

Uzun uğraşlarım sonucunda ne kadar vakitin gittiğini bilmesem de sonunda kekin hamurunu, ayarladığım fırının içine yollamıştım ama yanı başından ayrılamıyordum.

“Lütfen güzel ol, olur mu?”

Fırının içinde kabaran pandispanya bakıp elime aldığım telefonun üzerindeki unları temizleyip ekrana baktım.

“Saat iki mi?” Şaşkınlığım dilime vururken vaktin ne kadar çabuk gittiğine şaşırdım daha pastamın süslerini bile ayarlamamıştım.

Hızlıca etrafıma bakınıp fırının önünden kalktım. Vakitim azalmıştı. Pastanın kreması için dolapta bulduğum küçük tencereyi, mat granit tezgâhın üzerine koydum. Süt, vanilya, yumurta ve biraz da şeker ekleyip ocağın başına gelerek videodaki gibi kremayı durmadan karıştırmaya başladım. En azından pandispanya pişene kadar pastanın kreması hazır olurdu.

Giyeceğim elbiseyi bile yanıma getirmiş her şeyi ayarlamışken iyi ki getirdim diyordum. Çünkü resmen bir una bulanmadığım kalmışçasına her tarafımda un lekeleri bezeler halinde sarılmıştım.

Biraz daha karıştırıp kıvam almasını sağladım.

Krema olunca ocaktan alıp soğuturken, pandispanyamı da fırından çıkardığımda soğumak için kenara bıraktığım yerden aldım. “Evet her şey hazır, sadece minik dokunuşlar kaldı.” derken halime gülmeden edemedim. Her şeyi ile güzel olmuştu ve onca vaktime değecekti.

Gülen dudak kenarlarımın hissiyatı ile utandım. Sahi Alisya, Ali Asaf geldiğinden beri ne kadar sık gülüyorsun. Ben bile şaşırıyordum.

Üzerimdeki beyaz unlu halim, dağınık saçlarım ile dağılmıştım ama onun için değerdi. Aklıma hediyesi geldikçe kalbim ben buradayım dercesine çarparken kuruyan dudaklarımı ıslattım.

Bugün ona bir itiraf yapacaktım ve bu hayatımın itirafı olacaktı. Düşüncelerimi biraz daha içimde tutup işime odaklanmaya çalıştım. Önce şu dağıttığım mutfaktan başlamalıydım. Resmen içeride küçük bir savaş çıkmışçasına etrafı dağıtmıştım.

Etrafı toplayıp bulaşıkları güzelce makinaya yerleştirdiğimde aldığım şeker hamurunu masanın üzerine yerleştirdim. Pastanın etrafını turuncu bir şeker hamuru ile kaplayıp üzerine küçük birde mavi kelebek yapacaktım.

Hem hayatıma bir güneş gibi girdiği benimde onun için bir kelebek gibi etrafına konduğumu simgeleyen küçük minik bir kelebek.

Beni sarmalayan, koruyan güven veren bir pastaydı.

Şeker hamurunu yapmadan önce pastayı kesip aralarına kestiğim meyveleri ve kremayı güzelce sürüp kapattım. Aralarına kestiğim meyveleri de yerleştirdim. Şeker hamurunu yuvarlak bir şekilde kesip pastanın son dokunuşu olan minik kelebeği de yerleştirdiğimde kalan krema ile pastanın üzerine yazmam gerekeni yazdım. Yazılanları titreyen parmaklarım ile bitirdiğimde parmaklarımı pastanın üzerinden usulca çektim.

Ve yaptığım şahesere gülümsedim.

İyiki Doğdun Asafım

“Yaa ama bu çok güzel oldu.”

Telefonumu çıkartıp pastanın bir fotoğrafını çektim. Anı kalsın diye de minik bir videoya aldım. Video ekranına bakarken gülümsemeden edemedim. “Evet, bugün çok güzel bir gün benim için…,” elim ile pastamı işaret ettim. “ve bu güzel pastanın sahibi de geldiğinde günüm daha da güzel olacak. Çünkü,” derken kameraya doğru yaklaşıp güldüm. Sanki beni duyan varmış gibi kısıkça mırıldandım. “Bugün Ali Asaf’ın doğum günü.” Çarpan kalbim ile devam ettim.

“Ben ona bugün bir itiraf yapacağım.” Elimi dudaklarıma paravan yaptım. “Ona sevdiğimi söyleyeceğim…” diyerek kıkırtım artarken videoyu sonlandırıp telefonu cebime yerleştirip pastayı soğuması için buzdolabına kaldırdım.

Gelene kadar dolapta dururdu. Bir haber bekliyordum o haberle beraber hazırlığını yapmak için tekrardan mutfağa gelecektim. Eve geldiğinde beni salonda bulması için hiçbir iz bırakmayarak mutfağı temizlerken aklıma gelenler ile kutuların içine bakınmaya başladım.

“Allah kahretmesin kibriti unuttum.” Anlıma çarpan elim ile mutfak dolaplarına baktım. Çekmeceleri açıp kapatırken aradığımı bulamıyordum.

Yoktu, bu çocuk bu yemekleri neyle pişiriyor diye ocağa baktığımda dokunmatik ekran ile yüzümü buruşturdum. Olmazdı.

“Off Alisya! Nasıl unutursun çakmağı?” diye hayıflandım. Çakmak, kibrit hiçbiri olmazken düşen yüzüm ile kutuları alıp usulca mutfağın kapısını kapatıp etrafıma baktım.

Ben şimdi evinde nereden bulacaktım çakmağı?

Merdivenlerin üst katına gözüm çıkarken kendi balkonunda sigara içtiği gece aklıma geldi. Evinde çakmak bulma umudu ile telefonuma baktığımda beklediğim mesaj ile hızlıca Asya’nın mesajının üzerine tıklayıp açtım.

Alisya, dediğin gibi abimi aradım ve bana yolda olduğunu söyledi. Belki de çoktan eve yaklaşmış bile olabilir. Gününüz güzel geçsin. diyerek sonunda attığı kalpli emoji ile gülümserken mesajı tekrar okudum.

“Eve mi geliyor?” Üzerimdeki kıyafetime baktım. “Hazır değilim, en önemlisi çakmak yok!” Panikle boş kutuları da yanıma alarak Asya’nın mesajına cevap yazıp cebime telefonumu attım.

Merdivenleri hızlıca çıktığımda açık bir oda ile o tarafa doğru ilerledim. Ali Asaf birazdan evinde olacaktı.

Önce üzerime aldığım kırmızı elbiseyi giymek için kapıyı ardımda kapattım. Etrafıma baktığımda burasının Ali Asaf’ın odası olduğunu gördüm. Asya’nın odasına girmeyi düşünürken girdiğim oda onun odasıydı.

Tatlı bir kızarıklık yanağımda peyda olurken sıcaklık ile yatağına doğru baktım. Simsiyah çarşafı yatağın üzerine serilmiş, her şey düzenli bir şekilde yerli yerindeydi. Düzen takıntısı varmışçasına her şey düzenli bir şekilde duruyordu. Hoş iş yerinde bile kendi odasını düzenli bir şekilde bırakıyordu.

Buram buram burnuma dolan tarçın kokusu, kendisinin hala burada olduğunu belirtirken derin bir nefesi içime doğru çektim.

Ali Asaf’ın yolda olduğu düşüncesi ile kapalı gözlerim hızla açıldı.

Vaktim yoktu birde çakmak bulacaktım. İçerideki bir kapı daha görünce o tarafa doğru yöneldim. Banyo olduğunu tahmin ettiğim odaya hızlıca girip kapıyı ardımda kapatıp üzerimdeki kıyafetlerimi çıkardım. Her tarafım un olmuş yanaklarımdaki un lekelerini de aynaya bakıp silerken topladığım saçlarımı açıp salık bıraktım.

Parmaklarım ile saçlarımı tarayıp baktığımda dalgalı duran saçlarım ile daha iyi olmuştu. Üzerime aldığım kırmızı elbiseyi giyerken aynada kendim ile göz göze gelmedim.

Hafif bir makyaj ile yüzümü toparlayıp kendime gelerek eşyalarımı bir kutuda topladım.

Gözüm telefonumun saatine takıldı. Saat yediyi biraz geçerken hızlı olmak için girdiğim banyodan çıkıp tekrardan odasında etrafıma baktım. Telaştan hiçbir şeyi görmezken banyoda bıraktığım kutuları girip aldım.

İzinsiz bir şekilde odasında takılmak hoşuma gitmezken kapıdan çıkacakken durdum. Adımlarım, gördüğüm zippolu çakmak ile yatağın yanındaki komodine doğru giderken gülümseyerek yatağın yanına doğru yürümeye başladım.

“Bingo.”

Aradığımı bulmuştum, bu işe yarardı. Çakmağı alacakken bir şeyi fark ettim.

Çok tanıdık gelen bu hissiyat sanki o an korkumu da başlattı. Dudaklarımdaki tebessüm çukurum titreyerek düz bir çizgi halini alırken gördüğüm fotoğraf karesi ile titreyen parmaklar ile çakmağı bırakıp ona doğru uzandım.

Elimin arasında gördüğüm çerçeve ile ellerim titremeye yüz tuttu.

Bu nasıl olurdu?

“Bu imkânsız… Bu nasıl olur…Hayır olamaz böyle bir şey?” Parmaklarımın arasında kavradığım çerçevede gördüğüm yüz ile acı yutkunuş boğazımda bir kılçık gibi kalarak canımı yakarken gördüklerimi idrak edemedim.

Bu nasıl olurdu?

Ellerimin arasında hayatımın gerçeğini tutuyordum. Benden saklanan rüyalarımda gördüğüm kadın… Şimdi ellerimin arasındaydı.

Neler oluyordu? Bu kadın kimdi ve bu odada işi neydi?

Dönen başım ile yatağın soğuk yüzeyine doğru çökerken çerçeveye daha dikkatlice baktım. Donuk kalmış kalbim şokla çarpıldı. Bu imkansızdı.

Ali Asaf fotoğrafta yanındaki bir kadına sarılıyordu.

Sorun o değildi. Sorun hiçbir şekilde o değildi.

Titreyen dudaklarım ile fotoğrafa tekrar baktım. Rüyalarımda gördüğüm Ali Asaf ve annem dediği kadınla birlikte bu fotoğraf karesinin içinde bana bakıyorlardı. İdrak etmekte güçlük çekerken çerçevenin altındaki minik el yazısı ıslak kirpiklerimin arasından okumaya çalıştım.

Ağlıyor muydum? Gözlerimdeki ıslaklığı çekip yazıyı okudum.

Canım annem ve minik Asyam.

Titreyen dudaklarıma söz geçiremezken başımı taşıyamayarak öne doğru eğildim. “Nasıl yani rüyalarımda beni koruyan, kurtaran…Ali Asaf dediğim kişi…bu benim sev-sevdiğim kişi mi?” titreyen ellerime dudaklarımda eklendi. “Bu nasıl olur? Neden?... Neden?...”

Sonu gelmeyen cevabı olmayan sorularım, cevapsız kaldı. Odanın içinde gerçekler ile boğuldum.

Çerçeveyi tutan parmaklarımın arasındaki fotoğrafı sıkı sıkı tutarken gördüğüm kadın ile iri bir damla gözümden aktı gitti.

Çerçevenin yüzeyine düşen iri tanem ile ardına biri daha eklendi.

“Ali Asaf, rüyalarımdaki sensen, ben kime kendimi açtım…B-ben, ben sana o çocuğu anlattım… O zaman, b-ben, ben… beni seni sana anlattım.” derken inkâr etsem de gördüklerim rüyalarımdaki gördüklerim ile aynı kişilerdi. “Yok yanlışlık olmalı, eğer bilse söylerdi…söylerdi değil mi?” Çerçevenin içinde gülen gözler ile bana bakan insanlardan gözlerimi ayıramıyordum.

“Söylerdin değil mi…bana neden yalan söyleyesin!”

Düşünsem de aklıma bir şey gelmiyordu. Bu olanların hepsi deli saçmaydı. Benden saklaması için hiçbir neden yoktu ki? “Unuttum diye mi? ama ben hatırlamıyorum…zihnim izin vermiyor… Anlatsan bilmiyorum belki hatırlarım neden bir şey demedin ki?”

Sanki çerçevenin içinden bana cevap verecekmişçesine umutla bakıyordum.

Başımı inkarımca sağa sola salladım. “Olmaz bana bunu yapmış olamaz ki. O Ali A-Asaf. Neden böyle bir şey yapsın…” Çerçevenin içindeki gerçekler konuşuyordu ama dolan gözlerime seyirci kalmaya devam ettiler. “Söylerdi, beni tanıdığını. Olmaz… yok olamaz. Belki bir yanlışlık olmuştur…Neden söylemesin?”

Başıma giren sancılar çoğaldı. Kalbim sanki bir krizin geleceğinin habercisi gibi hızlanırken inkarım devam etti.

Kabullenemiyordum. Kabullenmek istemiyordum.

“Biliyordu beni biliyordu. Ona söylemiştim olmaz…bana bunu…” daha fazla kanmak isteyen sözlerim ile ıslak gözümü bir daha sildim. “Söylerdi…söylerdi…” sesim kısıldı. Sessizlik aslında en büyük cevap olarak avuçlarımın arasında duruyordu.

Benim için yaptıkları, beni bulduğunda korkusu aldığı Portakal çiçeğinin tanıdık hissi, karlı yolda ona tutunmam. Her şeyi biliyordu. Aklıma yaşadığımız anlar geldikçe gerçekler sanki yüzüme daha fazla tokat gibi çarpıyordu.

Başımın köşesine giren bir ağrı ile gözüm karardı. Önüme gelen boncuklu siyah karaltılar ile nefes almaya çalıştım. Çenemin titremesi ile diğer elimi güç bela kalbime doğru götürdüm.

“Sakin ol, derin bir nefes a-al. Sakin ol.”

Çenemin titremesi geçmezken yatağın yüzeyinden usulca kalkıp çerçeveyi komodine bıraktım. Islak göz yaşlarımı silip etrafıma baktığımda aslında en başından beri odada olan ama benim göremediğim duvarda asılı olan çerçeveyi de böylece görmüş oldum. Adımlarım o yöne doğru ilerledi.

Odaya girdiğimde görmemiştim ama şimdi korku ile o tarafa doğru ilerlerken sanki adımlarım geriye gidiyordu. Bu nasıl olurdu?

Ali Asaf ve annesi. Onlar benim gerçeğimdi.

Çerçevenin içindeki fotoğraftaki kadının sol alt köşesinde ismi yazılıydı.

Nil.

Aynı el yazısı ile yazılı olan ama kara kalem ile çizilmiş olan resim ile bir damla göz yaşım çenemin ucuna kadar ilerledim.

Demek annesinin ismi Nil’di. Titrek parmaklarım çerçevenin yüzeyine doğru gittiğinde başıma giren hafif bir ağrı ile elim alnımın köşelerini buldu.

Zihnim sanki hatırlamak için çarklarını zorlarken vücuduma artçı sarsıntılarını yollayıp sık sık nefes almama sebep oluyordu.

Bu fotoğraftaki kadın Ali Asaf’ın annesi olan kadındı ve ben… Başımdaki karıncalanma ile duvara tutundum.

Ben şimdi ne yapacaktım?

Bana neden söylememiş benden saklamıştı? Bu çok saçmaydı? Ailem peki ya onlar…

“Biliyorlardı.” Acı yumru boğazımı buldu. “Ben hariç herkes biliyordu.”

Annem babam ve abim tanıyorlardı hem de benim bilmediğim bir şekilde çok uzun yıllar önceden beri birbirlerini tanıyorlardı. Annemin sorularıma yanıtsız bırakıp kaçamak cevapları, babamın çıkışı, ben beni aptal yerine koymuşlardı.

Bu çok fazlaydı, çok fazla.

Biraz kendime gelmeye çalışıp yaslandığım duvardan çekilip etrafıma bakındım.

Evden çıkmam gerekiyordu. Bunu öğrendiğimi şu an nasıl söyleyeceğimi bilemesem de bu evden çıkmak istiyordum. Her şey çok fazlaydı, her şey şu an çok fazlaydı. Bir an önce bu evden çıkmak istiyordum.

Gücüm sanki uzuvlarımdan akmış gibi güçsüz kalırken kendimde güç bulmaya çalışıp ilerlemeye başladım.

Odadan çıkıp kapıyı ardımdan kapattığımda kartonları elime alıp aşağıya doğru inecekken dış kapının açılma sesi ile ıslak gözlerle etrafıma baktım. Gürültü ile açılan kapıdan gelene bakmak isterken sesi ile adımlarım duraksadı.

Gelmişti.

Ali Asaf gelmişti.

Ben evinden şimdi nasıl çıkacaktım?

“Nasıl elimizden kaçarlar ya nasıl?” Ali Asaf’ın sert ve sinirli çıkan sesi ile kutuları sessizce kenara bırakıp adım atacakken bir adım sesi daha duydum.

“Abi önce bir otur sakin ol. İki hafta sonra her şey bitmiş olacak zaten. Yerini öğrendik, sadece suçüstü olması için polislere haber vereceğiz. Belgelerin hepsini tek tek imzalamış adının geçmediği belge yok. Önce bir sakin ol. Eğer kendimizi açık edersek her şey boka sarar. Belki geçmişteki olayı şu an aydınlatamayacağız ama en azından içeride olacaklar. En ağır cezayı alarak suçlarını çekecekler.” diyen Timuçin’in sesi ile duvara daha da sinip beni görmediklerinden emin olarak duyduklarımı sindirmeye çalıştım.

Ne hakkında konuşuyorlardı böyle? Kim hapse girecekti? Kalbim gerginlikle çalkalanırken ıslak damlaları, kuruyan yüzümden silip dinlemeye çalıştım.

“Şahin Akman dan… O… Özgür Akmandan alacağım intikam onlara keder ile dönecek. …” duyduklarım ile içimdeki kıymıklar yer değiştirirken kederim büyüdü.

Dedem ve babamla ne ilgisi vardı bu olanların, işten mi bahsediyorlardı? Neler oluyordu burada? Yanlış duymamıştım babamın ismi dudaklarından tiksinircesine çıkmıştı. Kısık sesi gelmezken biraz daha yakına gelip dinlemeye başladım.

“…Evet Alisya’nın şirkete gelmesini ben sağladım, şirkette karşısına planlı çıktım. Her şey bir oyundu... Aptal, bir oyun! Şirkete gelmesi, asistanım olması yanımda kalması. Her şeyi planladım.” Hızlı hızlı konuşurken sesi gittikçe sert çıkıyordu. Duyduklarımın hatti hesabı kesilmedi.

İşte o an kalbimdeki acım büyüdü.

“İntikamım için her şeyi planlamıştım… Her şey boka sardı. Ama şimdi işin içinden çıkamıyorum…” derken sesi normale dönerken yutkundum. Bir müddet sustular.

Onlar sustu ama kalbim gerçekleri öğrenmenin yükü ile ağırlaştı. Benimle oynamıştı. Beni kandırmış mıydı?

O yüzden mi beni tanıdığını söylememişti? Kalbim aldığı darbe ile acırken elim minik kaburga kemiğimin etten duvarını buldu.

Beni… diyemediğim ardını getiremediğim sözlerin gerçeği ile sessiz yaşlarım çoğaldı. Yaşlarım, genzimi yaktı. Mırıltısı devam ederken duyamadım. “Taki…” ne diyecek diye beklerken devamı gelmeyen sözleri ile benimde artık ondaki gücüm tükenmeye yüz tuttu.

Timuçin ne duydu ya da Ali ne duydu bilmiyordum ama sesim çıkmasın diye elimle ağızımı kapattım. Benim canım yanıyordu. Benim canım çok acıyordu.

Canımın köşesine koyduğum Ali A-Asaf neler söylüyordu? Her şey bir oyundu, ben kandırılmıştım.

Beni kandırmıştı benimle oynamıştı. Bu imkânsız diyen, bana baktığında kendimi dünyanın en değerli varlığı gibi hissettiren gözlerine ihanetti.

Benimle oynamıştı.

“Abi,”

“Bugün yine o sevmedim lanet gün. Neden doğdum ki? Yanında olmadıktan sonra!... Nefret ettirdiler bugünden! İliğimle kemiğimle nefret!” dediğinde bir şeylerin çarpıp kırılma sesi geldi. “Onsuz kutlamanın ne anlamı var bugünün ha!”

Birkaç eşya düşme sesi ile titredim. Hissizleşen vücudumdu ama kulaklarım duymaya devam etti.

“Abi, dur!”

Kimden bahsediyordu, kimin yokluğuydu bu? Bu nasıl bir oyundu ki kalbimi bin parça etmeye yetmişti. Ben az önce gördüğüm geçmişimin varlığını sindiremezken bu olmazdı.

Sadece artık duyuyor tepkisiz çöktüğüm yerden dinlerken benim burada olduğumu bilmeden içindekileri birbirlerine döküyorlardı.

Ben ölüyordum onlar ise üzerime toprak atmaya devam ediyorlardı.

“Bir yıl daha huzursuz geçirdiğim yıl olmasın Timuçin!..” Sert sesinin tonajı değişirken artık biraz daha kontrollü çıkıyordu. “Her şeyi dediğim gibi yaptın değil mi? Belgelerin kopyasını bulabildin mi peki? Limandaki malların dosyalarını çıkarmış mı?”

“Evet abi gece dediğin adrese gittim ama bu limandakinden bir şey çıkmadı.”

“Nasıl çıkmadı, baktım orası doğru adresti.” Neyden bahsettikleri artık umurumda olmazken sadece artık daha fazla gerçeği kaldıramayacak olan bedenimi buradan çıkartmak için güç bulmaya çalıştım.

“Adres doğru ama sanırım bizim geleceğimizi sanki biliyorlarmış. Benim gittiğimde Yunus’a da haber verdim ama bir şey çıkmadı! Her şey usulüne göre işlenmiş bir sorun yoktu…Biraz daha zamana ihtiyacımız var ama önce şu videoyu izlesen daha iyi olacak işe yarar birkaç bilgi var.”

“Diğer planı yapacağız o zaman.” Keskin tonlu sesi kesilirken kısık sesli bir video sesi ile sadece merdivenin parmaklıklarına baktım. İnkâr etmiyordum ama artık gerçek dedikleri bu sözler vücuduma ağırdı.

Ben gitmek istiyordum, yüzleşmeye mecalim yoktu.

“Sen bunu bana neden önceden söylemedin?”

“Bu sabah öğrendim.” Timuçin’in sıkıntı çıkan sesi ile başımı aşağıya doğru çektim.

Etrafımdaki herkes benden bir şey saklamıştı? Yüzüme baka baka kandırılmış bu oyunlarına kanmıştım. Ne videosundan bahsediyorlardı hiçbir fikrim yoktu ama Ali’nin sinirli sesi ile hıçkırığımı yuttum.

“Şahin Akman, Özgür Akman bu video ile bitişlerini yazdılar. Artık oyunu başlat! Bütün kartlar elimde bakalım ne yapacaklar? Birazda ben seyredeyim oyun oynamak nasılmış?”

Hissiz çıkan sesindeki hüzün ekli olsa da hiç bu kadar sinirli görmemiş ve duymamıştım.

Bir süre sustular ya da bana öyle geldi, bilmiyorum. Artık bir şey bilmek istemiyordum.

“Hepsi bir toz tanesi gibi yer yüzünden silinmiş olmayı dileyecek. Yüreğime bu kor ateşi onlar soktular!…Lan ben doğduğum günlerimi kutlamıyorum... Pastadan nefret ediyorum!”

Ali Asaf’ın sesindeki tonu hiç bu kadar keder yüklü ve sinirli duymamıştım. Acı, sesindeki acı, kalbime saplanırken benimle oynadıkları zihnime doldu.

Sanki bir parçam ona bir parçam gerçeğe doğru çekilirken arada kopan canlarımın sancısı ile elimi başımdan çektim. Ağlamaktan başım ağrırken farklı bir ağrı da beynimi zonklatmaya devam etti.

Bana neden anlatmamıştı? Ben onlara ne yapmıştım ki beni bu kadar kederin içine sokmuştu? Peki bunca şey duymama oynamalarına rağmen neden kederim hüznüm içimde diriydi?

“Uykusuz gecelerim, onlara dert olduğunda gerçekler ile yüzleşecekleri gün olacak. İşte o zaman huzurlu bir uyku çekeceğim bir tanemin yanında.” dediğinde daha neler duyacaklar diye kulaklarımı kapatmak istesem de duymuştum.

“B-bir tanem.” Titrek dudaklarımın arasından dökülen sessiz sözcük tanesi sessizliğime karıştı. Ben neyin içine düşmüştüm böyle?

Ben nasıl bir oyunun içine düşmüştüm?

“Behzat amca sorup duruyor? İstersen bir eve uğra, gelmedin diye beni sıkıştırıyor.” diyen Timuçin ile çıkacak bir alan aradım. Odasındaki pencereden çıkamazdım. Evi oturduğum evin şeklinde değildi. İnmem imkansız olurdu. Ayrıca balkondan atladığım gibi anında karşılarında belirirdim.

Ben bu cehennem çukurundan nasıl çıkacaktım?

“Asla bilmeyecek. Babam bilmiyor, Timuçin ve asla da öğrenmeyecek. Ne gördüğümü gayet iyi hatırlıyorum, ailemi, canımı orada bıraktım.”

“N-ne!” Sessizliğimin sesi olan kelimem soldu. Kimi bırakmıştı? Yoksa fotoğrafta gördüğüm annesini mi?

Neler oluyordu bu evde?

“Biliyorum dostum…yanındayım.” diyen Timuçin’in adım sesleri ile duraksadım.

“Eyvallah…Bu meseleyi gizli tut. Babamın peşime taktığı adamları bir şekilde oyalıyorum. Sen o belgeleri ele geçirmeye bak.”

“Olmuş bil ama abi…peki Alisya, ona ne zaman diyeceksin? Ya da söyleyecek misin? Sor…” diyen sözlerini Ali Asaf kesti.

“O…bilmeyecek, hiçbir şeyden haberi olmayacak. Ne şimdi nede ileride hayatına intikam için girdiğimi ona söyleyemem. Bütün bunları kurmak için onun hayatına girdiğimi…bilmeyecek. Böylesi onun için daha iyi olacak.” Hakkımdaki sözleri sakladığı gerçeklerin belki bir nedeni vardır diyen diğer parçam da çatırdadı.

“Onun hiçbir şeyden haberi dahi olmayacak. Böylesi daha iyi.” dediğinde kulağımda çınlayan sesler çoğaldı. Bunlar neler diyordu? Daha ne öğrenecektim bundan fazlası da mı vardı?

“Abi bir haber daha var ama sinirlenme.” Timuçin’in sıkıntılı sesi ile kulak kesildim.

“Ne oldu?”

“Alisya,”

“Ne olmuş Alisya’ya.” Meraklı ve telaşlı sesi sanki beni merak etmiş gibi çıkarken artık neye inanacağımı şaşırdım. Beni neden merak ediyordu? Daha neyi merak ediyordu?

“Dün peşine taktığımız adamımız birisinin onu takip ettiğini görmüş.”

“Ne diyorsun lan sen! Ne görmüş? İyiydi bir şey mi yapmış? Lan ben dün yanındaydım, nasıl fark etmem!” Adım sesleri çoğalırken sanki odada yürüyordu.

“Dur bir sakin ol!”

“Nasıl sakın olayım, ne olmuş çabuk anlat!”

“Bir kâğıt parçası bırakılmış, sen yanından ayrıldıktan sonra.” Dediklerini artık kaldıramayan bedenim titreyerek son bir güçle ayağa kalkmaya çalıştım.

Buradan gitmek istiyordum, daha fazla bir şey duymak istemiyordum sadece gitmek istiyordum. Bedenim hislerim ile boğuşurken gitmek zor gelse de titreyen parmaklarım ile duvarın kenarını kavradım.

Korktum. İlk defa yüreğimdeki ateşten korktum. Yanıyordum ve yakmaktan korkuyordum. Kulaklarım bir şeyler duyuyordu ama ben algılamakta zorlanıyordum. Sadece duyuyordum zihnim işgal altında sancılanırken ayağım yükümü daha fazla taşıyamadı. Merdiven demirine çarpan adımım ile hızlıca kendimi tuttum.

Adımım ile sesleri kesildi.

“Kim var evde birisini mi bekliyordun?” diyen Timuçin’in sesi ile ne ara geldiğimi bilmediğim merdivenin ucunu sıkıca kavradım. Gücü içimde bulamıyordum.

Duyduklarımı ne sindirebiliyordum ne de bir şey yapmak istiyordum. Hissizdim sadece bu lanet evden gitmek, çıkıp def olmak istiyordum. Sadece adım seslerimi dinlerken ikisinin oynadığı oyunu ile yüzlerine bakmak istedim. Bana en başından beri oyun oynamışlardı ama ben sadece bu lanet evden çıkmadan önce yüzüne bakmak istiyordum.

Nefes alamıyordum artık burada nefes alamıyordum.

Ne kadar oldu artık zaman algım giderken merdivenlerden inmeye başladım. Yüzlerine bakmak istedim. Beni nasıl kandırdıkları, oyuna getirdiklerini görmek. Sadece bakacaktım ve bu evden def olup gidecektim.

Merdivenlerden inene kadar seslerini duymadım.

“Bence artık benim hakkımda daha fazla konuşmayın,” sesim ile ağır adımlarım vücudumu taşırken yüzlerinde gördüğüm şaşkınlık bunu doğruluyordu.

Gözlerimi sadece bir kişiye çektim…tek bir kişiye çektim. Canımın köşesine kalbimde odası bulunana. Beni yaralayana.

Gözlerindeki bakışlarda tonla duygu geçerken sadece geriye acı kaldı. Oda anlamıştı.

Ali, benim için artık Ali.

“Alisya. Sen burada mıydın?”

“Bak ne duydun bilmiyorum ama bir konuşalım.”

Timuçin bir şeyler derken sadece Ali’ye baktım. Sanki hipnoz olmuştum. Bir an gözlerinden geçen hüzün seli ile boğuldum. Gözler konuşurdu değil mi? Peki ben neden bu gözlerde kırgınlık görüyordum?

Beni mi deniyorlardı yoksa bir şey söylememden mi korkuyorlardı? Kime neyi söyleyecektim beni kandıran herkesti.

Gözlerinde gördüklerimi yalanladım. Beni kandırıyordu. Ona artık inanamazdım.

Bu yalandı beni kandırmaya çalışıyor, yalan. Sımsıkı kapatıp açtığım gözlerim ile gözlerine bakıp hayal kırıklığı ile acı bir tebessüm kondu dudaklarıma.

“Oyun bitti, sahne kapandı.”

Yüzündeki bakışlar donarken hissizdim. Gözlerinde gördüğüm hüzünde de hissizliğimi korudum. Gözlerinde filizler çağlansa da ne yapacağını bilemez bir halde gözlerime bakmaya devam etti. Gözümden bir damla yaş süzüldüğünde gözlerine oturan keder ile bir adım daha attım.

Beni durdurmaya çalışamadan yanlarından geçip kapıdan çıktım. Beni şu an durduramazdı, patlamaya hazır bir bomba gibi infilak edecektim. Burada kalamazken gücüm bana direndi. Etrafımdaki kararan havaya baktım. Ev dediğim moloz yığınına gidemezdim.

Gidecek bir yerim yoktu tek bir yer dışında. Oraya gidecektim.

Hiçbir şeyi umursamadan bahçe kapısından çıkıp sağ tarafa doğru yöneldim. İleride gördüğüm taksiyi çağırıp adresi verdim.

Sırtım aracın koltuğuna değdiğinde sanki dikenli tellerin üzerinde yürürcesine bir hisle doldum.

Üzerime bir ceket bile alamamıştım.

Sahil kenarında duran taksinin ücretini ödeyip dışarıya çıktığımda önceden geldiğim bankın oraya doğru ilerledim.

Hayatım boyunca hiç bu kadar hiç olmamıştım. Güçlükle banka oturduğumda sokak lambasının vurduğu denizin dalgaları da hırçınca kabarmaya başladı.

Nefes almak için geldiğim yer bile yeterli değildi, nefessiz kalmıştım. Kalabalığın içinde yalnız kalmıştım.

İntikamı, oyunu zihnimde dönüp durdu.

Ocak ayında olsak ta üşümüyordum, her bir hücrem sinirden, kandırılmışlık hissinden dolayı yanıyordu. Sadece bir an durdum ve baktım. Başka birisi böyle bir durumda olsa ne düşünürdü ya da böyle bir duruma düşmüş olur muydu?

Soğuk banka otururken sadece durdum. Ailem yalan söylemişti, Ali Asaf yalan söylemiş beni kandırmıştı. Eğer ki gidersem bir dalga kıyısında, bir deniz fenerinin gölgesinin ışığında arama. Gittiğim her köşe de bıraktığım izlerin gizleri ardımda saklar giderim. Unutma beni ya da…unut beni. Bunu yüreğimden kopup gelen bağrı yıkık çıkıntımdan söyledim uçsuz bucaksız hırçın dalgalara.

Unutma beni, kahru perişanım unutma beni. Varsın olmasın ama…unutma beni. Bu bu dayanılmaz yükü bağrıma bir de sen yükleme. Ellerim sızlar senin beni unutma düşüncen. Gövdeme kor ateşle dağlatır benden giden, köşesine çekilen gözlerin.

Bana bakmanı değil de görmeni istediğim içimde kendimden bile gizlediğim sırlarım ardından kopup gelip gördün sen beni.

Nasıl senden beni unutmanı isterim.

Ne yapmalı, gitmeli mi kalmalı mı?

Yıllarca seni unutan zihnimin her bir köşesi seni bana anlatacak anılar bırakırken nasıl senden giderim? Nasıl ki senden unutmanı isterim! Yaşaran gözlerimi ardı ardına tekrar sildim.

Şimdi bir köşe de yaşlarımın ardında öğrendiğim gerçekler ile seni anarken şimdi yanına gidip nasıl seni terk etmeyi istediği mi söylerim!

Kalbim ile zihnim arasında hiç böyle köşeye sıkışmamıştım.

Vücudumun her bir uzvu sen sen diye ölürken söylesene senden nasıl giderim ve nasıl isterim ki beni unut. Yıllarca bilmediğim bir sebep ile içim yanarken şimdi sırtımı nasıl dönerim! Her tarafım kuşatılmış bir köşe de sıkışmıştım.

Gitmeli mi kalmalı mı ne yapmalı?

Canım yandı. Canım hiç olmadığı kadar çok acıdı. Canım dediğim, canımı yakmış canımın canı yanıyordu. Can köşemi, yıllarca unuttuğum hatırlayamadığım andan beri yakıyordum.

Artık biliyordum. O rüyalarımdaki çocuk Ali Asaf’tı ama ben neden onu unuttuğumu bilmiyordum. Zihnimdeki kargaşaya yalanlar eklenmişti. Şimdi nasıl gidip konuşacaktım. Konuşmalar zihnimde film şeridi gibi dolaşırken ellerimle kulaklarımı kapatıp hırçın denize bakarak bağırdım.

“Sus, susun artık yeter! Konuşmayın artık! Duymak istemiyorum. Acıtmayın canımı artık duymak istemiyorum…İstemiyorum bunları duymak. YETER! Yeter, yeter…yeter.”

Zihnimin her bir uzvu sanki çıkacakmış gibi zonlayınca bankın kenarına tutundum.

Fısıltımı ben bile zor duydum.

“Yeter artık sus…duymak istemiyorum. Susun haklı çıkarmayın içimde kendinizi.”

Ağladım. Kararımı vermiş olmama son kez ağladım.

“Biliyorum haklı olduğunuzu…”

İçim çıkana kadar ağladım.

Kalbim biliyordu ki buradaki son ağlayışımdı. Kendim için kayıp geçmişimdeki o iki masum çocuk için, bilmediğim anılarım için, içim çıkana kadar bu kahrolası banka oturdum ve ağladım. Çevremde kim var kim yok umurumda bile değildi, sadece hüznü kederime ağladım.

Bana bunu neden yaptıklarını bilmediğim bu kadar canımı yaktıkları için ağladım. Oysaki ben sadece sevmiştim, sadece sevmiş.

Onunda beni sevdiğini düşünmüştüm. Çünkü gözler yalan söylemezdi. Gözlerindeki bir meftuna tutunmuştum ve şimdi bana her şeyin bir oyun olduğu tokat gibi yüzüm çarpıyordu. Gözler yalan söylemezdi. Gönlümü bir firariye kaptırmış, şimdi gerçekleri ile boğuşurken ağladım.

Titreyen dudaklarım artık durmuyorlardı bende durmaları için uğraşmıyordum. Artık titremelerimi durduracak kişi yoktu. Küçüklük anılarım geliyor diye sevinirken böyle bir şey beklemiyordum. Sandım ki rüyalarımda bana anılarımı veren o küçük çocuğu bulurum belki onunla konuşurum meğer başından beri aradığım kişi Ali Asaf’mış. Gözümün önündeki gerçeği göstermemiş.

Kalbim acıdı, bir insanın canı yandığında kalbi acır mıydı? benim acıdı.

Elim nefessizlikten boynuma doğru gittiğinde bana almış olduğu kar taneli kolyenin ucuna gitti. Bakışlarım kolyenin ucuna doğru indiğinde onu düşünmem bile titrememi dindirirken kendime ağladım.

Kolyeyi kopartacakken sinirle avcumun içinde sıktım. Biliyordu karı sevdiğimi biliyordu. Avucumun içinde kolyeyi sıkı sıkı tuttum.

Ona bağlanmıştım. Ona saf sevgimle, bütün içten duygularımla aşık olmuştum.

Yakarışımı bir ben birde boylu boyunca uzanan deniz duydu. Boğazımdaki ağır düğümü çözmek ise çok zordu. Aklıma gelen diyaloglar, fotoğraf kareleri gelirken ıslak gözlerimi silip sanki birisi zihnimin fişini çekmişçesine tek bir duyguya odaklandım.

Sinir.

Şu an bana yaptıklarını onlara çektirmek istedim.

Yüzleşmek istedim ve çekip gitmek. Bu kadar geçen onca zaman yalan değildi. Yalan olamazdı. İnkar etmek istedim. Olmasındı. Çocuk yürekli kalbim bu gerçeğe ağırdı.

Gözlerime yaşlarımdan farklı bir su damlası dökülünce başımı gökyüzüne çevirdim. Yağmur yağmaya başlamıştı. Çiselese de iri taneler çoğaltarak beton zemini ıslaklığına boyamıştı. Ağlamalarıma bir de yağmur eşlik etti.

Beni kandırmıştı neden? İntikam niyeydi? Hiçbir şey soramamıştım. Kaçmıştım. Gerçeklerden, olacaklardan, her şeyden…Kaçışımda korkularım vardı. Daha fazla duyacaklarımın beni yıkmasından korkarcasına kaçtım.

Sanki bir gerçek daha duyarsa kalbim infilak edecekti. Bu korku beni kaçırdı oradan.

Belki de duyacaklarımdan, beni bu kadar korkutan geçmişin nareleriydi. Öğrenmediğim her saniye boğazıma bir düğüm daha atılırken öğrendikçe boğazımdaki kıymıklarda sivrileşiyordu.

Bu gerçek beni boğuyordu, nefes aldırmıyordu. Çıplak tenime değen yağmur damlaları ile çoktan ıslandığımı anladım.

Deniz kenarında otururken artık ne düşüneceğimi şaşırdım. Şimdi ne yapacaktım? Beni kandırmış yüzüme baka baka yalan söylemişti. Dudaklarım titremesi azalırken ıslanan kıyafetime baktım.

Ona bugün onu sevdiğimi söyleyecektim. Dudaklarım titredi beni öpmüştü. Bana bunu neden yaptı? “Neden yaptın, Ali Asaf?”

Suç işlemişim gibi titreyen bütün uzuvlarım bana ihanet edercesine kendilerini özgür bırakırken kendime sarılmayı denedim.

Eskiye dönüp yine kendi sığınağım kendim oldum ama bu sefer yetmedi. Titrek parmaklarıma baktım. Açtığım avuç içim yandı, benim avuç içlerimden öpmüştü.

Kısa bir anda olsa bana geçmişimin penceresi olmuş anılarımı almama anahtar olmuşken baktığım her yerde anılar vardı.

Konuşacaktım. Kaçışım yoktu. Kaçtığım bütün sokaklarım Ali Asaf’a çıkıyordu. Bu isim. Benim hüznü kederimdi. Artık içimde bile ismini yan yana getiremeyecek olmak hüznü kederim oldu.

Cesaretimi toplayıp buradan kalktığımda yüzüne karşı konuşacaktım. Neden bunu yaptığını soracak cesareti topladığımda yanına gidecektim. Ama şimdi değildi.

Şimdi değildi, sen köşem bu kadar acırken değildi.

Telefonumu kökten kapatıp hırçın denizin dalgalarına baktım. Varım yoğun duygularımdı. Ona saf, bir deniz gölgesinde ısıtıp önüne sunduğum sadece sevgimdi. Sevgim yanıyordu, neden böyle olmuştu? Neden beni kandırıp onu sevmemi sağlamıştı? Neden beni sevdiğine kanmamı sağlamıştı?

Nedenler okyanusunda boğuluyorum.

Ne kadar süre o bankta oturdum bilmiyorum ama etrafımdaki insan sayıları azaldı. Yağan yağmurun altında durmamak için kaçışan insanlar, ya da artık ıslanıp yürümeye devam edenler… vakit geçtikçe azaldı.

Yağmur yağmaya devam ederken ardımda duran aracın ışıkları ile yaşların kuruduğu gözlerim acıyla kısıldı. Aracın içinden kim çıktıysa kapı sertçe örtüldü.

Derin bir nefes aldım.

Gelen kişiyi tanıyordum. Kokusunu hala tanıyor olmak canımı yaktı. Adım sesleri hızlıca yanıma ulaştığında da hissizdim. Sadece hırçın denizin dalgalarının beton zemine vuruşu ile yükselen denizi izledim.

Adım sesleri çoğalırken yanıma gelip durdu.

“Bin arabaya.” dedi sadece.

Başım usulca yanımda dikilen elini uzatan Ali’ye baktı. Ardından uzattığı tutmam için uzattığı eline bakışlarımın düştüğünü görünce eli usulca yanına düştü.

“Sen ne yüzle karşıma çıkıyorsun!”

Kaçış yoktu, gelmişti. Artık hesaplaşma vaktiydi.

“Alisya, bin arabaya.” demesi ile ıslanmayan hiçbir yerim kalmazken sinirle ayağa kalkıp yüzüne karşı bağırdım.

“BİNMEYECEĞİM SENİN LANET ARABANA!” Bir adım bana doğru attığında bende geriye doğru bir adım attım. “Git…sadece git. Beni yalnız bırak.”

Gök gürledi, yağmur hızını arttırdı. Hatırlıyor musun Ali bir yağmurlu günde seni ilk defa görmüştüm. Belki o günde planlıydı, her şeyin planlı olduğu gibi. Zihnime dolan anılarda artık acı vardı.

“Alisya ıslanıyorsun bin öyle konuşalım.” dediğinde titreyen dudaklarımı ıslattım. Dalga geçer gibi bir de yüzüme bakıyordu. Hangi yüzle buraya gelirdi. Artık hiçbir şeye şaşırmayacağım derken beni bulmasına da şaşırmadım.

“Konuşalım öyle mi, ne konuşacağım seninle. Sen…” benim geçmişimdin, benim çocukluğum diyecekken kelimelerimi yutup duyduklarımı söyledim. “Benimle oyun oynadın…beni kandırdın. Ben seninle ne konuşacağım!”

Bakışlarına oturan hüzün ile bakışlarıma bakmaya utandı sanki. Bir an çektiği kızıl gözlerle bakmaya devam ederken ayakta ıslanmaya devam ettik.

“Öyle söyleme.” dedi kısıkça. Pişman sesine karışmış gizem ile başımı gözlerine bakmadan dalgaya doğru çektim. Ona baktığımda haklı çıkmak için sebepler üreten gözlerine aldanmak istemedim.

“Git. Seni görmek istemiyorum.” desem de içimdeki ses konuştu. Gitme anlat beni sevdin mi? Beni öpen dudakların yalan mıydı?

“Bal…” dediğinde sinirle parmağımı ona doğru uzatıp uyardım. “Sakın. Sakın o kelimeyi söyleme, duymak istemiyorum,” keskin tonum artarken gerginlikle yutkundum. Sakinleştirici ilaçlarım yanımda değildi ve kalbim konuştukça çarpmaya devam ediyordu.

O kelime sadece anılarımdaki günahsız, suçsuz oğlan çocuğu olan Ali Asaf’a aitti. Ben o saf, masum çocuğa anlatmıştım kendimi gecelerce.

Gözlerine bakamasam da üzerindeki lekeli bir şeyler yağan yağmur ile belli oluyordu. Üzerine oturan takımında toprak lekeleri vardı. Yağmur lekeleri silmeye çalışsa da bazı yerlerde belliydi.

“Gitmeyeceğim, seni burada bırakmam. Hadi bin arabaya.”

Güldüm. Beni çoktan bıraktığını söylerken de böylemi görünüyordu? Islak kirpiklerim usulca aralandı. Bilmeden ona resmini göstermiştim. Ona kendi çocukluğunu anlatırken de susmuştu. Bilmediğim geçmişimin bir sırrı vardı ve sorsam da bana anlatmayacaklardı bu da bütün olanların kanıtıydı.

Gitmeyecekti konuşmak için açılan dudaklarını görünce çenemi diktim. “Peki, madem gitmiyorsun…ben giderim o zaman.”

Ardımı dönmeye kalmadan hızlanan yağmurun sesine kendi sesi karıştı. “Eğer, gidersen…babanı hapse attırırım!” dedi ilk duyduğumdaki sert ruhsuz sesi ile.

Hızla ardımı dönüp gözlerine bakmak gibi bir hata yaptım. “Yapamazsın,” dedim soluk soluğa. Yalan söylüyordu iyi de ona istediğini veriyordum işte daha ne diye bunu söylüyordu?

“Yaparım. Beni zorlama.!”

Aramızdaki mesafeyi bu sefer ben sıfırladım. Sinirden vücudum yanıyordu.

“Yapamazsın, buna hakkın yok!”

“YAPARIM.” diye sesini yükseltince sinirle gözlerinin içine baktım. “Yaparım...Tek bir sözüne bakar. Ağzından çıkacak tek bir söze. Öyle bir yaparım ki Alisya, sadece gitmene bakar. Tek bir adım benden gitmene bakar!” dedi soluk soluğa. Anlayamıyordum ona istediğini veriyordum. Ondan gidiyordum.

Kederle yüzüne baktım. Yüzü kireç gibi donuk sanki ardımı dönüp gitsem beni tutacakmış gibi temkinliydi. Kafamı karıştırıyordu.

“Ne istiyorsun sen benden ya? Ne? Hayatıma bir oyun için girdin, kendini sev…” dediğimde sanki göğsüme yumruk yemişim gibi sözlerimi durdurdum.

“Devam et,” dedi yakınırcasına. “Devem et.”

Bir adım geriye çekildim.

“Etmeyeceğim.” İki adımla yanıma ulaşırken yumru oluşan avcuma tırnaklarım battı. Başımı ondan uzağa denize çekerken çenemi tutup ona bakmamı sağladı.

“Devam et Alisya, cümleni bitir.” tuttuğu çenemi ellerinin arasından sertçe yana doğru savurup yüzüne bakıp sesim yükseldi.

“Etmeyeceğim…dediklerine inanmıyorum. Hayatından çıkacağım, artık beni tanımayacaksın. Herkesten sana EN ÇOK BEN yabancı olacağım. Anladın mı beni? Sizin bu pis oyununuza dahil olmayacağım. Artık değil! Beni artık kandıramayacaksınız.” İçimdeki nefreti kusarken gözlerime baktı. Gözünün içinde anlık gördüğüm ikilemden hızlıca gözlerini kaçırıp konuşmaya devam etti.

“Babanı düşünüyorsan, gitmeyeceksin. Hiçbir yere gidemezsin…” derken kollarımı tuttu. “Beni anladın mı? Gidemezsin, izin vermem.” Kollarımı tutuyordu ama sıkmıyor sadece gitmemden korkarcasına gözlerime bakmaya çalışıyordu.

Ne yapmalı gitmeli mi kalmalı mı? Zihnimdeki tufan gittikçe büyüyordu.

“Babam hapse girecek öyle mi? Sen dedin diye gitmeyeceğim öyle mi? Peki karşılığında ne istiyorsun. Senin için bunu kolaylaştırıyorum işte. SENİN HAYATINDNA BİR HİÇ GİBİ ÇIKIP GİDECEĞİM! Daha ne istiyorsun, beni tanımamış olacaksın…yaraladığınla bu cehennem çukurundan defolup gideceğim diyorum sana.”

Kollarımı tutan elleri sanki ateşe değmiş gibi üzerimden çekildi.

“Yapma, böyle söyleme.” Yakarışı yağan yağmura karıştı. Ondan sadece son bir şey istiyordum gitmeden önce gururumu yutacağım son bir şey. Gidecektim, beni kandırıyordu, babamı hapse attırmayacaktı. Babamın bir suçu olsa bilirdim. Bilirdim öyle değil mi? Artık kendimle de çelişsem de gidecektim. Son isteğimi de böylece söyledim.

Dudaklarım belki bu isteği istedim diye pişman olacaktı ama sadece son pişmanlığım olsun istedim.

“Öp beni!”

Yağmur hızlandı, kalbi bir kez daha attığı için yandım.

“Ne.” Bocalayan suratı sekteye uğrarken tekrar ettim.

“Öp beni.” Yüzümden çeneme yol alan yağmur damlalarının arasına bir göz yaşım daha karışırken gözlerine baktım. Bu yeşiller benim gidişim olacaktı.

“Bal…”

“Senden beni öpmeni istedim, Öp be..” cümlemi soğuk dudakları kesti. Soğuk parmakları hızla yanaklarımı kavrayıp çenemi yukarı çıkardı. Yağmurdan sırılsıklam olan bedenime çarpan bedeni ile gözlerimi sıkı sıkı kapatıp öptüm. Son kez öpüyordum.

Parmaklarım hırsla ceketinin yakalarını bulduğunda aramıza bir şey girmesin diye belimden kendine doğru çekti. Alt dudağımdaki ihtilali sürerken titrek dudaklarımı hareket ettirdim.

Son kez onu öpüyordum, gururum kenardaydı ama ben gitmeden önce gururumu hiç saymış Ali’yi öpüyordum. Benim olmamış Ali’yi.

Yağmur damlalarına karışan yaşlarım dudaklarımızın arasına karıştığında sanki benim değil de onun göz yaşıydı. Dudaklarımızdaki savaşımız sürerken aldığım tuzlu tat canımı yaktı. Daha sıkı yakasını kavradım. Etli üst dudağına öpücüğümü kondurduğumda bir an durdum o soğuk dudaklarda. Soğuktu her daim sıcacık olan bedeni üşüyordu.

Dudaklarına son kez dudaklarımı bastırıp nefes nefese çekildim. Kapalı gözlerimi açıp koyu yeşillerine çevirdim.

Gözlerindeki yeşillere son kez baktım. Gidecektim, hayatından bir toz tanesi gibi silinecektim. Canım yansa da bu oyuna devam etmeyecektim. Gözlerine bakarak belki dudaklarımdan sözcükler çıkmadı ama gözlerimde ne kadar anlamasa da ona doğru aktı.

Seni seviyorum Ali Asaf.

Sanki anladı, değişen bakışları kısıldı.

İşte o an artık her şey kabullendiğim andı. Duygumu geriye atmış ruhsuz bakışlarım dönerken ellerimi yakasından çektim. Biliyordu gidecektim. Beni bir daha göremeyecekti.

Parmakları bir adım geriye doğru çekildiğimde yanağımdan iki yanına doğru düştü. Yağmur yağıyordu biz ıslanıyorduk bir yağmur gecesi onu tanımıştım, bir yağmur gecesi onu terk ediyordum. Ne acıydı, bu kadar birbirimizi tanırken yabancı olmak. Yüzüne son kez bakıp arkamı döndüm.

Bir adım attım.

İki adım attım. Gidiyordum. Ne beni durdurmasını ne de bir şey yapmasını istedim. Bir adım daha attığımda ardımdan gelen sert adım sesleri ile bileğimden tutulup arkama dönmem bir oldu. Sinirle çatılan kaşlarına anlamsız bakışlarım sürdü.

“Gidemezsin. İzin vermem!”

“Gideceğim, beni tanımamış olacaksın.”

Yorgundu bedenim. Her şeyi kaldıramayacak kadar yorgun. Bileğimdeki elini çekip kurtarırken haykırdım.

“Bırakamam.”

“Ne istiyorsun benden, daha ne istiyo…” cümlemin devamı gelmedi. Sert dudaklarının dudaklarıma örtülmesi oldu. Acı doluyduk ama acıma eklenen bir ateş vardı. Harlanan bir ateş. Yandığım kadar yakmak istediğim bir ateş. Dudaklarının sıcaklığına alışmak istemeyerek kendimi hızlıca çekip elimin kalkıp yanağını bulması bir oldu.

Vücudum acı ile kavrulurken avucumun içi yandı. Ali’nin başı yana doğru düşerken titreyen parmaklarıma baktım.

B-ben Ali’ye tokat atmıştım.

Bunu nasıl yapardım? Titreyen parmaklarıma bakarken acımı kendimden çekercesine avcuma etimi batırdım. Ona tokat atmıştım ama bütün uzuvlarımdaki ateşi ben çektim. Göz çukurlarım yandı.

Buna aldırmadı, bir adım daha yakınıma geldiğinde kendimde gidecek güç aradım.

“Gidemezsin, bırakmam seni.”

“Ne istiyorsun sen benden? Ne!” diye kısık sesimle konuşurken bakışlarımı ellerimden çekemedim. Taki boş sahil kenarında sesi yankılanana kadar.

“Karım olmanı.”

Duyduklarım ile bakışlarım yüzünden gözlerine çıktı.

Zihnim amansız bir kuyuydu. Her şeyi içine alan amansız bir kuyu. İkimizde sustuk. Sadece gözlerimiz konuşup kavga etmeye devam etti.

-Hep ağlamaklı mı bakar gözlerin, benim çehremde dolanırken. Ağlama, eğer çok zor geliyorsa…içinden ağlamak geliyorsa…ağlayacaksan da benim yanımda ağla. Ben alırım senden yüklerini, ben taşırım bu geçmişi, sen taşıma bu acıyı…bilme. Yaşlı gözler ile bakma. Acıtma sen olan yanımı, canımı.

-Acıyor, sen olan bendeki canım dediğim et parçam. Yanıyor içerde pare pare, kül olana kadar sen diye.

Neden bana yalan söyledin, inandırdın sendeki benim gerçeğim diye. Kalbi kırık goncam, ilk rüzgarında savruldu kırgın bakan gözlerimde. Kalbim acıyor beni sevdiğini sandım diye.

Ve bölümmm sonu canlarımm. Kalbim, bin bir parça. Yazarken bende bittim. Bölümü nasıl buldunuz?

Ali Asaf’ın neden böyle bir şey yaptığını da diğer bölüm öğreneceğiz ama şu sahneden nasıl çıkacağız emin değilim?

Bir diğer söylemek istediğim yakında askeri bir kurgu yazacağımı paylaşmıştım. Kitabın ismi ŞAFAK (Yeni Başlangıçlar) ile yakında sizlerle olacak. Onun da ilk bölümü yakında yayında.

Askeri kurgunun içinde bir askeri timimiz ve bir de doktorumuz var. Bakalım kader onları nerede karşımıza çıkartacak. Ben Panama da diyorum:) Neler olacağını öğrenmek isterseniz kitabı kütüphanenize eklemeyi unutmayın canlar.

Diğer bölümde görüşmek üzere.

Hoşçakalınnnnn.

….

 

 

 

Bölüm : 27.04.2025 13:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...