
Keyifli okumalar dilerim.
Bundan sonra yeni bölümün gelmesi için oy ve yorum sınırı olacak. Sınıra ulaşılırsa veya sınır geçerse bölüm gelecek.
Oy sınırı: 50 yorum sınırı: 30-40
Bölüm şarkıları; Melike Şahin; Deli kan, No1; Dünya gül bana, Hazan Vakti. İlyas Yalçıntaş;Dilberim.
"Karalar kana bulandığında, kırmızı beyaza yayıldığında, gece, siyahı kendine ev saydığında, kırlangıçlar kafese kapandığında, Deniz kızı, boğulduğu denizde nefes aldığında, siyah ve beyaz birleşince, gri her yere saçılıp siyah tüm evreni kapladığında, özgürlük... kanatları kesilir."
2008
Sessizce odasının camının önündeki mermere oturmuş, camdan dışarıyı seyrediyordu Nefes. Minik parmakları, camın üzerine dizilmiş, gökyüzündeki aya dokunmaya çalışıyor. Minik parmakları, ayın üzerine geldiğinde, dudaklarında sevinçle bir gülümseme oluştu. Koyu mavi gözleri parıldıyor. Aya uzanmış. Küçük bir çocuğun en büyük sevinci.
Akşamdı. Hava kararalı bir iki saat kadar oluyordu. Aylardan kıştı ve Nefes, odasında tek başına duruyordu. Annesi Suzan, yine her zaman olduğu gibi odasına çekilmiş, bütün bir günü orada geçirmişti. Günlerden pazardı. Nefes, birinci sınıf öğrencisiydi ve bütün gün çalışma masasının başında oturup öğretmenlerinin verdiği ödevleri eksiksiz yapmış, kitap okumuş ve resim çizmişti.
Yarın okula gidecekti. Çantasını her gün olduğu gibi, erkenden hazırlamış ve masasının kenarına, yere bırakmıştı. Şimdi ise, yemek saatinin gelmesini, Nigar ablanın gelip onu çağırmasını bekliyordu. Fakat zaman bir türlü geçmek bilmiyor, Nigar abla onu bir türlü gelip çağırmıyordu. Küçük kızın karnı fazlasıyla acıkmıştı. Karnından gurultu sesleri geliyordu. Karnından bir guruldama sesi geldiğinde Nefesin dudaklarından küçük bir gülüş kaçtı. Eli hemen ağzına gittiğinde gülüşüne engel olmaya çalıştı.
Çünkü bu evde gülmek bile ona yasaktı.
Karnından gelen guruldama sesleri ona komik geliyordu. Sanki karnını biri gıdıklıyormuş gibi gülüyordu. Bakışları tekrar cama döndüğünde, kafasını kaldırdı ve gökyüzünün tam ortasında yerini almış aya baktı. Gözleri, sanki baktığı şey karşısında büyülenmiş gibi büyüdüğünde, eli yine cama uzandı. İki elini hilal şeklinde yapıp birbirine birleştirdiğinde, camından küçük görünen ayı elleriyle yaptığı dairenin içine aldı.
"Evet! İşte böyle." Diye kendi kendine sevindi. Ona göre ay, artık onun avuçlarının arasındaydı. Bu, Nefes için daima en güzel ve gerçek anlardan biri olarak kalacaktı.
kim bilir, belki de tek güzel anı, ayı gerçekten de avuçları arasına aldığını sandığı andı.
"Gökyüzü, ay artık benim. Ayı geri istiyorsan önce bana yardım et." Diyerek sanki gökyüzüyle konuşuyormuş gibiydi.
"Gökyüzü, babama söyle, artık bana kızmasın." Derken sonlara doğru sesi kısılmaya başlamıştı. Gökyüzü, sanki onun sesini duymuş ve yardım çağrısını reddetmiş gibi, ay bir anda kızın içine aldığı dairenin dışına çıktı. Dairenin içinden biraz uzaklaştı ay.
Kız, bunun bir reddediliş olduğunu anlayamadığı için dudaklarında bir gülümseme oluştu. "Çok teşekkür ederim, gökyüzü." Dediğinde cama doğru yaklaştı ve dairenin hala içinde olan aya minik bir öpücük kondurdu.
Bahçenin kapalı, demir parmaklıkları olan kapısı, kapının önündeki iki siyah takım elbiseli korumalar tarafından açıldığında, Nefesin bakışları bahçenin girişine kaydı. Açılan bahçe kapısından içeri, siyah bir araba girdi. Araba bahçenin ortasına geldiğinde durdu. Açılan bahçe kapısı ise ardından geri kapandı. Arabanın şöförü, kapısını açıp arabadan indiğinde, ceketinin iki yanını tutarken hızla arabanın diğer tarafına küçük adımlarla koştu. Arabanın diğer tarafına geldiğinde, arka kapının kolunu tutu ve kapıyı açtı.
Açılan arabanın kapısından aşağı, Selim Soykan indi. Nefesin gözleri, babasını gördüğünde kalbi korku ile birlikte hızla atmaya başladı.
Bundan nefret ediyordu. Babasından korkmaktan nefret ediyordu. O babasından korkmak değil, babasını güvenli bir yer olarak görmek istiyordu. Babasının yanında korkmak değil, kendini güvende hissetmek istiyordu.
Selim Soykan kafasını yukarı doğru kaldırdığında, bakışları, camın önünde durmuş ve ona bakan Nefesi buldu. Yüzü ifadesiz bir haldeyken bir kaç saniye öylece Nefese baktı. Nefes, bu bakışlardan bile korkabiliyordu. Kafasını geri önüne eğdi selim Soykan. Eve doğru yürümeye başladığında, artık camın önünden ayrılma vakti geldiğini anlamıştı ve oturduğu mermerden atladı ve camdan ayrıldı. Perdeyi cama doğru çektiğinde, kapattı dışarıyı. Yatağının üzerine kendini bıraktığında, tavanı izlemeye başladı.
Yaklaşık beş-on dakika kadar sonra, odasının kapısı aralandığında, kafasını yana çevirip aralanan kapıya baktı Nefes. Gelen Nigar ablaydı. Yataktan hızla doğrularak kalktı, Nefes. Ayaklarını yataktan aşağı sarkıttı. "Nefes, hadi gel kızım. Yemek vakti geldi." Dediğinde Nigar abla, ayaklarını yere basarak ayağa kalktı, küçük Nefes. Odanın kapısına doğru yürüdü. Kapının önüne geldiğinde, Nigar abla uzandı ve küçük elini avucunun içine aldı. İkisi birlikte koridorun sonundaki merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenleri inmeye başladıklarında Nefes, elini duvara sürterek basamakları iniyordu.
Merdivenleri indiklerinde, Nigar abla onu mutfağa doğru götürmeye başladı. Mutfağa giderken Nefesin bakışları özenle ve kusursuzca kurulmuş yemek masasını buldu. Gözleri, o masadaki, baş köşedeki sandalyenin sol yanında duran boş sandalyede durdu. Orada olmak istedi, Nefes. O sandalyeye oturmayı. O masada yer etmeyi. O özenle kurulmuş sofrada afiyetle yemek yemeyi. Annesi ve babası ile birlikte, ilk defa bir akşam yemeği yemek istedi. Fakat Nigar abla, "Nefes hadi. Babanlar aşağı inecek şimdi." Dediğinde, o boş sandalyeye dalan bakışlarını nihayet ayırdı ve mutfağa girdi.
Nigar abla, onu mutfaktaki küçük masaya doğru elinden hala tutarken getirdi. Sandalyeyi Nefesin oturması için geriye çektiğinde, sandalyeye oturdu Nefes. Nigar ablanın, kendisinin yemesi için hazırladığı yemek tepsisine baktı. Bugün yemekte Selim Soykanın sevdiği yemek yapılmıştı.
Kapuska. Ve yanına da cacık ile birlikte bir de mantı yapılmıştı. Nefes kapusakyı çok sevmezdi. Nefret etmezdi ama yemeyi de çok tercih etmezdi. Lahana dolmasını severdi ama onun kapuska halinden nedenini bilmediği bir şekilde pek hoşlanmıyordu. Yemedi tepsideki yemekleri Nefes. Nigar abla mutfaktan çıkmıştı. Tepsiyi eliyle ileri doğru ittiğinde, oturduğu sandalyeden kalktı. Mutfaktan çıkmak için mutfağın kapısına doğru yürürken, içinden bir ses ona sessizce yerine geri dönmesi gerketiğini fısıldıyordu.
Fakat, Nefes bunu umursamadı ve mutfaktan çıktı. Bakışları boş masayı buldu. Daha kimse aşağı gelmemişti. Bakışları bir boş masada, bir de merdivenler arasında kısa bir süre gidip geldi. İçinde nedensiz bir huzursuzluk hissi varken, bakışları o sandalyede durdu. Orada olmak istiyordu, Nefes. Orada oturmak. O masada yemek yemek. Annesine karşılıklı oturmak. Babasının yanında olmak. Adımlarını masaya doğru atmaya başladığında, masanın yanına gelmişti. Hemen baş köşede olan sandalyenin solundaki sandalyeyi sırt kısmının yanlarından tutarak geri çekmeye çalıştı oturmak için.
Sandalyeye oturmak için masadan destek aldı ve büyük bir heyecan ile umutla sandalyeye oturdu. Heyecanla parlayan gözleri, masanın üzerine özenle dizilmiş içi yemeklerle ile dolu tabaklarda gezindi. Önündeki boş servis tabağının yanına düz bir şekilde dizilmiş çatalı aldı eline. Çatalını hemen önünde duran tabaktaki kapuskaya doğru uzattığı esnada, hiddetle duyduğu sesle yerinden hoplayı verdi.
"Nefes!" Diye büyük bir öfkeyle ona bağıran babasının sesini duyduğunda, kapışmaya batırmak üzere olduğu çatalı korkuyla elinden düştü. Sertçe yutkunduğunda, ürkek bakışları arkasındaki babasına döndü. Eve geldiğinde üzerindeki kirli kıyafetlerini üzerinden çıkarmış ve temiz kıyafetlerini giyinmiş, dağılmış saçlarını ise tarakla özenle yana doğru taramıştı Selin Soykan. "B-baba" dedi Nefes korkak bir sesle. Selim, öfkeli adımlarını ona doğru atmaya başladığında, içindeki o huzursuzluk hissi tüm vücudunu kapladı Nefesin.
Oturduğu sandalye sanki onu Selimden sağlayabilecekmiş gibi arkasına korkuyla saklanıp ellerini göğsünde buluşturdu. "Nasıl oturursun lan benim soframa!" Diye gürlediğinde, Nefesin zayıf kolunu tutarak onu sindiği sandalyeden bir hışımla kaldırdı Selim. Neye uğradığını bilmeyen Nefes, kolunu sıkıca tutan babasının karşısında ayakta durdu. Selim, kızının kolunu o kadar sıkı tutuyordu ki zavallı kız şuan kolunun acısından oturup ağlayabilirdi. Ki zaten gözleri dolmaya başlamıştı.
"Baba, kolum acıyor." Dedi, küçük bir yakarış eşliğinde, Nefes. Gözlerini öfke bürümüş selim, sofrasında asla yeri olmayan ve de olmayacak kızın sofrasına, izinsiz ve kendisinden önce oturmasını hazmedememişti. "Nasıl cürret ettin sofraya benden izinsiz oturmaya!" Diye bağırdı selim. Küçük kızın içindeki korku, baktığı gözlerde gördüğü nefretle biraz daha büyüdü.
"Ben, s-sadece sizinle yemek yemek istedim." Dediğinde, küçük bedeni korkuyla titremeye başlamıştı. Dolan gözlerinden yaşlar artık aktı akacaktı. "Sen kim bizimle yemek yemek kim?! Sen kim, benim soframa oturmak kim?!"
İçi cız etti, Nefesin. Dolmuş gözleri, asla ama asla yerinin olmadığı masaya döndü. Bir ip vardı sanki içinde bir yerde. Ve o ip, sanki bir bıçakla kesilmeye çalışılmış gibi bağı gevşedi. Kolunun acısıyla boğazında oluşan yumruya daha fazla dayanamadı. Yaşlar, gözlerinden akmaya başladığında, içi kocaman ve asla da yeri dolmayacak bir boşluğa ev sahipliği yaptı. "Belli," dedi, Selim sıktığı dişleri arasından sinirle. "Sen akıllanmayacak ve kuralları hep unutacaksın. Ama sana öyle bir ceza vereceğim ki. Bir daha asla kuralları unutamayacaksın!" Dediğinde, tutuğu kolundan çekiştirerek Nefesi, peşinde götürmeye başladı. Onu, evin bodrum katına götürmek için aşağı inen merdivenlere sürüklüyordu.
Nefesin korku dolu bakışları ve yaşlı gözleri, merdivenin son basamağında durmuş, ellerini telaşla önünde birleştirmiş, onlara çaresizce bakan annesi, Suzanı buldu. Suzanın korkan ve ağlayan gözlerine baktı. Nefes, annesine onu kurtarması, ona yardım etmesi için bir umutla baktı. Mavi gözleri, yardım isteyerek annesinin gözlerinde takılı kaldı. Fakat annesi, onun yardım isteğine karşı hiçbir şey yapamadı. Nefes, hala küçük bir umutla annesine bakıyor, ondan yardım istiyordu. İçinde bir yerlerde yeşermekte olan umut, sonuçsuz kalacaktı.
Ama bunu bilmeyen küçük kız, yine de annesine yardım etmesi için yalvarır gözlerle baktı. Suzan, o akşam da kızının yardım yakarışına kayıtsız kaldı. Sesini çıkarmadı.
"Masaya geç, Suzan. Birazdan geleceğim." Dedi, Selim suzana tehdit dolu bakışlar atarken ve fazlasıyla uyarıcı bir sesle. Suzan, kızının korkuyla titreyen gözlerine baktı. Fakat kocasına karşı gelemezdi. Ona karşı gelmenin sonuçları, daima çok ama çok ağır olurdu. Bu yüzden, yüreği sızlaya sızlaya, kızının o korkuyla titreyen gözlerine baka baka, kocasının emrettiği gibi, masaya doğru yürümeye başladı. Gözleri, çaresizliği yüzünden dolarken, zar zor ayırdı bakışlarını, ona hala yardım etmesi için bakan maviliklerden.
"Anne" dedi, Nefes küçük bir umut ve yalvarış edasıyla. Fakat Suzan, çoktan masaya ulaşmış diğer tarafına geçmiş ve oturmak için sandalyesini geriye çekiyordu. Baktı Nefes. Ağlayan mavi gözleri ile annesine ve ne yaptığına baktı.
Ruhunda, bir çizik yarılandı.
O bilmedi, ama sızı vardı içinde.
Suzan, çektiği sandalyeye oturduğunda, kafasını önündeki tabağına eydi. Elini, biraz uzağındaki kapuska dolu tabağa uzattı. Tabağı titreyen eliyle aldığında, tabağına bir kaç kaşık doldurdu. Nefesin bakışları, az önce yemek istediği için çatalını uzattığı ve şimdi ise annesinin rahatlıkla tabağına aldığı kapuskaya kaydı.
Sertçe yutkundu.
Gözlerindeki o küçücük umut kırıntısı, yok olmak üzereyken, onu tutuğu kolundan çekiştirdi merdivene doğru selim.
Sesini çıkaramadı Nefes. Sadece annesine baktı. Acıdan kıvranan gözlerle annesine baktı. Fakat Suzan, kızının gözlerine bakmadı. Tıpkı, kocasının tehtid dolu isteği üzerine, tabağına aldığı kapuskadan ağzına bir çatal aldı. Acı bir tat Nefesin, boğazında yer etti. Genzi yandı, göz yaşlarına boğulmak ister gibi.
Kapuskada takılı kalan bakışlarını zoraki bir şekilde geri çekti Nefes.
O gece, kapuska yemeğinden nefret etti.
Nefes, o geceden sonra bir daha kapuska yemeğinin ne adını ağzına aldı. Ne de o yemeği yedi. Evde, her kapuska yemeği yapıldığında, aklına hep o gece geldi. O gece geldi ve bir kez daha genzi acıyla yandı. Gözleri doldu, nefesi kesildi. Çünkü, onun yemek isteyip de sırf izinsizce oturduğu sofra yüzünden yiyemediği yemeği, annesi karşısında rahatlıkla giyiyordu. Annesi, kızına yeni bir yara açıyordu.
Suzan, kızını yaralıyordu.
Selimin kolundan çekiştirmeleri sonucunda, iki katlı evin bodrum katına indiklerinde, daha küf kokusu şimdiden burnuna dolan kapının önünde duruyordu, Nefes. Duvarlarının boyası yeni yapılmış, o bodrum katındayken, kapalı kapıyı Nigardan getirmesini istediği ve elinde tutuğu anahtarla kilidini açtı Selim. Anında burna dolan keskin küf kokusuna karşı burnunu tiksintiyle buruşturdu. "Geç" diye ikazda bulunduğu Nefesin, kolundan hala tutarken onu tahammülsüzce odanın içine doğru attı. Küçük kızı öyle şiddetli yere attı ki. Sanki bir çöpmüş gibi. Dizlerinin üzerine sertçe düştüğünde, yerdeki duvara parçalarının üzerine düşmüştü Nefes.
Dudaklarından acıyla küçük bir inleme kaçtı. Çünkü üzerine düştüğü, duvarın parçaları, sertçe yere düşünce dizlerine batmıştı ve bu kızın canını yakıp, gözlerinin daha çok dolmasına yol açmıştı. Ürkek bakışları, arkasına Azrail'i gibi duran ve ona tiksintiyle bakan babasına döndüğünde, düştüğü yerde oturur bir pozisyona gelerek, acıyan dizlerini kendine çekerek ellerini acıyan dizlerine sardı.
"Senden gerçekten de tiksiniyorum." Derken, yüzünü karşısındaki çaresiz ve masum kıza buruşturarak tiksintiyle baktı. Babasının kendisinden tiksinişini iliklerine kadar, her bir zerresinde gözlerine korkuyla baktığında hissetti Nefes. Ve bunu hissetmek, yarıya kadar atılan çiziğini, ruhunda tamamlanmasına sebebiyet verdi.
Çiziğin oluştuğu yer, dizlerinin acısından da çok acıttı. Ruhsal ve hisseli bir acıydı küçük kızımla fakat, eli kesilse ve kanasa, belki de bu kadar acımazdı.
Sızı; Nefesin yaşantısında en büyük yere sahip olan şeylerden biriydi. Keskin bir sızı, onun hayatından hiç eksik olmamış, daima bir yerinde yer edinmiş. Asla geçmemiş ve kendini hep hatırlatmıştı.
Babasının ona tiksinerek bakışı, o akşamdan sonra bir daha aklından hiç çıkmadı. Gözlerinin önünden bir an olsun silinip de gitmedi.
Daha okulda onlara duyguları öğretmemişti. Ama Nefes, öğretmeninin daha öğretmediği tiksintiyi, babasının buluşturduğu suratında çok iyi öğrenmiş. Ve bu ifadeyi adı gibi ezberine kazımıştı.
Kendi için tiksinti dedi, içinden.
Sen, tiksindiricisin Nefes.
Selim, Nefesin üzerine doğru yürümeye başladığında küçük kız, korkuyla gerilemeye çalıştı. Babası, kızının karşısına geçip tepesinde durduğunda, üzerine doğru bir gölge gibi eğildi. Kafasını geriye çekecekken, çenesini sıkıca kavrayan parmaklarla irkildi. Selim, Nefesin çenesini sıkıca tutuğunda, tutuşunun şiddeti küçük kızın, daha süt dişlerini kırabilecek derecedeydi. Ve Nefesin canı yanıyordu. Gözleri, acıyla tekrar dolduğunda, yaşlar gözlerinden akmaya yine başlamıştı.
"Tüm gece burada kal da, o bit kadar küçük aklın başına gelsin." Dediğinde, kızın sertçe tutuğu çenesini bıraktı ve doğrularak geri çekildi.
ağrıdan uyuşmak üzere olan çenesine götürdü Nefes elini. Parmaklarının değdiği yerler acıdı. Hemen geri çekti ellerini. Selim, odadan çıkıp kapıyı küçük kızın üzerine kapatmadan önce, odanın dışarıda kalan prizini kapattı. Odanın ışığı kapandığında, kapıyı kızın üzerine kapattı ve kilitledi.
Karanlıkta kaldığında, hızla düştüğü yerden kalktı ve kapıya koştu Nefes.
"Baba!" Diye bağırdı. "Baba lütfen ışığı aç!" Dedi, korkarak. "Burası çok karanlık, baba!" Sesi, titremeye başlamıştı.
Korkuyla kapıya vuruyor, babasının kapıyı açması için ona yalvarıyordu.
"Baba! Fare vardır burada. Kalamam, karanlıkta!"
Son yalvarışlar ve haykırışlar daima çok can yakardı.
Arkasına döbemiyordu. Her an odanın bir köşesinden fare çıkacak korkusu ile kapıya yapışmış, kolunu tutumuş sanki kilitli kapı açılacakmış gibi kolunu aşağı indirilip indirip kaldırıyordu.
Fakat kapı, o gece sabaha kadar hiç açılmadı.
Küçük kız kapının açılmayacağını anladı. Sesini babası dahil annesinin de duymadığını anladı. Yere çöktüğünde, korkudan titreyen bedenine sığındı. Ayaklarını, karnına kadar çekti ve kollarını sıkıca ayaklarına sardı.
Gözlerinden yaşlar oluk oluk akarken, içinde yeşerttiği yeni umut, tutunduğu bir umut daha öldü. Öldürüldü. Umut kırıntıları, küçük kızın teker teker ölüyordu. Umuda küsüyordu.
Umut etmek, canını yakıyordu.
Canı, bunca zaman belki de hep yeni umutlara tutunduğu için yanıyordu.
Ağlamaktan derman kalmadı gözlerinde, Nefesin. Yaşlar kurudu gözlerinde. Daha fazla akmadı. Titremesi bir son bulduğunda, karanlığa hala alışamamış olsa da, gözleri uykuya doğru gidiyordu.
"Anne," diye mırıldandı cılız sesiyle.
"Hani sana her ihtiyacım olduğunda yanımda olacaktın?" Ağlamaktan kısılmış sesi, hırıltılıydı.
"Anne," dedi, bir kez daha. "Anne," diye sayıkladı defalarca kez.
"Çok karanlık. Ve ben, karanlıktan çok korkuyorum." Fakat sesini annesi duymadı.
Suzan, hiçbir zaman kızının ona seslenişini duymadı. Tıkadı kulaklarını, duymadı. Kapadı gözlerini, görmedi. Dilini yutmuş gibi, hep sustu.
Okula gidecekti. Bu evden tek çıkışı olan o okula gidecekti sabah. Fakat gidemedi.
yeri olmayan sofrada yeri olsun istemişti, olmamıştı.
Kapuska yemek istemişti, daha çatalı ağzına bile götüremeden bığazına dizilmişti lokmalar.
Annesinden yardım istemişti. Fakat annesi ona yardım etmemişti.
Bu, ondan kaçıncı vazgeçişleriydi.
🥀
Gözler, gönüldekileri dile getirimiydi? Dilin söyleyemediğini, gözler aöylermiydi? Kalpte sıkışıp kalmış aşkı, gözler, sıkıştığı yerden çıkarırmıydı?
Kalp, acıyı unuturmuydu?
İleri gitmek için bir adım attım.
Gitmek, hiçbir zaman kolay olamamıştı.
Ondan gitmek ise, tüm gitmelerin en zor olanıydı.
Bir adım daha attığımda, kara saplanan ayağım, sanki gitmeme engel olmak istemiş gibi geri çekilmedi.
Gitmek istemeyen tarafım, hep olduğu gibi yine ağır bastı.
Ayağımı battığı kardan çıkardığımda bir adım daha attım. Ardımdan küçük acılı bir inleme işittiğimde kara tekrar sallandı ayağım.
Alt dudağımı çaresizce dişlediğimde, gözlerimi yenilmişlikle yumdum. Yaşlar gözlerimden akarken, bedenim sanki büyük bir hevesle ona döndü. Yerde, karların içinde yatan adam, omzunu tutuyordu.
Senden gitmek, daima en zor şeydi, Karayel.
Senden gidememek ise, yaşadığım onca şeye ihanetti.
Yanına yanaştığımda yere eğildim. Yanında, karların üzerine diz çöktüğümde, derin bir nefes verdim.
"Neden gitme işini bir türlü beceremiyorsun?" Diye sorduğunda, alıp verdiği nefesler, sanki acısıydı.
"Çünkü gitmemi hiç istemiyorsun" dedim, boş boş ona bakarken. Kafasınu bana doğru çevirdiğinde, bakışları gözlerimi buldu. Kabullenişli bıkkın bir nefes verdi.
"çünkü," dediğinde sözü yarıda kesilir gibi oldu. Zorlukla yutkunduğunu gördüm. "Gitmek sana hiç yakışmıyor, Deniz kızı."
"Değil mi? Gitmek en çok sana yakışıyor. Sürekli beni ardında bırakıp gitmek en çok sana yakışıyor Karayel." Dedim, öfkeyle.
Dudakları düz bir çizgi halini aldı.
"İnan bana, Deniz kızı. Senden gitmek, her zaman en zor şey olmuştu."
Kalbim tekledi.
Boş boş gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Omzundaki kanama şiddetlenmişti. Sözlerinin artık bende herhangi bir etkisi yoktu. Ne canımı yakıyor, ne de içimi hoş ediyordu.
Boşluk; içimi esir almıştı. Kalbimi, avuçlarının arasına almış ve artık ben, hiçbir şeye tepki veremiyordum. Kendi kalbime sıktığım kurşun, hissizliği ele geçirmiş, yayılmıştı.
Kahverengi gözleri, maviliklerime her ne kadar acı çekmiyormuş gibi baksa da, tutuğu kanayan omzu ve ondan istemsizce seyiren yüz hatları canının yandığını belli ediyordu. Gözlerime uzun uzun bakarken, ben, sanki anın içinde kaybolmuştum. Kar üzerimize yağıyordu. Kana, kar yağıyordu. Kırmızıya, beyaz yağıyordu.
"Sen," dedi, belli belirsiz. Gözlerimden yaşlar yanaklarıma doğru süzülüyordu. "Sen ne Soykanın kızısın," yüzünü acıyla buruşturduğunda sözü yarıda kesildi.
Kalbine yakın bir yerden vurmuştum onu. Omzu ve kalbi arası bir noktada olmalıydı. Emin değildim. Ama akan kanlar, çabucak geçecek bir yaraya hiç benzemiyordu.
"Ne de," dediğinde tekrar durdu. Nefesi kesik kesikti. Göğüs kafesi hızla inip kalkarken, konuşmakta güçlük çektiği belli oluyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kalbim, göğüs kafesimi delip çıkmak ister gibi şiddetle atıyordu. Ellerim titrerken, yüzüne uzanmak için havay kalktı bir elim. Bir nefes alıp verdiğinde, sözlerine zoraki bir güçle devam etti. "Deniz kızısın." Gözleri, yavaş yavaş kapanır gibi olduğunda gözlerim korkuyla irileşti. Elim, yüzüne dokunmak için çok az bir mesafe kaldığında durdu. Kafası, güçsüzlükle yere daha çok yaklaştığında, gözlerini açık tutmak için çok çabaladığı belliydi.
"Sen," dediğinde kurumuş dudaklarını acıyla birbirine bastırdı. Eli omzunda çekilirken, gözlerime bakmak için direndi. Fakat dermansızlık, gözlerine gizlenmişti. Sesi, kesik kesik ve kısıktı. "Aykı-" sözü yarıda kesildiğinde, gözleri zayıflıkla kapandı. Havada asılı kalmış elim şiddetle titremeye başladığında, gözlerimden akmak üzere olan yaşlar durdu. Göz bebeklerim korkuyla titrediğinde, titreyen ellerimle yüzünü avuçladım.
Parmaklarım suratına dokunup tenine dediğinde, hasret her yerini sardı kalbimin. Özlem duygusu iliklerime kadar dolduğunda, hasretli kırık bir ve titrek bir nefes aldım.
İki ay.
Benim için on asır gibi geçen koca iki ay.
Geceleri uykuların haram olduğu, göz yaşlarımın hiç dinmek bilmediği, içimdeki sızının dinmediği, duvarların üzerime üzerime geldiği, nefes alamadığım, bir köşeye sıkışıp kaldığım ve çıkmayı bir türlü beceremediğim, uyuduğum o kısa süreli uykulardan bile kabuslarla uyandığım, hiç geçmeden, o geceye döndüğüm anlar, cehennemden farksız bitmek bilmeyen ızdıraplar, o koca iki ayda, bir insan ne kadar tükenenilirse o kadar tükenmiştim. Yıpranmıştım, yorgun düşmüştüm. Yaralanmıştım. Yaram kanamış ve beni güçsüz duruma düşürmüştü.
"Yaman," diye seslendim ona fısıltıyla. Gözleri kapalı, hareketsizce yerde uzanıyordu. Onu bu kadar hareketsiz görmek, içimde bir korkunun büyümesine neden olurken, titreyen ellerim, yanaklarının üzerinde geziniyordu.
"Yaman, aç gözlerini" derken, sesim titriyordu. Kar, üzerimize üzerimize yağıyor, karayelin kanayan yarasının üzerinde kar tutuyordu. Gözümden akan bir damla yaş, yüzüne doğru eğildiğim adamın yanağına düştüğünde, gözleri bir anlığına kıpırdadı. "Yaman, uyan. Lütfen uyan." Diye çabasız bir yalvarışa bulundum.
"O kadar ağır bir yara almadın. Uyan." Derken, gözümdeki haşlar akmaya devam ediyor, içimdeki korku giderek büyüyordu. Çünkü karayel, gözlerini açmıyordu.
Ağır mıydı yarası? Yoksa omzundan değil de başka bir yerinden mi vurmuştum onu. Kanayan omzu değilmiydi. Ama kanlar omzunda yayılıyordu.
ölürmüydü?
Karayel, bir daha gözlerini açmazıydı?
Anlına düşmüş ve terden nemli saçlarını titreyen parmaklarımla geriye doğru taradım.
"Bir kez daha mı bırakacaksın beni?" Derken dudaklarımın titremesine engel olamıyorum.
Kaybetme korkusu; yirmi üç yıllık hayatımda, ilk defa kaybetme korkusu sarmıştı her yanımı. Birini kaybetme korkusu. Karayeli kaybetme korkusu. Güz yarasını kaybetme korkusu, kalbim bunun düşüncesiyle dahi bu denli hızlı atarken, sert esen rüzgar, saçlarımı yüzüme doğru savuşturuyordu.
Kimseyi kaybetmemiştim daha önce. Kimseyi kaybetme korkusu da yaşamamıştım. Çünkü, daha ben doğduğum da kaybedebileceğim kim varsa onları çoktan kaybetmiştim. Onlar, benden ben daha dünyaya gelmeden önce gitmişti. Annem, babam, geride kalan herkes.
Yabancısı olduğum bu kaybetme korkusu, gözleri kapalı adamda orataya çıkmıştı.
Korkuyordum. Ben, Yaman Karayeli kaybetmekten çok korkuyordum. Sadece, ama sadece onu kaybetmekten korkuyordum. Veda edemediğim adamı kaybetmekten kalbim korkuyordu. Hiç veda edilmeyecek adama veda etmekten korkuyordum.
Korkuyordum. Korkuyordum çünkü ben...
"Hani benden gitmek en zor şeydi. Nasıl yumarsın o halde gözlerini?"
Bir göz yaşım daha bu sefer karayelin kapalı gözünün tam pınarına düştü.
Birini gözlerinden öpmek, ayrılık getirirdi. Fakat, gözden akan yaş birinin gözüne damlarsa, bu ayrılmayacağınızın bir belirtisiydi. Ve benim gözümden akan yaş, karayelin göz pınarına damlamıştı.
"Göz yaşları, her zaman ayrılıklar için akmaz." Diye mırıldandığımda, dudaklarımda silik bir tebessüm oluştu. Bunun nedeni ise, yeni bir umuttu. Avuçlarıma bırakılmış yeni bir umut. Yeşermek için yeni bir umut.
Yerde hareketsizce yatan karayelin bir anda hareketlenmeye başlayan eli ile bakışlarım onun eline döndü. Yarasının üzerindeki elini kaldırdığında, yüzündeki elime doğru uzandığını gördüm. Titreyen elimi tutup, avucunun arasına aldığında yaşlı gözlerle ve kırpıltırdığım gözlerle ona bakmak dışında başka birşey yapamıyordum.
Tutuğu elim hala onun avucunun içinde titrerken, elimi kanayan yarasının üzerine bastırdı. Kesik kesik nefesler alıp veriyordu. Gözleri, hala kapalıydı. Elim, yarasının üzerindeki sweatsirtin üzerindeydi. Yarasından akan kanlar, üzerindeki gri sweatin üzerine yayılıyordu.
Hayır, elim yarasının üzerinde değildi. Elim, avucumun altında attığını hissettiğim kalbinin üzerindeydi. Elimi yarasına değil, kalbine götürmüştü. Ve ben, onun kalp atışlarını avucumda hissediyordum. Bakışlarım, yüzüne tırmandığında gözleri hala kapalıydı. Dudaklarımda silik bir tebessüm oluştuğunda, içimdeki o boşluk hissi sanki bir anda yabancısı olmadığım fakat uzun zamandır uzak olduğum tanıdık bir hisle doldu.
Huzur dolu bir nefes içime çektiğimde, esen rüzgar saçlarımın yüzüme yapışmasına ve görüş alanıma engel olmasına sebebiyet veriyordu.
Kalbim, karayelin kalbinin atışıyla mı huzur buluyordu.
Kendime nefes olamamışken, avucumun altında attığını hissettiğim kalp mi rahat nefes aldırıyordu bana.
Ben yine... ben yine mi?
Yandığım yerde, yakıldığım yerde, nefes mi arıyordum?
"Sanırım," diyen kısık sesini duyduğumda kafamı hızla gözlerine çevirdim. "Sanırım, omzumdan değil," dediğinde yüzünü acıyla buruşturdu. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. "Başka bir yerden vurdun beni." Dudaklarında silik bir gülüş oluştu. Ben afallamış ifademle ona bakarken, kar hala üzerimize üzerimize yağıyordu.
Bir sonbahar gecesi, beni yağmurun altında terk edip giden adam. Ve benim, soğuk bir kış gecesinde, yağan karın altında terk edip gidemediğim adam.
Sanırım, gitmeyi hiçbir zaman beceremeyeceğim.
Kendi isteğim ile gitmeyi, hiç yapamayacağım.
"Rozayı aramalıyım. Hastaneye gitmeliyiz. Buraya gelmeliler." Dediğimde, göz yaşlarımı yanaklarımdan sildim. Çöktüğüm yerden kalkacağım esnadan, kalbinin üzerinde duran bileğimi daha sıkı tutu. Bıkkın bir nefes verip ona döndüğümde, "Bırak, Karayel." Dedim, soğuk sesim ile. Gözleri kapalıyken dediklerimi duymuşumdu bilmiyordum. Kahverengi gözlerini araladı, ve bana baktı.
"Burada kalmalıyım. Burada, karlar üzerimi örtene kadar kalmalı ve ölmeyi beklemeliyim."
Ölüm. Ölümü kurtuluş olarak görüyordu. Ölümü, yaptıklarından arınmak olarak görüyordu.
"Burda kan kaybından ve donarak ölünce," dediğimde, soluk maviliklerimi gözlerine duygusuzca diktim. "Yaptığın onca şeyi telafi etmiş olmuyorsun. Zamanı geriye almıyorsun ve cezanı da çekmiş olmuyorsun." Sözler, dudaklarımdan nefretle dökülmüştü.
"Ceza çekmemi mi istiyorsun?" Diye sordu.
"Ölerek herşeyden kurtulmayı bekliyorsun ama hayır, Karayel. Yaşayacaksın. Yaşayacaksın ve gözlerimle her göz göze geldiğinde sana olan nefretimi göreceksin. Çünkü sen, benim nefretimi ölünce değil, yaşarken hakediyorsun."
Kırlangınç, özgürlük kuşuydu. Kafeste tutamazdın. Kafeste yaşayamazdı. Kırlangıç, kafeste nefes alamazdı. Kanatlarını gökyüzünde özgürce çırpmadan tek bir saniye dahi gelemezdi. Kanatlarını kesmek, onu kafese tıkamanın yanında daha az yaralayıcı kalırdı.
kırlangıç özgürlüktü.
Onun özgürlüğünü elinde almak aptallıktı. Kanatlarını kessen bile gökyüzünü özgürce görebiliyor diye şükür ederdi.
Ben, gökyüzüne bile doya doya bakamamıştım. Gökyüzünü özgürce seyredememiştim. Hemde, ona bu kadar hayranken. Kanatlarım, kolum kanadım, daha doğduğum gün kesilmişti. O gece, Karayel beni o evden almaya geldiğinde her ne kadar ondan korksam, onunla kalmak istemesem de o evden çıktığım için, başka bir yerde tutsaklığa götürülsem bile özgürlüğüme kavuştuğumu hissetmiştim. Gökyüzü, o gece çok güzeldi. Yıldızlar, her zaman olduğu gibi gökyüzünün, gecenin her bir yanındaydı fakat o gece o evden çıktığım için, ve o eve bir daha asla geri dönmeyeceğimi anladığım için farklıydı.
Fakat ben, özgür hissettiğim için geceye kapılmışıken, beni farklı bir kafese kapatılmaya götürüyorlarmış. Altın kafesten alınmıştım ve acımasızlığın beni esir aldığı başka bir kafese geri tıkılmıştım. Kafese gem vurulan kilit, boğazıma bir urgan gibi sarılmış, demir parmaklıklar üzerine üzerime gelerek, bende yeni bir yara açmaya çalışmış, beni o kafese koyan adam ise, bende asla geçmeyecek bir yara açmıştı.
Yani ben, asla bir kırlangıç olamayacak kadar tutsak, kanatlarımın kesilmesine rağmen uçamayacak kadar yara almıştım.
O yüzden, kırlangıcın hikayesi, benim hikayeme kıyasla daha mutlu, benim hikayem ise kırnagıcın hikayesine kıyasla daha yaralayıcı kalacaktı.
Üzerimdeki kabanın cebine elimi attığımda, elime gelen telefonu alıp cebimden çıkardım. Telefonun ekranını açınca, arama kısmına girdim. Son aramalar kısmında Roza vardı. Adının üzerine dokundum ve telefon çalmaya başlayınca telefonu kulağıma götürüp onun telefonu açmasını bekledim. Telefonun açılmasını beklerken, gözlerim, yerde hala yatarken bana bakan karayeldeydi. Bileğimi ondan çekip kurtarmış ve ayağa kalkmış tepesinde dikiliyordum.
Telefon nihayet açıldı.
"Nefes?" Diyen Rozanın uykulu sesi doldu kulağıma. Saat epey bir geçti. Uyuyor olmalıydı ve ben onu uykusundan uyandırmıştım.
"Roza" derken, birazdan söyleyeceğim şeyin onu fazlasıyla şoka sokacağını ve bir o kadar da sinirden küplere bindireceğini biliyordum. O yüzden biraz çekinerek ona haberi verdim. "Ben, Yamanı vurdum." Dediğimde, bir kaç saniyelik bir sessizliğin ardından o beklenen ses geldi. "Ne!" Yüzümü buruşturarak telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. Biraz daha bu çığlığa maruz kalırsam kulağım sağır olabilirdi.
"Ne demek Yamanı vurdum?! Sen Yamanı, nasıl ya?!" Öyle bir bağırıyordu ki, sesi dışarı taşmıştı. "Roza sakin ol." Dedim, bıkmış bir halde.
"Ya Yaman hapiste değil mi? Nasıl oluyor? Allahım, kabus mu bu!?" Şuan kesinlikle tüm evi inletmişti. İlyas, onun bunca bağırışına uyanmadıysa bende birşey bilmiyordum. "Hem sen odanda değil misin? Dışarı mı çıktın Nefes sen? Hemde benden habersiz. Öyle mi?"
"Hapisten çıkmış, Roza. Of buradan anlatamam ilyası uyandır ve çabuk o geceki eve gelin." Dediğimde, elimi sitresten belime attım.
"Şuan kafam allak bullak. Önce herşeyi sindirmem gerek." Dediğinde dayanamayıp sinirle çıkıştım. "Adamı vurdum diyorum, Roza. Yerde yatıyor ve yarası kanıyor. Çabuk kalk." Dediğimde telefonu kapatıp cebime attım. Ne yapacağımı bilmeyerek tekrardan onun yanına gittiğimde, yere eğildim. "Gel" diyerek, elimi başının altından geçirdim. Eliyle yerden destek alarak güçlükle doğrulduğunda, onu karın içinden kaldırmak için koluna girdim. Bir eli kana bulanmıştı. Onu yerden kaldırmak için yukarı çektiğimde, kana bulanmış eliyle kolunu tutuğum elime tutundu ve güç bela yerden kalktık.
koluna girmişken yere düşmesin diye bir elimi de arkadan beline sardım. Kafası, başımın üzerine düşer gibi olduğunda kafasını bile dik tutamayacak bir durumdaydı. Kafası, güçsüzce başıma yaslandığında, tutuğum kolunu geri çektiğinde ne yaptığını anlamayarak ona doğru baktım. Kolunu omzuma attığında, eve doğru yürümeye başladık. Beline sıkıca sarılmıştım. Yere düşmesin diye tüm yükünü kendi üzerime almış, onu eve doğru yürütüyordum. Nefesini, saçlarımda hissederken, eli omzumdaydı.
"Biraz yardımcı olmayı denermisin?" Diye sordum, ağırlığı altında ezilmek üzereyken. "Ayakta durduğuma şükür etmen gerek, Deniz kızı" bıkkınlıkla sabır diler gibi bir nefes verdiğimde, eve yaklaşmak üzereydik. Fakat Karayel yüzünden o kadar ağır adımlarla ve yavaş yürüyorduk ki, ikimizde bu soğuğun altında hasta olabilirdik. Eve yaklaşmamıza yaklaşık on adım kadar kalmıştı.
"Kapı kapalı." Dedim, nefes nefesyeken.
"Saksının altında anahtar var." Dedi güçsüz bir sesle. Bakışlarım evin önünde, kapının yanındaki solmuş hata kuruyup ölmüş çiçek saksısına değdi. Başka bir saksı yoktu orada. Anahtar o saksının altında olmalıydı.
Eli omzumdayken, saçıma dokunduğunu hissettim fakat bir ses etmeden onu kapıya kadar götürmemeye devam ettim. Fakat adamı taşımak oldukça zordu. Boyundan mı, kilosundan mıydı bilmiyordum ama fazlasıyla ağırdı. Tüm yükünüzde düşüncesizce bana bıraktığı için yürümek daha da zor oluyordu. Üzerindeki montunu sıkıca parmaklarınla kavramıştım. Kolum beline olabildiğince sıkı sarılmıştı.
Kapının önüne geldiğimizde, onu oturması için yere bıraktım. Sırtını arkasına yasladığında, gözlerini yine yumdu. Kapının yanındaki saksıyı kaldırdım ve anında altında ortaya çıkan anahtarı saksının altından alıp saksıyı geri olduğu yere bırakıp yerden doğruldum. Anahtar ile kapıyı açtığımda kapıyı sonuna kadar açtım. Tekrar yere eğilerek onunkılundan tutarak yerden kaldırdığımda, güçsüzlükle kolunu omzuma attı. Bende onu yine belinden sardığımda kapının eşiğinden geçmek için içeri bir adım attım. Birlikte evden içeri girdik. Yüzümde sıkıntılı bir ifade yer aldığımda onu, boş koridordun içine doğru yürüttüm. Duvarın dibine geldiğimizde, onu yere bıraktığımda, yorulmuştular kendimi yanına bıraktım ve sırtımı arkama yasladım. Ellerim iki yanıma düştüğünde, nefes nefeseydim.
Yüzüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıltırdığımda, kafamı yanıma çevirdiğimde, onu kafası halsizce yanına düşmüş, gözleri ise dolgunca kapalı bir halde buldum. Sırtımı hızla yasladığım yerden çekip vücudumu ona döndüğümde, yanına düşmüş elini tuttum. Eli soğuktu. Havadan mıydı yoksa başka bir nedendenmiydi bilmiyordum ama eli soğuktu. "Karayel." Diye seslendim ona.
Elimi yüzüne doğru kaldırdığımda gözlerini açması için yanağına vurmaya başladım. "Karayel, aç gözlerini" telaşla yüzüne bakarken ondan herhangi bir tepki veya bir hareket yoktu. Gözleri, kıpırdamıyor, eli soğuk, bedeni hareketsiz ve solgun görünüyordu.
Ne yapmıştım ben?
onu vurmuştum.
Bunu nasıl yapmıştım?
şimdi, ondan ne farkım kalmıştı?
Omzundan vurmuştum. Omzundan vurulan biri öldebikirmiydi? Üzerindeki kıyafetine kaydı bakışlarım. Daha bahçede yerde uzanırken yalnızca bir noktada yayılmaya başlayan kan, artık sweatin her yerini sarıyordu. Kırmızı, her yere yayılıyordu.
Uzanıp üzerindeki montun kolunu tutarak ger çektim. Mont bir kolundan çıktığında, diğer kolunu tutum karayelin. Bu elide soğuktu. Endişeli bakışlarım yüzüne kaydığında hala kafasını hareketsizce yanına düşmüş bir şekilde durduğunu gördüm. Montun diğer kolunu da geri çekip karayelin kollarını monttan kurtardığımda, Karayelin üzerine doğru uzanıp montu sırtından alıp yere attım. Kan, gerçekten de üstündeki kıyafetin kol kısmına kadar yayılmıştı.
kafası yere düşecekken tutum kafasını. Kafasını bacaklarımın üzerine bıraktığımda, onu yerde uzanır bir pozisyona zor da olsa getirebilmiştim. "Karayel, aç gözlerini." Ona sesleniyordum ama sesim bir türlü ona ulaşmıyordu. Çok kan kaybediyordu. Biran önce hastaneye gitmemiz gerekiyordu. Böyle giderse ona gerçekten de birşey olacaktı.
"D-deniz kızı," sesi, zar zor kulağıma ulaştığında gözlerim dolmaya başlamıştı. İçimdeki korku yine beni sarmalamıştı.
"Yaman,"
"Ço-çok s-soğuk" dediğini duydum. "Soğuk" az önce yere attığım monta uzandım ve onu alıp karayelin belden yukarısına örttüm. Montun kenarda kalan kısımlarını onu ısıtsın diye iyice kenarlar sıkıştırdım. Terliyordu. Aslında ter damlaları vardı. Anlına yapışmış saçlarına parmaklarımı aralarından geçirerek geriye çektim.
"S-soğuk" sesi gittikçe daha da çok kısılıyordu. Montun altında duran elini tutup kendime doğru çektim. Buz gibi olmuş elini ellerimin arasına aldığımda, ellerimle elini bir şekilde ısıtmaya başladım. Eli avuçlarımın arasındaydı. Sıcak nefesimi eline doğru üfleyerek ellerini oyalamaya devam ettim.
"Biraz daha dayan. Şimdi İlyaslar gelecek." Dedim, yerimde duramıyordum. Elini ovuşturarak ısıtmaya çalışırken bir yandan da nefesimi eline üflüyordum.
"D-deniz kızı" dediğini duyar gibi oldum.
"Yaman"
Kulağımı eğilerek yüzüne yaklaştırdım.
"Deniz kızı" diye murıldandığını ancak duyabilmiştim. Sesi kısıktı, nefesi kesik kesikti. Konuşmaya bile mecali kalmamıştı.
"Yorma kendini." Dedim. Elini bıraktığımda diğer elini montun altından tutup dışarı çıkardım ve aynı şekilde o elini de ovuşturarak ısıtmaya çalıştım.
"Kaybettim, değil mi?" Dediğini güçlükle duymuştum.
"Sus, Karayel. Sadece sus" dediğimde endişem ve yaptığım telaş sesime de yansımıştı ve sesim titrek çıkıyordu.
"Ö-özür d-dilerim." Gözümden bir yaş süzüldü. Nefesimi eline üfleyerek elini oyalamaya devam ettim. Eli soğuktu. Ne kadar ısıtmaya çalışsam da işe yaramıyordu.
"Konuşma," dedim, sesim titrerken ve göz yaşlarım yine dünden hazırmış gibi akarken. "Konuşma ve sus. Sesinden nefret ediyorum. Sus"
Hayır, ben en çok senin sesini duymak istiyorum.
Hayır, senin sesini seviyorum.
Dudakları acıyla iki yana kuvrıldı.
"G-gerçekten, n-nefretini kazanmışım..." dudaklarında acı dolu bir sırıtış varken, gözleri hala kapalıydı.
Aç gözlerini Güz yarası.
"Bir sus be adam." Diye sert çıkıştım.
Gözlerini aralamak ister gibi kıpırdandı kirpikleri. Ama bunu becerememiş olacak ki açılmadı gözleri.
"s-sesime bile t-tahammül edemiyorsun"
Genzimde yakıcı bir sızı oluştu.
"Sesine bile tahammülüm yok, Karayel."
Yalan söylüyorum, Güz yarası.
Ben hep sana yalan söylüyorum.
Yalanlar ve onların yaraları.
Elini ovuşturmayı bıraktığımda, elimi cebime atıp telefonu aldım. Ekranı açtığımda arama kısmına girdim ve en son aradığım Rozayı geri aradım. Telefonu hapörlere alıp yere bıraktığımda, Karayelin az önce bıraktığım elini geri tutup oyalamaya ve ısırmaya devam ettim.
"Nefes," diyen Rozanın sesi artık uykulu gelmiyordu kulağa.
"Roza, nerdesiniz?" Diye sordum telaşla.
"Geliyoruz az kaldı. Durumu nasıl?"
Bakışlarım Karayelin kana bulanım sweatına kaydı.
"Çok kan var." Bir yumru oturdu boğazıma. "Çok kan var. Kan kaybediyor, Roza. Çok kan kaybediyor. O, çok kan var." Derken dudaklarım titremeye başlamıştı.
"Tamam canım, sen sakin ol. Geldik biz. İlyas çabuk ol, hadi."
Telefonu kapattığımda kafamı yine ona çevirdim. Rengi atmıştı. Eli soğuktu ve benim ısıtmaya çalışmam pek bir işe yaramıyordu.
Artık kan akmayı bırakabilirmiydi.
Daha ne kadar kanayacaktı yarası.
Daha ne kadar kanatacaktı onu.
kırmızıdan nefret ediyorum. Artık kırmızıdan, nefret ediyorum.
Dışarıdan araba sesi geldiğinde, bunun Roza ve İlyas'a ait olduğunu düşündüm.
Evin kapısından içeri ard arda, İlyas ve Roza girdiğinde ikisinin de bakışları bizi buldu. Roza koşarak yanıma geldiğinde, İlyas da anında dibimizde bitti. "Nefes," diyerek yere eğildi Roza. Karayelin üzerindeki sweatın boğaz kısmında tutarak çekiltirdiğinde kafasını uzatarak yaraya baktı.
"çok kan kaybetmiş. Hemen hastaneye götürmeliyiz." Roza geri çekilip ayağa kalktığında, İlyas gelip kafası bacağımın üzerinde olan karayeli kafasından tutarak doğrulttu. Hemen oturduğum yerden kalkmak istediğimde, uyuşmuş bacaklarım buna engel oldu. Bunu farketmiş Roza yanıma geldi ve kolumdan tutarak kalkmama yardımcı oldu. İlyas, sırtını kafayele dönüp dizlerinin üzerine çöktüğünde, onu kollarından tutarak sırtına aldı. Karayelin yerdeki montunu yerden aldığımda, İlyas karayeli kapıya doğru sırtında götürüyordu. Rozayla birlikte hızla peşinden gittik. Evden çıktığımızda, İlyas yamanı arabaya doğru götürüyordu. Roza önden giderek arabanın arka kapısını açtı.
Arabanın yanına geldiğimizde ben arka tarafa binip diğer kapının tarafına yanaştım. İlyas, sırtındaki Karayeli arabanın arka tarafına dikkatle bırakırken Roza da ona yardımcı oluyordu. Karayeli arabaya koymayı başardıklarında, onlar arabaya binerken ben karayelin kafasını bacağımın üzerine koydum. Araba çalışmaya başlamıştı. Titreyen elim karayelin saçlarına değdi. Parmaklarımı saçlarının arasından geçirdiğimde, saçlarını okşamaya başlamıştım.
Alnı, yüzü ter içinde kalmıştı. Yarası hala kanıyor olmalıydı. Üstündeki kıyafeti artık gri değil, kırmızıydı.
Hastaneye gitmek için yola çıkalı bir kaç dakika olmuştu. Hastane, şehrin hemen girişinde yer aldığı için oraya varmak biraz zaman alıyordu. Ama buranın en iyi hastanesi de orasıydı. Roza orada doktorluk yapıyordu.
"D-deniz kızı," diye fısıldadığını duyduğumda kafamı yoldan çevirip hemen kafası bacağımda olan karayele baktım.
"Danayan, Karayel. Az kaldı" dedim, elimi yanağına dokundurttuğumda.
Gözlerini dakikalar sonra nihayet aralamıştı. Dermansız kahverengi gözleri, mavi gözlerime değdi. "Nereye gidiyoruz?" Diye sorduğunda, öksürmeye başladı. "Hastaneye gidiyoruz. Az kaldı. Varacağız birazdan." Dedim, gözlerine bakarken.
"Hastane olmaz." Dedi, kafasını ağırca iki yana sallayarak. "Hastaneye gidemeyiz." Kafamı kaldırıp Rozaya baktım. "P-polisler i-ifade alır, o-olmaz" gözleri tekrar kapandı. Rozanın bakışları İlyası buldu. İlyas da kafasını yoldan ayırmış ona bakıyordu.
"Bizim eve gidiyoruz." Dedi, Roza.
🖋️
Eve gelmiştik. İlyas, Karayeli sırtında taşıyarak yukarı getirmişti. Kendi odasına, kendi yatağına yatırmıştı. Rozanın kurşunu çıkarması için gereken malzemeler için Çınarı aramıştım. Ve Çınar, yanında maalesef ki Sare ile birlikte gelmişti. Sare ile birliktelermiş ve İlyas onu aradığında haberi Sareden saklayamamış.
Şimdi ise, Roza içerideydi ve hala baygın olan karayelin yatmasındaki kurşunu kendisine getirilen malzemeler ile çıkarmaya çalışıyordu. Biz ise, aşağıdaydık. Salondaki büyük ikili koltuklar karşı karşıdaydı. Ben tekli koltuklardan birine oturmuş, dirseklerimi dizlerimin üzerine koymuş, sitresten hem tırnağımı kemiriyor hem de dakikalardır olduğu gibi durmak bilmeyen titreyen dizlerim ile yerdeki halının desenlerine dalmıştım.
İçim içimi kemirmiyordu. Kalbim, hala korkuyla atarken, göz yaşlarım artık dinmişti ve ben ağlamıyordum. Ama hala endişeliydim. Ona birşey olacak diye içimdeki korku hala yaşıyor, beni bir an olsun yalnız bırakmıyordu.
"Ona birşey olmayacak değil mi?" Diye soran, Sarenin ağlamaklı gelen sesiydi. Kafamı kaldırdığımda, onun olduğu yöne baktım. Çınar ile aynı koltukta yan yana oturuyordular. Ve o soruyu, Çınara ağlayan gözleriyle bakarak sormuştu. Sıkıntılı bir nefes verdi, Çınar. Sarenin bacakları üzerindeki ellerini tutu. "Abine hiçbir şey olmayacak, Sare." Dedi, ona güvence vermek ister gibi bir sesle.
Sare, elinin tersi ile yanağındaki yaşları sildiğinde, üzgün bakışları yere değdi. "Ona onları söylemeyecektim. Onun canını o kadar ağır yakmayacaktım. O kadar ağrı konuşmayacaktım. Onu yarasından vurmayacaktım." Diye sayıklamaya başladı. Kaşlarım, anlamazlıkla çatıldı. Neyden bahsediyordu. Ne konuşmasından, neyden?
"Öfkeme yenik düşüp de ona o tokadı atmamalıydım." Dediğinde, parmaklarını üzüntüyle saçlarının arasından geçirip saçlarını geriye attı.
Sare, Karayele tokat mı atmıştı?
Neden? Benim yüzümden mi? O gece eve geri döndüğünde iyi değildi. Ağlamıştı. Kötü görünüyordu. En az benim kadar kötü.
Salondan içeri Roza girdiğinde hepimiz aynı anda ayaklandık. Meraklı ve endişeli bakışlarım Rozayı bulduğunda, önce salondaki herkese baktı. Daha sonra bakışları bende durduğunda, gözlerimin içine bakarak, "Kurşunu çıkardım. Biraz zor oldu ama başardım." Ellerimle oynamaya başlamıştım. İçim içimi kemiriyordu. "Kurşun omzu ve kalbine yakın bir noktadaki kemiği delip geçmiş. Ama kurşunu çıkardım." Dediğinde, gözleri bana artık rahatlayabilirsin der gibi bakıyordu.
"Durumu?" Dedi Sare. "İyimi peki?"
"Şuan hala baygın. Daha uyanmadı. Yarayı diktim ve sardım. Ne zaman uyanır bilmiyorum. Çok kan kaybetmiş. Bu onu yorgun düşürmüş olmalı."
Derin bir oh çektiğimde, elim küt küt atan kalbime gitti. Kalbimi tutarak salonun kapısına doğru yürüdüğümde, Rozanın yanından geçerek salondan çıktım ve koridorun sonundaki evin kapısına doğru yürüdüm. Nefes alamıyordum sanki. Ayakkabılarımı ayaklarıma geçirdiğimde, kapıyı açtım ve evden çıktım. Kapı ardımdan aralık kalırken, elim hala kalbimdeyken kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Derin bir nefes içime çektiğimde, içimdeki korku hala dursa da biraz da olsa içim ferahlamıştı.
Bahçedeki masaya doğru ilerledim. Tahta koltuğa oturduğumda, dirlesklerimi masanın üzerine yaslayıp parmaklarımı saçlarımın arasından sitresle geçirdim.
"Nefes" bir el omzuma dokunduğunda irkilerek kafamı kaldırdım. Kafamı çevirip omzuma dokunan kişiye baktım.
Roza.
Oturduğum tahta koltukta biraz geriye kayarak oturması için ona yer açtım. Roza yanıma oturduğunda bakışlarımı yine kafamı kaldırarak derin gecenin gökyüzüne çevirdim.
"Ben mi herşeyi mahvediyorum. Yoksa herşey bende mahvolmak için an mı kolluyor?"
"Hayat acımasız, Nefes. Ve ondan merhamet beklemek aptallık."
Hayat acımasızdı, ondan merhamet beklemek ise, aptallık.
Kafamı çevirip ona baktığımda onun da tıpkı benim gibi, gökyüzüne baktığını gördüm. Kafamı tekrardan gökyüzüne çevirdim.
"Hala ona aşıksın, değil mi?" Diye sorduğunda, içimi bir ürperti aldı.
"Hayır, değilim."
Bende yeni, derin ve sızısı asla geçmeyecek yara açan adamı, hala nasıl sevebilirdim. Küllerine kadar yanan kalbim, ilk defa yara alan kalbim, kanayan ve kanaması asla durmayan kalbim. Kabuk bağlamayan kalbim. Nasıl hala ona tüm bunları yapan adamı sevebilirdi?
Külleri bile geriye kalmamışken, sevmeye devam etmek...
Huçkırıklarla arkasından ağladığım adamdı o. Gitmesin diye yalvardığım adamdı. Beni bırakıp da gitmesin diye arkasından acıyla seslendiğim adamdı. Kalbimi bile isteye parçalayan adamdı. Güvenme ihanet etmişti.
Tüm kötü sıfatları kendinde toplamış adamdı o. Ve ben, beni yaralayan insanlardan hep nefret etmiştim.
En başta, babamdan.
O, ruhumda açılan yaraların çoğunun sebebiydi.
Daha sonra, annemden.
O, kocasının açtığı yaraların yanlarına yenilerini ekleyendi.
Şimdi ise, Karayel.
O, babamın açtığı yaraların üzerini kazıyan, kalbimi ateşe verendi.
Karayel, bunca zamandır aldığım onca yaranın yerine yenisini eklemekle kalmamıştı. O, babamın bende açtığı onca yaranın acısını kendi açtığı yaranın yanında hiç kalacak kadar büyük bir acılı yara açmıştı bende.
Karayelin açtığı yara, sevgisizliğim kadar çok acıtmıştı.
Sevgisizliğim kadar çok...
Yaram dikiş tutmaz, kabuk bağlamaz, kanaması durmaz, sızısı dinmez, izi kalır.
Kafesten kurtuluşum olarak gördüğüm anahtardı Karayel. Kalbimdeki yaraya ev sahipliği yapan kurtuluş anahtarı.
Onu hala sevmeye devam edersem eğer... o geceki berbat ve acınası halime ihanet ederdim. Ondan vazgeçmezsem eğer, yarama ihanet ederdim. Küle dönmüş kalbimde hala onu yaşatırsam, hiç dinmek bilmeyen gözyaşlarıma, ihanet ederim.
İhanetler, çizik atar, ruhuna.
"Sesin titriyordu, Nefes. Ona birşey olacak korkusuyla sesin titriyordu."
"İnsani duygular, Roza."
Derin bir nefes verdiğini duydum. Hava soğuktu. Kar, hala durmadan yağıyordu. Rüzgar sert esiyordu. Soğuk, insanın içini titretecek kadardı. Ve sırf buna rağmen, dışarıya çıkmıştım. İçeride nefes alamıyordum. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu.
"İyi olacak mı?" Diye sorduğumda, bakışlarımı gökyüzünden çevirdiğimde kafamı yere eğdim.
"Biraz zaman alacak ama iyileşecek. Çok kan kaybetmiş, Nefes." Dediğinde bıkkın bir nefes verdim.
Roza yanımdan birşey demeden kalkıp içeri gitti. Ben ise biraz daha oturdum bahçede.
"Kaybettim, değil mi?" Karayelin sözleri bir anda aklıma geldiğinde, kaşlarım çatıldı. Kaybettim derken, neyden söz etmişti? Neyi kaybetmişti? Kazanmamışmıydı? Hapise girme pahasına bile olsa, annesinin intikamını almamışmıydı? Almıştı.
Saat gittikçe daha da geç olmuştu. Sare eve gitmemişti. Burada kalmıştı. Benim odamdaydı. Çınar ise eve her ne kadar gitmek istemeyip burada kalmak istese de gitmişti. Annesini evde tek bırak aya gönlü el vermemişti. Evde sessizlik hakimdi. Roza ile İlyas, salonda kendilerine karşılıklı koltuklarda yatak açmış, uyumuşlardı. Bir tek ben uyanık kalmıştım. Bir tek ben uyanık kalmıştım, çünkü aklım hala ondaydı. Uyanmamıştı. Hala baygındı.
Ve ben, onun olduğu odanın kapısını aralamış, içeri girmek için bir adım atmıştım. Onun nasıl olduğunu kendi gözlerimle görmeden içim asla rahat etmeyecekti. Gözlerim, uykusuzluktan yanarken inatla uyumayı red ediyordum. Odadan içeri girdiğimde, o yatakta uzanıyor ve gözleri ise hala kapalıydı.
Sessiz adımlarla yanına giderken kapıyı da ardımdan kapatmıştım. Odayı aydınlatan, yatağın hemen yanındaki küçük komidinin üzerindeki abajurun yanan lambasıydı. Yatağın, onun yattığı tarafına geçtiğimde, varlığımı hissettirmeden yatağın kenarındaki küçük boşluğa kuruldum. Üzerinde birşey yoktu. Roza omzundan başlamış ve beline kadar sargı beziyle yarasını sarmıştı. Belden üstü çıplaktı, fakat üzerine örtülmüş yorgan, sadece omuz kısmını açıkta bırakıyordu. Üşür diye düşündüm. Yorganı uçlarından tutup iyice üzerine çektim.
Yavaşça kalkan göğüs kafesine baktım. Nefes alışları düzelmişti. Yüzü solgun duruyordu. Gözleri kapalı, göz altları yorgun görünüyordu. Çok mu derindeydi yarası? Çok kan kaybettiği için mi yüzü bu kadar solgun, göz altları bu kadar yorgundu?
Fakat birşey daha vardı. Karayelin anlı terler içindeydi. Kurşun çıkarılıp yarası sarılmasına rağmen bu kadar terlemesi normal miydi?
Elimi anlına götürdüm.
Ateşi vardı.
Karayelin çok ateşi vardı.
"Karayel" terden anlına yapışmış saçlarını yüzünden geriye çektim. Ateşinin düşmesi lazımdı. Hızlı adımlarla odadan çıktığımda merdivenleri inerek aşağı vardım. Salonun yanındaki kapı mutfağa aitti. Mutfaktan içeri girdiğimde, kapların olduğu dolabı açtım. Bir kap aldığımı dolabın kapağını geri kapadım ve lavabonun yanına varıp kabı musluğun altına tutup musluğu açtım. Kap yarıya kadar suyla dolduğunda musluğu geri kapadım.
Kabı tezgahın üzerine bıraktığımda, bir havlu almak için banyoya gittim. Küçük bir el havlusunu banyodan aldığımda mutfağa geri geldim ve tezgahın üzerindeki kabı amıp geri yukarı çıktım. İlyasın kaldığı odadan içeri girdiğimde, yatağın yanına vardım. Kabı, komidinin üzerine bıraktım ve geri aynı yere oturdum. Elimdeki küçük havluyu kaba batırdığımda, ıslanan havluyu geri çıkarıp suyunu iyice sıktım. Havluyu ikiye katladım ve karayelin anlına koydum.
Bir kaç dakika sonra havluyu anlından geri aldım ve tekrar suya batırıp sıktım ve tekrardan anlına bastırdım. Bir kaç defa bu böyle devam etti. Elimi anlına dokundurdum. Ateşi hala düşmemişti. Karın altında, soğukta çok fazla kan kaybetmişti. Bu, onun vücut direncini oldukça düşürmüş olmalıydı.
🪶
Dakikalar geçmişti, karayelin üzerindeki yorganı alıp geriye atmıştım. Islak bezi defalarca kez anlına batırmıştım ateşini düşürmek için. Ateşi az da olsa düşmüştü. Baygınlığı hala sona ermemişti. Belki de artık uyuyordu.
Bakışlarım, yüzünde geziniyordu. Sol kaşının yakınındaki izde takılı kalmış gözlerim, oraya ne olduğunu defalarca kez sorgulamıştı. Derin bir izdi. Onu, kusurlarıyla bile kusursuz kılan bir iz. Onu, daha da eşsizliğe götüren bir iz.
Yüzü bir anda sıkıntıyla buruştuğunda, dudaklarımdan küçük ve sessiz iniltiler dökülmeye başlamıştı. Olduğum yerde hareketlendiğimde, elim istemsizce yüzüne doğru uzanır gibi oldu.
“Anne” dedi, Karayelin hırıltılı ve derinden gelen sesi.
”Karayel” diyerek ona seslenmeye çalıştım.
Yüzü hala sıkıntılı ifadesini korurken, sanki bir rüyanın etkisinde gibi görünüyordu. “Anne” dedi, bir kez daha içli içli. Sanki her anne dediğinde bu ona bir azap gibi geliyordu. Anne demek, sanki ona fazlasıyla yabancı birşey gibiydi. Rüyamıydı onu sıkıntıya sokan, yoksa anne demek miydi?
Yabancıydı.
Karayel, anne demeye çok yabancıydı.
Kısılmış kapalı gözleri, sıkıntıyla alıp verdiği kısık nefesleri.
“Yaman,” dedim bir kez daha.
Gözleri ağır ağır aralandı. Kirpikler güçlükle ayrıldı göz kapağından. Kahve rengi gözleri, uzun zaman boyunca kapalı olmanın verdiği hissiyatla bir anda maruz kaldığı ışık ile kırpıştı. Yorgun gözleri, odanın içinde gezinmeye başladığında bir noktada durdu.
Bende.
Gözleri beni bulduğunda, durgunlaşmış solgun gözlerinde bir ışık hüznesi parıldadı sanki. Sıkıntılı ve kısık kısık aldığı nefesleri bir son bulmuş gibi, göğsü sanki huzurla inip kalktığında, aldığı nefesi burnundan rahatlıkla verdi.
“İyi misin?” Diye sormak oldu ilk işim. Gözlerim, gözlerine donuk bakıyordu. Sesimde, soğukluğun her bir zerresi olduğuna emindim.
Bakışları benden ayrıldığında, sargılı yarasına indi. Orada bir kaç saniye oyalandı gözleri. Kafasını çevirip tekrar bana baktı.
“Senin açtığın yara…” diye mırıldandı, sersem sesi. Dudakları, en yaklaşımdan ve en içtenliğinden yukarı doğru kıvrıldı. Kurumuştu dudakları. “Senden bana iz kalacak, yara.” Sertçe yutkunduğunda, gözlerim her be kadar donuk baksa da, içimde bir şeyler kıpır etti. “Benim sende açtığım yaranın yanına, senin bende açtığın yara da eklendi.” Dediğinde, bıkkın bir nefes vererek göz devirdim.
“Alt tarafı küçük bir kurşun yarası, Karayel. Senin bende açtığın yaranın çeyreği dahi edemez.” Dedim, burukça gülümsediğini.
Kafasını ağır ağır salladı, beni onaylar gibi.
“Sızıları asla dinmeyecek yaralarımız,” dedi. “Deniz kızı ve Karayelin birbirlerinde açtığı acımasız yaralar.”
Bizim yaralarımız. Deniz kızı ve Karayelin kanaması asla dinmeyecek, sızısı hiç geçmeyecek yaraları. İzi, hep en belirgin şekilde, en derinde kazınmış yaralarımız.
İhanetin yaraları, sevgisizliğin yaraları, çocukluğun yaraları, geçmişin kanayan yaraları. İzleri kalacak yaralarımız.
Deniz kızı ve Güz yarasının yaraları, izleri.
Oturduğum yerden kalktığımda arkamı odadan çıkıp gitmek için dönüp bir adım attığım esnada, bileğimi saran parmakları, gitmeme engel oldu.
“Sana,” derken, sesi uzaktan geliyor gibiydi. “Deniz kızı diyorum çünkü…” dediğinde, bileğimi tutan parmakları gevşer gibi oldu. Arkamı dönüp ona be olduğuna bakmak istemedim. Öylece, sırtım ona dönük bir şekilde bekledim ve sözünü tamamlamasını bekledim.
”Adından, nefret ediyorum.” Mayışmış gibi gelen sesi, kendinde olmadığının büyük bir göstergesiydi. Ateşi yüksek olduğu için kendinde değildi, ne dediğini bilmiyordu. Fakat yine de söylediği şey beni dumura uğratmıştı. Yüzümde afallamış bir ifade yer aldığını, karşımdaki gardobun aynasına baktığımda anlayabilmiştim.
“Adın, her nefes alıp verdiğimde aklıma geliyor. Adından nefret ediyorum, çünkü adın hep peşimde.”
Adım, Nefes.
Adım, hep peşinde.
Bileğime sardığı parmakları daha da gevşedi. Aynanın yansımasından arkamdaki ona baktım. Gözleri kapanmıştı. Kafamı çevirip omzumun üzerinden ona baktığım esnada, bileğimdeki parmakları bileğimi serbest bıraktığında eli yanına yatağa düştü. Boş boş kirpiklerimi kırpıştırarak ona bakıyordum.
Anlaşılması zor adam. Kör bir düğüm gibi, çözülmesi çok zor. Belki de imkansız. Sözleri, öyle kalp kasıyor, öyle göğsüme oturuyor, içimde öyle yer ediyor ki. Kimi sözleri var anlaşılması zor, kimi sözleri var anladığın gibi yüreğine korlar düşürüyor. Altında onca anlam yatan sözlerini, hiç anlayamıyorsun bazen. Gözleri, onca duyguyu nasıl duygusuzlukla ardında barındırıyor? Hangi perdedir bu, onun duygularını en güçlü şekilde gizleyen?
Söylesene, Karayel. Nasıl öğrendin tüm duygularını böyle güzel gizlemeyi?Öğret bana da, nasıl susturur insan kalbinin sesini? Nasıl kör olur, kalp?
Odadan çıktığımda, kendi odama girdim. Güneş, doğmak üzereydi. Sabah saatleriydi. Gece sona ermişti. Ve ben, yine olduğu gibi uyumamış, gözlerimi yumamıştım. Nasıl uyuyacaktım?
vücudumu yatağa bıraktığımda, derin ve bıkkın bir nefes verdim.
Artık sabahtı, güneş doğmuş gökyüzü aydınlanmıştı. Hava hala soğuk gibi duruyor, kar ise yağmayı bırakmıştı. Ama karlar, hala yerlerde, ağaç dallarında, çatıların ve arabaların üzerindeydi.
Dün gece, karlar kana bulanmıştı.
Bugün ise yine saf beyazlığı üzerindeydi.
Roza ve Sare, kahvaltı için sofrayı hazırlamışlardı. İştahım pek olmadığı için yalnızca bir kaç lokma yiyerek sofradan kalkmıştım. Sare, Karayele bir tepsi hazırlamıştı ve yemesi için abisine götürmüştü. Bu durum belki de ikisi arasındaki buzları eritir ve sarenin karayel ile barışmasına yardımcı olurdu. Çınar da sabah erkenden gelmişti. O da bizim ile birlikte sofraya oturmuştu.
Roza, Karayelin yanına gitmiş, yarasına bakmış tekrar pansuman yapmış ve durumunu kontrol edip geri yanımıza gelmişti. Dediğine göre, durumu henüz çok iyi olmasa da, dün geceye ziyaden biraz iyi olduğunu söyleyebilirmiş. Yarasının üzerine bir de üşütmüş, soğuk almış ve hasta da olmuştu. Roza bunun için de çok kan kaybetmesini ve soğukta uzun süre kalmasına bağladığını söylemişti.
Uzun bir süre evden çıkmamalı ve iyice dinlenmeliymiş. Zaten bu halde dışarı çıksa, tanıyan herkes onda birşey olduğunu anlardı. Bu da durumu sakıncalı bir hale getirirdi. Ateşi düşsün diye ilaç almıştı. Dün geceden sonra yanına hiç uğramamıştım. Son sözlerinden sonra onun yanına gitmek aklımın ucundan dahi geçmemişti. Hem zaten yanına gidip de ne yapacaktım. Adamı ben vurmamışmıydım.
Odamda oturuyordum. Yine camın köşesine geçmiş, kapalı camdan dışarıyı seyrediyordum.
Küçüklüğüm geldi aklıma bir an.
Her gece odasındaki camın küçük mermerinin ucuna oturup, ayaklarına kendine çekip gökyüzünü seyreden zamanlarım. Dışarı çıkamadığı için, camdan bakarak hasretini gidermeye çalışan küçüklüğüm.
Herşeyin yasak olduğu zamanlar.
Cebimdeki telefonum titreşmeye başladığında, kafamı yasladığım camdan çektim. Elimi cebime götürüp çalan telefonumu elime aldım. Ekrana baktığımda bir numara beni arıyordu. Kaşlarım çatıldığında, telefonu açıp kulağıma götürdüm.
”Alo,” dediğimde, asla duymayı istemediğim seslerden biri ulaştı kulağıma.
“Nefes,” diyen Suzan Soykanın sesi kulaklarıma dolduğunda, sıkıntılı bir nefes verdim.
”Numaramı nereden buldun, Suzan Soykan?” Diye sordum tahammülsüz bir sesle.
”Babanın,” dediğinde, sinirle göz devirdim. “Mahkeme tarihi geldi.”
”Yani, Suzan Soykan benden ne istiyorsun?”
“Babanın aleyhine şahitlik yapmamanı istiyorum.”
Hayretle güldüğümde, kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. Gerçi, neye şaşaırıyordum ki, Suzan Soykan’dan bahsediyorduk. Kocasının ağzından çıkan her kelimeyi kendine emir sayıp yerine saniyesinde getiren Suzan Soykan’dan.
”Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Gerçekten bak, artık ben algılayamıyorum? Sen kafayı iyice sıyırmışsın Suzan Soykan.” Diye öfkeyle parladım.
Bunu benden nasıl isteyebiliyordu?
”Senin kocan bir katil, bunun farkındasın değil mi? Hemde kimin katili biliyormusun? Seni sevdiği kadın sanıp öldürdüğü kadının katili.”
Sertçe yurkunduğunu hissettim. Sesi kesilmişti. Son söylediklerim yüzüne bir tokat gibi çarpmış olmalıydı.
”Baban,” dediğinde sözüne devam edemedi. Sanırım, sözlerim ona ağır gelmişti. “Eğer onun aleyhine şahitlikte bulunursan bunun senin için iyi olmayacağını söyledi. Seni düşünüyorum, Nefes.”
Tüm sinirlerim bozulmuş bir şekilde sesli bir kahkaha attım. Gözlerim yanıyordu ama kahkaham durmuyordu.
”Beni düşünüyormuş, senin yalanını sevsinler.” Dedim, hala gülerken. “O kocana söyle, içerden asla ama asla çıkamayacak.” Dediğimde, telefonu kulağımdan çektim ve onun birşey demesine izin dahi vermeden telefonu kapattım.
Sinirle parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdiğimde, oturduğum yerden kalkıp odanın içinde dönmeye başladım.
Selim Soykan, iki aydır karayel gibi hapisteydi. Onun adına daha kesin bir karar çıkmamıştı. Savcı, yeterli delile ulaşmayı beklemişti. Mahkemede şahit olarak ben vardım. Bir de o geceye bizzat şahit olan Yusuf bey. Karısı olduğu için onun delili belki pek yeterli sayılmazdı ama yine de şahitlik yapacaktı. Ben, hem bu davada karşı tarafın, yani Karayellerin avukatı olacaktım. Hem de şahit.
Selim Soykan bunu bildiği için benim şahitlik yapamama engel olmaya çalışıyordu. Açık açık beni tehtid etmeye çalışıyordu. Bunun bir işe yarayacağını sanıyordu fakat yanılıyordu. O içerden asla çıkamasın diye elimden ne geliyorsa yapacaktım. O içine düştüğü delikten bir ömür çıkamayacaktı.
Suçsuz yere, masumca ölen o kadın için adalet sağalanacaktı.
Annesiz büyüyen çocuklar için adalet yerini bulacaktı.
ve belki de, benim için….
Bölümü oyalamayı ve yorum yapmayı unutmayın. Oy ve yorum sınırına ulaşılmazsa yeni bölüm geç gelecek bilginize.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.61k Okunma |
2.19k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |