Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen.
Artık bölümlerde hiç yorum yok ve bu beni çok üzüyor. Bir iki yorum yapmak çok zor olmamalı bence.
Her neyse, keyifli okumalar dilerim.
Yorum sayısı az olursa haftaya bölüm gelmeyecektir, bilginize.
“Kalbindeki urgandan asılır, insan.”
Deniz kızı, ait olduğu denizde, nefes aldığı yerde, can bulduğu yerdeyken mavinin en güzel tonunun hakimiyet sağladığı yerdeyken, kırmızı kaplar bir anda deniz kızının ait olduğu denizin dört bir yanını. Adı bilinmez, akla gelmez, ama içe kor düşürür kırmızı. Deniz kızı, etrafını saran kırmızı ile ne yapacağını bilemez. Sanki bir el tutar altan onu, dibe çeker de çeker. Çırpınmaya başlar deniz kızı. Kurtulmak için. Fakat bu pek de bir işe yaramaz. Çünkü deniz kızını tutup dibe çeken el bir değildir. Canı yanar deniz kızının. Dudaklarından feryâd eden acı dolu haykırış kana bulanmış denizde şiddetli bir dalgaya yer edinir. Deniz’e ait olanın gözlerinden akan acı yaşları denize dalmadığında, deniz kızı biraz daha çekilir dibe.
Ve deniz kızı, ait olduğu denizde boğulur.
Henüz kimse söylememiştir ona gerçeği; Deniz kızının, ait olduğu denizde boğulabileceğini….1
🪶
Yaşamaya değer bir umut tanesi bulursan eğer, bana da haber uçur…
Annem, hep olduğu gibi, yine sevgili kocası Selim Soykanın isteği ve hatta emri üzerine beni aramıştı. Beni aramasının nedeni, kocasının aleyhine onu içeri tıktıracak şahitlikte bulunmaktan beni vazgeçirmek istemesiydi. Benim için değil…
Sahi, benim annem ne zaman gerçekten beni düşünmüştü? Bir yerlerde benim gibi bir kızı olduğunu hissetmişti. Gözünün önündeyken bile beni göremeyen kadın, varlığımı hiç hissetmişmiydi? Benden her vazgeçişinde, yüreği sızlamışmıydı acaba? Dokuz ay karnında taşıdığı, doğurana kadar onca şey yaşadığı kızından bu kadar kolay nasıl vazgeçerdi bir anne?
Ben anne olsaydım, kocama rağmen, kızımı yine de onun zulmünden kurtarırdım.1
Ama benim annem, kocasına deliler gibi aşık bir kadındı. Ama benim annem, kocasına köle bir kadındı. Ama benim annem, kocası ne isterse yapacak bir kadındı. Ama benim annem, aşık olduğu adam uğruna, evladından vazgeçecek bir kadındı. Ama benim annem, onu asla sevmeyen adamı yıllarca sevmeye devam eden bir kadındı.
Suzan Soykan, onun göz yaşları hep kocası için akardı. Bir kere olsun, bana ağladığı olmamıştı.
Benim annem, bana hiç ağlamamıştı.
Annem, bana dilsiz, sağır ve de kördü.
Gözlerinin önünde o adamdan dayak yediğimde, gözlerinin önünde hıçkırarak ağladığımda, onun gözlerinin içine bakarak yara aldığımda, canım her yandığında ‘anne’ diye haykırdığımda, gecelerce aç ve susuz kaldığımda, kış ayının karlı soğuk gecesinde, kapının önüne bana imret olsun diye atıldığımda ve saatlerce soğukta karların üzerinde oturduğumda, hatta o gece kaçırıldığımda bile, annem bana hiç ağlamamıştı.
Elini uzatıp da kızını düştüğü yerden bir kere olsun kaldırmamıştı.
Hayatta kalma oyununun içine beni soktuğunda, o oyun yüzünden aldığım yarada bile, annem kızına yardım etmemişti. Çığlıklarımı duymuş, kapının önünde durmaktan başka hiçbir şey yapmamıştı.
Suzan Soykan, anne olmayı asla becerememişti.
Ya da, sadece bana anne olmak istememişti.
çünkü oğluna, gayet de güzel annelik yapabiliyor, gözünden akacak tek damla yaşa izin dahi vermiyordu.
ki ben, gecelerce hıçkırıklarımla ağlayarak uykulara dalmıştım. Ses etmemişti…
Sanırım, artık bu duruma alışmaya başlıyordum. Ya da, canım o kadar çok yanmıştı ki, artık acıya karşı hissiz ve tepkisiz kalıyordum. Aksi takdirde, şuan bu duruma oturup ağlamam gerekirdi. Ama ben, annesizliğime alışalı yıllar oluyordu. Hayalini kurduğum mutlu aile tablosuna veda edip kendimi o tablodan çıkartalı, bir hayli zaman oluyordu.
Küçük Nefes, artık onların kızı olmak için çabalamayı bırakmıştı.
Acısını ve eksikliklerini kabullenmiş, kendinden bir parça haline getirmişti.
Kusurları ile yaşamayı öğrenmişti.
Derin bir iç çektiğimde, telefonumu pantolonun arka cebine soktum ve odadan çıkmak için kapıya doğru ilerledim. Kapalı kapıyı açtığımda odadan çıktım, kısa koridorun sonundaki merdivenlere ulaştığımda merdivenleri inemeye başladım.
Aşağı indiğimde, üzerimdeki hırkayı kendime iyice sardım. Salondan içeri girdiğimde bizimkiler yine birlikte ve salondaydılar. Hepimiz bir aradaydık. Bir kişi eksikti sadece, karayel. Şuan, bu odadaki herkes ona sinirli, kızgın ve dargındı. Evet, hepimiz onun için çok endişelenmiştik ama hiçbirimizin ona olan kırgınlığı da kızgınlığı da geçmemişti.
Onların karayele olan kırgınlıkları elbet bir gün geçer. Elbet bir gün onlar onu affeder. Ama ben, onu affedebileceğimi hiç sanmıyorum. Kalbimde ona ait olan kırgınlığın geçeceğini kızgınlığımın bir son bulacağını sanmıyordum.
Yarayı alan onlar değildi.1
onlar, sadece etkilenmişti, işin ucu onlara da değmişti.
Çünkü Yaman Karayel, o ağır darbeyi bana vurmuştu.
Beni kanatmıştı, beni yaralamıştı.
Yara Karayeldi, yaralanan ise Deniz kızı.1
“Nefes,” diye bana seslenen Sarenin sesi ile dalgın bakışlarım yerden çekilip Çınarın yanında oturan Sareyi buldu.1
”Hı” dalgın bir ifadeyle yanına doğru ilerledim. Sarenin yanındaki boşluğa oturduğumda hepsi sessiz ve suskundu. Bakışları benim üzerimde olan Sare’ye döndü bakışlarım.
çok ağlamıştı, dün geceden beri. Gözlerinde hala kızarıklıklar vardı. Hem abisi vurulduğu için, hem de içindeki pişmanlık yüzünden ağlamıştı. Abisine artık ne söylediyse, söylediği sözler onu bu kadar ağlatmış canını yakmış ve pişman etmişti.
Tam dudaklarımı aralamış ona birşey söyleyecekken daha ben birşey demeden lafı ağzıma tıkadı.
“Sana yaşattıkları yanında, senin ona yaptığın hiçbir şey, Nefes. Onu vurduğun için sakın kendini suçlama” dedi, kırık sesiyle gözlerime içtenlik ile bakarken. “Ben üzülüyorum diye de üzülme, ben üzülüyorum çünkü onu çok kırdım…” merak ediyordum, Sare karayele ne demişti de şuan pişmanlıktan bu kadar kıvranıyordu.1
”Sare,” dedim her ne kadar sormaya çekinsem de. “Ona ne dedin de bu kadar pişmansın?” Diye sorduğumda gözlerini suçluluk ile yumdu.
Her ne dediyse, söylemeye bile çekiniyordu.
”Onu,” dedi Çınar sarenin söylemeye bir türlü cesaret edemediği o şey her neyse onu söylemek için. “En zayıf noktasından annesinden vurdu.” Dediğinde Çınar, Sare titrek bir nefes verdi. “Bunu asla yapamamalıydım. Onu annemden vurmamalıydım. Her şeyi demeliydim ama annem hakkında o şeyleri söylememeliydim.” Bana baktı, pişmandı.
“Onu annemden vurmak Nefes, onu öldürmekle eş değer. Abimin canını annemden daha çok yakan hiçbir şey yok şu hayatta.”
Gözlerinin önünde öldürülen annesinden daha çok be yakardı ki zaten onun gibi bir adamın canını.
“Sare, ona be söyledin?” Diye soran ben değildim, Rozaydı. Sarenin bakışları yere döndüğünde ve orada durduğunda bunun sorulamaması gerektiğini anlamıştım.
İlyas ve Çınar aynı anda oturdukları yerden kalktıklarında kapıya doğru yürümeye başladılar.
”Nereye?” Diye sordu Roza, İlyas’a bakarak. Kafasını çevirip Rozaya baktı İlyas, “Biraz bahçede hava alacağız.” Dediğinde Roza kafasını sallayarak onu onayladı. İlyas ve Çınar salından çıktıklarımda üçümüz kız kıza baş başa kalmıştık.
Sare, nihayetinde rahat bir nefes verdiğinde onların yanında anlatmaktan çekindiğini anladım. “Ona, annem eğer bizi görüyorsa eminim ki senden utanıyordur, dedim.” Dedi Sare.
Utanmak; ebeveynlerin evlatlarından utanmaları, çocukların canını en çok yakan şeylerden biridir.
Karayel gibi duygudan yoksun bir adamın bu sözlerin canını yakacağına ihtimal vermiyor değildim. Ama o kadar duygusuz görünüyordu ki, hiçbir şey onu sarsamaz ve incitmez gibi bir görünüme sahipti.
Aslında, yaralarımız aynıymış bizim karayel ile.
Ben bir ömür ailesi için hep utanç kaynağı olan biriydim.
”o gece annemin mezarına gittiğini benden başka kimse bilemez, tahmin dahi edemezdi.” Derken anlatmaya devam etti ve biz de sessizce onun içini döküp rahatlamasını bekledik.
”Çünkü abim, annem öldüğü günden, cenazesinden sonra bir daha asla gitmedi mezarına. Biz hep giderdik babamlarla, bayram sabahı ilk anneme giderdik ama abim hiçbir zaman gelmezdi. Çok düşünürdüm, acaba abim annemi özlemiyor mu diye. Özlüyormuş, annemi en çok abim özlüyormuş.” Gözleri dolmaya başladığında istemsiz bir yumru oturdu içime.
”Annemden bahsetmezdi çok. Nadiren annem hakkında konuşurdu. O da ben ona annem hakkında birşey sorduysam ve çok ısrar ettiysem. O zamanlar bile anne demezdi annem için, anneme hep papatya derdi. Annemden papatya olarak bahsederdi. Çünkü benim annem, papatya kokarmış.” Dolan gözlerinden bir damla yaş süzüldü yanağına. Akan yaşı elinin tersiyle sildi hemen.
Kafasını çevirip dudaklarında oluşan buruk gülümsemeyle bana baktı.
”Abimin acısı çok büyükmüş, Nefes. O kadar büyükmüş ki, benim asla sarsılmayan abim koca Karadeniz’e bir türlü sığamadı.” Gözlerimde yanma hissi oluştu.
Yaman karayelin acısı, onun Karadeniz’e sığmayan dağları taşları aşan, hırçın Karadeniz’de taşan acısı. Yaman Karayelin acısı, vicdandan yoksun adamın, vicdanını susturan acısı.
“Yaman, Karadeniz’de değilmiydi hep?” Diye sordu Roza. Bakışları Rozayı bulduğunda kafasını iki yana salladı Sare. “Abim liseye geçtiği gibi karadenizi terk etti ve bir daha da hiç geri dönmedi. İstanbul’da yatılı bir yurtta kaldı.” Kafasını çevirip yüne bana baktığında dudaklarında yer edinen gülümseme içtenlik ve minnet doluydu. “Sen Nefes, abime yeminini sen bozdurup onu buraya, memleketine sen geri getirdin. Abimi bana sen geri getirdin. Bu yüzden sana minnettarım.”
Dudaklarımda yarım yamalak bir gülümseme oluştu.
Yaman Karayeli annesinden vurmak, vücuduna sıkışan on kurşundan daha ağır hasar bırakırdı onda. Kurşunlar öldürürdü. Ama annesinde vurmak onu öldürmekten daha beter ederdi.
Gözlerinin önünde öldürülen annesinden daha çok ne yakardı Güz yarasının canını?
💫
Hava kararmıştı ve akşam olmuştu. Akşam için kızlarla birlikte birşeyler hazırlamış, yemiş ve şimdi de salonda oturuyorduk. Sare bir süre burada bizimle birlikte kalacaktı. Karayel kendine gelene kadar. Henüz kimsenin yamandan haberi yoktu. Sarenin burada kalmak için uydurduğu bahanesi de bendim. Babasını arayıp benimle biraz zaman geçirmek istediğini bunun bana iyi gelebileceğini söylemişti. Çınar da burada bu gece kalacağı için Roza Sare’ye kendi yatağını verme durumunda kalmıştı. Ve kendisi de ona yatacak yer kalmadığı için el mecbur İlyas’la birlikte uyuyacaklardı bu gece.
Saat gece yarısına geliyordu. Hiç kimsenin uyumaya niyeti yoktu. Zaten dün de pek uyuduğumuz söylenemezdi ya. Ben koltukta oturmuş, dirseğimi koltuğun köşesine yaslamış kafamı elime yaslamış açık televizyonu izliyordum. Sare, başını göğsüme yaslamış hemen yanımda uzanıyordu ve ben boşta kalan elimle sarenin yumuşak saçlarını okşuyordum. İlyas ve Roza hemen karşımızdaki koltuktaydı. Roza ayaklarını İlyas’a inat olsun diye koltukta uzatmış, yastığı da kucağına almış sırtını arkasına yaslamış keyifle televizyonu izlerken, İlyas sesini çıkarmamaya özen göstererek Rozanın uzattığı ayaklarımın dibine oturmuştu ama o da sırf Rozayı gıcık etmek adıma belini yana bükerek kolunu Rozanın bacağının üzerine koymuş kafasını da eline yaslamış bir şekilde televizyon izliyordu.
Çınar, hepimizden bağımsız bir şekilde tekli koltuklardan birine oturmuş, bacaklarını bağdaj kurmuş ilyasın ona verdiği kıyafetlerle birlikte televizyon izliyordu.
Karayel ise yukarıda tek başınaydı. Roza yemekten sonra tekrar gidip onun pansumanını değiştirmişti. Rızanın dediğine göre yine uyuyordu. Ateşi düşmüştü ama yine de Roza ateşini dengede tutmak için ona ilaç vermişti.
Televizyonda Kuzey yıldızının tekrar yayınlanan bölümlerinden biri vardı. Ve hepimiz onu izliyorduk.1
“Yıldızı hiç anlamıyorum. Biri hiç yirmi yıl beklenir mi ya?” Diye huysuzlandı Roza. Zaten dizi bailadığından bu yana hiç susmamıştı. Dakika başı bir yorum yapıyor, İlyasın ona verdiği ters cevaplarla susup kalıyordu.
“Eğer çok aşıksan beklenir, Roza.” Dedi, kafası göğsüme yaslı gözlerini televizyondan ayırmayan Sare.
“Kaçak gelinden bahsediyoruz. O ne anlar aşktan falan” diyerek anında Rozaya laf çakacak havayı kaptı İlyas. Kafamı çevirip obalara baktım. Roza, ilyasın kolunu bacağına yasladığı ayağını oynatarak ilyasın kafasını elinden kaymasına neden oldu.
“Diyene bak, hödük. Sanki kendisi yirmi yıl bekler de birini?” Diye çıkıştı Roza hemen. Oturduğu yerde doğruldu İlyas.
”Heh, geliyor gelmekte olan. Sıkı tutunun kızlar. Roza ve İlyas çekişmesi başlamak üzere.” Diyen Çınarın keyifli gelen sesiydi. Gülmeden edemedim. Hakkıydı, birazdan yastıklar havada uçuşmazsa iyiydi. “Rica ediyorum beni koru Nefesciğim. Bu çekişmeden hasarlı çıkmak istemiyorum.” Dedi Sare de gülerek.
“Beklerim tabi, Rizeliyiz kızım biz. Sevdik mi adamı gibi severiz. Gerekirse elli yıl da bekleriz sevdiğimizi.” Diye hemen hamlesini yaptı İlyas.1
“Hahayt, yesinler senin sevgini” dedi Roza alayla gülerek.
“Yirmi yılı geçtim, iki gün bile bekleyemzsin kızım sen. Neden, çünkü kaçıksın kaçık.” Diyerek burun kırıştırdı, İlyas.
Kucağındaki yastığı eline aldı Roza. “Kaçık senin babandır!” Diye bağırdığında elindeki yastığı ilyasın tam yüzüne isabet edecek şekilde fırlattı. Yüzüne çarpıp kucağına düşen yastığı sinirli bir nefes alarak eline aldığında, “kayınpederin hakkında düzgün konuş” diyerek az önce Rozanın ona attığı yastığı aynı şekilde Rozanın suratına attı. İlyas’tan gelecek hamleye karışık hemen kafasını yana çekti Roza.
“O yastık burnuma gelseydi ve benim canım burnuma birşey olsaydı, estetik masraflarını sen karşılardın, Sural!”
”Senin o çelmik burnun için verecek tek bir kuruşum yok, kaçık.”
Ağzı şok olmuş gibi kocaman açıldı Rozanın. “Çelmik burnum mu?” Kafasını ilyasa karşı yana çevirdiğinde işaret parmağıyla kaydırak gibi burnunun üzerinde gezdirdi. “Benim kusursuz burnuma sen, çelmik mi dedin Sural?” Kafasını kendinden eminlikle aşağı yukarı salladı İlyas. Ve evet, bu Roza için son damlaydı.
Oturduğu yerden bir hışımla ayaklandı Roza. Ellerini beline yerleştirdiğinde, “sen o keleş burnunla benim kusursuz burnuma laf mı ettin şimdi?” Çınar birazdan yaşanacakları önceden tahmin etmiş olacak ki oturduğu yerden kalktı ve koltuğun arkasına geçip ellerini koltuğun başına koydu.
“O zaman o yamuk burnunu düzeltmek gerekir, Sural!” Roza İlyas’a doğru hızlı bir adım attığında hiç düşünmeden ilyasın üzerine atladı. Bir eliyle adamın saçını tutarken bir eliyle de burnunu tutu. İlyas can havliyle Rozadan kurtulmak için çabalamaya başlamıştı. “Kızım manyakmısın!”
”Ee bir de soruyormusun, İlyas” dedi Sare kıkır kıkır onları izlerken.
”Çemlik burun ha! Çemlik! Şimdi görür gününü senin keleş burnun!”
Bir yandan ilaysın saçını çekiyor, bir yandan da hala yazık adamın burnunu tutmuş ileri geri çekiştiyordu. Rozanın saçını ve burnunu tutan ellerini bileklerinden tutu ve onu üzerinden geri itmeye çalıştı İlyas.1
“Yirmi yıl beklersin kızım sen sevdiğini, tamam mı? Yıldız gibi beklersin kuzeyini bir ömür!” Rozadan kurtulmak için onun huyuna gitmeye karar vermişti İlyas. Fakat Rozanın bu laflara kanmak gibi bir niyeti hiç yoktu. Rızanın bileklerini tutmayı bırakan İlyas, onu belinden tutarak ayağa kalktı.
“Kuduz musun sen? He, aşılarını yaptırmak mi lazım uslanman için?” Ayakta karşı karşıya geldiklerinde nihayet Roza ilyası bırakmıştı. İlyas hala arızayı her önleme karşı belinden tutuyordu. “Bırak beni Sural” dedi Roza fazlasıyla uyarıcı bir sesle.
”Ayrıca, benim burnum keleş falan da değil, senin burnuna kıyasla mükemmel.” Dediğinde ellerini Rozanın belinden çekerek geriye bir adım attı.
Arkasını döndüğünde dağılmış saçlarını düzelterek salondan çıkmak için kapıya yürümeye başladı. Birbirine girmiş saçlarını eliyle sinirle düzelten Roza, arkasını dönüp koltuğun üzerindeki yastığı alıp ilyasın salondan çıkmasına fırsat vermeden arkasından attı. Kafasına dank eden yastık ile birlikte gözlerini sinirle yuman İlyas sabır dilemeyecek salondan çıktı.
”Şükür,” dedi Çınar. “Hasar almadan kurtulabildik.”
”Gece yerde uyu da gör, Sural!”1
🌒
İlyasın kendisi için verdiği odada tek başın yalnız ve sessizce yatakta uzanıyordu, Yaman. Saat kaçtı bilmiyordu, odadaki camın perdesi örtülüyordu, ışık kapalı kapı da kapalıydı. Odayı aydınlatan tek şey yatağın hemen yanındaki küçük komidinin üzerindeki abajurun lambasıydı. Sarı loş ışık yamana yetecek kadar odayı aydınlatıyordu. Bilinci daha yeni yeni açılıyor, yeni yeni kendine geliyordu Yaman.
Gözleri kapalı kapıdaydı. Birini bekliyordu. İçinde bir yerlerde birşey vardı. O var olan şey, gözlerini sürekli kapalı kapıya çevirmesine ve o kapının açılıp içeri beklediği kişinin girmesini görmeyi istiyordu. Belkliyordu, gelmeyecek olanı hep beklediği gibi yine, gelmeyecek olanı beklemeye devam ediyordu.
Yılları beklemekle geçmiş adam, yine beklemekten vazgeçmeden bekliyordu beklememesi gerekeni. Kendisine asla gelmeyeceğinden emin olduğunu bekliyordu.
Gözlerine nefretle bakacağını bildiği maviliklerle buluşmayı bekliyordu. Bir zamanlar gözlerine umutla bakan hiç yolsa küçük de olsa onun göz göze geldiğinde zor da olsa maviliklerde yakaladığı ışığı, artık hiç göremeyeceğini bilerek maviliklerle buluşmayı bekliyordu. Hasret, Karayel deniz kızının mavi gözlerindeki umuda hasret kalacaktı.
Oysaki içindeki garip, anlam veremediği ve bir türlü adlandıramadığı bir his, sürekli o mavi gözlerle göz göze gelmek, o gözlere soluksuzca nefes almadan bakmak istiyordu. Yirmi yedi yıllık ömründe bir çok mavi gözlü insana denk gelmişti. Fakat hiç biri, onunkiler gibi değildi.
Farklıydı kızın gözleri. Mavilikleri farklı, ona garip hissetiren ama bir o kadar da hoş hissettiren cinsteydi. Hiçbir şeye ve hiçbir göz rengine anlam yüklemeyen adam, deniz kızının mavi gözlerinde bir neden, bir anlam aradı. Derinlerde, en derinlerde birşeyler vardı. O mavi gözlere bakmayı bu kadar merakla bekleyen tarafın o gözlerin derinliklerinde aradığı birşeyler vardı.
Neydi Karayeli deniz kızının mavi gözlerine çeken.
Alışılmadık bir mavi. Mavinin her bir tonunu içinde barındıran kendinde toplayan o mavi gözler…
Denizin en derinlerine giderken oluşan o mavilik vardı ya, koyu geceyle birleşen deniz mavisi, Karayelin deniz kızı dediği kızın gözlerindeydi. Açıktan koyuya.
Denizin koyu mavisi… Nefesin gözlerindeydi.
Deniz kızını deniz kızı yapan, Karayelin nezinde gözleriydi.
Odanın kapısı açıldığında, karayelin meraklı gözleri anında kafasını yana eğerek kapıdan içeri girecek kişinin kim olduğuna bakmaya çalıştı. Kapı tam anlamıyla açıldığında, odadan içeri İlyas ve Çınar girdi. Umduğu kişiyi görememenin verdiği sıkıcı hissin yanında bir de kardeşi gibi gördüğü hatta artık kardeşi olan adamları görmek, içindeki özlemin bir anda ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. İlyas arkasından kapıyı kapattığında, Çınar karayele doğru adımlarını atmaya başlamıştı. Daha rahat bir konuma gelmek için eliyle yataktan destek alarak doğurmaya çalıştı karayel.
Yaralı omzu saniyesinde acıyıp sızlamaya başladığında yüzünü acıyla ve memnuniyetsizlik ile buruşturdu. Onun bu halini gören Çınar hemen yanına gidip kolundan tutarak onun oturur bir pozisyona gelmesine yardımcı oldu. Sırtı boşta kalmasın diye de yatağın diğer tarafındaki yastığı da alıp karayelin sırtına yerleştirdi. Bıkkın bir nefes veren Karayel, sırtını arkasına yasladığında kafasını yatağın başlığına yasladı ve öylece tavana baktı.
”Uyanmışsın, Roza bize hala uyuduğunu söylemişti.” Dedi Çınar, soğuk çıkan sesiyle.
”Yaranın acısına uyandım.” Dedi, Karayel. Bundan yaklaşık yarım saat kadar önce, yarasının anlık keskin acısı ile gözlerini açmıştı ve daha da uykuya dalamadan tek başına odada birinin gelmesini beklemişti.
İlyas ile Çınar yatağın ucundaki bir köşeye yan yana oturduklarında yönlerini karayele döndüler. Aslında ikisi de ona kızgın ve sinirliydi. Ama yine de onu bu haldeyken tek başına bırakamazdı.
”Aşağıdan gelen bağrışma sesleri kime aitti?” Diye sordu Karayel. Rozanın bağırışları evin her bir yerinden duyulmuştu.
Çınarın suratında keyifli bir sırıtıp oluştuğunda kafasını çevirip iğneleyici bir bakış attı, İlyas’a.
“Buna ve karısına aitti.” Derken yüzündeki keyifli sırıtışı hala koruyordu Çınar.1
“Normal değil ki, ne desen farklı anlayıp çıldırıyor. Boşuna kaçık demiyorum. Harbi kaçık.” Hala Rozaya içten içe sinirliydi İlyas. Bir yandan Roza ile inatlaşmak çok hoşuna gitse de bir yandan da bu durum bazen onun zararına sonuçlandığı için özenle onunla laf dalaşına girmekten kaçınıyordu.
”Eline geçen her fırsatta kıza bulaşmasan, kız da devirmeyecek de neyse.” Dedi Çınar.
Bakışlar Karayele döndüğünde, o yalnızca ikisine bakıyordu.
“Nasıl oldu da içerden çıktım bilmiyorum ama senin bu işte bir parmağın olduğunu düşünüyorum.” Dedi Karayel, Çınara bakarken.
Sıkıntılı bir nefes verdi Çınar. “Zor oldu ama başardım. Daha doğrusu birlikte başardık.” Diyerek İlyas’a baktı Çınar.
“Görevden alınmamışmıydın sen, Komiser?” Diye sordu Karayel merakla.
“Süre doldu, Karayel. Ve yine hep olduğu gibi görevimin başındayım.” Çınar, bir operasyonda başarısız olduğu için süreli bir şekilde görevden uzaklaştırma almıştı. Altı aylığına geçerli olan bu süre nihayetinde sona ermişti ve Çınar tekrardan işine geri dönmüştü.
”Orasını anladık da. Ben nasıl çıktım içerden?”
“Selim Soykan.” Dedi sadece Çınar. Ve bu, karayelin sorusuna yeterli tek cevaptı. “Seni ihbar ederek ipin ucunun kendisine dokunmayacağını sanmış salak adam. Senin hakkında verdiği ifadeyi değiştirmeseydi kızını kendi isteğiyle sana verdiği de ortaya çıkacaktı ve şerefsizin cezası ikiye karalanacaktı.” Bunu tahmin edebilmişti Karayel. Selim Soykan gibi kurnaz bir adam sadece kendisini kuyuya çekerken dışarıda kalacağını sanıyordu. Fakat kızını kendisinin karayele verdiğini ya unutmuştu, ya da bunu göz ardı etmek istemişti.
”Ona ne oldu?” Diye sordu bu sefer de Karayel. İçerde geçirdiği iki ayda neler olduğunu merak ediyordu. “Yakında mahkemesi var. Hakkında bir karara varılacak.” Dedi İlyas. “Ve mahkemede onun hak ettiği cezayı alması için şahitlik yapacak kişi…” dediğinde durdu İlyas. Boş gözlerle İlyas’a bakıyordu karayel. Ve devam etmesini bekliyordu. “Nefes.” Dediğinde İlyas, karayelin kaşları hayretle çatıldı.
“Kızın babasına bile acıması yok, Yaman. Seni vurmasına şaşmamalı.” Dedi, Çınar hiçbir şeyden habersiz.
Deniz kızı en kolay karayele kıyardı.
Hayır, yanılıyordu Karayel. Deniz kızı, yalnızca Karayele kıyamazdı.2
“Davada sizimin tarafınızın avukatlığını da yapıyor.”
Buna çok şaşırmadı karayel. Ona onca şeyi yapan adamı affetmeyeceğim biliyordu. “Beni affetmeyen kız, babasını mı affedecekti?” Diyen Karayel daha çok kendiyle konuşuyordu aslında. İlyas ve Çınar onun bu dediğini duyup birşey anlamasalar da sustu. Nefesin, zamanında ona anlattıklarını harfi harfine hatırlıyordu Karayel.
Anlamıştı. Nefesin babasının onu sevmediğini ve ona iyi davranmadığını öğrenmişti. Kıza neler yaptığını, neler yaşattığını bilmiyordu ama Nefesin kendisine soykanın kızı demesi bile onu çıldırtırken yaşadıklarının pek de hoş şeyler olmadığını düşünüyor, kendince tartıp biçiyordu Karayel.
Bir katil, kendi öz evladına acımazdı.
Fakat aklına takılan bir detay daha vardı Karayelin. Annesi. Nefesin annesi neden o kadar farklı ve tuhaf geliyordu gözüne.
“Sağol,” dedi karayel, Çınara bakarken. “Sağolun.” Bu sağolun sebebi, onu içeride bırakmamış ve içerden çıkarmış olmalarıydı. “Benim için o kadar uğraştınız.” Dediğinde, sözleri içtenlik doluydu.
”Sana kızgın olabilirim, hatta Şuan ağzını yüzünü dağıtmak istiyor da olabilirim. Ama bu kardeşim dediğim adamı orada bırakacağım anlamına gelmiyor.” Dedi Çınar, gerçekten de karayele fazlasıyla kızgın ve öfkeliydi. Ağzına iki tane patlatmamak için kendini zor da tutuyordu ama tüm bunlar, kardeşi dediği adamı, aynı sene aynı ay aynı gün sadece bir kaç saat arayla doğdukları ve doğduğu günden beridir hep yanında hayatında olan adamı içeride bırakacağı anlamına gelmiyordu.
”Hala kardeşiz diyorsun yani?” Dedi Karayel cevabını bildiği soruyu inatla sorarken.
”Son nefesimize kadar kardeşiz.” Derken bile sesi soğuk ve mesafeliydi Çınarın.
”Kardeşiz, kardeşiz” dedi İlyas da buruk bir gülümsemeyle. Aynı buruk gülümseme karayel ve Çınarın da yüzünde yer edindi.
”Beni nasıl kurtardınız?” Diye sordu Karayel. Vurulduktan sonrası onda yoktu. Be olmuştu nasıl kurtulmuştu onumlüm kurtarmıştı ve en merak ettiği hatta merak ettiği tek şey, Deniz kızı onu terk etmişmiydi?
”Nefes, o Rozayı aramış. Nefes arayınca seni oradan almaya gittik.” Diyerek açıkladı İlyas. Kaşları şaşkınlıkla çatıldı Karayelin. Bunu beklemiyordu. Onu gerçekten de terkettiğini düşünüyor, öyle biliyordu. Çünkü deniz kızı onu ardında bırakıp gitmekte fazlasıyla kararlıydı. Ve karayel, onu bırakacağına emindi.
Ama deniz kızı, karayeli asla bırakamazdı. Bunu bilmiyordu.
Onu orada bırakmalıydı. Bıraksaydı da ölseydim diye içinden geçirdi karayel. Yaşamayı hakeden bir adam bir karakter olduğunu düşünmüyordu. Zarardan başka hiçbir şey olmayan adamı ölüme terk etmeliydi. Onu yaşatmamalıydı.
Ama deniz kızı, boğulurken bile karayeli yaşatmayı seçmişti.
Gözlerime nefretle bakmasına rağmen, merhametini hak edecek ne yaptım?diye düşündü.
Oysaki Karayel, deniz kızını hep ardında bırakıp gitmişti. Yalvarışlarına kulak tıkamış, haykırışlarını yardım çığlıklarını duymazdan gelmiş, onun ardında öyle büyük bir acıyla baş başa bırakmaya göz yummuştu.
Her ne kadar onu ardında bırakıp gitmek zor olsa da…
Gözlerinin içine baka baka ağlayan kızı görmezden gelmiş olmasına rağmen o onu orada bırakmamıştı.
Sanırım karayelin sınavı da buydu. Nefesin vicdanı ve merhameti.1
Karayelde olmayan vicdan ve merhamet.
Aradan geçen iki ayda, pişmanlıktan içi içini yerken bile ona seslenen vicdanının sesini hep olduğu gibi bastırıp onu sustururken bile, pişman olduğunu bilip yine de susarken bile düşündüğü ve aklından çok ayan sözler vardı.
”Vicdanının sesini duyduğun gün biz seninle vedalaşacağız karayel.”
Şimdi, vicdanının sesini duymak istese bile duyamazdı Karayel. Sırf onunla vedalaşmamak için.
Vedalar zordu. Vedalar en çok Yaman Karayel için zordu. O kimseyle vedalaşmazdı, vedaları sevmezdi.
Annesiyle bile vedalaşamamış adam, gözlerinde denizi gördüğü kadınla mı vedalaşacaktı?
Yaman Karayelin hataları, affı olmayan, hiçbir sözün yarasını geçirmeyeceği hataları, iz bırakan hataları, varken kendisini yoka çeviren hataları. Yaman Karayelin hataları, bir zamanlar ona gülerek bakan yüzlerin ona sırt çevirmesine neden olan hataları. Yaman Karayelin hataları, ondan deniz kızını çalan hataları.
Bir adam, doğru yolda giderken seçtiği ve harcadığı yanlış kişi, yaptıkları ve söyledikleri. Herşeyi paramparça eden sözleri. Kalbi ortadan çatlatan nefret dolu gözleri.
Yaman Karayel, neyi nasıl yapacaktı bilmiyordu ama bildiği tek birşey vardı. O da deniz kızı kendisini affedene kadar oma kendini affettirmekten asla vazgeçmeyeceği.
Herşeyi yerle bir eden adam, yine herşeyi eski haline getirecekti.
Yataktan kalkmak için hareketlendiğinde yarasında oluşan acı ile suratını rahatsızlıklar buruşturdu Karayel.
”Ne yapıyorsun?” Diye soran Çınar oturduğu yerden ayaklanıp karayelin yanına vardığında. “Aşağı ineceğim.” Dedi Karayel.
Buna müsade göstermeyen Çınar itiraz ederek, “Daha kendine gelmedin, Karayel.” Dedi. Bıkkın bir nefes verdi Karayel, “Nasıl olduğumu benden iyi bilecek değilsin, Vuslateri.”
Üzerindeki örtüyü üzerinden çekip attı Karayel. “İlyas, bana üzerime giyeceğim birşey ver”
“Siktirtme belanı ve uzan şuraya karayel.” dedi Çınar tahammülsüzce.
“Bana bak bu acının üzerine bir de sen üzerime gelme, harbi yumruğu yersin suratına.” Dediğinde, komidinden destek aşarak oturduğu yerden zorlukta da olsa kalkmayı başardığından, omzunu zorlamış olması omzundaki yarasını acıtmıştı. İlyas dolabından aldığı kısa kolu ona doğru fırlattığında, karayel yatağın üzerine düşen tişörtü aldı.
”İlyas çabuk buraya gel!” Koridorun sonunda kalan odadan Rozanın sesi duyulduğunda sabırsız ve bıkkın bir nefes verdi İlyas.
”Bir insan iki ayda evlilikten hiç bıkar mı ya?” Diye sızlanarak arabasını dönüp kapıya doğru yürüdü. Karayelin dudaklarında küçük bir sırıtış belirdi.
Aklına, deniz kızı ile aralarında hiçbir birliktelik olmayan sahte evlilikleri geldi. Onunla arasındaki sahte ilişki hem o intikamı içindi, hem de onu gerçek anlamda herkesten korumak istemişti. Yalandan da olsa, kimse bilmese de sahte evlilikleri ile kızı babaannesi de dahil olmak üzere herkesin kötü sözlerinden korumak istemişti. Çünkü Trabzon’da soykanları tanımayan, yıllar önce yaşananları bilmeyen yoktu. Deniz kızını gördüklerinde onun ardından neler konuşacaklarını az çok tahmin etmişti. Bu evliliğin iki nedeni vardı. Deniz kızını korumak ve bu evlilikten elde etmek istediği çıkarı almak.
Deniz kızını koruyabildiği konusu meçhuldü. Ama o evlilikten bir çıkar elde etmişti.
Deniz kızını başkalarından korusa bile, kendinden koruyamamıştı.
Düşünceler karayeli dört bir yandan sararken dudaklarındaki o küçük gülümseme orada asılı kaldı.
Tişortü kafasından ve kollarından geçirdiğinde uçlarından tutup belden aşağısına indirdi. Bu noktada kaldırdığı omzu sızlamaya başlamış olsa bile umursamadı ve omzunu tutarak odanın kapısına doğru ilerledi. Ağır ve sarsak adımlarla kapıya vardığında kapıyı açtı ve odadan çıktı. Onun ardından Allahtan sabır dileyen Çınar da çıkıp kapıyı kapattı.
Omzunu tuta tuta aşağı indi karayel. Yorgun bakışları yabancısı olduğu evin içinde gezinirken, gözlerinin aradığını bulmak için çınarın peşinden giderek salona girdi. Salona girdiğinde gözler yine aynı kişiyi aradı. Ama bulamadı.
saat epey bir geç olmuştu. Burada değildi. Yukarda olmadığına da emindi. Gözlerinin aradığının nerede olduğunu çok iyi biliyordu Karayel.
arkasını dönüp salondan çıktığında, “Nereye?” Diye seslendi Çınar ardından. “Bahçeye” demekle yetindi Karayel. Kapının önüne geldiğinde, kapının kenarına duran ayakkabılarını gördü. Onları ayaklarına giyindiğinde hemen fortmantoyu açtı. Eğer tahmin ettiği gibiyse yanına bir şey alması gerekiyordu. Kapağını açtığı dolabın içinde gördüğü siyah montu aldığında kapıyı açarak evden çıktı. Gözleri bahçenin etrafında gezinip onu aradığında, nihayetinde bahçenin en uç köşesine arkası ona dönük kızı gördü.
Ve tıpkı tahmin ettiği gibi üzerine hiçbir şey almamış, öylece üzerindeki kazak ile dışarı çıkmıştı. Sessiz adımlar ile ona doğru gitmeye başladı Karayel. Üzerindeki ince tişört sert esen rüzgara karşı onu hiç korumuyor, üşümesin tüylerinin diken diken olmasına ve içinin titremesine neden oluyordu. Fakat buna pek aldırış etmedi Karayel, yaralı ve sızlayan omzuna rağmen kıza doğru yürüdü.
Gerçekten de hala kendinde değildi. Bilinci açıktı fakat vücudu oldukça yorgun ve bitap düşmüştü. Gözlerinden yorgunluk akıyordu. Vücudu gevşemişti ve yürümekte bile zorlanmasına rağmen ayaklanmıştı.
kıza doğru yaklaştığında, “Tam da tahmin ettiğim gibi. Yine dışarı atmışsın kendini.” Diyerek geldiğini ona duyurdu Karayel. Kafasını kaldırmış gökyüzüne bakarken dalmış kız gelen tanıdık ses ile olduğu yerde sıçrayarak arkasını döndü. Arkasını döndüğünde karşılaştığı kişi ile, gözlerinde hasret uyansa da o hasreti geri itip yerine dönük bakışları getirdi.
“Bak gördün mü seni sarsacak kadar derinde değilmiş yaran.” Dedi, Nefes mavi gözleri adamın kahverengi gözlerine bakarken.
Kızın gözlerine baktı karayel.
Fakat o yaranın acısının fiziksel olmadığını biliyorum. O yaranın acısı, yarayı açanda gizli… diye geçirdi içinden
“Söylesene deniz kızı, senin yaran kabuk bağladı mı?”
Senin yaran, deniz gözlü, senin yaran kabuk tutarsa, benimki de kabuk tutar..
Dudaklarında buruk ukde bir gülümseme yer aldı Nefesin. Elini havaya doğru kaldırdığında Yamanın kalbine doğru götürdü elini. Adamın göğsünün üzerine elini koyduğunda adamın kalp atışlarını avucunda hissetti.
Burada, burada ve hala yaşıyor. Dedi kız içinden derin bir oh çekerek umud ederken.
“Kalpte açılan yara, hiçbir yarara benzemez karayel. Kanaması durmaz, sızısı geçmez, kabuk bağlamaz. Ve…” dediğinde içindeki burukluk onu ezim ezim eziyordu. “Ve benim yaram, asla kabuk tutmayacak.”
Yaralar ve onların kabuk tutmayışları.
Deniz kızı ve karayelin yaraları.
Yaralar ve kabuk tutmayışları.
Her yara kabul bağlamazdı. Kanaması durmaz, sızısı dinmek bilmezdi. Kimi yaralar vardı. Acısını anında unuturdun, küçük bir kanayışla kabuk tutardı sızısını izinin nerede olduğunu bile hatırlamaz unuturdun. Ve bir de kimi yaralar vardı ki o kimi yaralar… asla unutamazdın acısını, sızısı dinmek nedir bilmez, kanaması ilk günkü gibi taze, asla kabuk bağlamazdı. İzi kalırmıydı? Kabuk bir ihtimal tutarsa belki. Lakin, kalpte açılan yaranın pek de bir çaresi yoktur. Kabuk bağlamaz, sızısı dinmez daima orada kalır kendini belli ederdi. Yaranın sahibi, yarayı açanda şifa bulurdu belki fakat, yarayı açan, açtığı yaraya şifa olmaya razımıydı?
Deniz mavisi gözlere baktı, Karayel. O maviliklerde en derine inmek ister gibi. O maviliklerde, o gözlerde nefes almak ister gibi bir ihtiyatla baktı. Fakat hayır, deniz mavisi gözlerin sahibi izin vermedi Karayelin gözlerine derinden bakmasına.
Nefes almasına müsade etmedi. Etmek istemedi. Boğul, Karayel. O gözlerin denizinde nefes alamıyorsan eğer, boğul.
“Yaralar ve kabuk tutmayışları,” diye mırıldandı karayel, Nefesin gözlerine kısık gözleri ile bakarken. “Demek öyle, ha? O kadar mı kırdı sözlerim ve yaptıklarım o kalbini?” Diye sordu karayel, kızın vereceği cevabın aklının ucundan geçenle bir olmasını istemedi. Nedendir bilmedi ama hayır dedi, olmasın.2
Zorlukla yutkundu sorunun sorulduğu kız. Fakat acımasızlık onu dört bir yandan sarmış, ele geçirmişti. Yaşadıklarına karşı olan acımasızlığı ona bunca şeyi yaşatana acıma gereksinimde bulundurmuyordu artık.
Kırılan kalbi, parçalara ayrılan kalbi son bir güç çabası ile ‘hayır’ diyordu. Aptallığı bir kenara at ve lütfen diyordu. Lütfen artık izin verme.
Daha ne kadar parçalara ayrılabilirim?
”Kalbimi parçalara ayırdın, Karayel. Şimdi al ve kalbimin parçalarını avuçlarında taşı.” İtiraf etti. Tekdüze bir sesle duygu ve duygusuzluğun bir arada olduğu noktada, incecik bir çizginin üzerinde kalbinin yerle bir olduğunu, parçalandığını parçalamanın gözleri önüne serdi. Sözlerinin anlamını biliyordu Karayel. “Kalbimden kopan her bir parça, onları taşıdığın avuçlarına batsın ve kanatsın. Kanasın ki, beni o gece en mahvolmuş halde ardında nasıl bırakıp gittiğini asla unutama.”
Kırılan her insan, hissizleşir biraz.
Kırılmaktan bıkmış her kalp, aklı ve mantığı devreye koyar.
Kırıldığı kadar kırara, yandığı kadar yakar. Acıttığı kadar acıtırdı. Bile isteye veya bilmeyerek. Ama kırılan her kalp, kırmayı da çok iyi öğrenirdi.
Daha fazla toprak kahvelerine bakmak istemedi adamın, Nefes. Yanından geçip giderken yakından gelen tanıdık kokuyu hasretle gözlerini yumarak içine çekti, Nefes. Tanıdıktı koku, yabancısı değildi. Bir zamanlar nefes aldığı, huzur bulduğu kokuydu bu. Korkusunu unutmasına neden olan kokuydu. Tüm ciğerlerini içine çektiği kokuyla doldurmak istediği, karanlığa olan korkusunu bile unutturacak ve geçirecek bir kokuydu.
Bir kokuyu bu kadar eşsiz kılan kokunun kendisimiydi? Yoksa sahibi, ait olduğu ten mi?
Yanından geçip gittiğinde nereye gideceğini bilmiyordu. İçeri gitmek dört duvar arasında kalmak istemiyordu. Bahçedeki masaya doğru ilerledi. Üzerine birşey almamış olması içini titretiyordu. Masaya kurulduğunda, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, ihtiyaçla. Aradan saniyeler geçmeden bir beden yanında yer aldı. Kafasını çevirip de bakma gereksiniminde bulunmadı. Biliyordu çünkü kim olduğunu. Gitmediğini, peşinden geldiğini biliyordu.
Peki ya neden? Bir zamanlar onu görmeye sesini bile duymaya tahammül edemeyen adam, şimdi niye peşinden geliyordu? Yarasına rağmen bu soğukta yanına oturuyordu?
Bu soruların cevabını ne Karayel, ne de deniz kızı bilmiyordu. İkiside aynı şeyleri düşünseler de bir türlü sorularına cevap bulamıyorlardı.
Elindeki monta baktı karayel, parmaklarının arasında sıktığı monta. Kafasını çevirip bakışlarını gökyüzüne dikmiş kıza baktı. Üşüdüğü her halinden belli oluyordu. Kollarını kendine sarmış, öylece gökyüzüne bakarken soğuktan kızaran yanaklarına ve burnuna baktı Karayel. Elinde tutuğu bu montu şimdi ona vermek istese kabul etmeyeceğinden çok emindi. Ama hava çok soğuktu. Kar yağmıyor olsa da hala kar soğuğu vardı. Keskin bir soğuk. Bu soğukta tişörtle oturması onun hayrına olmayacaktı da.
Her neyse, dedi içinden Karayel.
Elinde hala tutmakta olduğu montu Nefesin omuzlarına bırakmak için kollarını kaldırdı. Her ne kadar bundan emin olmasa da montu omuzlarından tutarak Nefesin omuzlarına bıraktı. Kız kafasını anında çevirip omuzlarına bırakılan monta baktı. Şaşkınlıkla irilerin göz bebekleri karayele döndü.
”Bu ne şimdi?” Diye sordu şaşkın bir sesle.
”Üzerine hiçbir şey almamışsın. Üşüteceksin öyle.” Dedi Karayel.
Alaylı silik bir gülüş dudaklarına yayıldı, Nefesin. “İnsani duygular demek sende de ortaya çıkmaya başlıyor ha, Karayel?” Derken sesi kinayeliydi.
suratı ifadesiz kaldı karayelin. Birşey demedi. Bir tepki vermedi. Öylece baka kaldı kızın yüzüne.
omzularına bırakılan montu alıp adama uzatıp kucağına bıraktı. “Senden gelecek hiçbir şeye ihtiyacım yok.” Dediğinde eğlenen ve alaylı tavrı bir anda yok olup yerini yine buzdan farksız bir soğukluğa bıraktı. Oturdukları koltuğun boş kısmına doğru biraz kayarak adamla aralarında hesaba gelir bir mesafe açtı.
”Ceza evinde dört duvarın arasında beynine oksijen gitmedi sanırım. Aramızdaki dört adımlık mesafeyi çok çabuk unutmuşa benziyorsun.” Dediğinde, havanın sert soğuğu kızın da sesine yayılmıştı. Zira dudaklarından çıkan her bir söz, sert bir rüzgar esintisi vererek gökyüzüne karışıyordu.
Buna bir anlığına güldü Karayel. Bir zamanlar üzerine aldığı battaniyede hiç çekinmeden ona yer verip battaniyesini paylaşan kız, bugün aralarına bahsi geçer bir mesafe koymuştu ve o mesafenin ezilip geçilmesine asla izin vermiyordu.
”Unutmadım.” Dedi adam sadece.
kollarını kendine iyice sardı, Nefes. Hava sahiden de çok soğuktu. İlk defa böylesine sert fazlasıyla iç titreten soğukla karşılaşıyordu. Bu onun için pek de alışık olmadığı bir durumdu. Fakat yadırgamıyordu. Çünkü kendisi bu havanın daha da soğukluğunu çatısı olup içi ısınan bir evde senelerce yaşamıştı.
Verdiği derin nefes buğarlaştı havada.
“Bekler misin sevdiğinin yirmi yıl gelmesini?” Karayelin beklenmedik sorusu ile kaşları hayret ile çatıldı Nefesin. Bakışları yanındaki adamı kafasını çevirdiğinde döndüğünde sorgulayıcı bakışları adamın yüzünde gezindi. Yukarıda yatakta uykudan uyanmış uzanırken aşağıdaki konuşmalara kulak misafiri olmuş, herşeyi gayet net duymuştu. İlyas ve Rozanın ne konuda tartışmaya başladıklarını biliyordu. Bu soruyu da bu yüzden soruyordu.
Deniz kızının ne diyeceğini sorduğu soruya ne cevap vereceğini merak ediyordu. Yüzündeki şaşkın ifade ile gözlerine bakan kızın gözlerine baktı.
Bu soru karşısında her ne kadar şaşkın olsa da cevap vermeyi ihmal etmedi Nefes.
”Çok sevdiysem eğer,” dediğinde içinde bir şeyler kıpır kıpır etmeye başladı Nefesin. “Yirmi yıl da beklerim, kırk yıl da beklerim gelmesini.”
Karayelin dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm peyda oldu. Aldığı cevap, sanki içinde bir ferahlığa neden oldu. “Peki sen, bekler misin sevdiğini?” Diye kendisine sorulan soruyu anında Karayele yöneltti.
kıstığı gözleri ile kızın gözlerine bakmaya devam etti, Karayel. “Eğer ki gerçekten sevdiysem birini, herşeyini ve herşeyimle, yirmi yıl da değil, bir ömür beklerim gelmesini. Hiç gelmese de beklerim.”
Sevse çok güzel severdi Karayel. Asla incitmeden, incinmesine asla izin vermeden, gözünden ne kendisi yüzünden ne de başka biri ve başka şeyler için tek bir göz yaşı akmasına izin vermeden, severdi. Kalbinin herşeyi, tek sahibi yapardı o kişiydi. Eğer ki gerçekten sevseydi birini karayel, gözleri o kişinin üzerinden ayrılıp da bir başkasının üzerine asla değmez, kaymazdı da. Sevse çok güzel severdi de, sevmeyi bilmiyordu.
Sevmeyi bilmeyen adam, birini sahiden sevmeyi nasıl öğrenecekti?
“Sevebilir misin ki sen birini?” Diye sordu Nefes.
”Senin gibi bu kadar yaralayıcı ve kırıcı bir adamın birini sevmesi düşüncesi kulağa komik geliyor.” Dedi yarım yamalak gülerken burukça Nefes.
”Bir kere sadakatsizsin sen. Verdiği sözleri asla tutamayıp o sözlere ihanet eden bir sadakatsiz.”
Yutkundu karayel. Ezildi içi. Doğru söze ne denirdi ki? Deniz kızına verdiği hangi sözü tutabilmişti ki? O sözleri tutması gerekirken verdiği sözlere ihanet etmişti.
Unutmayacaktı deniz kızı o geceyi. Bunu çok iyi biliyordu Karayel. Ne ona veridir sözleri unutacaktı, ne o geceyi. Ve kendisinin de unutmasına asla izin vermeyecekti, biliyordu.
Yönünü iyice karayele döndüğünde bir bacağını koltuğun üzerine çekti. “Söyle, Karayel. Sen birini kırmadan, dökmeden ve canını yakmadan sevebilir misin?” Karayelin dudakları aralanacağı esnada konuşmasına izin vermeden konuşmaya devam etti, Nefes.
”senin gibi kalbi taştan ve tüm güzel duygulardan yoksun bir adam sevemez. Beceremez sevmeyi.”
Nefesin sözleri karşısında ezildiğini zannetti karayel. Omuzlarına sanki bin kiloluk bir kaya bırakılmış gibi çöktü omuzları. Kendisine ne yaparsa yapsın inanmayacaktı, Nefes. Bunu şuan daha iyi anlıyordu. Çünkü görüyordu. Nefesin gözlerindeki kırgınlığı ve nefreti görüyordu. O gözlerdeki nefretin sahibinin kendisi olduğunu da görüyordu, biliyordu.
”Senin nazarında bu kadar mı kötü ve vicdansızım?” Öyle olduğunu biliyordu. Ama yine de soruyordu, Karayel.
”kalbin kör senin. Sana ben daha ne diyeyim.”
Sözler bu kadar acımasız olunca kalp acırmış. İncinirmiş. Bu kadar yaralayıcı iki insanın birbirine karşı bu kadar kırıcı olmaları aşikardı. Yaralanan yaralamaktan çekinmiyordu. Yaralayan, yaralanmaya müsaitti.
Bıkkın bir nefes verdiğinde oturduğu yerden kalktı, Nefes.
”Burada kalmak için hiçbir sebebin yok. Seni burada istemiyorum.” Dediğinde, duygusuzca baktı karayele ve yanından geçip gitti, Nefes.
Olduğu yerde öylece baka kaldı karayel. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yıldızlar artık gökyüzünde değildi. Ay yalnızdı. Tıpkı kendisi gibi.
Gökyüzündeki yıldızlar, Nefesti. Ay da, Karayel. Ve yıldızlar gökyüzünü terk edip aynı yalnız bırakmıştı. Ne de güzel fark ediliyordu gökyüzünde yıldızların yokluğu.
”Gözlerini esir almış nefretin sebebi sensin. Onun içindeki nefretin filizlenmesine sen sebep oldun. Şimdi neye dalıyorsun öyle ha? Ne bekliyordun? Ona yaşattığın tüm şeylere rağmen seni affetmesini mi? Hayır, Yaman Karayel.” Kendi kendine konuştu Karayel. Kendiye konuştu. Daha sonra da kalktı oturduğu yerden. Evden içeri girdi. Yukarı çıktı. İlyasın odasından içeri girdi, dolaptan kendine adam akıllı bir şey alıp üzerine giyindi. Yatağın yanındaki komidinin üzerine bıraktıkları telefonuyla arabasının anahtarını aldı. Evden çıktı. Gitmeden önce Nefese için getirdiği montunu masanın üzerinden aldı ve evin bahçesinden çıkıp gitti.
Gidecek bir yeri yoktu. Ama gitmesi gerekiyordu. Onu bu saatten sonra ne babaannesi affedip eve alırdı ne de babası. Gidecek yeri yoktu. Ama gitti. Yine de gitti.
sana karşı kurduğum her kırıcı cümlede içimde bir yer var, sana her nefretimi kustuğumda canı yanıyor oranın. Acıyor. Sanki nefesi kesiliyor gibi oluyor, uzun süre nefessiz kapmış gibi hissediyorum bu yüzden. Seni vurdum… evet, seni vurdum. Ama seni vurmayı ben istemedim. Nefretim o kadar ağır bastı ki, yaşadıklarım ve yaşattıkların içimde o kadar dolup taştı ki, seni tekrar gördüğümde yaşamak imkansız gibi geldi o an. Beni o gece ardında mahvedip bırakışın geldi aklıma. Ardından haykırışlarım tekrar yankılandı kulaklarımda. Herşey birbirine girmiş beynimin içinde karmakarışık bir hal almışken bir ses duyuldu.
Ve ben seni vurdum. Bana yaşattıkların yüzünden karayel seni vurdum. Sonra seni orada bırakıp gitmek istedim. Terk et Nefes dedim. O olsa bir saniye olsun düşünmez hep olduğu gibi seni ardında acınası bir halde bırakıp giderdi. Sen de git dedim. Ama olmadı. O karmakarışık hal bir anda ortadan yok oluverdiğinde dank etti o an herşey. Kalbim kasıldı, içim yandı, boğazım düğüm oldu, bir yumru oturdu içime, yutkunacağım. Seni burdum ya ben. Seni. Gidemedim işte o an. Seni ardımda o halde bırakıp gitme işini bir türlü beceremedim. Geri döndüm.
Seni vurdum. Çünkü bana yaşattıkların yüzünden senden nefret ediyorum. Senden gidemedim. Çünkü hala seni seviyorum. Hala, tıpkı ilk günkü gibi. Ve karayel, sana olan sevgim de ağır basıyor, nefretim de. Nefretim seni vurmama neden oldu. Sevgim, gitmeme engel oldu.
Senden hem nefret ediyorum. He de seni seviyorum.
Birbirine zıt iki duyguyu da ben aynı anda içimde yaşıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kaldım. Kurtulamıyorum. Nefes alamıyorum.
Bunun olmasının sebebi sensin, Karayel.
Sen karayel sen, tüm yaralarımı açtığın yarayla sızlatansın. Yüreğimi alevlere veren, beni tüketensin. Tükendim ya ben. Anlaşılması, farkedilmesi bu kadar mı zor? Bir insan daha ne kadar yara alabilir? Ne kadar kanayabilir? Ne kadar anlayabilir? Acımın bir sınırı yok mu?
Niçin inatla beni el birliğiyle yıkıp yakmayı tercih ediyorsunuz?
Annem, babam ve sen, Karayel. Bendeki en büyük yaranın sebepleri siz üçünüzsünüz.
Beni dinlemeyi tercih etmiyorsunuz. Sesimi duymak istemiyorsunuz. Sesimden ne de çok nefret ediyorsunuz.
Hiçbir zaman bizden olmayacağını biliyordum. Ama bir umut işte, bir umut… tutundum ben o umuda. Olacak sandım. Sen nefretinden vazgeçtim dediğinde ben bizden olur sanmıştım. Yanılmışım. Her zaman olduğu gibi ben yanılmışım. Olur sanmışım, umut etmişim. Ve o umut da diğer tüm umutlarım gibi boşa çıkmış. Yıpranmışım. Kendimi yıpratmışım senin sevmekle. Nasıl bir yalnızlıksa benimkisi, en olmayacak kişiyle olur sanmışım. İmkansızlığı unutmuşum, ya da unutmak istemişim sevmişim seni. Oysaki sen, farklı düşüncelerde farklı yerlerde başka uğrulardaymışsın. Ben seni düşlerken, sen bana hiç gelmemişsin. Sen bana uğramamışsın bile. Bense senin kapında yatmayı bile göze almışım. Kalbinden içeri girmek istedim de Karayel, sen bir türlü beni kalbinden içeri almak istemedin.
Senin kalbinde, belkide o Hazal denen kıza bile yer vardı da, bir bana o kalbinde yer yoktu. Sen o kızı kalbinin kapısından içeri alırdın belki ama beni senelerce o kapıda yatsam dahi almazdın. Bilirdim.
Bazen bazı şeyleri bilmemek gerekir. Bilmek her zaman iyi değildir. Bilmemek daima en iyisidir. Faka biliyorum işte; olmayacak bizden. Ben denizim, sen gelip de benim limanımda duraklamazsın. Başka limanlara başka denizlere gidersin, oralarda duraklarsın da, bana gelmezsin.
Biliyorum işte. Biliyorum. Ve bilmek, yaralıyor. Çok yaralıyor.
Bir gün gelirse eğer ve ben senden hala vazgeçemediysem hala seviyorsam seni, sevdam içimde dolup da taşarsa eğer, işte o zaman Karayel, işte o zaman gerçekten ölürüm ben. Parçaladığın kalbim, senin sevginle atmaya devam ediyor ya, bu beni mahvediyor.
Nasıl oldu? Seni nasıl sevdim ne ara, nasıl bilmiyorum. Nerden geldi bu sevda da kalbimden içeri kapıyı bile çalmadan girdi. En güzel köşeye kuruldu, orada filizlenip yeşerdi sardı kalbimi. İnan bana bilmiyorum.
Keşke… diyorum sadece. Keşke hiç sevmeseydim seni. Niçin sevdim ki seni? Kötülükmüdür bu bana? Azapmıdır? Ceza mıdır? Sen söyle bana Karayel, senin sevgin ile be yapacak benim bu kanayan yaralı yıpranmış kalbim. Nasıl söküp de atacağım içimdeki seni?
Kalbimdeki urgan beni boğsa da, nefesimi kesse de sende nefes almasam gerektiğini artık biliyorum.
Sendeki nefesin bana haram olduğunu, biliyorum.
Sare Karayel, Çınar Vuslateri;
Bahçeye çıkmış, elindeki telefonla durmadan Yamanı arayıp duruyordu Çınar. Nereye gitmişti bu ahmak adam kimseye bir haber vermeden? Sabah uyandığında ona bakmak için kaldığı odaya gitmişti fakat oda boştu. Belki banyoya gitmiştir diyerek banyoya gitti, ama orada da yoktu. Şimdi de dakikalardır Yamanı arıyordu ama telefonu kapalıydı.
Bıkkın bir nefes verdiğinde telefonu kulağından çekti. “Senin olmayan beynine tüküreyim, Yaman.” Telefonu cebine attığında elini saçlarının atasından geçirdi.
o halde kim bilir nereye gitmişti? Sanki yarası çok hafifmiş de iki günde iyileşecekmiş gibi kalkıp gitmişti.
arkasını dönüp eve doğru yürümeye başladığı esnada, evin kapalı kapısı açıldı ve telaşlı bir halde Sare dışarı çıktı. Bakışları ilk olarak bahçede dolaştığında Çınarda durudu. Çınarı görünce hızla onun yanına gitti.
”Çınar abi, abim yok.” Dedi panikle Sare. Abisinin evde bulamamanın verdiği endişe suratına yayılmıştı.
”Biliyorum, gitmiş. Telefonu da kapalı” dedi Çınar tahammülsüzlükle. Dudakları anlamazlıkla aralandı sarenin.
”Ne demek gitmiş ve telefonu kapalı? Abim o halde nereye gider?” Daha da endişelenmişti şimdi Sare.
”Ya bir sakin ol Sare.” Diyerek Sarenin omzunu dostane bir şevkatle tutu Çınar.
“Nasıl sakin olayım ya? Abim yok abim. Yarası var onun.”
Sıkıntılı bir nefes verdi, Çınar.
“Bulacağım onu, sen merak etme.” Dedi Çınar kıza güvence vermek ister gibi.
O an için dudaklarında bir tebessüm oluştu Sarenin. Neye güldüğünü anlamadı Çınar, ama kızın dudaklarında meydana gelem gülüş, kalbine bir okun saplanmasına neden oldu. Acıtmadı fakat ok Çınarın canını. Aksine, kızın dudaklarında can bulan gülümseme istemsizce adamın da yüzüne bulaştı. Ne olduğunu anlamasan sırıttı Çınar aptal gibi.
”Verdiğin sözleri sen hep tutarsın değil mi, Çınar abi?” Diye sordu Sare, karnında kelebekler uçuşmaya başlamak üzereyken.
”Ben sana verdiğim sözleri hep tutarım, Sare.” Dedi, Çınar eli ayağı kızın karşısında farkında olmadan birbirine girmek üzereyken.
Aldığı cevap karşısında karnında kelebekler anında uçmaya başladı Sarenin. İçinde çocuksu bir sevinç meydana geldiğinde dudaklarındaki gülümseme daha da büyüdü.
Hadi, dedi içindeki ses Sarenin.
Hadi sariş, itiraf et etkilendik.
”Başkalarına verdiğin sözleri tutmazmışım yani?” Diye sordu Sare boş bulunarak.
güldü Çınar. “Sadık biri olduğum pek söylenemez.” Dediğinde sanki utanır gibi saçlarını karıştırdı kızın karşısında.
”O halde sadece bana verdiğin sözleri mi tutuyorsun?” Diye sordu Sare içi kıpır kıpır ederken merakla.
dudaklarındaki gülüşü öyle asılı kaldı Çınarım.
”Sanırım, evet.” Diye itiraf etti.
Ben Sare, ben bir tek sana verdiğim sözleri tutarım. Diye geçirdi içinden.
Kızın sarı sarı saçlarına baktı. Tekrar dedi, tekrar içime çekebilsem keşke o yasemin kokunu saçlarından. Dokunabilsem o yumuşak saçlarına. Saatlerce okşayabilsem.
Mavi gözlerine değdi bakışları.
Gözlerinin içi gülüyordu kızın. Bunu gayet net görebiliyordu.
Eşsiz bir gülüşe sahip olduğunu söyleyebilirdi Sarenin. Herşeyden eşsiz ve farklı bir gülüştü kızınkisi.
İçinde dolup taşmaya başlayan birşey vardı, Çınarın. Artık sanki içinde taşıyamıyordu. Daha fazla tutamayacak gibiydi.
İtiraf mı etseydi? Neyi itiraf edecekti?
”Teşekkür ederim,” dedi Sare, samimiyetle. “Sana çok teşekkür ederim. Sözünü tutuğun ve abimi içerden çıkardığın için sana çok teşekkür ederim.” Adamın gözlerinin içine öyle bir baktı ki, kalbi hızla atmaya başladı adamın. Ki, Sarenin kalbinin de Çınarın karşısında pek bir farklı attığı söylenemezdi.
”Küçükken de olduğu gibi göz yaşlarımı sildiğin için sana çok teşekkür ederim, Çınar Vuslateri.”
ağlamasına kıyamadığı kızın göz yaşlarını hep silmişti. Ağlamasından nefret ediyordu ve ağlamasına izin vermiyordu. Çınar Vuslateri, Sare Karayelin gözünden akan her bir gözyaşını kendisi ağlıyormuş varsayardı. İçi acır, yüreği sıkışırdı.
Omuz silkti umursamaz gibi Çınar. “Sadece, senin ağlamandan nefret ediyorum o kadar.”
Duydukları karşısında karnına kırampalar girmeye başladı Sarenin. Nefesini tuttu.
sakın, dedi içinden. Sakın etkilenmiyorsun kalbim.
Fakat bunun için çok geç olduğunun farkında bile değildi Sare. Çünkü etkilenmişti. Çınar vuslaterinin dudaklarından dökülen sözlerden kalbi de kendisi de etkilenmişti. Ve bir dalgaya kapılmış gidiyordu.
Gitmesi gerektiğini biliyordu. Fakat gitmeden önce içinden birşeyi yapmak geçti. Yapmak istedi. Bunu sahiden yapmak istedi. Bir iki adım atarak Çınar ile arasındaki mesafeyi kapadı. Parmak uçlarında yükselerek çınarın boyuna yetişmeye çalıştı. Sarenin ne yaptığını anlamayan Çınar nefesini tutmuş olduğu yerde kilitlenmiş ona bakarken, dudaklarını çınarım yanağına yaklaştırdı Sare. Gözlerini yumduğunda bir öpücük kondurdu Sare, Çınarın yanağına.1
Aynı anda, ikisinin de kalbi küt küt atmaya başladı. Çınarın tenine değen dudaklarını bir ateş sardı Sarenin. Sarenin dudaklarındaki ateş çınara bulaştı. Bulaştı ve o ateş onu da sardı.
Aynı ateş sardı ikisinin de kalplerini. Sare geri çekildiğinde utançla kirpiklerinin altından Çınara bakarken yanakları az önce yaptığı şey ile anında kızarmaya başladı. Utançla alt dudağını dişledi Sare. Eli ayağı birbirine dolandı kızın. Hala öpücüğün etkisinde olan Çınar, boş boş göz kırpıştırıyordu.
”Sare, sen ne yaptın?” Diye sordu afallamış bir sesle.
”Öptüm seni.” Dedi Sare utançla.
Aptal Sare. Ne yaptın şimdi sen?
”öptün beni, ha?” Dedi Çınar algılamak ister gibi.
”Teşekkür etmek için.” Dedi Sare harfleri uzata uzata. Daha fazla bu utançla çınarın karşısında duramayacaktı. Arkasını döndüğü gibi koşar adımlarla eve doğru yürüdü.
Eli az önce sarenin öptüğü yanağına gitti Çınarın. Parmak uçlarıyla dokundu yanağına.
Küçükken de her boş bulunduğu anda Çınarı yanağından öperdi Sare. Fakat o zamanki öpücükler az önceki kadar çok ateşlenmezdi. O kadar çok alev almazdı.
”Sarışın,” dedi Çınar dudaklarında çapkın bir sırıtış peyda olduğunda. “Sen bana hep böyle teşekkür etsene.”
Emindi Çınar. Şu dakikadan itibaren içinde sarışına karşı birşeyler vardı. Bir öpücük çınarın Sare’ye olan tüm duygularına karşı farkına varmasına neden olmuştu. Emindi, bu kız başına bela olacaktı ama emindi. Güzel olacaktı.
Tükenmişse tüm Umutların şayet, yaşamak için acılarına sarıl. Acıların ayağa kaldırır seni, yaşatır. Tabi ona yaşamak denir mi bilinmez ama sen varsay ki yaşıyorsun. Yalandan çlevek umutlara tutunacaksa yaşamak yerine acılarının gerçekliğine sarıl. Sarıl ve kendin sar yaralarını. Onların sende açtığı yaralarını kendin sar. Kabuk bağlamıyorsa yaran, sen ol yaralarına kabuk. Yok olmak üzereysen, bir hiç isen var et kendini. Yaşa, ölmek için yaşa, yaşamak için yaşa, yaşa, yaraların için yaşa.
Var olmaya daima devam et. Taki gerçekten tok olana kadar.
Üzerimde ilk defa giydiğim avukatlık cübbesi ile aynadaki görüntüme bakıyordum. Sanırım, bu cübbe bana yakışıyordu. Ayrı bir hava, farklı bir görünüm katmıştı sanki bana. Cübbenin altında kalmış saçlarımı dışarı çıkardığımda omuzlarımın üzerine bıraktım.
Bugün o gündü. Selim Soykanın mahkemesi bugündü. Hatta birazdandı. Ve onun mahkemesinde, karşı tarafın avukatı bendim. Ben ona karşıydım. Bunu kendisine en ağır şekilde göstermiştim. Bu benim ilk davamdı fakat sanık o olduğu için bu davanın benim için çok heyecanlı geçeceğini sanmıyordum.
Hakettiği cezayı alsın diye çabalayacaktım. Süreyya karayel, Yaman, Sare ve Yusuf amca için adalet yerini bulsun diye. Benim için adalet yerini bulsun diye o cezasını çekecekti.
Mahvolacaktı. Ona en büyük darbeyi ben vuracaktım. Ve bu, zevk vericiydi.
🤭
”Davada karşı tarafta Karayel ailesi ve avukatları Nefes Soykan!” Dediler. Göğsüm gururla kabardı. “Davada diğer taraf, Selim Soykan ve avukatı Beşir Sarı!”
Mahkeme başlamışt. Salondaydık. Seyirci koltuklarında, Sareler ve Suzan Soykan vardı.
Selim Soykan tam karşımdaydı. Elleri kelepçeli bir şekilde oturuyordu. Yanında ise avukatı vardı. Ben de hemen onun karşısında, yanımda kimse olmadan oturuyordum. Bana bakıyordu, nefretle. Ona bakıyordum, nefretle.
Baba ve kız, nasıl da nefret ediyorduk birbirimizden.
”Evet avukat hanım. Savunmanızı yapın.” Dediğinde hakim, oturduğunun yerden kalktım.
”Sayın hakim. Sene 2003 yılında Selim Soykan, sarhoşken Yusuf Karayel ve Süreyya karayelin evine gitmiş, evlerini basmıştır. Orada yaşayan evlerdeki insanları rahatsız etmiş, belinden çıkardığı silah ile ilk önce Yusuf karayeli kalbinin altından vurarak, ardından da Süreyya karayeli tam kalbinden vurarak öldürmüştür. Yusuf karayel bir ay kadar bir süre yoğun bakımda durumunun ağırlığından dolayı kalmıştır. Selim Soykan, Süreyya karayeli kendisine saplantılı ve takıntılı derecede aşık olduğu için ve sırf Süreyya karayel kendisine aşık değil diye vurmuştur.”
Sözlerimin ardından susup derin bir nefes aldığımda, sözlerime devam ettim. “Olayın ardından anında oradan kaçmıştır. Tüm bu yaşananlara Süreyya karayelin oğlu Yaman Karayel daha altı yaşında olmasına rağmen bizzat şahit olmuştur. Fakat kendisi şuan için burada değildir. Fakat babası Yusuf karayel bu davada şahitlik yapacağını öne sürmüştür. Müsade ederseniz konuşmasını yapsın, sayın Hakim.”
Hakim eliyle müsade ettiğini belli ettiğinde kafamı çevirip seyircilerin olduğu tarafa baktım. Yusuf amca oturduğu yerden kalktığında seyirci tarafından çıktı ve sanık kürsesine geçti. Gözler benimle buluştuğunda ona güvence vermek ister gibi gülümsedim. O da güldüğünde derin bir nefes aldı. Kafamı hakime doğru çevireceğim esnada salonun kapısının önünde duran ve bana bakan gözler işe karşılaştım.
Gelmişti, gelmez sanmıştım fakat o gelmişti ve buradaydı. Bana bakıyordu. Ne zaman gelmişti? Ya da ne zamandır bana bakıyordu? Kafamı önüme çevirdim.
“Selim Soykan ile tanışmışlığımız yıllar öncesine dayanır. Liseden beri arkadaştık. Aynı üniversitede okuyorduk. Çok yakındık.” Bakışları Selim Soykanı buldu Yusuf amcanın.
”İkimiz de birini seviyorduk. Aynı kadını sevdiğimizi bilmiyorduk. Birbirimizden habersizdik. Ben Süreyya ile evlendiğimde Selim ile olan arkadaşlığımız bozuldu. Yıllar sonra bir gece sarhoş bir şekilde evime geldi. Birbirimize girdik. Sarhoştu. Kendinde değildi ve ne dediğini bilmiyordu. Sonra belinden bir silah çıkardı. Önce silahı bana doğrultu. O sırada karım Süreyya önüme atladı. Bir hengâme esnasındayken bir silah sesi duyuldu. Hiçbir şey anlamadan yere yığıldım.” O anları tekrar yaşıyormuş gibi gözler dolmaya başladı Yusuf amcanın. Zorlukla yutkunduğunu gördüm.
”Daha sonra da,” dediğinde sanki devamını getirmeye gücü yokmuş gibi sustu. Derin bir nefes verdiğinde gözlerinde binbir duygu belirdi. “Süreyyamın yanıma yıkıldığını gördüm. Kan vardı üzerinde. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Gözleri yorgundu. Kan kustu. Benim karım. Benim süreyyam. Gözlerimin içine bakarken kan kustu.” Gözlerim dolmaya başladı. Kafamı dik tutum.
”Bu şerefsiz it! Seviyorum diye diye öldürdü onu! Gram acımadı! Daha sonra da bizi o halde bırakıp kaçtı!” Diye öfkeyle gürledi Yusuf amca selim Soykan’a nefretle bakarken.
İçim ürperdi. Yarım kalmışlık gözlerine hücum etmişti adamın.
Polisler Yusuf amcayı alıp salondan çıkarırken bakışlarım hala kapının oradaki karayeli buldu. Sanki sarsılmış gibiydi. Donuk bakışları yere kitlenmişti. Boşluğa dalmış gibi görünüyordu. O gece yaşananların gözünün önünden adeta bir film şeridi gibi geçtiğine emindim. Gitmek istedim. Yanına gitmek ve ona sım sıkı sarılmak, başını göğsüme yaslamak ve onu sarıp sarmalamak. Ama olmadı. Yapamadım. Yapmadım.
”Hakim bey yalan söylüyor!” Diye ayaklanıp konuşmaya çalıştı Selim Soykan.
”sayın hakimim, Selim Soykan bir vahşete sebep olduktan sonra kaçıp giderek en büyük cezayı hakediyor. O bir aileyi mahvetti. Cezasını çekmeli. Böyle takıntılı adamların dışarıda serbestçe gezmesi toplum için büyük bir tehdit. Sizin bu durumda gereken kararı vereceğinize eminim.” Diyerek selim soykanın kendisini savunmasına izin vermemiş bulundum.
Bir kaç dakika kadar düşündükten sonra, elindeki tokmağı vurdu Hakim.
”Karar!” Dedi. “Selim soykanın Süreyya karayeli öldürmüş olması İstanbul’daki evinde bulunan kasadan çıkan kurşun ile ve Süreyya Karayelün kocasının şahitliği ile kanıtlanmıştır. O gece üzerine bir de selim Soykanın sarhoş olması ve hastane raporları selim soykanın Süreyya karayeli öldürmüş olduğunun delilleridir. Ve karar! Selim Soykan, Süreyya karayeli öldürüp Yusuf Karayeli yaralama suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır!”1
Huzur, yirmi üç yıl sonra ilk defa kapımı çaldı. Ve ben o kapıyı sonuna kadar açıp kapımdaki huzuru doya doya içime çektim.
Artık ağlama. Çünkü katilimiz cezasını buldu.
Sil gözünün yaşlarını küçük Nefesim.
Gül, gül çünkü ruhunda en derin yaraları açan yaralandı.
Bir kaç dakika içinde polisler selim soykanı kolundan tutup salondan çıkardı. Polisler onu götürürken durdu. Bana bakarak bana doğru geldi. Kafamı kaldırıp karşısında dik tutum. Gözlerime nefretle baktı.
”Avukat Nefes Soykan. Savcı Selim Soykanın kızı.” Diye söze girdiğinde dudaklarında şeytani bir gülüş belirdi. “Yanlış yolda yürüyorsun. Yürüdüğün yolun sonu fena görünüyor.”
”Öylemi? Bak ben bunu bilmiyordum.” Dedim alayla.
”Öğreneceksin. Merak etme kızım.” Derken beni açık açıl tehtit ediyordu.
“Dışarıda onca gazeteci var Selim Soykan. İki paralık olmuş itibarını, daha da düşürmeye sebebiyet vermek istemezsin diye düşünüyorum, ha?”
o şeytani sırıtışı büyüdü. Bir adım daha attı bana doğru. Kafasını yüzüme doğru erdiğinde pis nefesi yüzüme çarptığında kafamı yüzümü ekşiterek geriye çektim.
“Benim sevgili kızım. Babasının biriciği, bakıyorum da unutmuşsun. Yaptığın hataların bedellerinin çok ağır olduğunu unutmuşsun. Senin yanlışlarımın hep bir bedeli oldu tatlım. Bu yaptığın hataların en büyüğüydü. Ve babasının sevgili kızı inan bana bu yaptığın yanına asla kar kalmayacak. Hatanın cezasını çekeceksin. Çünkü bilirsin, kız çocukları babalarına asla yanlış yapamamalı.”
“İyi bir baba olmayı becerebilseydin selim Soykan, şuna zaten burada ve bu acınası durumda olmazdın.”
Derken ona olan nefretim sesime de yansıdı. Ona iğrenerek bakıyordum. Gözlerimde nefret vardı. Bana bunzaöana kadar yaşattığı onca şeyin nefreti
Suratındaki sırıtıp solduğunda, dudakları düz bir çizgi halini aldı. Gözleri karardığında sıktığı dişleri arasından, “Yandığını ne çabuk unutmuşsun sevgili kızım. Yaranı sildiler de benim mi haberim yok, ha? Sen hatalarının bedelini hep neyle ödedin Nefes, söylesene?”
sen hatalarının bedelini hep neyle ödedin Nefes, söylesene?
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen 🎀2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
21.62k Okunma |
1.71k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |