
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın. Keyifli okumalar diledim. Yorum sayısı az olursa haftaya gerçekten bölüm gelmeyecek. Bilginize.
“Tüm hayal kırıklıklarımı bir araya getirmişler. Seni, en büyük hayal kırıklığım yapmışlar”
Sen hatalarının bedelini hep neyle ödedin, Nefes?
Ben hatalarımın bedelini… hep canımla ödemiştim. Her hata yaptığımda cezasını canımla çekmiştim.
kimi zaman geceleri karanlık küf kokan farelerle dolu bir bodrum odasına kapatılarak ve sabaha kadar ordan çıkmayarak. Kimi zaman soğuk bir kış akşamı evden atılıp sabaha kadar soğukta donuk sonrasında üşüterek. Kimi zaman odamda günlerce aç susuz kilitli tutularak. Kimi zaman dayak yiyerek. Ve bir de kimi zaman… yanarak.
Mecazen değil, gerçekten yanarak. En büyük hatam, doğmak sanardım. Evet, şu dünya üzerinde işlenmiş belki de en büyük günah benimdir. Benim bu dünyaya gözlerimi açmamadır. Ama benim en büyük hatam, annesinin sözüne güvenerek, babasından bir daha asla zulüm görmeyeceğine inanarak o oyunu oynamak. Sonucu benim için kaldıramayacağım kadar çok ağır olan o oyunu oynamaktı.
yanmıştım, ateş basılmıştı vücuduma. Sırf bana ibret olsun diye. Cezaların en ağırına ve en büyüğüne tabi tutulmuştum. Diri diri yanmak nedir bilirmisiniz?
Diri diri yanmak…
Ateşin tenine değişini hissetmek ve görmek. Nasıl yandığına kendi gözlerin ile şahit olmak.
Nefesim kesildi o an. Uzunca bir süre nefes alamadım. O kadar çok ağladım ki ben o zaman. Göz yaşlarım durmak bilmedi. O kadar çok yandım ki, göz yaşlarım yangını söndürmedi. Sadece yangını daha da harlandırdı.
Ben acısı geçer sandım. Küle dönerim de, kurtulurum sandım. Unuturum sandım. İzinin nerede olduğunu bile unuturum sandım. Ama hayır, unutamazmışım. Unutmayı istermişim de unutamamışım. O da unutamamış, elleriyle gram acımadan açtığı yarayı bunca yıl olmuş o da unutamamış.
”Ben hiçbir şeyi unutmuş değilim, Selim Soykan. Zaten ben hiçbir şey unutamadığım için sende buradasın ya. Benim unutamadıklarımı, sen de unutama diye.” Dudaklarımda buruk ama kurnaz bir gülümseme oluştu. “Bunların benim canımı yakacağını sanıyorsan, sana kötü bir haberim var yanılıyorsun.” Dedim gözlerine kendimden emin bir şekilde bakarken ve kafam dik dururken.
Bir bedenin varlığını yakınımda hissettiğimde daha kafamı çevirip bakmadan sıcak bir el gelip elimi tutu. Kafamı çevirip yanıma baktığımda, Karayeli gördüm. Beni bir anda tutup adliye koridorunda yürütmeye başladığında ne yaptığını anlamaya çalışarak kırpıştırdığım kirpiklerimin altından anlamaz gözlerle ona bakıyordum.
”Karayel, ne yaptığını sanıyorsun?” Diye sordum yüzüne boş boş bakarken ve hala onun beni peşinden götürmesine izin verirken. Sola döndüğümüzde adliyeden çıkmak üzereydik. “O piçle daha fazla konuşmana gerek yok.” Adliyenin sürgülü kapısı açıldığında kapıdan çıktık.
Bakışlarım kafamı eğdiğimde nihayet birbirini tutan ellerimize değebilmişti. Parmaklarımın arasından parmaklarını geçirmiş, elimi hiç bırakmak istemezmiş gibi sıkıca tutuyordu. Teninin sıcaklığı tenime bulaşıcıydı. Elimi parmaklarının arasından kurtarıp çekmeye çalıştım. “Elimi bırak karayel” diye ikazda bulundum. Beni arabasına doğru sanki sözlerimi hiç duymamış gibi götürüyordu.
”yeter ya!” Diye bıkkınlık içerisinde yürümeyi bıraktığımda ayaklarımı adeta bir çivi gibi yere çakıdım ve onun peşinden gitmeyi bıraktım. Durup arkasını döndüğünde baştan aşağı beni süzdü. Hala el ele tutuşurken elimi sertçe çekerek ondan kurtardım. Bakışları eline kaydığında bir kaç saniye boş boş eline baktı.
”Ne yaptığını sanıyorsun sen? He, onunla konuştuğumu görmüyorsun? Gelip elimden tutup götürüyorsun?” Anlık gelip çatan sinirle sarf ettiğim sözler ardından, durup derin bir nefes aldım.
”Canını sıkacaktı. Ben sadece seni daha fazla üzmesin diye..” bir kahkaha tufanı beni sardığında elimi ağzıma götürerek gülüşüme engel olmaya çalıştım. “Diyorsun ki, seni o değil ben üzeyim. Öyle mi Karayel?”
İyi değildim. Hiç iyi değildim. Aklım bulanıktı. Ruhsal olarak hissettiğim bu acı, artık katlanılmaz ve dayanılmaz bir boyuta ulaşmıştı.
“Seni gerçekten anlamıyorum? Senin amacın ne? Herşeyi önce yerle bir edip sonra da gelip düzeltemeye mi çalışıyorsun? Düzeltebileceğini mi sanıyorsun?”
Hadi, bir kez daha ser mahvolmuşluğunu gözler önüne.
”Düzeltmek mi istiyorsun?” Diye sordum bıkkın ve fazlasıyla yorgun gözlerle. Gözlerime baktı. Hep olduğu gibi, sadece gözlerime baktı. Ne için bu adam gözlerime böylesine uzun uzun bakıyordu her seferinde?
”Madem mahvettiğin şeyleri düzeltmek istiyorsun? Gel, o zaman önce parçaladığın kalbimden başla.” Dudaklarımda silik bir gülümseme oluştu.
Her şey bu kadar mahvolmak ve parçalanmak mı zorundaydı? Seninle ilgili kurduğum o güzel düşlerin gerçek olması gerekirken, ne için seninle birbirimizi bu kadar yaralıyoruz? Söyle, söyle de bileyim. Neden?
”Gerçi, orası çok berbat bir halde. Öyle bir parçaladın ki, parçaları asla bir araya gelemeyecek kadar kötü.” İşaret parmağımı uzatıp yüzüne yüzüne salladım. “Sana dün de dedim. Aramızdaki mesafeyi geçmeyeceksin. Dört adım.” Dediğimde, geriye doğru giderek aramızda dört adımlık bir mesafe açtım. Gözlerinin içine duygudan yoksun gibi baktım. Parmaklarımla dört işareti yaptım. “Dört” dedim üzerine basa basa.
Gitmeyi isteyecek kadar çok nefret ediyorum senden. Ve, gitmeyi hiç istemeyecek kadar da çok seviyorum seni. Bu nasıl bir çıkmazdır? Ruhumu parçalara ayırsa da, nefesimi kesse de, beni tüketse de nasıl hala ikilemde kalırım. Çıkmazdayım. Sonuna kadar gitsem o yolu, hiçbir şey değişmeyecek. Geriye dönüp de oradan gidersem herşey öyle bir değişecek ki. Yedi cihan bir araya gelse bir araya gelmeyeceğiz sen ve ben.
Arkamı ona döndüğümde, adliyenin bahçesinden çıkmak için yürümeye başladım. Neden gitmemi istemediğini hissediyordum. Her neyse… hislere çok da güven olmazdı zaten. Yanıltabilirdi. Çoğu zaman.
bahçeden çıktığımda, artık ezbere bildiğim bu Trabzon sokaklarında tek başıma yürümeye başladım. Ardımdan kimsenin gelmesini falan istemiyordum. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Yalnızlığa ve kafamı dinlemeye. Zira artık bazı şeyleri kaldıramadığım düşünüyordum. Dört bir yandan beni aralarına almışlar ve inatla gidecek yerim kalmamış olmasına rağmen üzerime üzerime gelip beni köşeye sıkıştıryorlardı.
Beynim uyuşuyor, düşünmek de artık yormaya başlamıştı. Düşüncelerimden sıyrılabileceğimi hiç sanmıyordum. Bu imkansızdı. Düşünmeyi bıraktığım bir zaman diliminin var olduğunu sanmıyordum. Yürümek belki de biraz olsun iyi gelirdi ruhuma. Yürürsem unuturdum belki.
Unutmak; ne de çok istiyordum unutmayı. Herşeyi ve herkesi. Bir daha asla hatırlamamak üzere unutmayı. Ruhumu ve kalbimi parçalayıp geçen derin ve büyük acılarımı unutmak istiyordum. Bende hep izi kalacak yaralar açanları unutmak istiyordum. Adlarını, yüzlerini, simalarını ve seslerini. Unutmak istiyordum. Düşünmeyi unutmak, acı çekmeyi unutmak, ağlamayı unutmak, kanamayı unutmak. Karşılıksız sevgimi unutmak. Aşkımı unutmak istiyordum. Ona aşık olduğumu, beni sevmese de onu sevdiğimi unutmak istiyordum. Ben, sadece unutmak istiyordum. Herşeyin hafızamdan silinmesini istiyordum. Herşeyin ve herkesin. Yaralarımın nerede olduğunu unutmak istiyordum. Kendimi unutmak istiyordum. Kim olduğumu iliklerime kadar unutmak ve hatırlamak istemiyordum. Ben, herşeyin üzerini silip geçmek istiyordum.
Bir gün birşey olsaydı. Ve bir sabah uyandığımda yaşadığım onca felaketi unutmuş olarak dünyaya gözlerimi açsaydım. Temiz bir sayfa…
Kabul et Nefes, sen unutmayı bile beceremezsin.
”Kız, ha bu o iblisun kizu değul mi?” Duyduğum ses ile düşüncelerimden ayrıldığımda kafamı çevirip yanıma baktım. Nereye geldiğimin hiç farkında değildim.
”He valla, odur. Hele şuna bak, aynu o şeytan babasu” gözlerim acı bir yanma hissi ile doldu. “Pek de güzelmuş. Karayeller düşmanun kizunu kendine ne demeye gelun almuş ya?” Duymak istemiyordum. Yanımdan yüzüme baka baka hakkımda konuşarak giden kadınları duymak istemiyordum.
”Ha, belku da anasunun intikamu için kaçirmuştur Yaman” kafamı önüme çevirip yürümeye çalıştım.
”Zaten başka ne için alacak ha bu kizu?”
Sözlerini duyma, Nefes. Kulaklarını tıka Nefes. Sus, Nefes. Git Nefes.
Nereye geldiğim hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Yola artık nasıl daldıysam ayaklarım beni nereye götürdüyse oraya gelmişim. Bir limandaydım. Burası neresiydi bilmiyordum? Gidecek bir yer bulamadığım için limana doğru yürümeye devam ettim. Kayalıkların olduğu yere geldiğimde, kayalıkların tarafına geçtim. Dikkatli adımlar atarak denize ve dipteki kayalıklara yaklaştım. Kendime adam akıllı oturabilecek bir tane bulduğumda çömelip kayalığa oturdum. Kollarımla dizlerimi sardığında ellerimi birbirine kenetleyip kafamı gökyüzüne kaldırdım ve gözlerimi yumup derin bir nefes çektim içime.
Benim birşeylerden kaçma yolum da buydu işte. Dışarı çıkmak, kafamı kaldırıp gökyüzünü seyrederek derin bir nefes almak. Sanki, tüm sorunlarım çözülecekmiş gibi, çareyi gökyüzünü seyretmekte bulmak.
”Söyle gökyüzü, bir gün gerçekten dertlerime bir çare olabilecekmisin?” Diye sordum kendi kendime.
”Cansız şeyler sana hiçbir zaman yardımcı olmaz, Nefes.” Duyduğum tanıdık ses ile yumduğum gözlerim aralayıp gökyüzüne kaldırdığım kafamı arkama çevirdiğimde tepemde dikilmiş, elleri cebinde İlyası gördüm. Kısık gözlerimle ona baktım.
”İlyas?” Kafasını eğip bana baktı.
”Nefes.” Dediğinde yanıma gelip çömeldi ve hemen yanımdaki kayalığa oturup bakışlarını denize dikti.
”Ne işin var burada? Beni nasıl buldun?” Diye sordum, yüzüne bakarken.
”Birşey farkettim.” Dedi aklına birşey yeni dank etmiş gibi bir ifade ile. “Biz seninle birbirimize çok benziyormuşuz.” Kırpıştırdığım kirpiklerimin altından ona boş gözler ile baktım.
“Güldürme beni İlyas.” Dediğimde alayla gülerek kafamı önüme çevirdim.
“İnanmıyorsun değil mi?” Dedi. Kafamı hayır anlamında iki yana salladım. Bizi birbirimize nasıl benzetebiliyordu? Hangi konuda birbirimize benziyor olabilirdik ki?
”Hayat, sana acımasını beklediğim her gün sana karşı biraz daha acımasız olur. Ondan birşeyler beklemeyi artık bırakmalıyız.” Diye konuşmaya başladı. “Bizden aldıklarını ondan geri istemekten vazgeçmeliyiz mesela. Çünkü o, aldıklarını asla geri vermez. Giden gittiği ile kalır, kalan kaldığı ile…” sessizce dinledim onu.
”Çocukken kurduğumuz hayallerin masumluğudur bugünlerimizin katili.”
Çocukken hep hayalini kurardım. Gökyüzü gelecek, bulutları ile bir gün beni almaya. Alacak beni odamdaki küçük camımın önünden ve kendi evine en yukarıya beni götürecek, orada yaşayacağım artık. Bulutların üzerinde, oradan seyredeceğim yeryüzündeki insanların küçüklüğünü.
”Sanardım ki, kendi hayal dünyamda yaşarsam, unuturum. Hayır, Nefes. Unutmaya çalışmak daha da can yakıcıymış.” Benimle sanki yıllardır tanıdığı bir arkadaşıymışım gibi konuşuyordu. Kafamı çevirip ona baktım. “Neyi unutmak istedin, İlyas?” Diye sordum.
Dudaklarında asla gerçekleşmemiş ama gerçek olması gereken bir yaşanmamışlığın buruk gülümsemesi oluştu. “Anne ve babamın beni terk ettiğini unutmak istedim.” İfadesiz suratımda bir anda dumura uğramış bir ifade oluştu. Dönük bakışlarıma duygu yerleşti. “Hep istedim. Çok istedim. Beni bir anne dünyaya getirmedi. Benim bir babam yok. Beni leylekler getirdi. O yetimhanenin önüne beni doğuran kadın değil, leylekler bıraktı. Unutmak istedim gerçeği. Hayal ettiğim gibi olmasını istedim. Ama hiçbir zaman hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı.”
İlyas yetimhanede mi büyümüştü? Annesi onu yetimhaneye mi bırakmıştı?
Şimdi anlıyordum. Kimsenin dılardan görünüşü içindeki yaşanmışlıkları yansıtmazdı. Kimsenin dış görünüşü, onu mutlu biri yapmazdı.
”sen yetimhanede mi büyüdün?” Diye sordum istemsizce. Kafasını ağrı ağrı sallayarak onayladı beni. “Doğduğum andan on sekiz yaşıma kadar.”
Gözlerim dolmaya başladı anında. Zaten ağlamak için an kolluyordum. Şimdi İlyas’a anlayabilirdim. “Tanıyormusun onları?” Diye sordum, yüzüne dikkat kesilmiş bakarken.
”Hayır, isimlerini bile bilmiyorum” daha çok acıdı içim. Doldu gözlerim.
”Seni de terk etmiş annen ve baban. Hem de henüz yaşarken.” Diye söylendi.
”Nereden anladın?” Diye sordum çatık sesimle.
”Terk edilen anlar bir başkasının gözlerinden terk edildiğini. Senin gözlerin, terk edildiğini hiç gizleyemiyor, Nefes.”
Dedim ya, ben hiçbir şeyi beceremem diye.
”Daha seni ilk gördüğümde anladım. Aynı benim gibiydin. Ailenin omuzlarına bıraktıkları yükler o kadar ağırdı ki, taşıyamamıştın. Düşmüştü omzuların güçsüzce.”
İçimde ben farkında olmadan yanımda oturan adama karşı bir sıcaklık oluştu.
”seninkiler yanındayken çok uzak kalmışlar sana. Benimkiler ise hiçbir zaman yakın olmamışlar bana” güldü. Bu öylesine bir gülüş değildi. Yaşanmışlıkların hasar bıraktığı bir gülüştü.
”ikimizde,” dedim akan burnumu çektiğimde. “Kimsesiziz” silik bir gülüş yayıldı dudaklarıma.
O da güldü. “Kimseye anlatmadıklarımı anlattım sana.” Dedi, eğlenir gibi. “Anlattıkların bende kalacak.” Dedim ona güvence vermek ister gibi.
Sadece kafasını salladı. “İnsan bari en azından bir mezarları olsa diyor.” Dedi, İlyas.
”İnsan bazen keşke hiç olmasalar diyor.” Diye mırıldandım bende.
Aslında, gerçekten de onunla birbirimize benziyorduk. Ortak noktalarımız vardı. O da anne ve babası tarafından terk edilmişti, bende. Onlarınkiler en azından somut olarak yoklardı. Benimkiler ise soyut olarak.
Derin bir nefes verdim. “Yaşadıkların artık içine sığmıyor değil mi?” Diye sordu.
”Şu Karadeniz olsam da limanlara falan taşsam diyorum. En azından artık birşeyleri içimde taşımam.”
İlyas Suralın diğerlerinden bu kadar farklı olduğunu tahmin etmezdim. İnsan oğlu, yaralarını ne de güzel gizliyordu. Altından böyle birşey çıkacağını hiç düşünmemiştim. Bunları gelip bana anlatması da benim içim beklenmedikti. Ama bir yakınlık hissetmedim değil ona karşı.
Aklıma birşey geldi. Ve hiç düşünmeden ona sordum. “Sen Rozadan etkileniyorsun değil mi?” Diye sordum pat diye. Beklenmedik soru karşısında kafasını hızla sağa sola çevirmeye başladı. “Saçmalama Nefes. O kaçtıktan hoşlanacak falan değilim.” Diye çıkıştı anında. Kesinlikle hoşlanıyordu. Bunun başka bir açıklamadı olamazdı. Rozanın adı geçtiğinde bile nasıl bir telaşa kapıldığın gözler önündeydi.
”Hadi hadi.” Dedim eğlenerek omzuna vurduğumda. “Tutuldun sen bizim kıza. İtiraf et.” Dudaklarında küçücük bir sırıtış belirdi. Anında havada kaptım. Tutulmuştu. Rızaya çok feci tutulmuştu hemde. “İşin kolay, ne de olsa evlendin kızla.” Diyerek daha çok üsteledim. “Evet,” derken sesinin tonu düştü bir an. “Maalesef” buna gülmeden edemedim. Evlendikleri günden beri Rozanın İlyas’a çektimediği şey kalmamıştı. İki aydır evliydiler ama sanki on senedir evli insanlar gibi birbirlerinden bıkmış tavırlar sergiliyorlardı.
”Dün gece beni yerde yatırdı. Ciddi ciddi ya. Kendisi koca yatakta zıbardı. Ben, yazık bana yerde öylece yattım.” Gülmeden edemedim. Kızın inadı inattı. E, sende inatla onun inadına gidiyorsun İlyas. Derken ilyasın telefonu çaldı. Telefonunu cebinden çıkartıp arayanın kim olduğuna baktığında, telefonu bana doğru çevirdi.
kaçık. Ekranda kocaman kaçık yazıyordu. “Vahiy iniyor herhalde kıza. Adı geçtiği an beliri veriyor.” Telefonu açıp kulağına götürmek yerine sesini hapölere aldı.
”Sural” dedi Roza ters ters.
”Efendim sevgili karıcığım.” Dedi İlyas yalandan bir samimiyet ile.
”Karım mı? Bana bak Sural, sen bu evlilik işine kendini iyice kaptırdın ha. Karım falan. Kendine gel.” Bıkkın bir nefes verdi İlyas. Ne yapsa yaranamıyordu adam kıza.
”Söyle, ne diye aradın?” Diyerek eski haline geri döndü İlyas.
”sana git Nefesi bul dedim. Git de gelme demedim. Nerde benim kızım? Hani Nefes? Neden hala gelmedin sen?” Rızanın sorularından bana bile daral gelmişti.
”Buldum kızını. Şimdi sana getiriyorum annesi.” Dedi İlyas dalga geçer gibi.
Gerçekten, Roza iyice annem olmaya başlamıştı. Bu ne böyle ya? İki dakika yalnız kalamıyorum.
🩹
Yara bandları yapıştır yaralarına. Kabuk bağlamamış yaralarına. Belki de, bir umut yara bandları yapışırsa, kabuk bağlar, kanaması durur. Fakat bazen yara bantlarının bile kapatamayacağı kadar derin olabiliyor yaralar.
Ah bayım, görüyormusunuz. Yine başladım yazmaya. Yine yazıyorum, sana. Sana yazmaktan ne zaman vazgeçeceğim. İçimdeki sana yazma isteği hangi vakit bir son bulacak. Sana asla ulaşamayacağını bildiğim mektuplar birikmeye başladı odamın bir köşesinde. Korkuyorum. Bir gün gelecekte yazdığım yeni mektuplar öncekilerin arasına sığmayacak diye. Korkuyorum. Sanırım, bazılarını yakmak gerekecek. Yakıp da küllere çevirmek. Hem saklayıp da ne yapacağım. Ömrümün sonuna kadar sana yazdığım mektuplara mı tutunacağım senle konuştum var sayıp. Ah, sahi bayım. Biz seninle hangi vakit uzun uzun konuşacağız. Öyle bir gelecek vadedildi mi bize. İçimi en çok dökmek istediğim simaya, ne zaman en çok konuşacağım. Sanıyorum ki, hiçbir zaman. Öyle bir vakit asla gelmeyecek.
İnsan en çok konuşmak istediğine nasıl lal oluyordu?
Sanırım, sen beni dinlemek istemiyorsun ve sesimi duymak istemiyorsun diye. Ben sesin konusunda sana yalan söyledim. Peki ya sen, benimle ilgili kötü düşüncelerin hakkında hangisinde yaşan söyledin? Hiçbiri. Değil mi? Onlar senin sahi düşüncelerindi. Benimkiler ise sadece senin canını yakmak ve senden ne kadar nefret ettiğimi göstermek için yalandan söylediklerimde. Yalanlar… bazen çok can yakıcı olabiliyor. Tıpkı, gerçekler kadar. Gerçekler yalan, yalanlar gerçek ve herşey bir hayal olsun isterdim.
Ben bu satırları yazarken kim bilir sen nerelerdesin? Ne haldesin? Yaran vardı. Daha iyileşmemiş bir yaran. Benim sende açtığım bir yara. Bence o yarayı çok takamalısın. Anlam da yükleme. Ne de olsa sendeki küçük bir kurşun yarası. Bendeki kalpte bir yara. Yani, seninki geçer, acısını unutursun iyileşir o. Ama senin bende açtığın. Sanmıyorum. İyileşecek gibi durmuyor.
Özür dilmeye çalışıyorsun. Farkındayım. Benden yaptıkların için özür dileyecek zaman kolluyor, kendini bana affettirmeye çalışıyorsun. Seni dinlememi istiyorsun. Ve ben tıpkı senin bana yaptığını yapıyorum. Seni duymuyorum. Seni duymadan, gidiyorum. İnanmamı istiyorsun.
Nasıl inanırım sana?
Bu yürek ağır bana.
içinde senin olduğun bu yüreği taşımak, çok ağır. Taşıyamıyorum sanırım artık. Tüketiyor beni. İçimden söküp atamadığım bir sen varsın ki o sen. Keşke, diyorum bazen. Keşke, oradaki gibi olsan. Oradaki gibi kalsan.
Kendi halime acıyorum. Niçin böyleyim diye soruyorum kendime her seferinde. Aynanın karşısına geçip de bakmaya cesaret edemediğim simama soruyorum. Böyle olmak zorundaymıydın?
Sanırım, birilerinin en çok yaralanan olması gerekiyormuş. Bu hikayede de yaralanmanın sillesini yemişim.
Orada babam bana ne dedi biliyormusun? Bilmiyorsun. Çünkü duymadın. Ama ben duydum. O kadar iyi ve net duydum ki onun ne dediğini, yutkunamadım bir süre. Geçmişe gidip geldim sanki. Sığamadım yere göre.
”yandığını ne çabuk unutmuşsun…” ben unutmuşum, öyle mi? Yaramı? Yandığımı? Gel gör ki benim bir türlü unutmayı beceremediğimi o da unutamamış. Fakat canı yandığı veya üzüldüğü için değil. Acımdan zevk aldığı için. Her yerim yaralarla dolu biliyormusun? Bunu mecazi anlamda demiyorum. Gerçekten, her yerimde yatalar var. Vücudumun her yerini kaplamış, kabuk tutmuş ya da izi kalmış asla geçmeyen yaralarım var benim. Kimi kollarımda. Kimi bacaklarımda. Kimi ellerimde de silinmek üzere. Ve en çok da sırtımda var yaralarım. Ve biri de var. Biri de varki, göğsümde. En çok o yarayı unutamıyorum biliyormusun? Çünkü canımı en çok o yara yaktı.
Benim yaralarımı bende babam açtı. O, tanınan, meşhur mesleğinde iyi ve zengin adam. Magazin haberlerinde veya gazetelerde kızı ile çok samimi pozlar kesen adam. Benim babam. İyi birine benziyor değil mi? Ama hayır, o kötülerin en kötüsü.
Sende… sende ona benziyorsun aslında. Kötülük konusunda. İkinizde, yaşadıklarınızın acısını benden çıkardınız. Masumdum ben. Ama bu gerçeği bilseniz de kabullenmek istemediniz. İkiniz de, kendiniz için beni harcamayı seçtiniz. Beni harcamak çok kolay olmalı? Aksi olamaz gerçi…
Artık güz yarası değil, kalp yarasısın Karayel.
Anlayabiliyor musun? İkisi arasındaki farkı anlayabiliyor musun? Son bahar gelir geçer. Yarasını da alır gider. Ama kalp yarası. O ölsen bile geçmez. Hep kalır. İşte sen, artık kalp yarasısın. Kalp yaramasın.
Eğer olur da bir gün, bir umut işe. Yazdığım mektuplar eline geçerse. Dikkatli bak sana yazdığım son mektupla ilk mektuba. Farket ikisi arasındaki farkı. Zor olacaktır belki ama bul aradaki farkı. Oku mektuplarımı. Ve daha sonra hak hepsini. Mektuplarım bile kalmasın benden geriye sende. Çünkü sende bilirsin ki ben kalıcı değilim. Ben öyle bir uğradım sadece. Kalıcı olsaydım sende, her seferinde benden gitmekte bu kadar ısrarcı olmazdın. Sadece bir kere olsun bende kalmak istediğini hissetsem, farketsem. Her be olursa olsun kalmak için çabalardım. Ama hayır, sen gitmekte ısrarcısın bayım. Beni kalmaya bağlı tutan hiçbir şey yok avuçlarımda. İşte ben gittiğimde ki bir gün gelecek ve ben gideceğim. Mektuplarım sana ulaşırsa oku onları. Ve daha sonra yak. Benden geriye mektuplarım bile kalmasın sende.
Benden geriye kalacak hiçbir şeye layık değilsin.
Bu mektubum da burada sona eriyor, bayım. Tekrar sana yazarmıyım. Bilmiyorum. Yazarım sanırım. Hep dediğim gibi, ben kimseye anlatamadıklarımı yazarak sana anlatıyorum. Bir gün olur da kimseye anlatamadıklarımı birine anlatırım. O zaman sana mektup yazmayı bırakırım.
Şimdi, hoşçakal Kalp yarası…
Deniz kızından, Kalp yarasına.
27/02/2024
Kağıdı ikiye katladım, zarfa koydum ve zarfın ağzını kapatıp mektubu da diğerlerinin arasına ekledim.
Rahat bir oh çektiğimde, günlerdir uykusuzluktan bitap düşmüş halimle kendimi yatağın üzerine attım. Uyumayı istedim. Gözlerimi yumduğumda uykunun beni derin kollarına çekmesini umut ettim. Gözlerim o kadar yorgundu ki. Göz kapaklarımı artık açık tutmak güçtü. Biraz uyusam kendime gelirdim belki. Uyursam kendimi bir nebze de olsa iyi hissedebilirdim. Gerçi, beni boğazlayan kabuslarımdan kurtulabilirsem. Bilincim yavaş yavaş kapandı. Uyku beni kendine çekti. Beni istedi. Ve bende uykuya teslim oldum.
Uyandığımda çoktan akşam olmuştu. Uzun zaman sonra ilk defa aralıksız sıçrayarak uykumdan uyanmadan uyumuştum. Uyandığımda yüzüm gözüm ter içindeydi. Tam hatırlamıyorum ama yine kabuslarımın beni rahat bırakmadığına emildim. Beni yine sarıp sarmalamıştı. Ama sanırım çok etkileyici ve sarsıcı bir kabus değildi ki beni uykumdan uyandırmamıştı. Yemek maşasındaydık. Sare ve Roza akşam için birşeyler hazırlamıştı. Çınar yoktu. Adliyeden sonra kendi evine gitmişti. Burada kalması için karayelin burada olması gerekliydi ve o da burada değildi.
Dün geceki sözlerimi ciddiye almış ve gitmişti karayel. Şimdi neredeydi ne yapıyordu durumu nasıldı bilmiyordum. Sare sabahtan beri arıyormuş onu. Ama nerede olduğunu o bile bilmiyormuş. Telefonu kapalıymış. Ulaşılamıyormuş ona. Hepsi ona ne kadar kızgın olsalar da onu merak ediyordu. Ben ise onu hiç umursamıyormuş gibi lokmalar boğazımdan zar zor geçse de yemeğimi yiyordum. Söylenenlere kulak asmıyordum.
nerede olduğunu ben de merak ediyordum. Gidecek bir yeri varmıydı? Hatalarının farkına varmıştı sanırım. Babasının evine yüzü olup da gideceğini pek sanmıyordum. Belki başka arkadaşları vardır ve onlara gitmiştir. Aynen, böyle olabilirdi.
Kapı çaldığında kalkıp kapıyı açmak için sofradan kalktım. “Ben bakarım.” Diyerek masadan ayrıldığımda salından çıkıp kapıya giden koridorda yürümeye başladım. Kapı ısrarla bir kez daha çalınca, “geldim” diye kapının ardındaki kişiye seslenerek kapının önüne geldim ve kapı kolunu tutarak kapıyı açtım. Kapıyı açtığımda göz göze geldiğimde gördüğüm Yusuf amcaya içten bir gülümsemeyle baktım. Kapıdan içeri girdiğinde sıcak bir tebessüm ile bana karşılık verdi. Ayakkabılarını çıkardığında, “Hoşgeldin Yusuf amca” dedim. Yanımdan geçerken “Hoşbulduk kızım” diyerek başımı tutup anlıma küçük babacan bir buse kondurarak yanımdan geçti. İçimde küçük bir kız çocuğuna ait sevinç oluştu. Asiye hanımla göz göze geldiğimde küçük bir tebessüm ile baktım kendisine.
Ağır ağır kapıdan içeri girdiğinde, ayağındaki ayakkabıları çıkardı. “Hoşgeldiniz Asiye hanım.” Dedim samimiyetle. Belini bir eliyle tutarken bir eliyle de başındaki yazmasını düzeltti. “Sağol kizum.” Diyerek ağır adımlarla salona doğru yürüdü.
Sanırım artık asiye hanımın da içinde bana karşı olan nefret sona ermişti. Eskisi gibi bana iğrenerek ve küçümseyerek bakmıyordu. Bana babam konusunda Altan Altan veya açık açık laf sokmuyordu. Vazgeçmişti herhalde bundan. Torununun bana yaptıkları onunda vicdanına dokunmuş olmalıydı. Bu sebepten ötürü bana kötü davranmaktan vazgeçmişti.
Asiye hanımın ardından salondan içeri girdiğimde sofradakilerin ayaklandığını gördüm. Sare babasıyla sarılırken Roza Asiye hanımın elini öpüyordu. İlyas ise arkada sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Nihayet selamlaşma Faslı bittiğinde herkes koltuklara oturdu. Rozanın yanındaki yere oturduğumda, ellerimi dizlerimin üzerine koyarak bekledim.
Bir kaç saniyelik sessizliğin ardından Yusuf amca, “iyisiniz inşallah çocuklar, ha?” Diye sordu. “İyiyiz amcam. Daha ne olsun?” Diye Yusuf amcanın sorusunu cevapladı İlyas.
”Evlilik nasıl gidiyor. Alıştınız mı?” Diye sordu Yusuf amca. “Alıştık amca. Öyle ne yapalım.” Derken sesinde iğneleyici bir tını vardı İlyasın.
”Bebek nerededur ha?” Diye sordu Asiye hanım. Asiye hanımın ahiretin sorusu karşısında Rozanın gerildiğini hissettim.
”Ne bebeği Asiye teyzeciğim.” Diye sordu alık alık Roza.
”Bebek diyim da. Gebe değulmisun?” Diye sorduğunda eliyle karnını işaret etti Asiye hanım. Başını karnına eğdiğinde aval aval karnına baktı Roza. Gülmemek için kendimi zor tutuğumda kafamı çevirdiğimde ilyası gördüm. Rozanın bu şaşkın ve komik halini keyifle gülerek izliyordu.
“Ne gebeliği ya Asiye teyze. Bizimkisi öyle evliliklerden değil” dedi nihayet kendisine yeni jeton düşmüş Roza.
”Ne evliliğuymuş sizinkisu? Bilmediğumuz evluluk mi vardur?”
Kızarmaya başlamıştı Roza.
”Allah aşına ana bir sus da. Ne çok konişisun.” Diye çıkıştı Yusuf amca.
”uyyy hele şua bak sen. Ey anam! Daha da ağzumu açarsam ne olayum” diye sitem ederek ellerini karnında birleştirip huysuzca arkasına yaslandı Asiye hanım.
sabır diler gibi bir hali vardı Yusuf amcanın. “Ne diyeceğimi unutturdun ana yav. Yamanı soracaktım. Dün haberi geldi hapisten çıkmış” Yusuf beyin dediği ile dördümüz de birbirimize bakakaldık. Vücudumun kasıldığını hissediyordum.
”Ne bakıyorsunuz öyle birbirinize?” Diye sordu bu sefer de Yusuf amca. Ne diyeceğimizi bilmeyerek bakalakdık birbirimize. Ne diyecektik. Yamanı vurduğumu adama nasıl diyecektim.
”kızların daha yamanın içerden çıktığından haberi yoktu amaca. Henüz onlara söylememiştik. Ondan şaşırdılar.” Diyerek sözü devralarak bizi kurtardı İlyas. Kafamızı sallayarak ilyası onayladık.
”Ee nerededir bu çocuk. Arıyorum ulaşamıyorum.”
”En son bende dün akşam gördüm. Daha da görmedim. Arıyorum bende ulaşamıyorum telefonuna.” Dedi İlyas. Sıkıntılı bir nefes verdi Yusuf amca.
”Neden evine gelmedi bu çocuk.”
”Yaptığı şeylerden dolayı onu eve almayacağımızı düşünmüştür. O yüzden gelmemiştir.” Dedi Sare.
”Yaptıklarının kabul edilir bir yanı yok, evet. Hatalı. Ama orası onun evi. Şimdi kim bilir nerde ve ne yapıyor?” Diye konuştu kendi kendine Yusuf amca. “Siz bana annenizin emanetsiniz kızım. Her zaman her şeyde yanınızda olmak zorundayım. Siz benim evlatlarımsınız. Başınıza birşey gelse ben annene ne derim.” Diyerek yanındaki sareyi omzundan tutarak kendine çekti ve başını kolunun altına alarak başını göğsüne yaslayan kızının başını okşayarak saçından öptü Yusuf amca.
Dudaklarımda Özlem dolu buruk bir gülümseme oluştu.
Bizde böyle olsaydık. Babamla… Benim babam da sevseydi keşke beni. Saçlarımdan çeke çeke beni yerden kaldırmak yerine, okşasaydı saçlarımı. Yüzüme sert tokatlar atmak yerine öpseydi yanaklarımdan. Beni dövmek yerine sarıp sarmalasaydı beni. Bana hakaret etmek yerine iki güzel söz söyleseydi. Baba olsaydı bana. Babam olsaydı. Başımı göğsüne yaslayıp da uyumama izin verseydi. Baba kız olmamıza müsade etseydi keşke. Hatalarının acısını bana çektirmek yerine, bende yaralar açmak yerine, güvendiğim tek liman olsaydı.
Babamı sevseydim. Çok sevseydim. Ondan korkmasaydım. Ve şuan ondan nefret etmeseydim.
İçimde hep bir burukluk kalacak. Bir fotoğraf karesinde babasını seven bir kız çocuğu ve kızını seven bir baba olmanın burukluğu. Saçlarımı bir kere bile okşamamış olmasının burukluğu, beni hiç sevmemiş olmasının burukluğu, o magazinlerde ve gazetelerde ki gibi gerçekte de bana değer verem bir baba olmamasının burukluğu. Hep içimde kalacaktı. Ve asla da geçmeyecekti.
küçükken beni dövdüğünde severdim o zaman babamı. Kötülüğün gerçekten farkına varana kadar. Bir babam var sanardım. Fakat benim bir babam hiçbir zaman olmamış. Olamazmış.
Benim babam beni diri diri yakarmış.
Anlamazmışım.
Bir hayale kapılıp da gerçeği unutma.
dolmak üzere olan gözlerimi elimin tersiyle henüz akmamış yaşları sildim ve kendime geldim.
Ne zaman öğrenecektim bilmiyorum ama bir gün gelecekti artık anne ve baba konusundaki hiçbir durum beni üzmeyecek, anında göz yaşlarımı akıtmayacaktı. Evet, bu durma alışmış olabilirdim. Acı ama evet, sevgisizliğine alışmıştım. Bir gün gelecek bu gerçeğe alıştığım ve kabullendiğim gibi bu durumdan aldığım darbelere karşı güçlü durmayı da öğrenecektim.
Sadece Nefes olacaktım.
Nefes Soykan değil.
Yaralı küçük kız olmayacaktım. Geçmişini geride bırakarak yaralarını silecek kız olacaktım. Belki çok zor bir ihtimaldi ama olacaktı. Geçmişe bağlı daha ne kadar yaşayabilirdim.
Burada kalma, içimde daha fazla yaşama. Beni terk et. Beni terk et küçük Nefes. Bırak, nefes alayım. Bırak adım olayım. Özgür kalayım.
İhtimallere sığmayan hayatımda, ihtimal olayım.
Yazar anlatımıyla;
Yine gece olmuştu. Zaman ne de çabuk geçiyordu. Günler saatlere bölünmüş gibi akıp geçerken o, yalnızlığı ile baş başaydı. Tekti ve yalnızdı. Kendiyle tek kalmayı özlemişti. Kalabalığın içinde uzun zamandır yer alıyordu. Gerçi, kalabalığın içinde bile yalnızdı da neyse. Yaptıkları ayağına birer ip gibi dolandığında ve kör bir düğüm halini aldığında nasıl çözeceğini bir türlü bilemediği düğüme baka kalmıştı.
Kendiyle baş başa kalmak, düşüncelerinin onu boğmasına sebebiyet verse de, etrafına baktığında yanında kimsenin olmadığını görmek, düşüncelerinin onu içine çekmesine karşı özgür bırakmıştı.
Yapacak pek de birşey yoktu. İnsan düşünmek denen o lanet şeyi ne yaparsa yapsın bir türlü bırakamıyordu. Söylenecek çok söz vardı ama susmayı tercih etti. Kendini savunacak bir kaç şeyi vardı. Ama kendini savunmadı. Yaptıklarında herhangi bir haklılık payı aramadı. Özür dilemeyi denedi. Özrünü dinleyen olmadı. Konuşmak istedi, duyan olmadı. Anlatmak istedi. Biraz da bazı şeylere onun tarafından bakılmasını istedi. Olmadı.
Herkes kulaklarını ona tıkamıştı. Suçluydu, bunu inkar edecek değildi. Yaptıklarının berbat bir şekilde yanlış olduğunu biliyordu. Suçun kendisinde olduğunu biliyordu. Masum bir cana zarar verdiğini o canı yaktığını biliyordu. Ve bilmek hep olduğu gibi yine acıtıyordu.
Bir okyanustaydı. Hatalarıyla boğulduğu, bir okyanus. Bir şey vardı, onu ayağından yakalamıştı ve dibe doğru çekiyordu. Kurtulmak için çabalamıyordu.
Boğulmaktan korkuyordu.
Boğulmak kolay, boğulmak kolaydı.
Ama korkuyordu boğulmaktan, boğularak can vermekten.
Okyanusun dibine kadar çekildi. Nefesini tutu. Gözlerini yumdu. Boğulmayı diledi. Fakat o okyanusta nefes aldı. Yumduğu gözlerini aralayıp etrafına baktı. Korktuğu şey onu içine çekmişti. Ama boğmamıştı. O okyanusta nefes aldı.
bu, deniz kızının denizinden bir parçaydı. Boğulması imkansızdı. Sadece boğulacakmış gibi hissetti.
Anlaşılması zor bir adamdı, Karayel. Kimi zaman kendini kendisi bile anlamazdı. Bir beklentisi olmamıştı hiçbir zaman. Biri beni anlasın dememişti. Biri kendisini anlasın diye kendini anlatmaya çalışmamıştı. Ama şimdi işler çok farklıydı. Anlaşılmak istiyordu. Birileri artık onu anlasın istiyordu.
Zincirlerinin kırılması zordu. Ama biri kırsın istedi zincirlerini. İçine hapsedildiği kafesten, kurtulmak istedi. Zira artık orada nefes alması mümkün değildi. Parmaklıklar ardında kapana kısılmıştı ve çıkmak için çabalasa da, yalnızca yara alıyordu. Kabuğundan çıkmak istedi. Kabuğu çatlasın, ruhu özgür kalsın istedi.
Bir mesleği yoktu. Üniversite okumuştu ama okuduğu mesleği hiçbir zaman yapmamıştı. 18 yaşından itibaren kendini boksa vermiş. Kafes dövüşüne odaklanmış. Boksör olmuştu. Sadık kaldığı tek şey, buydu. Nereden başlamıştı bu işe bilmiyordu. Namı çok duyulmuş bir boksör bir kafes dövüşçüsü değildi. Bak salmak için yaptığı birşey de yoktu. Sadece yaşadıklarının acılarını bir kum torbasına yumruk atarak, maçlarda rakibinin anasını ağlatarak çıkartıyordu. Kazanmak onun umurunda dahi değildi. Onun için dövüş artık bir zevk meselesiydi. Dövüşlerden kazandığı paralara dokunmuyordu. Haramdı o para, biliyordu. Paraları bir köşeye atıyor, önüne bakıyordu.
Yara almaktan zevk alır bir hale gelmişti. Artık bu duruma alıştığı için. Yaşamak için bir gayesi yoktu. Tutunduğu bir umudu da yoktu. Ona umut olacak biri de. Sadece nefes alıyordu. Sadece ayaktaydı. O da görüntü olarak. Halbuki uzun yıllardır öyle bir çöküşteydi ki, artık farkında bile değildi. Ayakları artık onu taşımıyordu. Dizlerinin üzerinde güç bela duruyordu. Dışarıdan asla sarsılmaz gibi duran iri yapılı adam, içinde bir enkaza ev sahipliği yapıyordu. Susmayı öğrendi. Ağlamamaya yemin etti.
O gecenin üzerinden yıllar geçmişti. Ama Karayel, hala o gecedeydi. O anda, o kapının ardında, ağlayan gözlerle annesini izleyen andaydı. Altı yaşına kadar hayata karşı umutlu, neşeli ve sevecendi. Karıncayı dahi incitmez hep güler, oyunlar oynar etrafına neşe saçardı. Sonra birşey oldu. O gece yaşandı tüm felaketler. Neşesi de soldu, gülüşü de. Umutları da öldü, vicdanı ve merhameti de. Gülmeyi unuttu. Bir daha hiç içten ve samimi gülmedi. Umut etmeyi bıraktı.
çünkü, umut etmek öldürür, dedi.
insan oğlu umut etmeyi bırakmalıydı.
Karayelin en büyük umudu, gözlerinin önünde kan kusup can veren annesinin bir gün ona geri geleceğiydi. Ama annesi bir daha evine hiç geri dönmedi. Anladı ki Karayel, Umut etmek aptallıktı. Vazgeçti yalan umutlara tutunmaktan. Rüyalara dalmaktan. Zaten o geceden sonra da bir daha uzun süre rüya göremedi. Kabusları sardı onu her bir yandan. Zihnini ve ruhunu ele geçirdi kabusları. Gözlerin her kapadığında annesinin kanlı görüntüsü geldi gözü önüne. Çat gözlerini. Korktu, irkildi. Gecelerce sabahlara kadar yine gözünü kapattığında annesini o halde görür diye kırpmadı gözlerini. Uykusuzluktan yandı gözleri. Ama yine de kırpmadı gözlerini. Buna çoğu zaman dayanamadı. Uyudu. Uyuduğu vakitlerde de kabuslar gördü. Annesini gördü. Annesinin katilinin o iğrenç suratını gördü.
Babasını gördü. Birbirlerine tutunmaya çalışan ellerini gördü. Annesinin kan kusuşunu gördü. Acı çeken sesinden defalarca kez dinledi en sevdiği ninniyi. Sarı saçlardaki kanı gördü. Kırmızıyı gördü. Tanıdı ve nefret etti kırmızıdan. Nefes nefese uyandı kabuslardan, kan ter içinde. Karanlıkta ışıksız bir odada kaldı. Aydınlıktan nefret etti. Karanlığı kendine ev saydı.
Yaş aldı, büyüdü, genç oldu. Kocaman adam oldu. Ve hala kurtulamadı kabuslarından. İçine düşen karanlık sardı kalbini. Tüm iyi insani duygularını bir bir yok etti. Vicdanının sesini susturdu. Merhametinin üzerini çizdi. Sevmeyi unutturdu. Acımayı yok etti. Zifiri karanlığa mahkum oldu.
Annesinin küçük Yamanı, Yaman karayel oldu. Karayel kaldı.
Şimdi, kalbi bu kadar karanlığa gönülmüş ve bürünmüş adam, aydınlığa nasıl kavuşacaktı. Hangi güç, ne, onu aydınlığa çıkaracaktı. Işığı hayatına geri getirecekti.
Altı yaşına kadar büyüdüğü o evdeydi. Annesi ve babasının odasındaydı. Boştu oda. İçinde tek bir eşya dahi yoktu. Duvarları artık küf kaplamış, boyları kabuk atıyor, iğrenç burun sızlatan bir rutubet kokusu doluyor buruna. Yadırgamadı karayel yerini. Burasıydı işte onun ait olduğu yer. Annesi buradaydı. Annesinin kokusu hala buradaydı. O kötü kokuyu almıyordu. Annesinin içini hoş eden saçlarından ve teninden gelen papatya kokusunu alıyordu. Boş bir oda değil, içi eşyalarla dolu bir oda görüyordu. Annesini görüyordu. Sarenin beşiğini görüyordu. Ailecek aynı yatakta uyudukları zamanı o anları görüyordu. Karanlık odanın içinde ay gibi parlayan annesinin bulanık suretini görüyordu.
Gidecek yeri yoktu. Gidecek yeri burasıydı işte. Evi burasıydı. Karayelin kendini ait hissettiği tek bir yer vardı. O da bu evdi. Bu oda ve içindeki binlerce anıydı.
Odanın ortasına geldiğinde, boş odanın etrafında dönmeye başladı. Gözleri sızladı ve yandı. İçi tarifi olmayan büyük bir özlem ile doldu. Ruhu sızladı. Kalbi acıdı. Anılar okşadı yüreğini. Varken hiç oldu. Göğüs kafesi hızla inip kalktı. Nefes alış verişleri sıkılaştı. Unuttuğunu sandığı anılar gözlerinin önünde tek tek canlandı.
Yatağın üzerinde oturmuş, banyodan yeni çıkmış ve annesinin onu giyindirmesini beklediği bir anısı canlandı gözünde. Bir anı daha canlandı. Annesi solunda, babası sağında, ortalarında da yaman, aynı yataktalar, kış ayı ve birbirlerine sarılarak ısınıp uyumaya çalışıyorlar. Annesi o naif ve narin sesi ile bir masal anlatıyor yamana uyuması için. Yamanın en sevdiği masalı. Anne ve babasının nasıl tanıştığı o masal. Annesinden başka kimseden dinlemediği o masal. Babasının bile annesi kadar güzel anlatamadığı o masal.
Yere çömeldi karayel. Yana dönmüş cenin pozisyonunda uzandı soğuk yere. Ellerini dizlerinin arasına aldı. Kafasını içe doğru büktü. Ve gözlerini yumdu. İçindeki hasret ile, iliklerine kadar dolan ağlama hissiyle yumdu gözlerini. Ağlamadı. Ağlayamadı. O geceden sonra, ağlamayı da bıraktı. Tıpkı diğer herşeyi bıraktığı gibi. Annesinin papatya kokusunu sanki gerçekmiş gibi içine çekerek uykuya daldı. Soğuktu oda, buz gibiydi. Normale göre daha soğuktu. Umursamadı. Ne olacaksa olsundu.
Annesi gözlerinin önünde kan kusmuştu. Daha kötü ne olabilirdi ki karayel için bu hayatta.
Gözlerini yerinde rahat değilmiş gibi araladı karayel. Huzursuzca homurdanarak uzandığı yerden kalkmaya çalıştığında, yerde yatmış olması yüzünden tutulan sağ omzu ve ağrıyan boynu sızlamaya başladığında kalkmak güç bir hal aldı. Eliyle yerden destek alarak güç bela doğruldu. Eli ağrıdan zar zor dik tutuğu boynuna gitti. Ağrıyla buruşturdu yüzünü. Uykulu gözlerle etrafına baktı. Koca bir karanlığın içindeydi.
Çok, çok uzaklardan fazla tanıdık bir koku doldu burnuna. Aklı, bu kokunun gerçekliğini algılayamadı. Fakat içinde dolup taşan hasret, tanıdık kokuya karşı tepkisiz kalamadı. Kokunun sahibine seslendi; “Anne”
Annesinden başka papatya kokan biri daha yoktu onun nazarında.
”Anne” diye bir kez daha seslendi annesine.
”Yamanım.” Dedi, unutmak üzere olduğu ses. Hayal meyal hatırlıyordu annesinin sesini. Çoğu zaman hatırladığı sesin annesine ait olup olmadığından bile şüphe duyuyordu. Bu diyordu onun sesi. Daha sonra da hayır. Onun ses narindi. İnceydi. Aklı kabuk etmiyor. Kalbim yenik düşüyor.
karanlığın içinde bir tül beliriyor. Beyaz bir tül. Ardında ise bir bedenin bulanık sureti. Beyazlar içinde bir kadın vücudu. Karanlığa aykırı bir beyaz. Siyaha aykırı.
Yüzü bulanık. Bir türlü göremiyor karayel tülün ardındaki yüzü. Fakat tanıyor. Omuzlarında düşmüş sarı saçlardan, tülün ardındakinin annesi olduğunu anlıyor.
”Anne” diyor, hasretli bir yük ile.
”Oğlum…” diyor Süreyya. Onun da sesinde var keder. Oğluna duyduğu özlem sesine yansımış.
Ayağa kalkıyor karayel. İleri doğru bir adım attığında, sersemliyor ve dengesini bir anlığına kaybediyor. Düşecekmiş gibi olduğunda ayakta durmayı nihayet başarabiliyor.
İleri, annesine doğru adımlarken titreyen elini uzatıyor tülüm arkasındakine doğru. “Anne” diyor annesine ulaşmak ve ona kavuşmak isteyerek.
”Yamanım” diyor Süreyya. Karayele annesinden başka Yaman’ım diye seslenen başka kimse yoktu. Bir annesi ona öyle seslendirdi. Bir Yaman’ım derdi, bin yaman dökülürdü dudaklarından.
”Neden göremiyorum yüzünü?” Diye soruyor Karayel, titreyen sesiyle.
Tüle doğru yaklaşıyor. Az kalmış annesine ulaşmasına.
”Gelme.” Diyor Süreyya. “Gelme oğul.” Kaşları anlamazlık ile çatılıyor, Karayelin. “Neden? Neden gelmeyeyim?” Diye soruyor çocuksu bir eda ile.
“Senden önce yola çıkmış biri var.” Diyor Süreyya. “Gelmek için pek aceleci. O gelmeden gelemezsin ki sen”
Herşey birbirine karışıyor. Annesinin sözlerine anlam veremiyor karayel. Sadece annesine doğru yürüyor.
”Gelme oğul, karanlığa gebe olmuşsun sen.” İnkar ediyor Yaman. Başını iki yana sallıyor.
”Seni görmem gerek. Ne için göremiyorum yüzünü? Ne için gelmiyorsun yanıma?”
”Ben hep senin yanındayım annem. Yamanım, annen hep seninle. Neden seni terk etmiştim gibi konuşuyorsun?” Diye soruyor süreyya sesi uzaklaşmaya başlarken.
”Gittin çünkü!” Diye acıyla bağırıyor Yaman. “Gittin! Kalman gerekirken koşa koşa gittin!” Yaptığı annesini suçlamak değildi. Yirmi bir yılın hasreti, özlemi, acısı hepsi bundan ibaretti.
“Gitmedim annem. Gitmeyi istemedim Yamanım.” Daha da uzaklaşıyor Süreyya’nın sesi.
”Gittin! Yoksun işte bak. Ben yok oluyorum ve sen yoksun.” Gözleri doluyor karayelin. Oğlundan daha da uzaklaşırken elini kaldırıp oğluna uzanmaya çalışıyor Süreyya.
”İşte yine gidiyorsun! Herkes gibi sende benden gidiyorsun! Neden herkesten önce sen gittin ki anne… neden o kadar erken gittin…” dolan sol gözünden bir gözyaşı yanağına doğru süzülmeye başlıyor.
yirmi bir yıl sonra, yamanın gözünden yaş geliyor.
Daha fazla kendisini taşımayan dizlerinin üzerine düşüyor. Elleri önüne düşüyor. Bir gözyaşı daha gözünden akıp yere damladığında bir su birikintisine damlamış gibi bir ses geliyor. Sıkıca yumduğu gözlerini araladığında göze ilk elleri çarpıyor.
Kan.
Parmak uçlarında kan var. Kan bulaşmış ellerine.
Kimin kanı bu?
Nereden geldi? Nerden bulaştı parmaklarına?
Akın ediyor tüm herşey bir anda.
Annesinin kanı…
Annesinin saçlarına bulaşmış kanlar.
Annesinin göğsünden akan kan.
Annesinin kustuğu kan…
Kırmızı.
Nefes nefese kalmış bir şekilde gözlerini açtı Karayel. Uzandığı yerde doğrulduğunda, odanın içinde doğan günün ışığı dolmaya başlamıştı. Biri boğazını sıkıyormuş gibi nefesi kesilirken, üzerindeki kazağın boğazını çekerek nefes almaya çalıştı. Anlında damla damla terler vardı. Ellerine baktı. Temizdi elleri ne kan vardı ne de başka birşey. Titrek bir nefes verdi.
Kabus, dedi.
diğerleri gibi kötü bir kabus.
Sadece Nefes;
Anılar ikiye ayrılırdı; iyi anılar ve kötü anılar.
Benim nazarımda iyi anı diye birşey yoktu. Kötü anı vardı. En kötü anılar.
İyi yoktu. Kötü vardı. Işık yoktu, aydınlık yoktu. Siyah vardı. Karanlık vardı. Karanlıktan nefret ediyordum ve o hayatımın her yerinde vardı.
Günahlar bir bir dizilmiş karşıma. Bana aitlermiş gibi hesap soruyor. Benim ise boynum bükük, kalbim ağır, ruhum yara.
Evde tektim. Sare dün gece babası ve babaannesi ile evine geri dönmüştü. Hafta içi olduğu için Roza hastaneye, İlyas da kendi işine gitmişti. Ben ise evdeydim. Salonda oturmuş, televizyonu açmış bireyler izleyerek vakit geçiriyordum.
Evin kapısı çaldığında, memnuniyetsizce oturduğum yerden kalktım. Televizyonu kapattığımda, kapıyı açmak için salondan çıktım ve koridorda yürüyerek kapıya ulaştım. Kapıyı açtığımda bu saate kimin geldiğini düşünüyordum.
“kim o?” Diyerek kafamı kaldırıp baktığımda karşımda karayeli gördüm. İstemsizce göz devirdiğimde, “Ne işin var burada? Ben sana git ve bir daha gelme demedim mi?” Diye çıkıştım hemen.
Gözleri yorgun gibi duruyordu. Göz altlarında sanki hiç uyumamış gibi çizikler vardı. Suratı solgun duruyordu.
”Konuşmak için geldim.” Dedi. Alayla güldüm.
”Ne konuşacağız karayel. Bana ne diyebilirsin ki?”
Yorgun bir nefes verdi. “İçeri geçebilirmiyim?”
”Nezaketiniz göz yaşartıyor, Yaman Karayel.”
Arkamı dönüp salona doğru yürüdüm. Arkamdan kapının kapandığına dair bir ses geldi. Göğsümden titrek bir nefes döküldü.
Salondan içeri girdiğimde, oturmadım ayakta dikili kaldım. Salondan içeri girdiğinde ne yapacağını bilemiyor gibi karşıma geçti. “Ee” dedim tahammülsüzce. “Konuş ne konuşacaksan.”
”Ben,” dedi sanki söze nasıl gireceğini bilemez gibi. Gözleri ben dışında odanın her yerinde gezindi. En son bende durdu.
”Herşey için, tüm yaptıklarım için sana yaşattıklarım için, özür dilerim” kelimeleri döküldü dudaklarından.
Sanki bunu bekliyormuşum gibi kaynar sular döküldü başlarımdan.
pişmanlık döküldü gözlerine. Suçluluk duygusu ile çöktü omuzları. “Pişmanım. Çok pişmanım.”
Hayretle aralandı dudaklarım. “Pişman mısın? Pişmansın öylemi? Hangi yaptığına. Bana hangi yaşattığına pişmansın. O gece beni terk edişine mi, beni kandırmana mı? Elime silah tutuşturmana mı? Beni kaçırmama mı? Beni günah keçisi seçip intikamını benden almana mı? Hangisine pişmansın karayel?”
Sanki be diyeceğini bilmiyordu. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordu. Konuşsa da be diyecekti. Hangi söz, hangi kelime onu bana affettirdi?
”Sadece,” diye mırıldandı içine kaçmış sesiyle. “Özür dilerim. Yapabileceğim başka hiçbir şey yok. Zamanı geri alamam. Ama özür dilerim.” Gözlerimin önünde pişmanlık ile kıvranıyordu. “Sen masumdun. Sen en masumdun deniz kızı. Sen günahsızdın. Ama ben, yapamadım. Engel olamadım. Seni kendimden kurtaramadım.” Onu affetmemi istiyordu. Bunun için çabalıyor kıvranıyordu.
Pişmandı. Evet. Ama pişman olması hiçbir şeyi telafi etmiyordu.
”Sende bir yara açtım. Canını yaktım. Hata ettim.”
Koca bir kahkaha attım. “Bir yara mı? Sadece bir yara mı?” Deli gibi gülmeye başladım. İyi olduğumu sanmıyordum. Hiç iyi değildim.
üzerimdeki badiyi yukarı doğru sıyırdım. Arkamı döndüğümde sırtım çıplak kalmıştı. “Bak” dedim sinirle. “Bak, sence bir yaramı? Sadece bir yara mı?” Sırtımın her bir yerinde kemer izleri vardı. Yani kırbaç izleri. Babam beni öfke haliyle dövdüğünde bedenimi hiç acımadan itip kalktığında aldığım darbelerin izleri vardı. Günlerce aynadan baktığım kabuk tutup geçmesi için kremler merhemler sürdüğüm yaralarımı görüyordu Karayel. “Bak, sırtımın bir yeri dahi boş mu?” Badimi geri üzerime çektiğimde önüme döndüm.
Afallamış ifadesiyle gözleri gözlerime tırmandı. “Kemer izleri onlar biliyormusun? Babam yaptı. Her sinirlendiğinde, canını her sıktığımda çıkardı belinden kemerini, hiç acımdana vurdu kemerini sırtıma.” Acıyla güldüm gözlerine bakarken. O anlar gözlerimde canlandığında doldu gözlerim.
Acıma duygusu oturdu karayelin gözlerine. Kendini benim yerime koydu. Gördüm.
badinin kollarını sıyırdım. Sol kolumda hala var olan morlukları gösterdim. “Kolumu o kadar sıkı tutardı ki. Kolum kemikleri kırılıp yerinden çıkacak sanardım. O zaman oluştu bu morluklar. Şimdi sen söyle bir yara mı?” Gözümden bir damla yaş süzüldü. Kolumdaki yaralara baktı karayel. Orada takılı kalmış gibiydi bakışları.
Üzerimdeki pijamayı yukarı doğru çektim eğilerek. Bacaklarımda kesikler vardı. “Bunlar,” dedim içimdeki acıya artık dayanamayarak. Dolup taşmıştım. Patlamaya hazır bir bomba gibiydim. Nefesim kesik kesikti.
”Sırf bana ibret olsun diye kapının önüne soğuk bir kış gecesinde attığında, sabaha kadar karların içinde oturduğumda oldu. Yerdeki çalılar çizdi kesik açtı. Sadece bir yara mı? Karayel.” Yaşlar gözlerimden akın akın ediyordu son bir yaram kalmıştı görmediği. Yaraların en büyüğü. Yaraların en derini. Yaraların en acıyanı. Yaraların hiç kanamayan ama en çok kanayanı.
Karnımı açtım. Sütyenimin bittiği yerin hemen altındaki, belime yakın o yerdeki yanık izini göz önüne çıkardım. “Bak bu, yaraların en büyüğü. İzi asla geçmeyeni.” Hıçkırıklarım başlamıştı. O geceyi tekrar yaşıyordum sanki. O an gözümün önüne geldi. Sırf o oyunu oynadım, kuralları çiğnedim diye nasıl yandığımı hatırladım. Gerçi hiçbir zaman unutamamıştım.
”Senin o dalga geçtiğin oyun vardı ya. Hayatta kalma oyunu. Ben o oyunu babamdan dayak yememek için oynuyordum. Ondan saklanmak, ondan kaçmak için. Ve bir gün yakalandım. Yakaladı beni. Daha sonra ne yaptı biliyormusun? O oyunun bedeli o kadar ağır oldu ki. Sigara içerdi. Çakmağı vardı…” dudaklarım titremeye başladığında sözlerime devam edemedim. Titrek bir nefes verdim. “Çıkardı çakmağını, ateşe verdi. Tutu buraya.” Diyerek yanık izinin olduğu yeri gösterdim. “Yaktı. Saydım. Tam otuz saniye tutu o ateşi derimde. Yandığımı iliklerime kadar hissettim. Öyle büyük bir çığlık attım ki karayel. Ses tellerim parçalandı sandım.”
”şimdi sen söyle, sadece bir yara mı?” Diye sordum içime kaçmış titreyen sesimle. Gözlerine yıkılmışlık bindi. Omuzlarına binen yükün altında ezildi. Gözlerinin ardındaki hüznü gördüm. Bu kadarını beklemiyordu. Bu kadarı ona bile fazlaydı. Ama ben hepsini bizzat yaşamıştım.
”Sen bende bir yara açtığını sanıyorsun. Bende binden fazla yara var. Sen beni mahvettiğini sanıyorsun, ben ölüp ölüp dirildim. Ben diri diri yandım. Ben yandım. Kül oldum ben!” Elim ayağım titremeye başlamıştı. Kendimi kontrol edemiyordum.
”Sen onca yara almış kızda bir yara daha açtın, karayel.”
Kafasını iki yana salladı.
”sen beni mahvettin! Sen beni yıktın! Daha iyileşememiştim ben! Daha ayağa kalkamamıştım! Düştüğüm yerden doğrulamamıştım! Bir darbe de sen attın bana!” Diye bağırdım ağlarken. Bana doğru geldiğinde, yımruk yaptığım ellerimle göğsüne vurmaya başladım. Sinir krizi geçiriyor olmalıydım. “Onun kadar kötüsün! Onun kadar iğrenç! Onun gibisin! Babam gibisin! El birliğiyle yerle bir ettiniz beni! Ne suçum vardı ya benim! Günahım neydi?!” Sesini çıkarmıyor, sadece bileklerimden tutuyordu. Öyle bir haykırıyor öyle bağırıyordum ki, dudaklarım yitiyor dişlerim birbirine çarpıyor, bedenim şiddetle titriyordu.
”Aşağlık bir herifsin! İğrençsin! Berbatsın! Midem bulanıyor senden! Senden gerçekten nefret ediyorum! Sesine bile tahammülüm yok! Kötüsün sen! Çok kötüsün!”
Biliyordu, nasıl iğrenç, tahammülsüz ve aşağlık bir adam olduğunu biliyordu. Kötü olduğunu, gerçek anlamda çok kötü bir adam olduğunu biliyordu. Ve sustu. Nefretimi ona kusmama izin verdi.
Gözlerim sanki hiçbir şey görmüyormuş gibi öfke nöbeti geçiriyordum sanki. Ellerimi şiddetle ve büyük bir güçle adamın göğsüne vururken gözlerimden yaşlar akıyordu.
“Senin gibi bir oğlum olsa, asla doğmamış olmasını dilerdim. Senden utanırdım. Senden çok utanırdım. Ve eminim ki annen de senden utanıyordur, Karayel!”
bileklerimi tutan elleri gevşedi. İfadesi suratı bir anda yerle bir oldu, dağıldı. Fakat sadece kıza bakakaldı.
“Biz bunu hakkettik,” diye mırıldandı boğazındaki yumruya karşılık. Dudaklarında buruk acı dolu bir gülümseme oluştu.
Sinirlerim gevşemiş gibi ellerimi ondan kurtararak geri çekildim. Gözlerimin içine o kadar kırılmış bakıyordu ki. Onu gerçekten incitmişim gibi.
”Eyvallah” dedi, çatık sesiyle gözlerime yıkılmış gözlerle bakarken. “Eyvallah, Nefes.” Son bir kez baktı gözlerime. Ne dediğimin yeni farkıma varmıştım. Hayır, der gibi baktım gözlerine. Arkasını döndüğünde kafası önüne eğikti. Ağır ve sarsak adımlarla salondan çıktı.
O hep giderdi. Bende kalmayı asla tercih etmezdi. Benle olmayı seçmezdi. Hep giderdi. Başka yerlere, başkalarına, ben dışında herkese, o hep giderdi. Ve o her gittiğinde, benim içimden bir parça kopuverirdi. Bir ağırlık göğsüme otururdu. Sanki, tekrar gelmeyecek diye. Gitmesini hiç istemediğim, benden hep giderdi. Ben ise, daima ardında kalırdım. Öylece, baka kalırdım. Çünkü bilirdim, benden gitmek hep en kolay olandı.
Dizlerimin üzerine artık dayanamayarak çöktüğümde, ellerim dermansızca yanıma düştü. Evin kapısı açılıp kapandığında, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Haykıra haykıra. İçim dışıma çıka çıka. Ağladım. Hep olduğu gibi yine ve sadece ağladım.
Bitmiştik. Biz, bu sefer gerçekten bitmiştik. Herşey mahvolmuştu.
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın🤍🩹
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.61k Okunma |
2.19k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |