
Bölüm şarkıları; Getma, E Asiye, Gittiğinde, Rakı içmeyi bilmesen tanışabilirmiydik.
”Gözlerinde görseydim bana dair birşeyler, inan bana ayaklarım yere çakılır, gözlerim gözlerine kilitlenir, gidemezsin senden.. ama senin gözlerinde bana dair hiçbir şey yoktu. İşte bu yüzden gittim. Çünkü bunu sende biliyorsun ki bizim için hiç ışık yok”
“Gitti kızım! Gitti!”
Asiye, ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Gözlerinden yaşlar bir bir akarken, dün geceden beridir ağlamaktan gözlerinde derman kalmamıştı. “Oy benim kızım!” Diye ağıt yakar gibi haykırıyordu. “Benum gelunum! Benum kizum!” Asiye, Süreyya’yı bir gelinden ziyade kızı gibi görüyordu. Onu kendi evlatlarından asla ayrı tutmamış, daha tanıdığı ilk gündem beri ona el kızı gözüyle değil de kendi kızı gibi bakmıştı. Aralarındaki ilişki gelin-kaynana ilişkisinden ziyade anne-kız ilişkisiydi. Süreyya’nın Asiye için oğlu Yusuf’tan hiçbir farkı yoktu.
”Oy ben ne ederum? Ben bu acuyla nasıl yaşarum?!” Bir yanda hala hastanede komada yatan oğlu, bir yanda toprağa gömdüğü kızı gibi gördüğü gelini. Bir yanda da öksüz kalmış iki torunu. Elini sertçe yumruk yapmış göğsüne göğsüne vururken, bir gidene ağlıyor, bir de gidecek olana ağlıyordu. “Ha ne etsun şimdi bu Asiye?!”
Asiye, büyük bir acı ile ağlarken, Yaman babaannesinin hemen yanındaydı. Gözleri kan çanağı, dudakları soğuktan kurumuş, yanakları sert geçen ve karın yağmasından dolayı soğuktan üşüdüğü için al aldı. O kadar çok ağlamıştı ki, göz yaşları artık akmıyordu. Gözlerini dahi kırpmadan ve hareketsizce olduğu yerde dikilmiş, annesinin üzerine toprak atılışını izliyordu. Yüzü solgundu, dermanı yoktu. Gerçeklik algısını yitirmişti. Şuan gözlerinin gördükleri gerçekmiydi? Algılayamıyordu.
Hemen yanındaki babaannesi, annesi için mi bu kadar ağlıyordu? Mezarlıktaki bunca insanın birbirlerine sarıla sarıla ağlamasının nedeni annesimiydi? Anneannesinin o çamurlu yere çöküp dermansızca gözlerinden yaşlar akarken çamuru avuçlarında sıkmasının nedeni annesimiydi? “Süreyya!” Diyordu anneannesi, “Yaktun ya kizum yüreğumu!” Teyzesi, anneannesinin yanına çökmüş, kollarını anneannesine sarmış, başını omzuna yaslamış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
”Oy benum deniz gözlum! Oy benum mavi gözlum!” Anneannesinin sözleri içleri yakıyordu. “Ben ne edeyum ha şimdi?!”
Yamanın donuk ve ifadesiz bakışları bir diğer yanındaki halasına döndü. Züleyha, Yamanın yanında yere çökmüş, yeğenini buzdan farksız soğuk elini tutmuş, Süreyya’nın mezarına bakarak sessizce ağlıyordu.
”Hala,” dedi Yamanın kısık sesi. Konuşurken boğazı acıyor, kısılan sesi yüzünden sesini çok çıkaramıyordu. Züleyha yaşlı gözlerini çevirip yeğenine baktı. “Halam” dedi içli içli. Burnunu çekti Yaman. “Onlar neden bu kadar çok ağlıyor? Annem için mi?” Diye sordu.
Dudakları titredi Züleyha’nın. Daha da çok ağlamaya başladı yeğeninin gözlerine bakarak. Ne diyeceğini bilemedi. Doğru kelimeyi bulamadı. Kelimeler yetmedi birşey demesine. Yamanı kendine çekip sıkı sıkı sarıldı. Yamana sarılınca daha da çok ağlamaya başladı. Fakat Yaman halasına sarılmadı. Kolları kalkmadı havaya. Başını halasının omzuna yasladı. Kafasını yana eğdi. Annesinin üzerine son toprakların atılışını boş gözlerle izledi.
İçinde kopan fırtınalardan henüz kendisi bile bir haberdi. Göğüs kafesinde keskin sızılı bir ağrı vardı. Bir taş oturmuştu göğsüne ve o taş oturduğu yeri eziyordu. Gözlerinin önünden aynı görüntüler geçiyordu. O gece öyle çok ağlamıştı ki annesinin cansız bedeninin yanında, annesi ve babasının ellerini tutarken. Annesinin buz kesmiş elleri ona da yayıldığında. Hıçkıra hıçkıra, ağlamıştı. O kadar çok ağlamıştı ki, boğazı ağrımaya başlamış, sesi kısılmıştı.
O gece bir türlü sabah olmak bilmemişti.
o gece hava o kadar soğuktu ki, karlar geceden beridir bir an olsun durmadan yağmıştı.
Ve Yaman, hiç üşümediği kadar çok üşümüştü. Elleri buz kesmişti, bir türlü ısınmak bilmiyordu.
Son toprak da atıldı Süreyya’nın üzerine.
Yusufun canından çok sevdiği aşkı, Yamanın her gece o narin sesinden ilahiler dinlediği, Sarenin daha tanımadığı, Asiye’nin kızı, Züleyha’nın en yakın arkadaşı artık toprağın altındaydı.
Yaman, gözlerini yorgunlukla ağır ağır titreyen kirpikleri ile yumdu. Geceden beri bir kere olsun gözünü yumamış, uyuyamamıştı. Gözlerini kapatmak istemiyordu. İçinde büyük bir korku vardı.
Cenazeye gelenler tekrardan baş sağlığı dileyerek mezarlıktan çıkmaya başladığında, Züleyha Yamanı kucağına aldı. Sıkı sıkı sardı yeğenini. Asiye’yi eve götürüyorlardı. Babası annesini mezarlıktan çıkarırken, Gülizar kucağında Yaman ile birlikte Süreyya’nın mezarına ilerledi.
Yaşlı gözlerle Süreyya’nın mezarına baktı. Yaman, başını halasının omzuna yaslamış, bitkin bir haldeydi.
”Emanetin, emanetim” dedi, Züleyha artık toprağın altında yatan arkadaşına. Zorlukla yutkundu.
”Oğlun oğlum, kızın kızım,” titrek bir iç çekti. “Sana söz, senin yokluğunu hissettirmemek için elimden ne geliyorsa yapacağım. Sana söz Süreyya, emanetlerine gözüm gibi bakacağım”
Bir söz verdi Züleyha. En yakın arkadaşının giderken ardında bıraktığı emanetlerine sahip çıkacağına, onlara gözü gibi bakacağına parmağı kanasa dahi en ufak yaralarını bile saracağına. Yaman ve Sarenin hem halası hem de annelerinin en yakın arkadaşıydı.
Henüz yirmi dört yaşındaydı. Bekardı. Züleyha için zor olacaktı belki de bundan sonra herşey. Hayatı belki de değişecekti. Belki iyi şeyler olacak belki de kötü şeyler olacaktı. Bu bir bilinmezlikti. Derin bir kuyuydu.
Süreyya’nın ölümünün üzerinden neredeyse bir hafta geçmek üzereydi. Herkes biraz biraz toparlanmak üzere olsa da, hepsi bir boşluktaydı. Günler onlar için haftalar gibi, saatler ise günler gibi hiç geçmek bilmiyordu. Renkler yoktur sanki gökyüzün maviliği çalınmış ve yerine kasvetli bir siyahlık bırakılmış gibiydi. Günlerdir hava yağışlıydı. Bir kar yağıyor, bir yağmur yağıyor gün öyle bitiyordu. Rüzgar son günlerde epey bir sert esiyordu. Dallarında yaprak kalmamış ağaçların dalları rüzgara güçlükle direniyordu. İnsanlar sokağa çıkmaktan kaçınıyordu. Bu nasıl bir ayazdı da böyle? İnsanın içi bir türlü ısınmak bilmiyordu.
Odasına kapanmıştı Yaman. Odasının kapısını kilitlemiş, duvarın dibine çökmüş ayaklarını kendine çekmiş, kollarını bacaklarına sarmış ve kafasını dizlerinin üzerine koymuştu. Odasından çıkmıyor, ne birşey yiyor ne de içiyordu. Günlerdir aynı kıyafetlerleydi. Üzerinde o geceden kalma çamur lekeleri vardı. Hem Babaannesi hem anneannesi hem de halasıyla teyzesinin gücü ona bir türlü kapıyı açtırıp onu odadan çıkartıp yemek yedirmelerine yetmiyordu. Sürekli kapısının önüne gelip onunla konuşmaya çalışıyor, ona sesleniyorlardı ama Yaman onlara ne bir ses veriyor ne de konuşuyordu. Suspus olmuştu. Dili laldı. Dişi düğümlenmiş, boğazındaki yumru hala daha geçmemişti. Uyumuyordu, daha doğrusu uyuyamıyordu.
Gözlerini her yumup uykuya dalacağı esnada annesinin kan kusmuş hali gözlerinin önüne geliyordu. O anı tekrar tekrar yaşıyormuş gibi oluyordu ve bu uyumasına engel oluyordu. Gözlerinin altı morarmış, göz etrafları uykusuzluktan kızarmıştı. Boğazı kurumuştu, yutkunurken canı acıyordu. Dudakları susuzluktan çatlamıştı. Rengi solgundu. O gün algılayamadığı şeyi şimdilerde algılıyordu. O mezarda neden herkesin öyle ağladığını, anneannesi ve babaannesinin neden ağıtlar yaktığını Yaman, daha altı yaşında anlıyordu.
Mezarlıktayken duymuştu, ‘öldü’ diyordular. ‘Gitti’ diyordu babaannesi. ‘Gencecikti’ diyordu anneannesi. Annesine denildiğini o an şokun içindeyken anlamamıştı. Ama şimdi anlıyordu. Öldü dedikleri onun annesiydi. Gitti dedikleri onun annesiyle. Gencecikti dedikleri annesiydi. Kapının önüne gelenlerin ve ona seslenenlerin hiçbiri annesi değildi. Hepsi geliyordu ama annesi bir türlü gelmiyordu. Herkes onu çağırıyordu ama bir tek annesi onu çağırmıyordu.
Annesi yoktu.
Gideli çok olmuştu.
Zihninde sesler susmuyordu. Babası yere yıkıldığında annesinin feryadı kulaklarında defalarca kez çınlıyor, göğsünü acıtıyordu. Annesi bir anda yere babasının yanına düştüğünde acıyla ve kesik sesiyle söylediği ilahi onu bir türlü salmıyordu. İki silah sesi duyuyordu her an. Eli kulaklarına gidiyor, duymamak için kulaklarını tıkıyor, duymamaya çalışıyordu.
Ama can yakıcı ve yürek ağrıtan sesler susmak bilmiyordu. Annesinin sesi huzurdu. Ama artık annesinin sesi canını yakıyordu. Aydınlığına karanlık bulaşıyordu, ruhunu kasvet kaplıyordu, kalbi taşıyamayacağı kadar ağır bir acı ile yanıp tutuşuyor, kalbi kavruluyordu. Göğüs kafesi her nefes almak istediğinde sanki bir bıçak tam ortasında bir kesik açmış gibiydi. Aldığı nefesler kesik kesikti.
Masallarla büyümüş çocuğun hayatı, masallara bile yakışmayacak kadar bataklığa batmıştı.
Annesizliğin acısı, öksüzlüğün acısı.
Gördükleri, şahit oldukları ne kadar zaman geçerse geçsin asla aklından silinmeyecek, hep aklında olacak, her gözlerini huzurla yumup uyumak istediğinde aynı görüntü aklına gelecekti. Annesini kanlar içinde görüşü. Uykular haram olacaktı belki de çoğunlukla. Kim bilir belki gecelerce günlerce ve hatta aylarca doğru düzgün uyuyamayacak, gözlerini bile yummaya çekinecekti.
Ama Yaman, o geceyi hiçbir zaman unutmayacaktı, unutamayacaktı. Daha küçücükken annesinin ölümüne şahit oluşunu asla unutamayacak, rüyasında gördüğü kırmızının ne olduğunu aklından silemeyecekti.
”Yaman, halam hadi artık çık oradan ha kuzum?” Diyen yine her saat başı olduğu gibi yamanın olduğu odanın kapısının önünde biten Züleyha’ydı.
”Halacığım, bir ses ver en azından. Günlerdir oradasın, nasılsın bilmiyorum. Lütfen, Yaman.” Yeğeni için endişeleniyordu. Açtı, susuzdu, kim bilir o kapalı kapının ardında ne haldeydi.
”Yaman,” dedi bir kez daha elini kapıya yaslamış, çaresiz bir sesle. “Bak Sare çok ağlıyor, onun sana ihtiyacı var. Kardeşinin abisine ihtiyacı var.” Dizlerine yasladığı kafasını ağır ağır kaldırdı Yaman. Yorgun gözlerle kapıya baktı. “Lütfen, Yaman. En azından Sare için çık şu odadan” Sare’ye kıyamazdı ki Yaman. Yaman şu hayatta bir tek Sarenin ağlayışına dayanamazdı. Sare her ağladığında dudaklarını öne büzer, hemen yanına koşar ağlaması susun diye onu eğlendirecek birşeyler yapardı. Üzülürdü Yaman Sare ağladığı zaman. Oturduğu yerden ağır ağır kalktı, sarsak adımlarını kapıya doğru atmaya başladı. Kapının önüne geldiğinde, kapının üzerindeki anahtarı tutup çevirdi. Kapının kilidi açıldığında kulpu tutup kapıyı araladı.
Züleyha bakışlarını aralanan kapıya dikti, Yaman bir adım atarak aralanan kapıdan çıktı. Züleyha, günler sonra ilk defa dudaklarında açan tebessüm ile yere eğildi, dizlerinin üzerine çömeldiğinde Yamanın minik ellerinden tutu. “Halam, Yaman’ım” dediğinde yaman hızla ellerini halasından geri çekerek bir adım geriye gitti.
”Bana Yaman’ım deme hala. Kimse bana Yaman’ım demesin, ben bir tek annemin Yaman’ıyım” boğazı acıyordu susuzluktan.
Çatık kaşlarla afallamış bir şekilde yeğenine baktı Züleyha, yüreği sızladı.
Süreyya, oğlunu hep Yaman’ım diye severdi. Ona hep Yaman’ım diye seslenirdi.
kafasını salladı Züleyha, “Tamam halacığım, demem bir daha”
Kaldığı odanın karşısındaki odaya ilerledi Yaman. Kapalı kapıyı açtığında minik adımlarla odadan içeri girdi. Burası Züleyhanın odasıydı. Odanın içindeki tek kişilik yatağın yanına geldiğinde, yatağın üzerinde duran, üzerine pembe battaniyesi örtülü ve ağlayan kardeşi Sare’yi gördü. Hiç hali olmamasına rağmen yatağa tırmanıp üzerine çıktı. Kardeşinin yanına oturduğunda, iki eliyle sadeyi kollarının altından tutarak uzandığı yerden kaldırıp kucağına aldı. Normalde kardeşini kucağına almazdı. Annesi buna çok izin vermezdi.
”Abim,” diye mırıldandı, sareyi geri az önce aldığı yere bırakarak. Sadenin ağlayışı, abisi onu kucağına aldığında durmuştu. “Ağlama abiciğim” dedi Sarenin minik elini tutarken. Henüz yürümeyi değil emeklemeyi bile beceremiyordu Sare. Sarı saçlarını okşadı. Anlına bir Buse kondurdu. Akan burnunu çekti. “Artık bana emanetsin. Ben senin abinim. Sana bundan sonra ben bakacağım. Gözümü senden hiç ayırmayacağım. Üzülmene hep engel olacağım” dudaklarında bir gülümseme oluştu minik Sarenin. Henüz tek tük olan dişleri gülerken göründü. Kollarını kaldırıp abisinin yüzüne doğru uzandı. “Abi” dedi tatlı tatlı.
Yarım yamalak güldü Yaman. “Abim” dedi bir kez daha. Sarenin yanına uzandı, bacaklarını karnına çekti. Kafasını çevirip yanında uzanan abisine baktı sare. Sarenin küçük elini sıkıca tutu Yaman. Belki uyuyabilirim umuduyla kardeşinin yanında gözlerini yumdu. Fakat uykusu sadece bir kaç dakika sürebildi. Olduğu yerden bir anda, “anne!” Diye bağırarak sıçradı.
Yanındaki sare ne olduğunu kavrayamadığı için korkuyla irkildi. Nefes nefese kalmış Yaman, elini göğsüne götürüp nefes almaya çalıştı. Korkmuştu, gördüklerini aynı şeyleri tekrar yaşamış gibi olmuştu. Kalbi küt küt atıyor, alnı terler içinde kalmıştı.
o geceyi görmüştü rüyasında.
Hayır, bu bir rüya değildi, bu bir kabustu.
Kanın her yere bulaştığı bir kabustu.
Annesini bir kez daha o halde gördüğü bir kabustu.
İki hareketsiz ölü bedenin arasında geçirdiği dakikalardı.
Henüz altı yaşındaki bir çocuk, altı yaşını ve diğer yaşlarını kirletecek büyük birşey yaşamıştı.
Annesi ölmüştü.
Yaman, ölümü annesi ile öğrenmişti.
Yamanın ilk kaybı annesiydi.
Yaman, kaybetmeyi annesi ile öğretmişti.
En değerlisi annesiydi. En sevdiği annesi.
Sevmemeyi öğrendi, annesiyle.
Sevmenin zarar olduğunu kimi çok severse gideceğini öğrendi.
Yaş altı, kanın bulaştığı yaş.
Yaş altı, karanlığa ilk adımı attığı yaş.
Yaş altı, ağlamayı bıraktığı yaş.
Yaş altı, en büyük acıyı yaşadığı yaş.
Yaman Karayelin travması, yaş altıydı.
Hastanede, yoğun bakım ünitesinin büyük camının önündeydi Asiye. Gözlerinden yaşlar akarken, bir eli hasretle cama yaslanmış, ağlarken camın ardındaki hasta yatağında, kablolara bağlı hareketsizce yatan oğlu Yusuf’a bakıyordu. Yusuf komadaydı. Bir haftadır. Doktorlar, hastaneye ilk getirildiğinde kalbinin durduğunu söylemişlerdi. O an Asiye’nin nefesi kesilmişti. Ölen gelinin yanına bir de oğlunun ekleneceğini düşününce nefes alamamış, fenalaşıp bayılmıştı.
Yusuf, içten içe ölmeyi istemişti. Zihni yaşaması için ona sinyaller gönderse de, kalbi Süreyya’nın öldüğünü biliyordu. Biliyordu ve onun yanına gitmek istiyor, ölmek istiyordu. Kalbi durmak, bir daha da asla atmak istemiyordu. Yusuf’un kalbi Süreyya ile atmıştı. Yusuf, kalbinin Süreyya ile birlikte attığını biliyordu. Şimdi Süreyya gitmişse, onunla birlikteyken atan kalbinin o yoksa atmasının ne anlamı vardı.
Yusuf’ta bir Süreyya vardı. Anlatılması zor, tarifi imkansız, yokken nefes alamadığı, yaşamıyormuş gibi hissettiği. Yusuf’un Süreyyası artık bu hayatta değildi. Hissediyordu Yusuf, Süreyya gitmişti. Bilinci kapalıyken bile kalbinde hissettiği kaybın acısı, onu yaşama tutturmak istemedi. Kalbi durdu. Kalp atışları zaten zayıfken iyice zayıfladı ve kalbi atmayı bıraktı. Doktorlar dakikalarca onu hayata geri döndürmek için çabaladı. Geri dönmek istemedi Yusuf. Gitmek istedi, Süreyya her nereye gittiyse her neredeyse oraya gitmek istedi.
Doktorların tüm çabası dakikalar sonra sonuç bulduğunda Yusuf’tan tekrar nabzı alındı ve Yusuf’un kalbi tekrar atmaya başladı.
Bir rüya gördü Yusuf kalbinin durduğu dakikalarda. İçinde Süreyya’nın ay gibi parladığı bir rüya.
kalbi tekrar atmaya başlasa da, tam kalbinin altına isabet edip, oradaki kemiği delip geçen kurşun yüzünden komaya girdi. Ve bir haftadır hala komadaydı.
Bir yanda annesinin ölümüne şahit olan Yaman. Bir yanda, henüz bir yaşındayken annesiz kalmış Sare. Bir yanda karısının yanına gitmek isteyen komada Yusuf.
Günümüz;
Kızlar annelerinin kaderini yaşar derlerdi, inanmazdım. Fakat artık anlıyorum, yaşıyorum ve hatta inanıyorum. Kızlar annelerinin kaderini yaşarmış. Şu dünya üzerinde benim annemin değerini bile hiç kimse olmadı. Ve şu dünya üzerinde, benim değerimi bile hiç kimse olmadı. Annem aşık olduğu adam tarafından hiçbir zaman sevilmedi. Ve ben, aşık olduğum adam tarafından sevilmiyorum.
Özür dilerim anne. Seni kınadığım için çok özür dilerim. Senden tek bir konu için özür diliyorum, o da seni yadırgadığım için. Affet anne, seni suçlarken günü geldiğinde sen gibi olacağımı bilmiyordum. Kusura bakma anne, sen olacağımı düşünemedim.
Bunca yıldır seni suçladım. Neden seni sevmeyen bir adamı hala sevmeye devam ediyorsun diye. Fakat artık ben de seninle aynı kefendeyim. Sana benzememek için çabaladım. Evet, ben bir sen değilim. Hiçbir yönüm ve hiçbir şeyim sana benzemiyor. Ama anne, birşey de varki, sen nasıl ondan gidemediysen bunca zamandır, bende ondan gidemiyorum işte. Senin ve benim sorunum ne hiç anlamıyorum. Neden gitme işini beceremiyoruz. Kanımız mı bozuk?
Suzan Soykan, sana artık diyecek söz bulamıyorum. Nefes Soykan, artık sana diyecek söz bulamıyorum.
Gözlerine baktığın kadının gözlerinde ışık hüznesi yoktu. Aynadan gözlerine bakıyorsun şimdi, söyle var mı senin gözlerinde en ufak bir ışık kırıntısı? Umut etmeyi bırakmış kadının umutları tek tek ölmüş kızı. Mavilikleri solmuş kadının mavilikleri hiç parlamamış kızı. Dili lal olmuş kadının gözleri lal olmuş kızı. Kalbi karşılıksız bir aşkla yıllardır atan kadının kalbi karşılıksız bir aşkla atan kızı. Karanlığa gömülmüş kadının karanlıkta dünyaya gözlerini açan kızı. Gözleri kör olmuş kadının, gözlerinden yaş eksik olmayan kızı. Kızı için ağlamayan kadının, annesi için ağlayan kızı.
Annesinin kızı.
Nerden bakarsan bak, artık inkar edemezsin annenin kızı olduğunu. Ne yaparsam yapayım inkar edemem annemin kızı olduğumu.
Çünkü farkındayım. Suzan Soykan aşık olduğu adamın gözlerine kendisine ne yapmış olursa olsun, ne yaşatmış olursa olsun kendisini bakmaktan alı koyamıyordu. O gözlere doya doya uzun uzun bakmak istiyordu. Şimdiki şu sıralarda, ben gibi. Bana ne yapmış olursa olsun, bana ne yaşatmış olursa olsun hala onun gözlerine bakmak, orada oyalanmak onun gözlerinde dalmak istiyordum. Annem gibi.
Annem gibi.
Annem gibi.
Annem gibi.
Gözünden düşen her bir yaş, toprağa değdiğinde kurumaz, o yaşın düştüğü yerde bir çiçek filizlenir. Köklerini yere salar. En sağlam ve en sıkı şekilde sarılır köklerine. Sende birinin gözünden düşüp toprağa damlayan bir göz yaşısın. Bir filizsin. Köklerine sıkı sıkı sarılmayı başaramamış bir filiz. Nerden bakarsan bak, umutsuzsun. Ne yaparsan yap, negatifsin. Ne yaparsan yap, kökleri olmayan birisin.
Bunları, kendimi aşalamak için falan söylemiyorum. Kendimi aşalamıyorum. Aşalanacak bir yanım yok. Çünkü hata ben değil, beli hata olarak görende. Hatalı ben değil, bana kendimi hatalı gibi hissettiren hatalı.
Günahkar değilim. Hiçbir zaman da olmadım.
Ben bir ukdeyim. Ben kendi içinde kendine ukde olandım. Bir riyâya dalamamış, bir kabusa uyanmış, karanlığa doğmuş, ışığın karanlığından içeri hiçbir zaman girmediği, gözlerinin içinin hiçbir zaman gelmediği, hatta gözlerinin hiç parlamadığı, hep mavilikleri soluk olandım. Ben Nefestim. Ben, Nefestim. Nefes ne demekti; Nefes dua demekti. Nefes şifa demekti. Nefes, göğüs kafesiydi.
Gözlerine baktığım adamın dudaklarındaki gülümseme yarım yamalak silik ve hatta buruktu. Kaşları anlamazlık içinde çatılmış, gözleri ellerimdeydi. Bir anlık bir hevesle ellerimi açmış, gökyüzünden düşen karları avuçlarımda taşımaya çalışıyordum. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum. İçimden geldiği gibi davranıyordum. Tıpkı bundan sonrasında da olacağı gibi. Artık içimden nasıl geliyorsa öyle yaşayacaktım. Dilim belki içimden geçen herşeyi söylemeyecekti ama ben içimden ne geliyorsa onu yapacaktım.
Hava gittikçe daha da soğuyordu. Ve ben üşüyordum. Yüzüm buz kesmişti. Burnumun direği soğuktan sızlıyordu. Karı tutmaya çalışan ellerimi yanıma indirdim. Artık içeri geçmem lazımdı.
”Bana bu kadar eğlence yeter, biraz daha bu soğukta kalırsam gerçekten hasta olacağım” diyerek dudaklarındaki tebessüm ile ona baktım.
”Haklısın,” dedi elleri cebindeyken. Kahverengi saçlarına, karlar düşmüştü. Saçının arasındaki karlar onda güzel duruyordu. Gözlerimi kısarak baktım saçlarına. Hoş bir görüntüydü. Böyle bu karın bu soğuğun altında onu aynen böyle durarak seyredesim geldi. Saçlarını seyredesim, yüzünü inceleyesim ve gözlerine uzun uzun bakasım. Maviliklerim kahverengiliklerinde takılı kalsın istedim.
İçimde ona karşı çok büyük bir özlem vardı. İçimde, Yaman Karayele karşı büyük bir hasret vardı. İçime çok az çektiğim kokusu burnumda tütüyordu. Kokusu çok güzeldi. Ne koktuğunu bir türlü anlayamamıştım. Ama güzel bir kokuydu. Her bakıma kusursuz bir adamdı. Yüzündeki o iz bile başkaları tarafından kusur olarak görülebilirdi ama benim için değildi. Yaman, yüzündeki o yara izi ile bile kusursuzdu. Kusurlu ama kusursuz. Bakanın dönüp bir kez daha bakası geliyordu adama.
Onu ilk gördüğümdeki hali ile şuanki hali arasında fark vardı. Aradan altı ay geçmişti. Onu ilk tanıdığımda daha kilolu, daha ir yapılı bir adamdı. Şimdi de çok zayıf değildi. Sanırım formunu korumayı iyi biliyordu.
İçli bir iç çektiğimde, eve gitmek için yürümeye başladım. Onun yanından geçip gideceğim esnada, “Deniz kızı” deyişi beni durdurdu. Kafamı çevirip ona baktım. “Efendim”
Gözlerinde bir ifade belirdi. “Teşekkür ederim, bu gece için” sesinde ilk defa samimiyet vardı. Bu teşekkür öylesine değildi. Bana bu gece için gerçekten teşekkür ediyordu. Güldüm. “Keşke,” dedim gözlerine durgun gözlerle bakarak. “Hep böyle iki sıradan ve normal insan gibi kalsak, ama…” dediğimde sözümü yarıda kesti. “Ama şartlar buna müsade etmiyor” diyerek sözümü devam ettirdi.
Kafamı ağır ağır iki yana salladım. “Şartlar değil, senin aramıza ördüğün duvarlar buna müsade etmiyor.”
Aramıza ördüğün duvarlardan çiçekler açıyor, Karayel…
Bir nefes verdi. “O duvarları bile isteye aramıza örmedim, Deniz kızı.”
”Bile isteye örmedin mi? Annenin intikamını almak senin tercihindi” sakindim. O da sakindi. Sadece konuşuyorduk.
”Baban annemi öldürmüşken ne yapmamı bekliyordun?” Diye sordu kaşlarını çatarak.
”Anneni kim öldürdüyse ondan intikam almalıydın bir intikam alınacaksa. Benden değil, benimle değil, beni mahvederek, beni yıkarak ve en çok da beni yaralayarak değil”
”Bir kere beni dinlemiyorsun ki. Bir kere sana anlatmama izin vermiyorsun.”
”Ne anlatacaksın Yaman? Neyi anlatacaksın? Herşey olup bitmişken sen daha ne konuşacaksın”
Ve evet, normal geçen zaman bitmişti ve biz yine asla normal olamayacak o iki insana geri dönmüştük. Bu kadardı. Bizden ancak bu kadar oluyordu. Ancak kısa bir müddet herşeyi unutmuş gibi davranabiliyorduk. Yaşananlar ve geçmiş bir türlü yakamızı bırakmıyordu.
Gözlerime lütfen der gibi baktı. Kendini bana anlatmaya çok ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.
”Bir kere izin var sana kendimi anlatmama.” Kafamı iki yana salladım.
”Ben sana kendimi anlatmaya çalıştığımda sen izin verdin mi? Sen beni hiç dinledin mi? Ya da Yaman, sen benim sana seslenişimi hiç duydun mu?”
Duymadın ki. Sen beni görmediğin gibi bir de duymadın.
Sıkıntılı bir nefes verdi. “Birbirimizi madem ki göreceğiz yüz yüze geleceğiz herşeyi konuşmamız gerek.”
”Benim olduğum yerde olmazsan, olduğum masada yer almazsan konuşmamıza gerek kalmaz, Karayel.”
Yanından geçip yürümeye devam ettim. Olmuyordu işte. Bizden hiçbir şekilde olmuyordu. Sınırlar daha ne kadar zorlanabilirdi.
”Bir kere olsun beni dinleyemez misin?”
Duymadım onu. Tıkadım kulaklarımı ve evin aralık kapısından içeri girdim. Bu gecenin mahvolmasını istemiyordum. Bu geceyi güzel hatırlamak istiyordum. Bu yüzden onunla konuşmamızı uzatmayacaktım. Çünkü biliyorum ki sonu iyi bitmeyecekti. Ayağımdaki botları çıkartıp ayakkabılığa yerleştirdim. Montumu askılığa astığımda ayağıma beyaz terliklerimi giyinip merdivenlere yöneldim. Merdivenleri çıktığımda odama yöneldim. Odadan içeri girdiğimde kapıyı ardımdan kapatıp sırtımı kapıya yasladım. Gözlerimi yumduğumda derin bir nefes verdim.
Onu dinlemek istemiyordum. Anlatacaklarının benim için artık bir önemi yoktu. Anlatacakları yaptıklarını geri almayacaktı. Söyleyecekleri uykusuz geçen gecelerimi unutturmayacaktı. Anlatacakları o geceyi zihnimden silip atmayacaktı. Sözleri açtığı yarayı iyileştirmeyecekti. Ağzından dökülen hiçbir söz, zamanı geri almasını sağlamayacaktı. Sadece boşa dil dökecekti ve buna hiç gerek yoktu.
Ben ona kendimi anlatmaya çalıştığımda beni dinlemeyen adam, şimdi kalkmış bana kendini anlatmaya çalışıyordu.
Vicdanı varmıydı? Merhamet denen şey gerçekten de bu adamda yoktu.
Yalvarışlarıma kulak asmadan beni ardında yaşlı gözlerle bırakıp giden adam şimdi onu dinlemem sesini duymam için neredeyse bana yalvaracaktı.
Allah’ım, içimdeki bu zehir aşkı lütfen al. Bana bir faydası yok ona duyduğum aşkın, bana zararı var. Kalbime zararı var. Yaman karayelin aşkının benim kalbime zararı var. Herşeyiyle beni yaralayan adamın aşkı da yaralıyor beni. Bu aşk beni yaşatmaz ki, bu aşk beni tüketir.
Titrek bir nefes verip sırtımı yasladığım kapıdan ayrıldığımda, boynuma doladığım atkıyı ve kafamdaki şapkayla ellerindeki eldiveni çıkarıp yatağın üzerine bıraktım. Gardrobun karşısına geçince üzerime rahat birşeyler alıp üzerimdeki kardan ıslanmış kıyafetleri çıkartıp bir köşeye bırakıp dolaptan aldıklarımı üzerime giyindim. Yatağın üzerindeki yorganı kaldırıp yorganın altına girdiğimde iyice üzerime çektim. Kolumu yastığın altına alıp gözlerimi uyumak için yumdum.
🩹
”Nefes, şu zeytini uzatırmısın?” Benim oturduğum tarafta olan zeytin kasesini alıp Rozaya uzattım. “Sağol canım” dedi Roza zeytin kasesini elimden aldığında. Tabağıma aldığım bir dilim peynire çatalımı batırarak ağzıma götürdüm. Saat öğlene geliyordu. Sabah üçümüz de dün gecenin yorgunluğundan dolayı geç uyanmıştık. İlyas işe gideceği ve geç kaldığı için alelacele kahvaltısını ediyordu. Roza bugün izinliydi. Hastaneye gitmeyecekti. Evde birlikte vakit geçirecektik. Belki sare de gelirdi.
”Üzerimi değiştirip hemen çıkıyorum ben. Kendinize dikkat edin” diyerek masadan kalktı İlyas.
”Biz kendimize dikkat ediyoruz canısı sen kendine dikkat et”
Yüzünü buruşturdu İlyas. “Konu sen olunca pek de emin olamıyorum, Rozacığım”
İlyası umursamayarak yumurtasına bandırdığı ekmeğini ağzına attı Roza. “Dünden beri keyfim çok yerinde Sural. Boşa çabalama”
Bir cevap vermeden salondan çıktı İlyas.
Kahvaltıma devam ettim. Artık düzenli bir şekilde yemek yemem gerekiyordu. İlaçlarımı düzenli olarak almam ve sağlığıma dikkat etmem gerekliydi. Kısacası, artık kendime dikkat etmeliydim. Aylardır düzgün yemek yemiyor iyi beslenmiyordum. İlk olarak bunu bir düzene sokmam gerekiyordu.
”Alemdar!” Bir kaç dakika sonra İlyas’tan gelen bağırma sesi ile ürkerek kafamı kaldırıp salonun kapısına baktım. Bakışlarım Rozayı bulduğunda, yüzünü sıkıntıyla buruşturmuştu.
”Sıçtım” dedi sadece. Bir kaç saniye sonra İlyas salona elinde Rozanın dün aldığı topuklu ayakkabı poşetleri ile girdi.
Sanırım Roza gerçekten de bitmişti bu sefer.
”Bunlar ne sevgili karıcığım?” Diye sordu fazla nazik ama sakin olmaya çalışarak.
Arkasına dönüp bakmadı bile Roza. “Bilmem ki canım, ne acaba onlar?”
”Alemdar, bana bak”
Kafasını çevirip İlyas’a ve elindeki poşetlere baktı Roza. “İki poşet var ellerinde” dedi ilyası daha da gıcık etmek için. Hayret edercesine kaşlarını çatarak baktı İlyas Rozaya. “İki poşet mi? Bunlar iki poşet mi?” Dedi elindeki poşetleri kaldırarak.
Adam haklıydı, ne iki poşeti. İlyasın ellerinde altı poşet vardı.
”Altı poşet topuklu ayakkabı almak da ne demek kızım. Kafayı mı yedin sen?” Diye sordu Roza.
Bıkkın bir nefes verdi Roza. “Ben bir doktorum İlyascığım. Her gün aynı topukluları giyinemem.”
Roza gerçekten şaka gibiydi. Dediklerine ben bile ağzım açık kalmıştım.
”Sende akıl yok ki. Akıl yoksunusun kızım sen.”
”Anam mısın babam mısın kalkıp da sana hesap vereceğim” dedi Roza.
”lan benim param gitti benim param”
”iki kuruşun hesabını mı yapıyorsun Sural?”
”iki kuruş olsa neyse? Götümdeki dona kadar sömürürsün sen beni” dedi İlyas. Rozayı bie durgunluk sardı. Herşeyi şakaya alan ifadesi soldu.
”Korkma Sural,” dedi durgun bir sesle. “O kadar süre evli kalmayacağız zaten” kaşlarım tıpkı ilyasınkiler gibi çatıldı. O da ne demekti?
”Anlamadım, o da ne demek?” Diye sordu İlyas afallamış bir sesle.
”şu demek, bu formalite bir evlilik. Babam peşimi bıraksın diye. Gördüğün üzere de babam benim peşimi bıraktı. Yakında bu evlilik de sona erer.”
Az önceki tüm sinirli ifadesi yerle bir oldu İlyasın. Yerini şaşkınlık, anlamazlık ve korku aldı.
”Kaçık…” diye mırıldandığında elindeki poşetler yere düştü. İlyas’a bakmadı Roza. Önüne döndü. Az önce tabağının yanına bıraktığı çatalı geri eline aldı. “Bu konuyu seninle zaten konuşacağız İlyas. Şimdi işine gitmen gerek” Roza daha önce hiç görmediğim kadar mesafeli ve soğuktu. İlyas bir kaç saniye Rozaya bakakaldı.
İlyas, omuzları çökmüş bir şekilde evden çıkmıştı. Sessizlik evin her bir yanını sarmıştı.
”Roza,” dedim isteksizce kahvaltısına devam eden Rozaya karşı. Son günlerde biraz garipti gerçi. İlyasla olan her didişmelerinde bir farklı, bir garipti. Nedeni neydi bilmiyordum.
”Neyin var senin? İlyas’a dediklerin de neydi?” Elindeki çatalı tabağına bıraktığında yorgunca arkasına yaslandı.
”Bu evlilik bitecek, Nefes” dedi. “Daha fazla sürdüremem. Devam edemem. Onu benimle evlenmeye zorladım. İkimizde isteyerek evlenmedik. Bu evliliği daha ne kadar sürdürebiliriz. Zaten anlaşamıyoruz. Sürekli didişip tartışıyoruz. Bizim gibi birbirine bu kadar zıt iki insandan bir birliktelik beklenemez.” Hayır, nedeni bu değildi. Evliliği bu yüzden bitirmek istemiyordu. Nedeni başka birseydi.
”Bu değil, nedeni bu değil. Doğruyu söyle Roza. İlyas’tan neden ayrılmak istiyorsun söyle”
Sıkıntılı bir nefes verdi. “Korkuyorum” dedi en sonunda. “Aşık olmaktan korkuyorum” kaşlarımı çattım. “Neden?” Diye sordum.
”içimde İlyas’a karşı birşeyler var. Daha önce kimseye karşı olmayan. Bana çok yabancı olan. Bana uzak, bana zıt olan. İçimi kıpır kıpır eden şeyler var. Ve tüm bunların nedeni İlyas. Onun gözlerine bakınca içim bir garip oluyor, kalbimin atış hızı değişiyor. O bana güldüğünde gülmeden edemiyorum. Üstelik ona ne kadar gıcık olsam da. Ona yakın olmak bana nedensizce güvende hissettiriyor. Onunla didişmek nedensizce çok hoşuma gidiyor.” Güldü. “Nefes, çok uyuz, çok gıcık, sevimsiz salak birşey. Aptal, gerizekalı ama nedensizce hoşuma gidiyor. Bir anda gelip kolunu omzuma attığında, saçımın ucuyla oynadığında, bana kaçık demesi bile hoşuma gidiyor.”
”Roza,” elini kaldırıp beni susturdu.
”Biliyorum, bunun adının ne olduğunu biliyorum. Ama hayır, olamaz. Ona karşı içimde olan tüm bu şeylerin adı o olamaz. Bunın adı aşk olamaz.” Sesinde kırgınlık vardı.
”Roza bunun adı aşk.” Dedim gülerek. Kafasını iki yana salladı.
”ona aşık olamam. Ona karşı duygularım olamaz. Ben birine aşık olamam. Olmamalıyım. Bizden olmaz”
Anlamıyordum. Neden bu kadar korkuyordu? İlyas’a ya da herhangi birine aşık olmaktan neden korkuyordu?
”Neden? Neden Roza neden?”
”Çünkü her aşk birgün biter. Bitmeye mahkumdur. Ya yarım kalır, ya da biter. Ben yarım kalacak ya da bitecek bir aşk istemiyorum.” Dedi sitemle
”Buna nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” Diye sordum.
Yarım ağız güldü. “Anne ve babamdan biliyorum. En çok da babamdan” derin bir iç çekti. “Ona aşık olursam, ya da aşıksam ve bunu kabullenirsem, birgün annemin babamı terkettiği gibi beni terketmesinden korkuyorum, birgün gelirse, annemin babamı terkettiği gibi onu terketmekten korkuyorum.”
Duyduklarım karşısında yarım ağız açık kalmıştı ağzım. Kaşlarım şaşkınlıkla çatılmıştı. “Bir de işin içine çocuğun girdiğini düşünsene. Onlar birbirini terk ederken asıl terk edilen o çocuk oluyormuş, aynı benim gibi”
Rozanın annesi, onları terk mi etmişti?
”Annem ve babam da güya birbirlerine çok aşıklarmış. Sözde birbirlerine ölüyorlarmış. Hepsi palavra. Bak bugüne, bak bana. Hangi biri yanımda. Annem babama çok aşıkmış, aşkından terketti değil mi babamı? Babam anneme çok aşıkmış, o yüzden yıllardır annemin bizi terk edişini içten içe benden biliyor. Aşk, boktan birşey. Sikik bir duygu. Aşk öldürüyor kızım. Anlayın şunu. Sizin o sandığınız gibi toz pembe birşey değil.”
Rozanın annesi onu terk etmişti. Rozanın annesi onu ve kocasını terk etmişti. Aşktan korkmasının nedeni bu muydu? Annesinin babasını terk edişini aşka bağlıyordu. Aşkı gözünde karartmıştı. Onun kötü birşey olduğuna çoktan hüküm vermişti.
”Roza, anne ve babanın yaşadığı şeyi sende yaşayacaksın diye birşey yok. Her aşk aynı değil. Her aşk yarım kalmıyor.” Alayla güldü. Sözlerimin onun için bir önemi yoktu. Masaya doğru eğildi.
”Nefes, sen aşkın yüzünden bu halde değilmisin? He, söylesene Nefes, sen ona aşık oldun diye böyle yıkık değilmisin? Bunları senin canını yakmak veya seni acıtmak için söylemiyorum. Yanlış anlama. Ama sen söyle, Yamanın sana yaşattıklarını neden bir türlü atlatamıyorsun sanıyorsun. Neden unutamıyorsun. Çünkü ona aşıksın. Ona olan aşkın yaşananları atlatmanı daha da zorlaştırıyor.” Öylece baka kaldım suratına. Birşey diyemedim. Doğru söylüyordu, haklıydı. Ona aşık olmasaydım, gitmek daha kolay olmaz mıydı benim için. Ona aşık olmasaydım daha kolay unutmazmıydım bana yaşattıklarını. Yarayı açana aşık olmasaydım yaram geçmezmiydi? Ama gel görki ben yaranın sahibine aşığım. Kalbimdeki yaranın sahibine, ben kalbimi veriyorum ve o bunu farkedemeyecek kadar kör bana.
”İki ayda altı kilo verdin kızım sen. Geceleri uyuyamadın, yemeden içmeden kesildin, göz yaşların bir gün olsun dindi mi? Yaşayan bir ölüden ne farkın vardı Nefes senin. Konuşuyorduk duymuyordun, günlerce kendini odana kapatıp oradan çıkmıyordun. Senin hıçkırıkların yüzünden ben burada oturup sana ağladım. Güldük, sende mimik bile oynamadı. Sen iki aydır onun seni ardında bırakıp gittiği gecede takılı kalmadın mı? Ne yaptıysam seni tutup oradan çıkartamadım.” Zorlukla yutkunduğumda, meyve suyu dolu bardağımı alıp ağzıma götürdüm.
”Aşık olmanın iyi hiçbir yanı yok. Her açıdan kötü, her bakımdan korkunç.”
kafamı kaldırıp ona baktım. “Senin aşktan falan korktuğun yok Roza. Sen aşık olmaktan korkmuyorsun. Sen baban gibi terkedilmekten, annen gibi terketmekten korkuyorsun. Başka hiçbir şey yok. Sebebini ve nedenini aşka bağlama. İlyas’a da kendine de yazık etme. Çünkü sende farkındasın ki İlyas sana karşı hiç boş değil.”
Rozayla olan konuşmamız orada bitti. İkimiz de sustuk. Beraber kalkıp masayı topladık ve sonra salonda televizyonu açıp oturduk. Hava kararmak ve akşam olmak üzereydi. Kahvaltıdan sonra ilaçlarımı almıştım. Kapı çaldığında Rozayla birbirimize baktık. Kalkmaya üşeniyordu. O yüzden kapıyı açmak için uzandığım yerden ben kalktım. Koridorun sonuna geldiğimde kapı kolunu tutarak kapıyı açtım. Kafamı kaldırıp baktığımda karşımda Yamanı gördüm.
”Yine neden geldin, Yaman?”
”Konuşmak istiyorum” dedi.
”Seninle konuşacağım hiçbir şey yok. Lütfen gidermisin” diyerek kapıyı üzerine kapatacağım esnada buna engel olarak kapıyı sonuna kadar açtı.
”Ya adam sen laftan anlamıyorsun?” Dediğimde, “anlamıyorum, kot kafalıyım anlamıyorum” dedi. Kapıyı bir kez daha kapamaya çalıştığımda yüne müsade etmedi. Oflayarak kapıyı bıraktığımda, “Git ya git!” Diye bağırdım.
”Bana başka yol bırakmıyorsun” dediğinde ne dediğini ben daha anlamadan evden içeri girdi, eğilip beni belimden tutarak kucağına aldı. “Yaman!” Kucağından inmek için çırpınmaya başlamıştım. “İndir beni! Yaman çabuk beni geri indir!”
Cıkladı, “beni dinleyene kadar benimlesin, Deniz kızı” diyerek arkasını döndüğünde, “Roza!” Diye Rozaya bağırdım. “Roza yardım et!”
Beni evden çıkarmıştı. “Yaman indir beni” Halinden çok memnunmuş gibi sakince yürüyordu. Kafamı bir o yana bir bu yana çeviriyordum. Ellerimle omuzlarına tutunuyordum. Ayaklarım beni bırakması için çırpınırken, esen rüzgar açık saçlarımı yüzüme yapıştırmıştı. “Allah’ın belası! Beyinsiz adam! İndir diyorum sana beni!”
“Nefes!” Diye bağıran Rozanın sesini duyduğumda kafamı çevirip kapının eşiğindeki ona baktım. “Roza, yardım et bu beni götürüyor!” Diye yardım yalvarışında bulundum.
”Yaman çabuk bırak kızı!” Diye bağırdı Roza.
Yaman bir anda yönünü Rozaya döndüğünde ben de öbür tarafa, yolun olduğu tarafa dönmüştüm.
”Bırakamam. Bir kere onu kaçırma girişiminde bulundum. Bırakırsam delikanlıya yakışmaz”
Allah’ım bu adam beni gerçekten delirtecek. Dediğine bak ya!
”Delikanlıya yakışan kız kaçırmak mı?” Diye sordum sinirden ağlamak üzereyken. Beni bahçenin önündeki arabasına doğru götürüyordu.
”İlyası arıyorum!” Diyen Rozaydı.
”Yabancıyı kaçırmıyorum ki. Eski karımı kaçırıyorum.”
omzularını tutan elleri saçlarına uzandı. Saçlarını tutup çekmeye başladım.
”kızım seni her kaçırdığım zaman saçlarımı çekiştirmekten vaz mı geçsen?” Dedi sıkıntılı bir sesle. Arabanın yanına gelmiştik. Şöför koltuğunun yanındaki koltuğa beni oturtacaktı. Onun için arabanın diğer tarafına dönmüştü.
”O zaman sende artık beni kaçırmayı bırak, Karayel!” Daha çok çekiştirdim saçlarını.
Beni bir anda belimden tutarak arabaya bindirdiğinde, anında kaçmak için harekete geçtim. Omuzlarımdan tutu. “Deniz kızı, elini ayağını bağlamamı istemiyorsan sessizce dur lütfen”Gözlerine suratımı buruşturarak memnuniyetsizce baktım. “Allah belanı versin, Yaman.”
“Allah benim belamı çoktan vermiş zaten”
”Beter ol”
Kapıyı üzerime kapatıp arabaya binmek için önünden geçerken kapıyı açıp inme girişiminde bulunacaktım ki, arabanın anahtarını gözüme soka soka gösterip kapıyı kilitledi. Al işte, yine döndük mü en başa.
Önüme dönüp kollarımı göğsümün altında birbirine bağladığımda, arabanın kapısı açıldı ve Yaman arabaya bindi. Arabayı çalıştırdığında, kafamı arkama yaslayıp cama çevirdim.
Evden uzaklaşmıştık bile.
”özlemişim,” dedi. “Uzun zaman olmuştu”
”Ben hiç özlemedim ama” dedim.
Güldüğünü duydum. Bu adamın harbiden ne sınırı vardı ne bir ayarı. Ortası yoktu. Herşeyin dozunu kaçırıyordu. Duru durağı yoktu. Sınırları her defasında aşıyor, herşeyin fazlasına el atıyordu.
Ve genellikle de herşeyi mahvediyordu.
”Seninle konuşmak istemiyorum lafından anladığın yok değil mi?” Derken kafamı çevirip arabayı kullanan ona baktım.
”seninle konuşmak istiyorum lafından anladığın yok değil mi?”
”Benim lafımı evirip çevirip bana karşı kullanma, sinir oluyorum” kafasını çevirip bana baktı.
”Sana birşey yapacak değilim, sadece konuşacağız, sonra seni geri evine getireceğim.”
”Zaten bana daha ne yapabilirsin ki, değil mi?” Gülerek önüme döndüm. Bir cevap vermedi. Ne diyecekti ki zaten. Bana zarar vermemişmiydi. Canımı yakmamışmıydı. Dana ne yapabilirdi? Hangi sözü yakardı ki artık canımı. Beni daha ne kadar yaralayabilirdi. Zaten yara almamışmıydım. Zaten mahvolmamışmıydım. Yıkılmamışmıydım. Gerisi ne getirirdi bana.
Araba orman gibi bir yerde durduğunda, kafamı kaldırıp beni nereye getirdiğine baktım. Bir kulübenin önündeydik. Kahverengi ahşaptan yapılmış, ortada tahta kapısı, kapının iki yanında ise küçük camları olan bir kulübeydi.
”Kendin mi inmek istersin, yoksa onu da mı ben halledeyim?” Dediğinde Yaman, göz devirmeden edemedim. “Kapıyı açarsan inerim herhalde” dedim tavırla.
Kapının açıldığına dair bir kilit sesi geldiğinde kapı kolunu tutarak kapıyı açtım ve arabadan indim. Şöyle göz ucuyla bir etrafa bakındım. Dağlık bir alana benziyordu. Etrafta ağaçlar vardı ve dalları karlarla kaplıydı. Burada tek bir kulübe vardı. Çatısı kara bulanmış.
Bir anda bir el elimi tuttuğunda bakışlarım önce elimi tutan ele, sonra da o elin sahibine kaydı. “Yürü Deniz kızı, yürü” diyerek önüne bakarak beni kulübeye doğru götürmeye başladı. Hala etrafı incelerken, gözüme karşarın arasında masumca durmuş, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra etrafı inceleyen ellerini önünde birleştirmiş sincap gözüme çarptı. Gülmeden edemedim. Çok tatlı görünüyordu.
Kulübenin etrafı tahtadan çitlerle çevriliydi, önümüzde tahtadan iki basamak vardı. Tahta trabzanlara tutunarak iki basamağı çıktım. Yaman cebinden bir anahtar çıkardığında o anahtarı kulübenin kapısına takıp kapıyı açtı. Elini önden geçmem için uzattığında hala elimi tutan elinden elimi çekip kurtardım. Kulübeden içeri girdiğimde burası tek bir odadan oluşuyordu.
şömine ve çift kişilik yatak karşılıklıydı. Yatak, kulübenin tek büyük camının önüne yerleştirilmişti. Tam karşımda, küçük bir tezgah vardı. Şöminenin yanında metalden bir kovanın içinde yakacak odunlar vardı. Şöminenin önünde yerde serili beyaz halının üzerinde kırmızı puf yastıklar vardı oturmak için. Camların perdeleri çekiliydi. Ve burası soğuktu. Kulübenin içine doğru ilerlediğimde, yatağa doğru ilerledim. Yatağın ucuna oturduğumda, Yaman da kulübeye girmiş, kapıyı kapatmış ve hatta beni yine ama yine şoka sokacak şekilde kapıyı kilitliyordu.
”Ama sen iyice kafayı yedin” dedim kaşlarımı çatarak ona baktığımda. Yönünü bana döndüğünde, “Burası soğuk değil mi? Şimdi yakarım şömineyi” dedi benim sözlerimi umursamayarak. Şömineye doğru ilerledi, önünde diz çöktüğünde, metal kovanın içinden odunları alıp şöminenin içine dizmeye başladı. Bir kibrit yakıp odunlara tutu. Ateş yanmaya başladığında doğrulup ellerini birbirine sürttü.
“Bu da halloldu.” Diyerek üzerindeki kabanını çıkartıp bir köşeye bıraktı.
”Aynen, tek sorunumuz da buydu zaten.” Üzerimdeki hırkanın cebinden telefonumu çıkardım. Kilit ekranını açtığımda arama kısmına girerek Rozanın numarasını aradım. “Konuşacağız diyorum, sen illa iş çıkarıyorsun” diyerek elimden telefonu çekip aldı. Kafamı kaldırıp ona baktım. “Verirmisin şunu” diyerek ayağa kalktım. “Seninle burada kalmayacağım” uzanıp elinden telefonumu almaya çalıştım. Telefonu arkasına sakladı. “Yaman ver şu telefonu” bir o yandan bir bu yandan telefonu ondan almaya çalışırken kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu benimle.
”Alabiliyorsan al” dedi eğlenerek. “Ya ver şunu bana” kolunu yukarı kaldırdığında telefonum da koluyla birlikte gitti. Parmak uçlarımda yükselerek telefonuma ulaşmaya çalıştım. Ben telefona ulaşmaya çalıştıkça o daha da çok yukarı kaldırıyordu kolunu. “Aaa ama sende de hiç şey yok”
”Devede de boy ama ya!” Pes ederek geriye çekildim. Geri yatağa oturduğumda sırtımı ona döndüm.
Bir kaç dakika sessizlik oluştu. Konuşacakmış, yersen. Yaptığı tek şey susmaktı. Beni getirdiği yere bak. Bir dağın başına getirmiş adam beni. Ayakkabılarımı giyinmeme bile müsade etmeyip ev terlikleri ile getirdi beni buraya. Sığır.
”İntikamımı senden almam bir hataydı. Kendi karanlığıma seni sürüklemek en büyük hatamdı.”
Sadece susarak onu dinledim.
”Seni dinlemeliydim. Sadece seni de değil, diğer herkesi dinlemeliydim. Ben babamı bile dinlemedim. Ona bile kulak asmadım. Gözümü o kadar nefret ve intikam bürümüştü ki, senin yalvarışlarını bile duyamadım ben.”
”Ve ben sesim kısılana kadar sana yalvardım” dedim.
”Ve ben sana hep kulaklarımı tıkadım.”
Kafamı onu onaylayarak salladım.
”Bağır, çağır, kır dök, hepsine eyvallah. Hakkın var benden hesap sormaya.”
”Ben çok bağırdım, çok çağırdım, çok kırıp döktüm de dışardan hiç sesim çıkmadı sadece.”
”İntikam aldığım için pişman değilim. Ben o intikamı senin üzerinden aldım diye pişmanım.” Dedi sesi sonlara doğru kısılırken. Dönüp ona baktım. Hemen arkamdaydı. Yatakta oturmuş, bana dönüktü. “İntikamını anneni öldüren katilden alman gerekiyordu karayel. Annenin ölümünde hiçbir suçu olmayandan değil. Selim Soykan’dan almalıydın o intikamı. Benden değil. Ne sandın, gerçekten soruyorum sana ne sandın?” Kaşlarım çatıldığında oturduğum yerden kalktım. Bakışları beni izledi.
”Sana anlattık değil mi herşeyi, sana söyledim. Yanlış kişi üzerinden intikam alıyorsun dedim sana. Ben onun en kıymetlisiyim dedim ki ben sana. Onun gözünde bir değerim yok dedim. Senin benim canımı yakmanın onun gözünde gram değeri yok dedim. O adam benim acı çekmemden zevk alıyor. Sen o gün orda onunla beni karşı karşıya getirince ne olacağını düşündün?” Bir nefes aldım. “Duydun değil mi? O gün sende oradaydın. Bana neler dediğini duydun, nefretini bana nasıl kustuğunu gördün. O zaman da mı için bana hiç acımadı da beni ardında o halde bırakıp gittin. Kalbimi parçalayıp nasıl gittin sen Yaman?”
”Ben, ben bilmiyorum.” Diye geveledi ağzının içinde.
”Sen beni vurup bir de üzerine yerde bıraktın. Bir el uzatmak çok mu zordu. Vurmak kolaydı da, yerden kaldırmak mı zordu sana?”
”Ben seni anlıyorum. Ama sen beni hiç anlamıyorsun. Beni anlamak bu kadar mı zor gerçekten. Sana kendimi anlatmama bile izin vermiyorsun. Dinlemek istemiyorsun. Anlamak istemiyorsun. Ben seni dinliyorum da sen neden beni dinlemiyorsun. Hatamın farkındayım. Yaptığın yanlıştı. O şekilde bir intikam almamam gerektiğini o zaman farkedemedim. İçimde yıllardır yanan ama sönmeyen bir ateş bir yangın vardı. O ateş sönsün diye ne gerekiyorsa yaptım. Kim çıksaydı karşıma harcardım. Karşıma çıkan ilk kişi sendin.”
Sakinlemiş bir şekilde onu dinledim.
”Anlatmama izin vermiyorsunuz. Anlatsam anlamıyorsunuz, duymuyorsunuz. Benim açımdan bakmak çok mu zor gerçekten. Hani diyorsun ya bana anlaşılması zor bir adamsın diye. Anlatamadığım için bu haldeyim. Her seferinde içime attığım için bu haldeyim. Dolup taştım artık. Haykırmıyorum. Bağırıp çağırmıyorum. Sen en azından hıçkırarak ağlayabiliyorsun. Ben ağlayamıyorum bile.” Çaresizdi. Bitkindi. Artık tükenmişti.
”Benim annem gözlerimin önünde öldü… benim gözlerimin önünde önce babama sonra anneme kurşun sıktı senin o piç baban.”
Duymayı istemediğim şeyleri birazdan duyacaktım. Biliyordum. Bundan kaçamazdım. Kaçacak yerim kalmamıştı.
”Kan kustu. Gözlerimin önünde kan kustu. O parlayan sarı saçlarına kan bulaştı. Gülünce parlayan mavi gözleri kapandı ve hiç açılmadı. Rengi soldu, sıcacık elleri buz kesti. Öldü. Ben o gece iki cesedin arasında dakikalarca kaldım. Bir tarafımda kalbinden kanlar akan ve hareketsizce yatan babam. Bir yanda rengi mora çalmış, elleri buz kesmiş, yüzü gözü kan içinde annem. İkisinin birbirini tutmaya çalışan ellerinin ortasında o soğukta kar yağarken ellerini birbirlerine tutturmaya çalışan ben.”
Yutkunamadım. Ayaklarım yere çakılmışçasına kaldım olduğum yerde. Genzime zehir gibi bir tat doldu.
”Henüz altı yaşındaydım. Kan ne bilmiyordum. Ölüm ne demek bilmiyordum. Ama hepsini o gece öğrendim. O gece o kadar güzeldi ki aslında… baban gelene kadar. Annemin yanında onun o narin sesinden en sevdiğim ilahiyi dinlerken huzurla uyumuştum. Sonra babamın sesiyle geri uyanmıştım. Babam o gece bir hafta sonra evine gelmişti. Hepimiz mutluyduk. İçimdeki tüm korku silinip gitmişti. Gördüğüm kabusu unutmuştum. Ama sonra senin baban geldi ve herşey bir kaç dakika içinde mahvoldu.”
Kendi öz kızının çocukluğunu çaldığı yetmiyormuş gibi bir de gidip bir başkasının çocuğunun da çocukluğunu çalmıştı. Benim babam neden bu kadar zalim olmayı seçmişti?
Gözlerimin yandığını hissettim. Ona üzülmeyecektim. Ama olmuyordu. Yaşadığı şey asla kolay değildi.
”Hani sen ben seni ardımda bırakıp gittiğimde mahvoldun , yıkıldın ya. Bende mahvoldum, Deniz kızı. O geceden sonra bende yıkıldım. O gece o kadar çok ağladım ki annemin cansız bedeninin başında. Bir daha hiçbir zaman akmadı gözyaşım. Bir daha hiç ağlamadım. O gece kurudu gözyaşlarım. O gece kendime o kadar çok acıdım ki, onadan sonra ne kendime ne de başka birine acıyamadım. Tüm duygularımı aldılar sanki benden. Yamanda iyi olan ne varsa o gece çalıp götürdüler. Yerine sadece nefreti, kini, mutsuzluğu ve hüznü bıraktılar. Aydınlığıma karanlık bulaştı. Ve ben karanlığa hapis oldum.”
Aynı karanlığın içindeyiz ve birbirimize çok uzağız…
Gözlerimin dolduğunu hissettim.
Titrek bir nefes verdi, Yaman. Bunları anlatmak onun için güç olmalıydı. Zor geliyordu konuşmak. O geceyi tekrar yaşıyormuş gibi oluyordu belki de. Belki de anılar tekrar canlanıyordu zihninde. Ama anlatmak istiyordu. Yaman Karayel bana kendini anlatmak istiyordu. Ve ben onu dinlemeye hazırdım.
”Koca Karadeniz’e sığamadım, Deniz kızı ben. Kaçtım, terkettim buraları. Yıllarca dönmedim geri. Annem öldükten sonra bir daha hiçbir zaman mezarına gitmedim, onu ziyaret etmedim. Onunla konuşmadım. Ona seslenmedim. Onu çağırmadım. Ben yirmi bir yıldır ona ‘anne’ diye seslenmedim. O da gelmedi rüyalarıma. Uğramadı bana. Oysaki bana demişti ki evlatlar annelerini ne zaman çağırsa anneler hemen gelir. Sanırım ben onu hiç çağırmadım diye gelmedi. Gelmek istedi belki de ben engel oldum.”
Gözlerini diktiği yerden kaldırıp bana baktı. Gözlerinin ardında kocaman bir enkaz vardı. Yıllardır gizlediği enkaz artık gözler önündeydi. Saklamıyordu. Gizlemiyordu. Duygularını saklama gereksiniminde bulunmuyordu. Artık anlatmamasını değil, anlatmasını istiyordum. Onu dinlemek, derdine ortaklık etmek, yanında olmak istiyordum.
”Çünkü bir söz vermiştim. Hesabını soracaktım. İntikamını alacaktım. Ne olursa olsun, terkettiğim bu topraklara annemin intikamını almadan dönmeyecektim. Babamın yarım kalan aşkının, annemin daha çok gençken ölüşünün, sadenin daha kundakta bir bebekken annesini tanımadan büyüyüşünüm intikamını alacaktım.”
”Ya sen?” Diye sordum. “Ya senin için intikam?” Alayla güldü. “Baksana bir bana, ben diye birşey kalmış mı hiç?”
Acınasıydı, harabeydi, enkazda, yıkıktı, yaralıydı, tıpkı benim gibi. En az benim gibi. Benim kadar.
Nasıl bir yük binmişti böyle omuzlarına. Daha altı yaşında bir çocuğa nasıl bir acı yüklenmişti. Kederin her bir zerresini gözlerinde nasıl bu kadar iyi gizleyebilmişti? Duygularını nasıl bastırmıştı. İçindeki o kör yangın ile nasıl yaşamıştı, nasıl baş edebilmişti? Yirmi bir yıl, o gecede kaç kere takılı kalmıştı?
”Gözlerin fazla yorgun gibi…” diye mırıldandın odak noktam gözleriyken.
”Uykusuzluktan” diye cevapladı.
”kaç gündür uyumuyorsun?”
”Yirmi bir yıldır” diye cevapladı.
Bir taş oturdu göğsüme. Kabuslar görmüştü değil mi? Uyumayı her istediğinde, uykuya her daldığında o geceye geri dönmüştü. Bu yüzden de uyuyamamıştı. Titrek bir nefes verdim.
Yaralarını sarabilsem keşke. Keşke Yaman, kanayan yaralarına kabuk olabilsem. Keşke adam, seni göğüs kafesimde saklayabilsem. Tüm yaralarını bir bir sarabilsem. O gece döktüğün gözyaşlarını gözlerinin üzerine buseler kondurarak silebilsem. Yaman, keşke yaramla yaran bir olsa da, biz de seninle bir olsaydık.
keşke kabuslarını alsam senden de yirmi bir yıldır hasret kaldığın uykuya ulaşsan, Karayel.
”İntikamımı alırsam kabuslarım son bulur da uyurum sandım. Ama olmadı, kabuslar yıllardır olduğu gibi yine peşimi bırakmadı. Bu sefer başka bir yük bindi omuzlarıma. Sana yaptıklarımın yükü. İyice çöktü omuzlarım.”
”Masumun canını yaktın, Karayel.” Dedim, akan burnumu çektiğimde. Kafasını sallayarak onayladı beni. “Senin canını yaktım.”
”Ben herşeyi kaybettiğim annem ve ailem için yaptım. Pişman olduğum tek şey, senin canını yakmam oldu. Gerisi için hiç pişman değilim.”
”Sahte evliliğimizin amacı neydi? O evliliği yaptığında da benim canım yandı.” Diye sordum.
Oturduğu yerden kalktı. “O deftere attığın imzayla gidip soykanların tüm mal varlığını aldım. Soykanlara ait ne varsa, hepsini senin imzanla senin üzerine yaptırdım. Soykanların tek varisi sensin.”
Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldığında, ağzım açık kaldı. “Saçmalıyorsun” dedim inanamayarak. Omuz silkti. “Deniz kızı, artık beni tanıdığını sanıyorum”
”Bunu yapamazsın, bunu nasıl yapabilirsin?” Diye soran sesim şaşkındı.
”Zaten hepsi senin hakkındı, bende sahibine verdim hepsini” dedi, umursamayarak.
”Soykanları bu dünya üzerinden silmeye mi karar verdin, Karayel?”
”Sen dışındaki tüm soykanları kastediyorsan, evet. Aynen öyle bir karar verdim.” Şaşkınlığım ikiye katlandı. “İntikamını almana rağmen hala intikam peşindesin”
Gözlerini gözlerime dikti. “Bu intikam planıma dahil değildi. Bunu direkt senin için yaptım.” Ard arda kırpıştırdığım kirpiklerimin altından boş gözlerle ona baktım.
Senin için… şu iki kelime nasıl oluyordu da kalp atışlarımı saniyesinde değiştirebiliyordu
”Sen ve benim için birşey yapmak? Asla inanmam” dedim her ne kadar hala şaşkın olsam da. “Sen benim canımı yakmaktan başka ne bileceksin ki?”
Oturduğu yerden kalktı. “Şu nazarındaki kalpsiz ve vicdansız adamı silip atmayacaksın değil mi?” Diye sordu.
”Sen söyle, sen hala o adam değil misin?” Diye sordum kafamı dik tutarak. Yutkundu. “O adamsın ve hiç değişmeyeceksin” diye cevapladım yine kendi sorumu.
”Değişmek isterdim. Ama olmuyor. Benden ancak bu kadar oluyor”
”Değişebileceğine inanmıyorsun. Senin kendine gram inancın yok.”
”sen inanıyormusun değişebileceğime?”
Kafamı iki yana salladım. “Üzgünüm karayel, ama seni o karanlıktan tutup çekmeye benim gibi karanlığa hapis olmuş birinin gücü yetmez”
Dudağının kenarı usulca yukarı doğru kıvrıldı. “Bakma bana öyle deniz kızı, karanlığın kendine çektikleri oradan ne kadar isterse istesin kurtulamaz.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Karanlığından kurtulmayı hiç istedin mi Karayel?”
Kollarını göğsünün altında birleştirdi. “Karanlığından kurtulabildin mi Denizkızı?”
Sence kurtulabilseydim, hala gözlerim bu denli yorgun olurmuydu? Sence, o karanlıktan kurtulsaydım, hala bir umudum olmazmıydı? Tükenirmiydi birer birer tüm Umutlarım. Güneş benim için doğmuş olmazdıydı?
”Bak, görebiliyormusun bende aydınlığın herhangi bir zerresini?”
Göremezsin. Çünkü aydınlık bana hiç uğramadı.
”Affetmeyeceksin?” Diye başka bir konuya atladı. Kafamı sallayarak onu onayladım. “Affetmeyeceğim. Affedemem. Bu mümkün değil. Seni anlıyorum, seni dinledim. Kendince haklı nedenlerin olabilir ama seni affetmeyeceğim. Affedemem.”
Bu mümkün değil. Yamanı affetmek demek, kendime ihanet etmek demekti. Aşkıma, duygularıma ve tüm yaşadıklarıma ihanetti. Onu affedemezdim. Affetmek benim için çok zordu. Affetmek aptallıktı. Aptallık edemezdim. Gurursuz bir kız olamazdım. Bu kadar dibe düşemezdim.
Dedim ya bir kere, ben ölsem affetmem seni karayel, diye. Ben sahiden ölsem affetmem seni. Gözlerine bakarım. Yüzüne bakarım. Belki seninle aynı sofraya da otururum. Senin olduğun ortamda da bulunurum. Ama affetmem seni.
”Eyvallah,” dedi buruk bir gülümsemeyle kafasını başka bir tarafa çevirdiğinde. “Sen yaşadıklarını anlattın, ben yaşadıklarımı anlattım. Artık birbirimizin ne yaşadığını biliyoruz. Bu bile yeterli.”
Güldüm. “Dert ortağı mı olduk şimdi?”
Güldü, “sanırım, öyle olduk”
Oysaki biz seninle aynı cehennem ateşinde bile yanamayız.
Şöminenin önüne geçti, yerdeki minderlerden birine oturup sırtını bana döndü. Bende yatağa döndüm.
Derin ve büyük bir iç çektim. Gözlerimi öylece önüme dikmiş oturuyordum. Sessizce. Bir sessizlik sardı kulübenin içini.
Fırtınalar kopsa da, çığlıklar haykırışlar kulakları kanatsa da, gözyaşları sele dönüşse de, sessizlik en sonunda yine tüm hakimiyeti ele alıyordu. Sessizlik çığlıktı, sessizlik feryattı. Sessizlik ölümdü, cenazeydi, cesetti.
”Gelsene yanıma” dedi bana hitap ederek.
”Konuşmamız bitmedi mi? Beni geri götür hadi” dedim oturduğum yerden kalktığımda.
”Denizkızı, gel otur şuraya”
Göz devirmeden edemedim. “Konuşmamız bitince geri döneceğiz dedin. Ve konuşmamız bitti.”
Ellerini şömineye doğru tutmuş, ısınmaya çalışıyordu. “Gideceğiz Denizkızı, bunu bu kadar dert etme”
Gerçekten sınırları zorlamak konusunda üstüne yoktu. Bu adama istemediği birşeyi yaptırmak imkansızdı. Zorla birşey yaptırılmıyordur. Beyfendimizin keyfi ve kahyası nasıl istiyorsa öyle hareket ediyordu.
Oflaya oflaya yanına ilerleyip bir diğer mindere oturdum. Ateşin sıcaklığı olduğum tarafa doğru vururken içimi bir anlık titreme kapladı. Burası sahiden de soğuktu.
Ve yine sessizlik. Belki de dakikalarca.
”karanlıktan korkarmısın?” Diye sordum. Artık sessizlik canıma tak ettiğinde.
”Hayır, karanlığa alıştığında ondan korkmaktan da vazgeçiyorsun” şöminenin yanan ateşine bakıyordu tıpkı dakikalardan olduğu gibi. “Sen, karanlıktan korkarmısın?”
Kafamı aşağı yukarı salladım. “Çocukluğumdan beri ve hala da karanlıktan çok korkarım. Işığın olmadığı bir odada hala uyuyamıyorum” dedim, ellerim üzerimdeki hırkanın cebindeyken.
”Sana birşey soracağım” dediğinde bir nefes içine çektim. “Sor.”
”Gökyüzüne ne için bu kadar sevdalısın?”
Dudaklarımda silik bir gülüş oluştu. “Bu durum fazla ilgini çekti sanırım” dudak büzdü. “Belki de” diye cevap verdi. “Seni ne zaman görsem ya da sana ne zaman baksam hep gökyüzüne bakıyorsun. Ve senin gözlerin bir tek gökyüzüne bakarken parlıyor”
Hayır, sadece gökyüzüne bakarken değil, benim gözlerim en çok sana bakarken parlıyor.
“Gökyüzünün her halini seviyorum. Ama en çok da geceleri. Gökyüzü geceleri bir başka oluyor. Eşsiz bir güzelliği var. Büyü gibi. Ya da sahiden bir büyü. Yıldızların olduğu bir gece benim için daha güzel. Ama artık gökyüzünde eskisi gibi yıldızlar yok. Ay tek kaldı. Yalnız. Gökyüzünü neden bu kadar çok seviyorum, sanırım küçüklüğümden beridir tek arkadaşım kendisi olduğu içindir.”
Kafasını çevirip bana baktı Yaman. “Hiç arkadaşın yokmuydu?”
Kafamı iki yana salladım hayır maliyetinde. “Evden tek başıma çıkmam bile yasaktı. Arkadaş edinmem imkansızdı.”
Bir nefes verdim. “Bir arkadaşa ne zaman ihtiyacım olsa kafamı kaldırıp gökyüzüne bakardım hep. Birine ağlamak istesem gökyüzüne bakarak ağlardım. Gülmek istesem gökyüzüne bakıp gülerdim. Birine birşey anlatmak istesem, biriyle konuşmaya ihtiyacım olsa yine kafamı kaldırır gökyüzüne bakardım. Karanlıkta kaldığımda gökyüzüne bakar, ayın o ışığın karanlığıma aydınlık sayardım.”
Ben hala aynı küçük kızdım. İlk umudu gökyüzü olan. Babasının ulaşıp da parçalayamadığı tek umudu gökyüzü olan. Ben, hala gökyüzüne dert yanan, gökyüzüne bakarak ağlayan, gökyüzüne bakınca nefes alabilen o küçük kızım. Ben hala o küçük Nefesim. Alışkanlıklarından vazgeçememiş o kızım. Ben hep öyle bir uğrayandım. Kalıcı değildim. Kalıcı olamazdım. Hiçbir yere ve hiç kimseye ait olmayan, sadece Nefes olan, aslında nefes olamayan bir Nefestim.
Adım neden Nefesti? Çok düşünürdüm. Çok merak ederdim. Annem adımı neden Nefes koymuştu? Bana nefes olamayacağını bildiği için mi adımı Nefes koymuştu. Adımı Nefes koyarken anlamını biliyormuydu? Nefes de demek haberi varmıydı? Göğüs kafesim parçalanırcasına nefes alamadığım vakit adımın Nefes olduğunu hatırlardım. Nefes, Nefes, Nefes…
”Gökyüzünde umut vardır, Denizkızı”
”Ve her umut bir gün solup gitmeye mahkumdur”
”Maviliklerine haksızlık etme”
Kaşlarım anlamazlık içinde çatıldı. “Gözlerim de ne alaka?” Diye sordum merakla.
”Aynadan bak gözlerine, anlarsın”
”Sıradan iki mavi göz, onlara hergün bakıyorum”
”Demek ki bakmıyorsun, baksaydın görürdün”
Anlamadım ne demek istediğini. Üstü kapalı konuşuyordu sürekli. Birşey diyordu ama ne dediği anlaşılmıyordu. Elimi çenemin altına götürdüm. Kafamı çevirip camdan baktım. Hava kararmıştı. Kar tüm şiddeti ile yağıyordu. Çok güzel yağıyordu. Karın şu görüntüsünü yer yüzünde tutmuş halinden daha çok seviyordum. Kış ile ilgili en sevdiğim şey kardı. Karın yağmasını hep dört gözle beklerdim. Ama hiç karla istediğim gibi oynayamamıştım.
”Kar şiddetini artırıyor artık gidelim Yaman” dedim dönüp ona baktığımda. Camdan dışarı baktı. “Haklısın, artık gitmeliyiz” ikimiz de aynı anda oturduğumuz yerden kalktığımızda, Yaman şöminenin ateşini söndürdü. Bir saat önce kilitlediği kapının kilidini açtığında, kapıyı açtı. Hemen ardındaydım. “Neye bakıyorsun öyle?” Diye sordum. Önümde durmuş, hareketim etmeden öylece bir yere bakıyordu. Kolunu kapıdan çektiğinde bir adım atarak yanına yaklaştım ve neye baktığına baktım. Biz buraya gelmeden önce zaten yerleri kaplamış kalın kar daha da kalınlaşmıştı. Kulübenin merdivenleri kar altındaydı ve gözle görünmüyordu, korkulukların üzeri karla kaplanmış, biraz da kar kulübenin kapısının önüne kadar bulaşmıştı. Kafamı kaldırıp etrafa baktım. Zaten dalları karla kaplı ağaçlar hızla ve şiddetle yağan karın altında sanki etrafı sis sarmış gibi görünüşleri silikti. Yamanın arabası kulübenin az ilerisindeydi.
Bir ayağımdaki terliklere baktım, bir de kara. “Yaman, biz eve nasıl gideceğiz?” Diye sordum umutsuz bir sesle. Sıkıntılı bir nefes verdiğini duydum. “Gidip arabaya bakacağım. Çalışabilir durumda ise gitmenin bir yolunu buluruz,” dönüp bana baktı. Baştan aşağı beni süzdü. “Ayağında terliklerle kara batarsın Denizkızı. Sen burada kal” kafamı sallayarak onu onayladım.
Kulübeden çıktığında üzerinde yalnızca kabanı vardı. Basamakları indiğinde ve arabanın olduğu yere doğru ilerlediğinde hala hızla yağan karın altında ve karanlıkta gözden kayboldu. Umarım burada mahsur kalmazdık. Bunun yaşanmasını hiç istemezdim. Bir anda arabanın sarı farları yanmaya başladığında, farın ışıkları direkt olarak kulübeyi hedef aldı. Gözüme batan ışık ile elimi gözlerimin üzerine götürerek Yamanın gelmesini bekledim. Arabanın farları tekrar söndüğünde, karanlığa bakarak Yamanın gelmesini bekliyordum. Fakat araba kulübeye çok uzakta olmamasına rağmen Yaman hala gelmemişti. İçine bir kuşku düştüğünde, “Yaman!” Diye seslendim boşluğa. Ondan bir ses gelmediğinde, ileri doğru bir adım attım. “Yaman!” Diye bir kez daha ona seslendim.
Endişelenmeye başladığımda gözüme gözüme gelen ışık ile elimi gözüme siper ettim. “Geldim kızım ne bağırıyorsun” diyen tanıdık sesimi duyduğunda bir oh çektim. “Şunu gözüme gözüme tutmaktan vazgeçermisin”
”Ha, doğru” yüzüme tutuğu ışığı geriye çektiğinde elimi gözlümden çekerek ışığın aydınlattığı yüzüne baktım. Işığın kaynağı fenerini yaktığı telefonundan geliyordu. “Ee,” dedim ellerimi soğuktan üşürken birbirine sürterek. “Araba çalışıyormu?” Diye sordum.
Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Çok fazla kar var, araba kara batmış. Bu kardan çıkması çok zor.”
”Yani?”
”Yanisi,” diyerek etrafa baktı. “Burada mahsur kaldık”
”Saçmalama Karayel. Burada kalamayız. Dağ mı orman mı belli değil. Ben burada asla kalamam”
”Korkma Denizkızı, ben varken sana birşey olmaz”
”Hıı, pek emin olamıyorum.” Elimi ona doğru salladım. “Telefonumu ver, İlyası arayacağım” elini cebine atarak benden aldığı telefonumu bana cebinden çıkararak geri verdi. Telefonumu hemen elinden alıp kilit ekranını açtım. Fakat ekranda sinyal yok yazısı beklediğinde gözlerim şaşkınlıkla irileşti. “Burada zaten sinyal kesik kesik çeker. Bu havada da asla çekmez” diyen karayele kafamı kaldırıp baktım. “Gerçekten burada mahsur kaldık,” dedim hayret ederek. “Hem de seninle” dediğimde sesim memnuniyetsiz bir ton aldı.
”Hem de benimle” diyerek az önceki sözümü taklit etti. Huysuzca kirpiklerimin altından ona baktım. “Üşüyeceksin artık içeri mi geçsek?” Dediğinde, yüzümü sevinsizce buruşturarak arkamı dönüp kulübeden içeri girdim. Ardımdan o da geldiğinde kapıyı kapattığını duydum. “Yani gerçekten, senin yüzünden şu halime bak. Burada mahsur kaldım. Hem de seninle” diye yakındım.
”Burada mahsur kalmayı değil de daha çok benimle mahsur kalmayı sorun ediyormuşsun gibi geldi bana” dediğinde hızla ona döndüm. “İnan bana Karayel seni bıçaklamamak için kendimi çok zor tutuyorum” dedim tahammülsüzlükle. “Bir kere vurdun ya yetmezmi?” Dedi pişkin pişkin. “Yani konuşmak için başka bir yere gidemezmiydik. İlla burası mı olacaktı?” Dedim sitemle. “Beni dinlemeyi tercih etseydin. Sizin evin bahçesinde konuşuyor olurduk. Ama sen inat ettin. Bana da başka yol bırakmadın.” Dedi omuz silkerek.
”Ha tek yol beni dağa kaçırmaktı değil mi?”
”Mantıklı gelen bir yoldu. Bende denedim” fazla umursamazdı. Boşvermişliği gözlerimi yaşartacaktı ya. Adama gel! Gerçekten bir kaç tahtası eksik. Kesinlikle bebekken yere düşürmüşler bunu. Başka türlü bu kadar kafadan sıyrık olmasına ne demeli ki.
Oflayarak ellerimi göğsümün altında birleştirdiğimde önüme dönüp kulübenin küçük tezgahına baktım. “Ama ben çok acıktım” dedim kendi kendime konuşarak. Karnımın guruldama seslerini duyabiliyordum. Sabah yediklerim dışında hiçbir şey yememiştim.
Yazar anlatımı ile;
İçindeki huzursuzluk Rozayı yiyip bitirmek üzereydi. Nefesten hala bir haber yoktu. Üst üste belki de bin defa aramıştı ama telefonuna ulaşılamıyordu. Aynı zamanda Yamana da ulaşılamıyordu ve bu Rozayı endişelendirmeye yetiyordu. İki saatten fazla olacaktı ve hala Yaman Nefesi eve geri getirmemişti. Hava da iyice bozmuştu. Kar bir anda diğer günlere kıyasla daha çok ve daha şiddetli yağmaya başlamıştı. İnsan dışarı çıkmaya cesaret edemezdi bu havada.
Ama Roza eve sığamıyordu. O dört duvar sanki üzerine üzerine geliyordu. Tek nedeni Nefes değildi. Eve sığamayışının bir diğer en büyük nedeni de İlyastı. Aynı evin içinde İlyas’tan kaçıyordu. Onun olduğu yerde duramıyor, yanında olamıyor, duramıyordu. İçi içini yiyordu. İlyasın gözlerine bakmaya içi bir türlü el vermiyordu. Ona iki kelime edemiyordu. Ama ilyasın kendisi ile konuşmak istediğinin farkındaydı. Ama Roza bu konuşmaya hazır değildi. Sabah dediklerini soracaktı İlyas. Neden öyle dediğini soracak ve öğrenmeden de durmayacaktı ve Roza İlyas ile konuşmak istemiyordu.
Odanın kapısı bir anda açıldığında normalde Rozanın odasına kapıyı çalmadan ve Rozadan izin almadan girmeyen İlyas artık sabrı kalmamış bir şekilde odadan içeri girdi. Odasındaki camın önünde duran, üzerindeki hırkaya sarılmış camdan yağan karı izliyordu Roza. Fakat İlyasın odaya beklenmedik girişi karşısında kafasını hızla çevirip kapının önünde dikilmiş İlyas’a boş gözlerle baktı.
”İlyas,” dedi kısık sesi.
Odanın içinde adımlarını atarak Rozanın karşısına geçti İlyas. İçten içe titrek bir nefes verdi Roza. İlyasın gözlerinden gözlerini kaçırıp cama çevirdi.
”Neden geldin?” Diye sordu soğuk bir ses ile.
Büyük bir huzursuzluk ile Rozaya baktı İlyas. Ondan gözlerini kaçırıyordu. Bunun farkındaydı. Ve bunun nedenini öğrenmek istiyordu. Buraya onun için gelmişti.
”Sabah o söylediklerin de ne demekti Roza?” Diye sordu İlyas normalden daha sakin olmayan bir şekilde.
”Duydun işte İlyas. Bu evlilik en yakın zamanda bitecek” dedi Roza mesafeli bir sesle.
Sinirden gülmeden edemedi İlyas. Evlilik bitecek diyordu. Kendi başlattığı evlilik bitecek diyordu. “Bana gelip bu evlilik için sen teklifte bulundun. Şimdi de kalkmış bu evlilik bitecek diyorsun” dedi İlyas algılamak ister gibi. Kafasının salladı Roza. “Yeterince uzadı. Hem babamda peşimi bıraktı. Artık gelip beni alacak diye korkmama gerek yok. O adamlarda evlenmiyorum. Seninle de evli kalmama gerek yok.”
Nasıl bu kadar rahat konuşabilirdi? Bunları söylemek onun için nasıl bu kadar kolay olabiliyordu? Bu evliliği bitireceğini söylerken ilyasın ne düşündüğünü hiç mi önemsemiyordu?
”Sen istedin diye başlayan evliliğimiz sen istedin diye bitmeyecek Roza.” Dedi İlyas durgun bir sesle.
Bakışlarını sabitlediği camdan ayırıp ilyasın ela gözlerine çevirdi. Gördü, o ela gözlerde telaşı, endişeyi, korkuyu ve kaybetme korkusunu gördü.
”Bu evlilik sonsuza kadar sürmeyecekti zaten İlyas. Şimdi neden sorun çıkarıyorsun?” Diye sordu gözlerine bakarken kendi gözlerindeki tüm duyguları gizlemeye çalışırken Roza.
”Sorun çıkarıyorum çünkü ortada hiçbir sorun hiçbir neden yokken evliliğimizi bitirmek istediğini söylüyorsun” dedi İlyas artık tahammül edemeyerek.
”Ya abi, sen neyini anlamıyorsun evlendiğimiz günden beridir tartışmadığımız didişmediğimiz, birbirimizle dalaşmadığımız tek bir gün oldu mu? Üç ay olacak, üç aydır evliyiz seninle oturup düzgünce iki kelime edebildik mi?” Sabrı artık kalmamıştı. Tek istediği şu evliliği biran önce bitirmek ve eskisi gibi kendi hayatına geri dönebilmekti.
”Sorun bu mu gerçekten? Anlaşamıyoruz diye mi evliliği bitirmek istemiyorsun? Yapma Roza. Allah’ın adını verdim yapma. Saçmalıyorsun ve saçmalamaktan vazgeç!”
Bıkkın bir nefes verdi Roza. “Seninle evli kalmak istemiyorum oğlum anlamıyormusun?! Seninle evli kalmak istemiyorum! Bu evlilik bitsin istiyorum!”
Zorlukla yutkunduğunda, boğazı düğümlendi İlyasın. “Sen beni istemiyorsun?” Diye sordu afallamış bir şekilde eliyle kendini göstererek. Sinirle bir anlığına dediklerinin farkında ilyasın hayal kırıklığı ile baka gözlerine bakınca anladı. Pişmanlık içinde kaldığında kafasını çaresizce yana eğerek baktı İlyas’a Roza.
”İlyas ben…” devamını getirmeden İlyas araya girdi.
”Gerçekten beni istemediğin için mi? Sen bu evliliği bitirilmeyi değil, sen benimle olan evliliğini bitirmeye çalışıyorsun. Beni istemiyorsun.” Gözlerinin yandığını hissetti İlyas. İçine yıllardır ondan asla gitmek bilmeyen o tanıdık ama yaradan başka birşey vermeyen o his doldu. Omuzları güçsüzce çöktü.
”Ben sandım ki… ben sandım ki…” düğüm düğüm olan boğazı konuşmasına müsade etmedi. Silikçe güldü. “İlyas,” diye seslendi Roza çaresizce ona. Duymadı İlyas. Kafasını ağır ağır salladı. “Haklısın, istemediğin bir evliliği sürdüremezsin. İstemediğin biri ile bir birliktelik yaşayamazsın” elini kaldırdığında işaret parmağıyla Rozayı gösterdi. Gözleri doluyordu. Ağlamak üzereydi ve ağlamak istemiyordu. “En kısa zamanda bu evlilik bitecek. Boşanacağız. Sonra da… sen yoluna ben yoluma.” Dediğinde Rozanın kalbi acıyla kasılmaya başladı. Ruhu yabancısı olduğu bu kasılma ile nefessiz kaldı. Titreyen dudakları ve çoktan dolmuş gözleriyle ilyasın ela gözlerine bakarak titrek bir iç çekti. “İlyas,” dedi bir kez daha içine kaçmış sesiyle.
”Nefesi merak etme. Yaman onu sabaha getirir eve. Ararım şimdi onu. Hadi, Allah rahatlık versin” diyerek yüreğindeki acı ile arkasını döndü İlyas. Artık dolan gözlerinden bir damla yaş süzüldü yanağına, anında elinin tersi ile sildi o yaşı da. Az önce geldiği kapının önüne geldiğinde kapının kolunu yorunca tuttu.
Gözlerinden yaşlar akarken sırtı kendisine dönük İlyas’a bakıyordu Roza. “İlyas ben…” dedi dudakları titrerken. “Ben seni istemediğimden değil,” diye açıklamaya çalıştığında İlyas odanın kapısını açmış, odadan çıkmak üzereydi. Rozayı dinlemeden odadan çıktı İlyas. “Ben aşık olmaktan korkuyorum!” Diye bağırdı en sonunda Roza ağlamaklı bir sesle. Fakat İlyas odadan çıkmıştı. Acıdan sızlayan kalbine gitti eli. Dudaklarından kesik bir nefes döküldüğünde olduğu yerde yere çöktü. “Ben sana aşık olmaktan korkuyorum,” diye mırıldandı yaşlı gözlerle yere bakarken kendi kendine. Göğüs kafesi hızla inip kalkarken gözlerinden yaşlar akıyordu.
”Ve göğsümdeki bu acının sebebi sana çoktan aşık olmuş olmama,” diye aylardır içini kemiren, rahat nefes almasına izin vermeyen gerçeği kendine itiraf etti. “Aşık olmaktan çok korkuyordum, ve şimdi sana aşık olduğum için korkuyorum” onu yanlış anlamıştı İlyas. Öyle demek istememişti Roza. Sadece bu evliliğin biran önce bitmesini ve ikisinin de bu evlilikten yara almamalarını istemişti ama istediğini başaramamıştı. İşte, şimdi ikisi de yara almıştı. İlyas bir kez daha kimse tarafından istenmediğini düşünerek kimsesizliğini omzularına alarak evden çıkmıştı. Roza ise korktuğu şeyin başına gelmesi ile beraber o korktuğu şeyi kaybetmiş olduğunun düşüncesi ile odasında yere çökmüş ağrıyan kalbini tutarak ağlıyordu.
Roza Alemdar, ilk defa yabancısı olduğu bir ağrı ve daha önce hiç yaşamadığı bu kendisine fazla gelen duygu ile baş etmeye çalışıyordu. İlyas gitmişti. İlyas gitmişti. Defalarca kez içinden bunu sayıkladı.
İlyas gitti.
Roza şu hayatta en çok terkedilmekten korkardı.
İlyas ise istenmemekten.
İlyas Roza tarafından istenmediğini sanarak gitmişti.
Roza, ilyasın kendisini terkettiğini sanarak ağlamıştı.
Yaman ve Nefes;
Nefes acıktığını söyledikten sonra Yaman da acıktığını farketmişti. Beraber ne yapabileceklerini düşünürken herşeyi önceden ayarlamış Yaman, Nefesi alıp buraya getirmeyi bir gece önceden planlamış ve kulübenin dolabını yiyecek birşeyler ile doldurmuştu. Nefese bunu söylediğinde ise Nefes kalkıp küçük buzdolabını açıp bakmıştı.
Şimdi ise ocağa kaynaması için koyduğu makarna suyunun içine makarna paketinin içindeki makarnaları boşaltmış, makarnaların kaynamasını beklerken Yamanın tekrar yaktığı ateşin önünde yan yana oturuyorlardı ikisi de. Sessizlik hakimdi aralarında. Konuşmuyor, dönüp birbirlerine bile bakmıyorlardı. Mesafeli davranmaya çalışan taraf kimdi? İkisi de birbirinden uzak durmaya çalışıyordu.
Yaman, Nefesi buraya onunla konuşmak ve onu dinlemesi için getirmişti. Evet, konuşmuştu kendini Nefese sonunda anlatabilmişti. Artık Nefes, Yamanın içine düştüğü bataklıktan ve ağzına kadar o bataklığa battığından haberdardı. Aralarındaki duvarların yıkılması için aslında ilk adım atılmıştı. Yaman, farkında olarak ya da olmayarak duvara ilk darbeyi vurmuştu.
Nefes, Yamanın anlattıklarını düşünmeden edemiyordu. Aklı sürekli oraya kayıyordu. Sürekli Yamanın dediklerini düşünüyor, kendini sıkıntıya sokuyordu. Geçmişe takılıp kalmış gibi oradan bir türlü kurtulamıyordu. Yamanın yanında olmak ona huzur veriyordu. Kendini Yaman ile birlikteyken güvende hissediyor, nefes aldığını hissediyordu. Yamanı görmediği zaman ağrıyan kalbi yamanın gözleri ile göz göze geldiğinde en küvetli ağrı kesicinin bile geçiremeyeceği şekilde ağrıdan kurtuluyordu.
Nefes, içindeki Yamanın acısını kendi acısı sayıyordu. Yamanı görmek istemediğini söylerken bile Yamanı görmek istiyor, Yamanla konuşmak istemiyorum derken bile en çok Yamanla konuşmak istiyordu. Hep susan Nefes, en çok Yamana birşeyler anlatmak istiyordu. Gülmeyi bilmeyen ve gülmeye yabancı olan kız, nedensizce Yamanın gözlerine bakarken gözleri gülüyordu.
Nefes, Yamana her ne kadar kızgın olsa da, her ne kadar Yamanı affedemese de, Yamanın yaşadıklarına üzülüyor, bir an olsun Yamanı düşünmeden edemiyordu.
Bir gerçek vardı ki, Nefes Yamansız yapamıyordu. Olmuyordu, olduramıyordu. Şuan onunla böyle yan yana oturmak bile Nefese uzun bir müddet yeterdi. İçinde çok büyük bir kırgınlık vardı. Kalbindeki yara hala iyileşmiş değildi. İyileşmek de bilmiyordu. Yarası tazeydi. Kabuk tutmamıştı. Tutmaya da niyeti yoktu. Yamanı sevmek canını acıtıyordu. Kalbinde taşıdığı aşk, Nefese ağırdı. Zordu.
Nefes tanıdığı adamı değil, kalbinde yer eden adamı seviyordu. Dış görünüşleri aynıydı, ama içleri aynı değildi. Yani, bir noktada bu böyleydi. Yamanın yanında olmak Nefese ne kadar iyi hissettirirse hissettirsin, içinde bir sıkıntı vardı. Yamanı affetmenin kendine ihanet olduğunu söylüyordu. Peki ya onunla yan yana olmak. Bunun ne farkı vardı ki diğerinden.
Gözlerine baktığı adam ona acı çektirmişti. Haklı nedenleri olabilirdi. Ama haklı olması ona Nefesin canını yakması hakkını vermiyordu. Nefesi yaralaması gerekmiyordu. Yaman bu konuda haksızdı.
Şimdi baktığı maviliklere ihanet etmişti. Uzun uzun bakmak istediği kızın gözlerine, onda açtığı yara ile ihanet etmişti. Maviye hayal kırıklığı bulaştırmıştı.
Yaman, Nefesin en büyük hayal kırıklığı olmuştu.
Yaman, nefes alacağı denize kırmızı bulaştırmıştı.
Deniz kızı, ait olduğu denizde mahsur kalmıştı.
Kimsesiz kalmış gibi…
Makarna kaynadığında, suyunu süzerek tereyağı ile makarnayı kavurdu Nefes. Yaman da bir yandan makarna için tabakları çıkarmış, kaselere yoğurt dolduruyordu.
İkisinin de içinde garip bir his vardı.
Nefes Yamanın çıkardığı tabaklara makarna doldurduğunda, tabakların kenarına çatalları bıraktı. Tabakları alıp şöminenin önüne geçtiğinde aynı yerine ger kuruldu. Yaman da elinde yoğur kaseleri ile gelip Nefesin karşısına oturdu. Yaman kasenin birini Nefesin önüne bıraktı. Nefes de Yamanın tabağını ona uzattı. Yaman tabağını aldığında ikisi de tabaklarındaki makarnayı yemeye başladılar.
Saat gece yarısına gelmek üzereydi. Yemeklerini yedikten sonra bulaşıkları yıkayıp yerleştirmişti Nefes. Hala birbirlerine tek bir kelime dahi etmemişlerdi. Sessizliklerini koruyordu ikisi de. Nefes esnediğinde elini ağzına götürdü. Uykusu vardı. Bakışlarını yatağa çevirdi. Tek bir yatak vardı.
Yatağa ilerledi. Yatağın üzerindeki örtüyü kaldırırken Yamana bakmadan, “Yatakta ben yatacağım. Sende yerde yatarsın.” Diyerek diğer yastığı uzanıp aldı ve Yamana doğru attı. “Ben yatakta yatacağım” diyerek ayağındaki terlikleri çıkardı ve yatağa girip örtüyü üzerine örttü.
”Yerde mi yatacağım. Kocaman yatak varken yerde yatıp da üşütemem.” Diyerek Nefesin attığı yastığı yerden alarak ayağa kalktı Yaman. Yatağa doğru ilerledi. Gözlerini kocaman açarak ona baktı Nefes. “Buraya gelemezsin Karayel.”
”Yerde yatamam, Denizkızı” yatağın diğer ucundaki örtüyü tutup kaldıracakken Nefes örtüyü tutup kendine çekti. “Burada yatmayacaksın yaman.” Dedi Nefes keskin bir dille.
Yastığı kucağında tutarken bir nefes vererek Nefese baktı Yaman. “O yerde incecik bir halı dışında hiçbir şey yok” diyerek yeri gösterdi.
”İki tane kocaman minder var, onları birleştirip onların üzerinde yat o zaman” dedi Nefes inat ederek
”Oraya sığacağımı mı sanıyorsun. Anca sen sığarsın oraya. Benimle beraber yatmak istemiyorsan sen o dediğini yaparsın.” Dedi Yaman çok da umursamayarak. Bir yere baktı, bir yatağa, bir de Yaman, Nefes.
Yerde yatarsa gerçekten de üşütürdü. Ayrıca tek bir örtü vardı. Üzerine örtebileceği birşey de yoktu. Pes etti. Memnuniyetsiz bir surat ifadesi ile örtüyü bıraktı. Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı Yamanın. İçten içe bir mutlu hissetti. Yaman ayakkabılarını çıkarıp yatağa oturduğunda, Nefes diğer bir yastığı alarak aralarına çizgi çizer gibi koydu. Kafasını çevirip be yaptığına baktı Yaman.
”Bu aramızdaki sınır. Bu sınırı geçmeyeceksin Yaman.” Diye uyarısında da bulundu.
”Ama ben biraz deli uyurum” dedi Yaman eğlenerek Nefese inat.
Kaşlarını çattı Nefes. “Nasıl uyuduğuna dikkat et o zaman. Benim tarafıma sakın gelme. Gelirsen yumruğu yersin o suratına” derken sesi gayet kendinden emin ve tehditkardı.
Güldü Yaman.
”Gülme” diye uyardı Nefes. Yatağa uzanıp başını yastığa koyduğunda, sırtını Yaman dönüp örtüyü iyice üzerine çekti. Bir kaç saniye öylece Nefese baktı Yaman. Dudaklarında silik kaybolmak üzere olan bir sırıtış vardı.
Garip bir kızdı. Kesinlikle sıradışıydı. Aslında diğer insanlarda olan şeylerin aynısı onda da vardı. Diğer insanlardan bir farkı yoktu. Ama farklıydı. Ya da sadece Yamana öyle geliyordu.
Son zamanlarda tuhaf giden şeyler vardı. Bunun en başında ise, Nefesi sürekli görmek istemesi yer alıyordu. Evet, Yaman şu son zamanlarda Nefesi görmek istiyordu. İçinde nedensizce böyle bir istek vardı. Onu görmediğinde sanki hiçbir işi rast gitmiyor gibiydi. Onu görünce ise sanki daha önce hiç nefes almamış gibi derin bir nefes çekiyordu içine.
Nefesin gözlerine bakma ihtiyacı duyuyordu. O maviliklere sanki sürekli bakması gerekiyordu. Öyle olması gerekiyor gibi hissediyordu. Garipti, ama birşey daha vardı. Bunu da dün gece farketmişti. Nefes ellerini açmış karın avuçlarına düşüp karı avuçlarında taşımasını beklerken farketmişti. Kızın dudaklarındaki o gülüşe baktığında aydınlanmıştı.
Nefes çok nadir gülüyordu. Çok az rastlıyordu Yaman Nefesin güldüğü anlara. Kimi zaman bu sahte bir gülüştü, kimi zaman da gerçek. Nefesin gerçekten güldüğü zamanlar çok azdı. Yaman, bunu onun yüzüne baktığında anlayabiliyordu.
Nefes, gerçekten güldüğünde gözlerinin içinde küçük bir parıltı oluşurdu. Bunu nereden biliyordu bilmiyordu Yaman. Sadece biliyordu.
Gülmek, Nefese çok yakışıyordu, hatta gülmek en çok Nefese yakışıyordu. Bunu inkar edemezdi Yaman. Yaman, Nefese gülmeyi fazlasıyla yakıştırıyordu. Gülmek, Nefesin dudaklarında can bulduğunda güzeldi.
Gülmek, en çok Yamanın Denizkızına yakışıyordu. Ve o çok nadir gülüyordu. Sayabileceği kadar az…
Dudaklarındaki gülüş kaybolduğunda, yatağa uzanıp kolunu başının altına aldı ve örtüyü üzerine çekti. Sırt üstü uzanmışken, tavanı seyrediyordu. Uykusu yoktu. Öyle sessizce hareket etmeden uzandı Nefesin yanında. Aradan iki saat geçti. Hala aynı şekilde uzanıyor, tavanı seyrediyordu. Gece iyice çökmüştü. Kulübenin içi karanlıktı. Bir tek yanan ateş içeriye biraz aydınlık katıyordu.
O aynı şekilde hareket etmeden uzanırken Nefes uykuya daldığından beridir bir o yana bir bu yana dönüp duruyor. Örtüyü bir an üzerinden atıyor bir anda kafasına kadar çekiyordu. Nefesin olduğu tarafa yana döndüğünde Nefesi kendisine dönük uyurken buldu. Bir eli başının altındayken bir eli de örtünün üzerindeydi. Saçları yüzüne düşmüştü.
Elini başının altına koyarak onu izlemeye başladı, Yaman. Yüz hatlarında gezindi gözleri. Siyah kalemle çizilmiş gibi kaşlarına baktı. Daha sonra kirpiklerine indi bakışları. Uzundu kirpikleri. Sanki tek tek özenle birbirinden ayrılmış gibi duruyordu. Rimel sürsen ancak bu kadar uzun görünebilirdi. Kaşları çatıldığında gözlerini kısarak baktı. Bunu ilk defa görüyordu. Nefesin sağ gözünün altında hemen elmacık kemiğinin üzerinde, benler vardı. Çil gibi duruyorlardı. Kafasını biraz öne yaklaştırarak daha yakından baktı Yaman o benlere. Kaç tane vardı? Tek tek saydı benleri. Sekiz tane ben vardı orada. Her yönden kusursuzdu bu kız. Benleri yüzünde, o gözünün altında çok hoş ve güzel duruyordu. İlk defa elmacık kemiğinde böyle gelişi güzel benleri olan biri ile karşılaşıyordu.
Bir kaç saniye orada oyalandı gözleri. Sahiden de baya hoştu o benleri.
Burnu fındık kadardı. Küçük, kusursuz, hokka burunluydu. Küçük yüzüne yakışıyordu. Teni beyazdı, gözleri mavi, kirpikleri, kaşları siyahtı.
Bu kızda hiç Trabzonlu tipi yoktu. Kimse Yaman bu kızın Karadenizli olduğuna inandıramazdı. Gram Karadenizlilere benzemiyordu.
Yalan yoktu, güzel kızdı.
Siyah saçlarına kaydı en sonunda gözleri. Gecenin zifir siyahı saçları vardı Denizkızının. Parlak, siyah ve uzundu saçları. Eli kendisinden istemsiz Nefesin yüzüne uzandı Yamanın. Yüzüne dokunmak istediği sırada buna cesaret edemedi. Eli Nefesin yüzüne çok yakın bir mesafede havada asılı kaldığında gözlerini yumarak yumruğunu sıktı. Bunu yapamazdı. Ona dokunmaya cesareti hiç yoktu Yamanın.
Titrek ve cesaretsiz bir nefes verdi. Nefesinin Denizkızını rahatsız etmesinden çekindi. Kafasını geriye çekti. Aralarında sınır adına bir yastık vardı. Kızın yüzüne düşmüş saçını parmak uçları ile yüzünden çekip geriye attı.
Yüzüne değdi tekrardan Yamanın bakışları. Kapalı gözlerine baktı.
”Masumsun,” diye mırıldandı kısık bir sesle. “Sen en masumsun, her konuda,” dudaklarını birbirine bastırdı. “Bu intikam himayesindeki tek masum sensin. Ve inan bana benim canımı en çok yakan da senin en başından beridir masum olduğunu bilmemdi.”
Derin bir iç çekti. “Özür dilerim, maviliklerine ihanet ettiğim için…”
Uyku hali ile gözleri hala kapalıyken ve derin bir uykudayken örtünün üstündeki elini kaldırıp yamanın beline attı Nefes. Aralarındaki yastığın varlığını unutmuş bir şekilde Yamana doğru yanaştı. Başını aşağı doğru eğerek iyice kendi içine sokuldu.
Bu haline gülmeden edemedi Yaman. “Zamanı geldiğinde, sana birşey itiraf etmem gerekiyor sanırım.” Diye mırıldandı.
ve artık uykuya daha fazla kafa tutamayıp gözlerini yumdu.
Nefesin Yamanın beline attığı eli, yamanın üzerindeki kazağı sıkıca tutu. Karanlıkta uyumaktan korkan Nefes, ışıksız uyuyamayan Nefes, yanında Yaman varken ilk defa karanlıkta korkmadan uyudu. Kendini uyurken bile içten içe güvende hissederek.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Nefesin aralarına engel niyetinde koyduğu yastık aradan kalktı. Yere düştü. Ve Nefes farkında olmadan Yamana doğru yanaştı. Yamanın uzatttığı koluna başını yasladığında zaten beline sarılı kolunu daha sıkı sardı beline. Başını Yamanın göğsüne gömdü. Titrek bir nefes içine çekti. Burnu Nefesin saçlarına gömülmüştü Yamanın. Uyurken kolu Nefesin belini sardı. Örtü üzerlerindeydi.
Ve Yaman, tek bir gece kabuslar olmadan uyuyamayan Yaman… Nefesin saçlarından gelen, burnuna dolan buram buram nergis kokusu sayesinde ilk defa kabus görmeden yıllar sonra ilk defa huzurla uyudu.
Nefesin nergis kokusu, sahiden de hem zehir hem de şifaydı.
Şu konumda ise sadece şifaydı.
Karanlıktan korkan kız, yanında Yaman varken karanlıkta olmasına rağmen hiç uyanmadan uyudu.
Kabuslar görmeden tek bir gece uyuyamayan adam, uykuya daldığı gibi gördüğü kabus yüzünden anında uyanan, uyumaya korkan adam, Nefesin kokusu sayesinde ilk defa aralıksız kabus görmeden ve uykusundan hiç uyanmadan uyudu.
‘Bölüm sonu’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.61k Okunma |
2.19k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |