
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorumlarınız çok önemli.
keyifli okumalar dilerim.
“Ellerini ellerime kenetlesen, gözlerin gözlerimde uzunca bir müddet takılı kalsa, nefesin nefesime es geçse, kalbin bir noktada benim için atsa, kayıp ruhum, aykırı ruhuna değse, karanlığımıza ışık yansa, iyileşir mi kanayan sızı yaralarımız, söyle, iyileşir mi?”
Yok olmuş varlığım, senin yanında nefes alıyor. Yaralı ruhum, senin yanında sanki iyileşecekmiş gibi coşkulanıyor. Tarifi olmayan sevgim, kalbimi senin ile ele geçirmiş, artık çok zor. İnan bana, senden gitmek de, sende kalmak da, seninle olmak da, bana çok zor. Oysaki kolay olmasını beklerdim. Lakin, benim nazarımda kolay diye birşey yol. Ve sen, ruhumu coşkulandırıp yanında yaşadığımı sandığım, sen, benim için en zor şeysin.
Sana yakınım, yan yanayız, ama ruhlarımız öyle uzak ki birbirlerine, inan bana, kavuşmak imkansız gibi gelir yüreğime.
Ve bilirim ki, en derinde hissederim.
Fakat ben, hep yanlış hissederim.
Bunu da bilirim…
🩹
Gözlerimi araladığımda ilk başta görüş alanım bulanıktı. Elimle gözümü oluşturduğumda artık net görebiliyordum. Bakışlarım etrafta gezindiğinde sabah olmuştu. Kulübede camdan içeri giren güneşin ışığı vardı.
Acaba dışarısı nasıldı?
Vücudumun üzerinde birşey hissettiğimde bunun daha yeni farkına varıyordum. Bakışlarım yanıma kaydığında bana çok yakın olan bedeni gördüm. Ve benim kolum o bedene sıkıca sarılmıştı. Kolum onun karnının üzerindeydi. Bakışlarım kendi üzerime kaydığında, onun da kolunun benim belimi sardığını gördüm. Hızla kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda kafası saçlarıma adeta gömülmüştü. Gözleri kapalıydı, hala uyuyordu. Başım göğsüne yaslıydı, bu da demek oluyordu ki Yaman’nın diğer kolu benim kafamın altındaydı.
Aramızda sınır diye birşey kalmamıştı. Aramıza koyduğum yastıklar ortalıkta görünmüyordu. Biz tüm gece böyle mi uyumuştuk yani? Geri çekilmek istedim, ama yapamadım. Kafamı yasladığım göğsünden kaldırmak istedim, ama daha çok orada kalmak ister gibiydim. Kalbim gitme dedi. Bende gidemedim zaten. Beline dolanmış kolum biraz daha sardı onu. Biraz daha gömüldüm göğsüne.
sanki burada yaşam vardı.
Nefes, sanki buradaydı.
Kafamı kaldırıp saçlarımın arasına karışmış yüzünü inceledim.
Nasıl olurdu da yüzüne her baktığımda şu yarası her seferinde gözüme aşırı hoş gelirdi, anlamıyorum.
Elim yüzüne doğru uzandığında parmak uçlarım yarasına değdi. Kısa bir çizgi, sahiden de derisine kazınmış gibiydi. Ve onun yüzünde çok hoş duruyordu. Ona ayrı bir hava katıyordu. Nasıl olduğunu hala öğrenememiştim.
Gözlerim yüzünün her bir zerresinde gezindi. Uykusu çok mu derindi acaba, uyuyamadığını söylemişti, şimdi nasıl böyle derin uyuyabiliyordu.
Gitmesen olmaz mı?
Sadece bir gece daha, benimle kalsan olmaz mı?
Bir sabah daha gözlerimi kafam senin göğsüne yaslıyken açsam olmaz mı?
Kirpikleri çok güzeldi. Kahverenginin en güzel tonu, onun gözlerinde, kirpiklerinde ve saçlarındaydı. Ama en çok gözlerinde. Toprak vardı onun gözlerinde. Bir toprak esintisi, toprağın kokusu vardı o gözlerde. Büyüleyiciydi. Sakalları henüz yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Sakalda yakışıyordu ona, sakalsızlık da. Sanırım ben ona herşeyi yakıştırıyordum.
Tıpkı hem yara, hem de merhem olması gibi.
Dağılmış saçları, anlına düşmüştü. Parmaklarımı saçlarının arasından onu uyandırmamaya dikkat ederek geçirdiğimde, anlına değen saçlarını geriye ittim. Yumuşaktı saçları.
Onu böyle yakından izlemek farklı hissettiriyordu. Nasıl desem, yaz ayında deniz kenarında yürümek gibi, yıldızların gökyüzünde en çok olduğu an gibi, ılık bir rüzgar esintisi gibi, Yaman gibi.
Dudaklarımın arasından istemsizce titrek bir nefes dökülüverdi. Yanağına dokundurdum parmaklarımı, daha sonra kirpiklerine. Uyurken çok masumdu. Küçük bir çocuğun masumluğu vardı uyurken yüzünde.
İçim gitti. Onu böyle yakından seyretmek karnıma kramplar girmesine neden oluyordu. İçim gidiyordu, ona dokunmaktan bu kadar çekinirken ona içim gidiyordu. Kalbimi öyle bir sarmıştı ki, yerini öyle bir benimsemişti ki, nasıl vazgeçecektim. Ya da vazgeçebilecekmiydim? Bilmiyordum. Tek bildiğim, bana en güzel duyguları hissettirdiğiydi. Daha önce hiç hissetmediğim duygular.
Onu sevmek zordu. Hemde çok zordu. Yaman Karayel’i sevmenin ne demek olduğunu anlatamazdım sanırım. Kalbini bile isteye kor ateşlere atmaktı, onu sevmek. Kalbinin çiçek açmasıydı, onu sevmek. Taşıması ağır bir yüktü onu sevmek. Ruhunun nefes alması demekti onu sevmek. Yalnızlığının içinde yaşam bulmak demekti. Yaranın iyileşmemesi demekti.
Anlatabiliyoru muyum?
Onu sevmek hem şuncacık hayatımdaki en güzel ve en doğru şey. Ama onu sevmek şu hayatta yaptığım en büyük hata, en yanlış şey.
Ama seviyordum. Bundan kaçamazdım. Bunu inkar da edemezdim. Kalbim her bir zerresiyle onun adını sayıklarken, bu sevgiyi yok sayamazdım. İçim ona bu kadar erirken, ondan gitmeyi isteyemezdim. Her ne kadar kalmak bana yakışmasa da. Her ne kadar, onun kalbinde bir yerim olmasa da…
”Keşke ruhunun derinindeki yarandan öpüp iyileştirebilsem yaranı. Keşke, seni iyileştirebilsem. Mümkün olsa, uykusuz geçen her geceni telafi etmek isterdim.” Bir nefes verdim. Fısıldayarak konuşuyordum. “Keşke bıraksan da, yarana merhem olsam karayel.”
Bende senin yarana merhem olacak yürek var da, sende kendi açtığın yarayı kapatacak yürek var mı Karayel?
“Sen beni mi izliyorsun yoksa bana mı öyle geliyor Denizkızı?” Gözleri kapalı olmasına rağmen konuşunca hızla olduğum yerden sıçrayarak kalktım.
”Ne münasebet?” Derken yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıyorum.
”Bilmem, kuşlar öyle söyledi.” Yatağın üzerindeki örtüyü üzerimden atarken ona dönüp bakmıyordum.
”Hııı, yanlış söylemiş o zaman o kuşlar.” Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Onu izlediğimi gerçekten farketmiş olabilirmiydi? Yoksa oyun mu oynuyordu?
”Hm, e hadi senin dediğin gibi olsun.” Sıkıntılı bir nefes verdiğimde bir hışımla ona döndüm.
”Öyle zaten. Sen kimsin ki de ben seni izleyeceğim. Ay daha neler yani.” Derken yalandan güldüm. Fakat kendime ben bile inanmıyordum. Bu adamın görünen iki gözü dışında başka gözü daha mı vardı da ben bilmiyordum. Acaba üçüncü gözü açık olabilir mi? Saçmalama Nefes.
”Değil mi? Daha neler yani Denizkızı.”
”Bana baksana sen, ne diye bana her seferinde Denizkızı diyip duruyorsun. Denizkızına benzer bir halim mi var benim. He, belimden aşağısı balık kuyruğu gibi de ben mi göremiyorum. Denizkızı Denizkızı, bende sana köpek balığı diyeyim tam olsun. Hayır andırıyorsun en azından.”
Dudaklarında aptal bir sırıtış oluştuğunda boş boş göz kırpıştırarak baktım ona.
”Konuşurken nefes al Denizkızı, sonra çok konuştun diye nefessiz kalacaksın. O yüzün mosmor olacak.”
Uyuzca gözlerimi kısarak baktım ona. “Ben adama köpek balığı diyorum, adamın bana dediğine bak.” Yataktan kalktığımda yatağın kenarına bıraktığım terliklerimi ayağıma giyindim.
“Ben bir dışarıya bakayım, sende burada kendi kendine konuş. Olur mu?” Dedi uyuz bir şekilde.
O kulübenin kapısına doğru giderken ben yatağı toplamaya başladım.
”Kar tam anlamıyla erimemiş ama araba buradan çıkar” dediğinde dönüp ona baktım. “O zaman artık gidebiliriz” dediğimde durgun bir ifadeyle gözlerime baktı. “Gidebiliriz. Ama sen bu şekilde dışarı çıkarsan üşürsün” dediğinde üzerinden montunu çıkarttığında bana doğru geldi. “Al şunu giy” diyerek montunu bana uzattı. Uzattığı montu gözlerine bakarak elinden aldığımda montunu üzerime giyindim. Bana bol gelse de elimi montun ceplerine attım.
Bu hareketi içimi yumuşatmıştı.
Montundan kokusu geliyordu. Kahve, toprak ve biraz da sigara. Yamanın kokusu bu üçüydü. Kokusu güzeldi.
Kulübenin kapısının önüne geldiğimde, etrafa bakındım. Bakışlarım yeri bulduğunda, ayağımdaki terliklerle bu karın içinden yürüyerek arabaya ulaşamazdım. Ayağım kara batar, pijamam ve çorabım hep ıslanırdı.
”Bu şekilde çıkamam. Ayaklarım hep ıslanır. Yani…” sözümü yarıda kesen şey beni tek hamlede kucağına almış olmasıydı. “Napıyorsun?” Diye sorarken kollarımı boynuna dolamıştım. Bir kolunu bacaklarımın altından geçirerek bacaklarımı sarmıştı. Diğer kolu ise belimi sarmıştı. Bir bebek gibi kucağında duruyordum ve bu sefer hiç itiraz etmiyordum. Doğrudan önüme bakarken kulübenin basamaklarını inmeye başladı.
”Ayakların ıslanmasın diye seni kucağımda taşıyorum, itirazın mı var?”
Sessizce kafamı iki yana salladım. “Yok, bir itirazım yok” derken alttan alttan yüzüne bakıyordum.
”Bence de olmasın. Yirmi yedi yıllık ömrümde senden çok kucağımda taşıdığım başka kız yok çünkü.”
Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldığında, “Başka kızları da mı böyle beni taşıdığın gibi kucağında taşıdın yani?” Diye sordum alık alık.
”Ben onu mu dedim Denizkızı” derken ses tonu bir anda değişmişti. Arabaya varmak üzereydik. Karlar sanırım yürümesine engel oluyordu.
”O zaman sadece beni böyle çok kez kucağında taşıdın?” Diye sordum onaylamasını ister gibi. Kafasını eğip gözlerime baktığında gözlerimdeki merakı görmüş olmalıydı.
”Sadece seni, Denizkızı. Bir tek seni.”
Kalbim tekledi. İçim kıpır kıpır oldu. O hemen önüne dönerken ben dudaklarımda oluşan gülümsemeye engel olamadım.
”Pek de centilmen bir beysiniz Yaman bey.”
“Şüpheniz mi var hanımefendi.”
Asla, bundan kesinlikle şüphem yok.
Arabanın yanına gelmiştik. “Kapıyı açarmısın Denizkızı?”
Kafamı sallayarak onu onayladığımda kapının kolunu tutarak kapıyı açtım. Geriye çekildiğinde ayağıyla kapıyı sonuna kadar açtı ve arabaya tekrar yaklaşıp eğilerek beni koltuğa oturttu. Doğruluğunda dönüp ona kafamı kaldırıp baktım. “Teşekkür ederim” dedim yarım yamalak gülümseyerek.
Sadece kafasıyla küçük bir ricada bulunup arabanın kapısını kapatıp arabanın önünden geçip şöför koltuğunun olduğu tarafa döndü. Arabanın kapısını açtığında arabaya bindi ve anahtarı cebinden çıkarıp arabaya taktığında arabayı çalıştırdı. Yaman arabayı geri geri sürerken ben ilerideki kulübeye baktım.
Bu kulübeyi hiç unutmayacağım.
Bu sabahı asla unutmayacağım.
Anlılarımın arasında güzel kalacak.
🩹
Evin önüne gelmiştik. Yani artık ayrılma vaktiydi. Burada karlar daha azdı. Orası dağlık bir yer olduğu için karın orada buradakinden daha fazla olması gayet normaldi. Arabanın kapısını açıp inmeden önce dönüp ona baktım.
”Bir daha ne zaman görürüm seni?” Diye sorduğumda bu yetkim dışındaydı. Nedensizce onu bir daha ne zaman göreceğimi sormuştum.
”Uzun bir müddet beni görmesen senin için iyi olur Denizkızı.”
”Neden?”
Omuz silmekle yetinip bana bir cevap vermedi. Bir kaş saniye öylece ona baktım. Bir cevap vermeyecekti. Susacaktı, dönüp bana bakmayacaktı da. Öyle bir duvardan farksız gibi önüne bakmaya devam edecekti. Bir nefes verdiğimde kapıyı açarak arabadan indim ve bende onun gibi dönüp ona bir daha bakmadan eve doğru ilerledim. Sanırım böyle olması gerek. Böyle olmalıydı…
kapının önüne geldiğimde, kapıyı çalıp kapının açılmasını bekledim. Kapı bir kaç saniye kadar sonra açıldığında karşımda Roza vardı. Fakat hali pek de iyi görünmüyordu. Gözlerinin altında uykusuzluktan olduğu belli olan çizikler vardı. Saçları dağılmıştı. Gözlerinde hala taze yaşlar vardı. “Roza,” derken ayağımdaki terlikleri çıkararak evden içeri girdim.
”Nefes,” dediğinde gözleri dolmaya başladı ve birden gelip bana sarıldı.
kollarım Roza’nın sırtını sararken, “Roza, iyimisin?” Diye sordum.
”Gitti,” dedi ağlamaklı gelen sesiyle. “İlyas gitti, Nefes” derken bir hıçkırık sesi geldi Rozadan.
Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldığında, “İlyas gitti mi?” Diye sorarken saçlarını okşuyordum.
”Beni yanlış anladı, gitti. Ben öyle demek istememiştim” diyen sesi titriyordu.
Ne olmuştu?
İlyasla aralarında dün gece ne yaşanmıştı?
Yazar anlatımıyla;
Sarmış ellerine bezi, giymiş şortunu, çıkarmış üstünden tişörtünü, geçmiş kum torbasının karşısına anlından terler bir bir akarken kum torbasını tüm öfkesini ondan çıkarmak ister gibi yumrukluyor. Dakikalar geçeli çok olmuştu. Zaman artık saate vurmuştu. Ve o hiç yorulmadan ve bıkmadan hala çalışıyordu.
Düşünmemek için, umursamamak için, unutmak için, yok saymak için, duymamak için, bilmemek için, görmemek için, her defasında yumruğunu kum torbasına daha sert indiriyordu. Bacakları onun gücüne uygun bir ritimde hareket ediyordu.
Ve en çok da, Nefes’i düşünmemek için daha da çık vuruyordu o kum torbasına. Düşünmeyi unutmak için, Nefesi düşünmeyi unutmak için. Aklına gelmemesi için.
Bir kaç saniyeliğine durduğunda alnındaki terleri elinin tersiyle sildiğinde büyük bir nefes içine çekti. Daha sonra tekrar devam etti. Bir kaç saniyelik mola ona yetti.
Zaten artık durma ve mola verme vakti değildi.
Şurada şampiyonluk maçına ne kalmıştı ki? Çok az bir zaman vardı.
Mart ayının ortalarıydı. Büyük maç Nisanın ortalalarındaydı.
O sabahın üzerinden iki hafta geçmişti. Yaman Nefes’i o günden sonra hiç görmemişti. Aklı bulanmaya başlıyordu ve bunun sebebi Nefes’di. Ve Nefes’den uzak durması gerektiğini düşünüyordu. Ve öyle de yapıyordu. İki haftadır kendini sadece maça vermişti. Uzun süreli antrenmanlar yapıyordu. Çoğu zaman Çınar ile mukâbeleye giriyordu. Onunla dövüşüyordu.
Düzenli olarak her gün kum torbasında yumruklarını terbiye ediyordu. İp atlayarak ayak kaslarını güçlendiriyordu. Şınavlar çekiyordu, halkalarla kol kaşlarını güçlendiriyordu. O maçı kazanmak için elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Yeterince başka şeylerle ilgilenip geleceğini belirleyen maçı bir köşeye atmıştı. Şimdi ise odaklanması gereken o maçtı.
Kazanmak istiyordu ve kazanacaktı.
Yaman Karayel, çıktığı hiçbir maçı kazanmadan dönmemişti.
Kaybetmek onun lügatında yoktu. Kazanmak dışındaki şeyler karizmasına tersti. Kaybetmeyi göze alamazdı.
”Biraz ara ver, Yaman.” Diyerek elinde döner poşetiyle Çınar belirdi. Hala kum torbasını yumruklayan Yaman, “Şimdi değil,” derken nefes nefeseydi.
”Bu kadarı fazla Yaman. İki lokma birşey ye.” Dedi Çınar istemeyerek elindeki döner poşetini yere bıraktığında cebinden telefonunu çıkardı.
”Başka türlü kafa dağıtamıyorum, bu bana iyi geliyor” dedi Yaman.
On sekiz yaşından beridir kafes dövüşüyle uğraşıyordu. Boksörlük eğitimi de almıştı. Bu konuda bir kimliği vardı. Bunu bir meslek veya bir mecburiyet olarak görmüyordu. Bu Yaman için tamamen kafa dağıtma meselesiydi. Kafasını dağıtmak için dövüşüyordu. O kafesten içeri girdiğinde beyninin etini kemiren tüm düşünceler o kafesin kapısı kapandığında ardında kalıyordu. Antrenman yaptığı zaman herşeyi bir kenara bırakabiliyordu.
Yaman istemsizce çok düşünüyordu. Geçmişi unutamıyor, yıllar önce battığı bataklıktan bir türlü çıkamıyordu. Düşünmeyi unutmak için dövüşüyordu. Unutmak için, hepsi unutmak içindi. Kabuslar yüzünden unutamadığı gecelerde sabaha kadar hep kendi kendine dövüşürdü. Kum torbasına sığınırdı. Bir noktadan sonra kum torbası onun en yakın dostu olmuştu. Kimseye anlatamadığı dertlerini, sıkıntılarını ona attığı tekmeler ve yumruklarla dile getiriyordu.
İlk başlarda merdiven altı yerlerde kafes dövüşlerine katılıyordu. Oradan kazandığı parayla geçimini sağlıyordu. Çünkü Yaman, o zamanlar karadenizi terk etmişti. Babasının parasıyla daha fazla ilerlemek istemiyordu. Bu yüzden oradan kazandığı parayla kendi başının çaresine bakıyordu.
Liseye kadar okumuştu. Üniversiteyi kazanmıştı, ama okumadı tercih etmemişti. Okul yıllarında çalışkan ve zeki bir çocuktu. Bir o kadar da ruhsuz ve bataktı. Tüm çalışkanlığına ve zekiliğine rağmen çok kavga ederdi. Her okul çıkışı biriyle kavga ederdi. Bu da zaman zaman yamanın çalışkanlığını elinden almıştı.
Hatta bir gün bu kavgalar öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, şuan sağ kaşının yakınındaki izin derisine kazınmasına neden olmuştu. O yara bir bıçak kesiğiydi.
Lisenin üçüncü yılıydı. Okul çıkışıydı. Yaman sakin sakin eve gitmeye niyetliydi. Aylardan Nisan, Ramazan ayı çoktan başlamış. Oruçluydu.
Bir kaç dakika da olsa mola verebileceğini düşündü Yaman. Masanın üzerindekini havluyu alarak anlını kurutmaya başladı. Çınar dönerleri masanın üzerine bırakmış, sandalyesine oturmuş, ayranını açıyordum.
”İlyas nerde?” Diye sordu Yaman havluyu yere fırlatırken sandalyesini çekip oturdu.
”Aradım yine açmıyor” dedi Çınar.
”Kızlardan bir haber yok mu? Belki onlar nerede olduğunu biliyordur”
Kafasını iki yana salladı Çınar.
”Sareyle konuştum, Roza da bitikmiş”
Tek kaşı çatıldı Yaman’ın. “Sareyle?” Diye sordu algılamak ister gibi.
”Sareyle” dedi Çınar. “Oğlum sen demedin mi kızlardan haber al diye. Zaten iyi olmayan Roza ile mi konuşsaydım. Yoksa Nefesle mi. Bende sareyi aradım.”
”İyi” derken odunsal bir tavır takınmıştı Yaman.
”HasbünAllah” derken dönerinden bir ısırık aldı Çınar.
“HasbünAllah tabi HasbünAllah” diye onu taklit etti Yaman.
”Çok konuşma da zıkkımlan şu döneri antrenman yapıcam diye götünü yırttın” derken kendi dönerinden hayvansı bir ısırık aldı Çınar.
”Ne biçim konuşuyorsun embesil sen benimle?” Diye tersledi hemen Yaman.
”O biçim konuşuyorum kardeşim, sıkıntı mı var?” Derken kafasını hayırdır manasında sallayarak gözünü kırparak Yaman baktı Çınar.
”Şimdilik yok, dua et sormadan da olmasın.” Derken pek bir ciddiydi Yaman.
Bir kaç dakika sessiz kalarak ikisi de dönerlerini yemekle ilgilendi.
”Eee çalışmalar nasıl gidiyor?” Diye sordu Çınar sessizlikten bıkmış olarak.
”Şimdilik iyi”
”Bu gidişle o ringi inletirsin sen” derken keyifliydi Çınar.
”Ringi inletmek mi? Her yeri kasıp kavuracağım oğlum, maç bittiğinde o koca ring benim adım ile inleyecek” derken kendinden demindi Yaman.
Tıplı lakabı gibi, kasırga olup her yeri bir kasırga gibi saracak, yumrukları ve darbeleri ile rakibini yerden kaldıramayacak hale getirecekti.
Kasırga, derlerdi ona.
Ringe çıktığında kendini öyle bir kaybediyordu ki, sanki en şiddetli rüzgar o ringdeyken esiyordu.
kuzgun onun sadece İstanbul’da ki adıydı. Lakabı değildi. Adı Yaman Karayel, lakabı ise Kasırga’ydı. On yıldır bu lakabı kullanıyordu. Ve lakabı ona fazlasıyla uyuyordu.
”Dönerini bitirdiysen git şu İlyası ara. Bende bir saat sonra çıkar onu aramaya başlarım.” Derken dönerin boş paketini masanın üzerine bırakıp elini peçeteyle sildi yaman.
”Yine ararım, ama bulacağımı pek sanmıyorum. Adam iki haftadır ortalarda yok.”
”Sen yine de ara.”
Oturduğu sandalyeden kalktı Çınar. “Hadi sana iyi çalışmalar.”
”Bir sonraki sefere gel de seni alayım ayağımın altına.” Derken gülüyordu Yaman.
”Bizde boş değiliz Yaman bey. Yersiniz bizden de bir yumruk.” Derken Çınar da gülüyordu.
”Yeriz yeriz” diyen Yaman elindeki sargıları yeniliyordu.
İkisi de güldüğünde Çınar arkasını döndü, Yaman ise çalışmalarına geri döndü.
Bu ikisinin dostluğu çok güzeldi. Doğdukları günden beridir beraberlerdi. Aralarından su sızmazdı. Şu zamana kadar bir kere bile küsmemişlerdi. Aralarında öyle ufak tartışmalar dışında hiçbir şey olmamıştı. Tartışsalar bile iki dakika sonra bunu unutup oyunlarına geri dönerlerdi. Yamanın çocukluk arkadaşıyla bağı karadenizi terkettikten sonra bile kesilmemişti. Eskisi gibi olmasa da iletişimleri hep devam etmişti. Yaman aramasa bile Çınar yamanla konuşmadığı tek bir gün dahi geçirmemişti. Çınarın Yamandaki yeri o kadar ayrıydı ki, Yaman onu kayıp kardeşi gibi görüyordu. Çınarın, Sare’den hiçbir farkı yoktu Yaman’ın gözünde. Onlar kardeşten de öteydiler.
Okul zamanlarında kavgalara hep beraber girerlerdi. Ağızları burunları kanasa da o kavgadan sırt sırta vererek çıkarlardı.
Yaman umursamaz bir adamdı. Ama çınarı fazlasıyla önemsiyordu.
Çınar, Yaman’ın tüm acılarına en yakından şahitlik eden tek kişiydi. Annesi öldüğü gece sabaha kadar Yaman’ın yanından bir saniye dahi olsun ayrılmamıştı. Arkadaşının başını küçük omzuna koymuş, onunla beraber ağlamıştı. Yamanın kendini odaya kapattığı zaman gidip kapısında bekleyen bir diğer kişi de Çınar’dı. O küçük yüreği arkadaşının acısına ortaklık etmişti. Yaman’ı o odadan çıkarmak için çok çabalamıştı.
Yedikleri içtikleri birdi. Tek bir dakikaları birbirlerinden ayrı geçmeyen bu iki dostun, aynı bardaktan su içmişlikleri de vardı, aynı tabaktan yemek yedikleri de. Bakkaldan birşey aldıkları zaman ikisi de kendi aldıklarını birbirleri ile paylaşırlardı.
İkisi de farketmezdi ama, Yaman kendi lokmasını küçük alır, Çınara büyük olan lokmayı verirdi. Çınar da aynı şekildeydi. Kendine küçük lokmayı alır, Yaman’a küçük lokmayı verirdi.
Yaman anlatmasa da Çınar onun derdini anlardı. Çınar Yaman’ın sessizliğini bile konuştu sayardı.
Öyleki, aynı yıl, aynı ay, aynı gün sadece bir kaç dakika arayla doğmuşlardı.
Aralarında darılmaca gücenmeye yoktu. Onların dostlukları farklıydı. Hiç bozulmamıştı, hiç de bozulmayacaktı.
Sare mevzusunda bile…
Kendini yine antrenmana kaptırdığı vakitlerde aklına birşey düşü verdi. Aslında aklına değil, kalbine.
Nefes’i görmek…
Yaman Nefes’i görmek istedi.
Şu iki hafta içerisinde hiç görmediği kızı, şimdi görmek istiyordu.
Aslında o günden beri görmek istiyordu. Ama bu duyguyu bastırıyordu. Onu görmemesi gerektiğini düşünüp başka şeylerle uğraşıyordu. Ama Nefes’i görme isteği artık bastırabileceği gibi değildi. İçinde yabancısı olduğu ve bir türlü anlam veremediği birşey vardı. Yaman adını bilmiyordu. Ama onun bir adı vardı.
Nefesi özlemek…
Nefesin Deniz mavisi gözlerini özlemek,
Nefesin hem zehir hem de şifa konusunu özlemek,
Denizkızını özlemek,
O en nadir gülüşünü özlemek, Nefes’i özlemek.
Adını bilmiyordu, ama bu özlemekti. Hasretti.
Ve şimdi, gidip onu görecekti. Başka çare mi vardı? Gözlerine bakmaktan başka.
Sadece Nefes anlatımıyla;
Hapishane güvenliğine avukat kimliğimi gösterdiğimde içeri girmeme izin vermişti. Yanımda bir gardiyan ile görüş alanına gidiyordum. Bugün görüş günü değildi. Ama ben onunla görüşmek için izin almıştım. Hapishane koridorlarında yürüyordum. Burası buz gibiydi, soğuktu, metal soğukluğu vardı. Sessizlik hakimdi. Koğuşların önünde bekleyen gardiyanlar vardı.
Gardiyan beni görüş alanına getirdiğinde, masaya oturup onun gelmesini bekledim.
Bir kaç dakika kadar kapı açıldığında içeri elinde kelepçelerle Selim Soykan girdi. Bakışları beni bulduğunda yüzünde şaşırmış bir ifade oluştu. Beni beklemiyordu. Ya karsını ya da oğlunu bekliyordu. Babası ve annesi de olabilirdi, kardeşleri de. Ama kızını değil. Beni değil.
Boş gözlerle bana doğru geldiğinde arkasındaki gardiyan parmaklarıyla on dakika işareti yaparak kapıyı kapatıp çıktı. Selim Soykan karşıma geçip oturduğunda kelepçeli ellerini masanın üzerine çıkardı sanki gözüme gözüme sokmak ister gibi.
”Neden geldin?” Diye sordu donuk bir sesle.
”Bilmiyorum, ayaklarım beni buraya getirdi.”
Öyleydi de, buraya neden geldiğimi bilmiyordum. Sadece gelmiştim. Neden gelmiştim? Onu görmek için mi? Nuna bir cevap bulamıyordum.
”Gideyim de ne halde olduğunu mu göreyim dedin?” Diye sordu nefretle.
”Sen bunu sonuna kadar hakettin. En başından bedi burada olman gerekiyordu, asıl evinde.” Dedim gözlerine bakarak.
”Sen o küçük aklınla bana hüküm mü kestin ha Nefes?”
”Adaletin kestiği hükme karşı gelememişsin bakıyorum da? Tıkılıp kapmışsın dört duvar arasına.” Derken onun az önceki sözlerini duymamazlıktan geldim.
”Ben buradan çıkamayabilirim, ama bu senin yanına kar kalabileceği anlamına geliniyor benim sevgili kızım.”
”Yalandan tehditler savurma Selim Soykan, sen buradan asla çıkamayacaksın. Ve bana da asla zarar veremeyeceksin.” Sessiz kaldı. Bir cevap vermedi. Gözümü korkutmak için yaptığını biliyordum. O selim soykandı, dediklerini sadece sözde bırakırdı.
Bir kaç saniye sustuktan sonra dudağında bir sırıtış belirtirken bana baktı. “Saçlarını kestiğim günü hatırlıyormusun? Ben hiç unutmuyorum. Nasıl ağlamıştın o gün. Nasıl yanmıştı canın. O uzun saçlarını kestim diye. Ayaklarıma kapanmıştın kesmeyeyim diye. Bende hep olduğu gibi seni duymayıp kesmiştim saçlarını.”
”Bununla övünüyor musun?”
”Hayır, geçmiş canını nasıl yakıyor çok iyi biliyorum. Çünkü senin canını yakan benim.”
Canımı yakmaya çalışıyordu. Burada oluşunun intikamını benden böyle alıyordu. Geçmişin tozlu defterlerini aralayarak benim canımı yakarak, benden intikam almaya çalışıyordu.
”Hatırlıyor musun? Sen soruma cevap ver.” Zevk alıyordu. Sesi keyifliydi.
”Hatırlıyorum,” dedim. “O geceyi en iyi ben hatırlıyorum. Saçlarımı kestikten sonra onları gözlerimin içine baka baka nasıl çöpe attığını çok iyi hatırlıyorum.”
”Saçların çok güzeldi. Belini geçecekti neredeyse uzunluğu. Simsiyahtı. Gece gibi.”
”Ama sen onlara kıydın.” Derken sesime nefret yansımıştı.
”Haketmiştin. O gece çok huzursuzluk çıkardın Nefes. Seni uyarmıştım. Defalarca kez seni uyarmıştım. Sözümü dinlemeyi tercih etmeliydin.”
Masanın üzerindeki ellerimi tutum.
”Annen seni elimden alamadı. Koruyamadı.”
”Annem zaten ne zaman beni senden koruyabildi ki?” Diye mırıldandım.
”Annenin bana karşı koymaya gücü yetmezdi Nefes. İstese bile.”
”Ama o hiçbir zaman istemedi,” sesim bir fısıltı gibi çıkmıştı.
”Ama şimdi bakıyorum da saçların uzamış, çok uzamış. Güzel. Uzun saç yakışıyor sana.” Gözleri saçlarımda gezindi.
”Çek o iğrenç gözlerini saçlarımın üzerinden” diye uyardım onu.
”Hala ağlıyormusun merak ediyorum. Saçlarım diye ağlıyormusun Nefes?”
Ağlıyorum, hala da o gece aklıma geldiğinde saçlarım diye, ağlıyorum.
Canımı nasıl yakacağını çok iyi biliyordu. Beni nereden vuracağını en iyi o biliyordu, babam.
Göğüs kafesimi bir huzursuzluk kapladı. O gece geldi aklıma. Saçlarım düştü zihnime.
”Gerçi saçların ne ki, sen gerçekten yanmışken, hala saçlarına mı ağlayacaksın” yutkunamadım. Yutkunamadığım için gözlerim yanmaya başlamıştı.
”Şu dört duvar arasında sıkışıp kaldın diye benden bu şekilde intikamını almaya çalışma. Başarılı olamıyorsun” derken gözlerimi gözlerine çevirdim.
”Başarılı olamasaydım, gözlerin böyle görünüyor olurmuydu? Kendi yarattığım enkazı en iyi ben tanırım Nefes. Ve sen o koca enkazsın.”
Ellerimi sinirle yumruk yaptığında, “Allah’tan tek dileğim, şu dört duvar arasında en acı şekilde ölüp gitmen Selim Soykan. Umarım, umarım şehadet haberin ulaşır kulaklarıma. Ve o gün benim bayramım olur” oturduğum yerden kalktığımda, “Bir zavallısın o kadar zavallısın ki artık ne yapacağını bilmiyorsun. Kafayı yemek üzeresin ve umarım öyle olur. Geber, Selim Soykan. Geber.” Dedim en içten şekilde. Nefretin hakimiyeti altına aldığı gözlerimi o iğrenç yüzünden çevirip önüme döndüğümde hızla kapıya doğru yürüdüm.
Hapishane’den çıktığımda derin bir nefes çektim içime. Gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.
Bu kadar zayıf olmak zorunda mıydım?
🩹
Gözümden yaşlar sessizce akarken dalgın bir halde kaldırımda yürüyordum. İleriden gelen adım seslerini duymama rağmen aldırış edip de kafamı kaldırıp önüme bakmadım. Eve yaklaştığımı biliyordum sadece.
“Denizkızı,” diyen tanıdık sesini duyunca afallamış bir şekilde kafamı kaldırıp ona baktım. Gözleri zaten benim üzerimdeyken aramızda çok bir mesafe yoktu. Dört adım kadar bir mesafe.
Benim aramıza ördüğüm kadar bir mesafe.
Gözleri yüzümde dikkatlice gelindiğinde sanki birşey dikkatini çekmiş gibi o dört adımlık mesafeyi anında kapadı.
Tüm mesafeleri çiğneyip bana geldi.
Kafasını eğerek yüzüme daha yakından
baktı. Ağladığımı gözümdeki yaşları görmüş olacak ki kaşları şaşkınlıkla yukarı çatıldı. Bir anda eğildiğinde benim boyumla aynı hizaya geldi boyu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında baş parmağı ve işaret parmağı ile çenemin ucunu tutu.
”Şşt ağlama,” dedi dudaklarında anlam veremediğim buruk bir gülüş varken gözlerime bakarak, “Yazık etme deniz mavisi gözlerin,” dediğinde yüzümü avuçlarının arasına aldı ve ondan hiç beklenmeyecek bir hareketle baş parmaklarıyla gözlerimdeki yaşı sildi.
Yakınlığı ve az önceki beklenmedik hareketti kalbimin atışını hızlandırmıştı. Yakınlığı nefes alışımı engellerken, gözleri gözlerime fazla yakındı.
”Böyle deniz mavisi gözlerin var ve sen onlara ağlayarak yazık mı ediyorsun?” Sesi sıcacıktı.
”Deniz mavisi mi?” Diye soran sesim hem şaşkın hem de ağlamaklıydı.
”Kimse bu zamana kadar gözlerinin rengini söylemedi mi?” Gülüşü daha da derinleşti. “Senin gözlerin deniz mavisi”
Hayır, bunu bana söyleyen ilk kişi sensin.
Gözlerimin rengini farkeden ilk kişi, Karayeldi.
Benim tüm ilklerim, Karayeldi.
“Yaa, hiç bilmiyordum.” Derken akan burnumu çektim.
”Sana gözlerine dikkatli bakmıyorsun demiştim”
”Ama sen bakıyormuşsun” dediğimde dudaklarındaki o gülüş bir anda dudaklarında asılı kaldı, bir anda ellerin yüzümden çektiğinde geriye çekildi.
Anlam veremedim bu davranışına.
”Nerden geliyorsun sen?” Diye sordu konuyu hemen değiştirerek.
”Öyle bir dolaşayım dedim” diye cevap verdim.
”Neden ağlıyordun peki, kızım sen hiç ağlamadan duramıyormusun?” Diye soran sesi sitemliydi.
”Bilmiyorum, öyle dalmışım, ağlayası gelmiş demek ki gözlerimin.”
”Ağlayası gelmiş?” Diye sorduğunda kaşları çatıktı.
”Tabi ya, ağlayası gelmiş.” Diye onayladım onu kafamı sallayarak.
”O zaman söyle o gözlerine bir daha ağlamasın, ağlayınca çirkin oluyormuş”
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Yalnız onlar benim gözlerim,”
Kafasını sallayarak beni onayladı, “biliyorum, bende inkar etmedim zaten.”
”Benim gözlerime dedin sen onu. Yani ağlayınca çirkin olan benim.”
Güldü, “Çocuklar gibi nazlanacakmısın Denizkızı.”
Hiç de bile.
Güldüm. Birbirimizin gözlerine bakarak güldük. Gözlerine baktım, güldüm. Gözlerime baktı, güldü.
Gülümsemesi hala dudaklarındayken, “Söylesene, sevdiğin hiç birşey yok mu senin?” Diye sordu.
Beklenmedik sordu karşısında dudaklarım büzdüm. “var tabi. Mesela deniz kenarında yürümeyi çok severim. Gökyüzünü seyretmeyi çok severim. Laleleri çok severim. Özellikle de kırmızı laleleri. Gün batımını severim. Saçlarımın rüzgarda uçuşunu severim. Yani sevdiğim şeyler var.”
“Gel benimle,” dediğinde arkasını döndü. Boş boş göz kırpıştırarak baktım ona. Gelmediğimi anlayınca bana döndü. Elini uzatarak elimi tutu, “Gel Denizkızı” diyerek beni peşinden sürüklemeye başladığında birşey demeden gittim peşinden.
🩹
Kafamı çevirip arabanın camından dışarı baktım. Deniz kenarın gelmiştik.
Beni deniz kenarına getirmişti.
Arabanın kapısını açıp arabadan bir sevinçle indiğimde, koşar adımlarla denize ilerledim. Gözlerim denize bakarken parıldadı. Dudaklarımda kocaman bir gülümseme oluştuğunda kendi etrafımda dönmeden edemedim. Kollarımı açarak kendi etrafımda dönmeye başladığımda saçlarım da benimle beraber uçuşmaya başlamıştı. Hiç durasım gelmiyordu. Dakikalarca böyle dönebilirdim.
Dönmeyi bıraktığımda, etrafıma baktım. Deniz dalgalıydı. Bir insan dahi yoktu burada bizden başka.
”Beni neden buraya getirdin?” Diye sorduğumda omzumun üzerinden ardımdaki Yaman’a baktım. Fakat ondan bir cevap alamadım. Her zaman olduğu gibi, yine susmayı tercih etti. Derin bir nefes verdiğimde yüzüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Ayağımdan ayakkabılarımı çıkardığımda, çoraplarımı da çıkarıp ayakkabımın yanına bırakıp denize daha da yaklaştım. Denizin soğuk suyu ayaklarıma dediğinde içim titredi. Gözlerimi yumduğumda denizin o serin kokusunu tüm ciğerlerime çektim.
Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştuğunda içimde küçük bir kız çocuğunun sevinci vardı.
İçimde, küçük Nefes’in sevinci vardı.
Çünkü bugün, küçük Nefes’in bir hayali daha gerçekleşmişti.
Üzerimdeki bol paça pantolonun paçalarını tutum. Denizin suyunun içindeyken ayaklarım denizin kenarında koşmaya başladım. Yıllardır yapmak istediğim şeyi yaptım. Koştum, koştum koştum. Saçlarım esen rüzgarla yüzüme yüzüme uçuşurken, arkamdan gelen sese baktım. Yaman da ayakkabılarını çıkarmış, üzerindeki montu yere bırakmış tıpkı benim gibi suyun arasında peşimden koşuyordu. Dudaklarımdaki gülümseme daha da çok büyüdüğünde yüzümü kapatan saçlarımı geriye attım ve önüme dönerek koşmaya devam ettim.
Kahkahalar atarak koşarken sular ayaklarımı ve paçalarını tutuğum pantolonumu ıslatıyordu ama umrumda değildi.
Çünkü huzurluydum, ilk defa.
Çünkü mutluydum, ilk defa.
çünkü ilk defa bu kadar çok gülüyordum.
Yaman sayesinde. Ve Yaman’la.
Ben koştum, saçlarım uçuştu, Yaman öncesinde peşimden koşturdu, sonra da yanımda yer aldı beraber koştuk. O dudaklarında yarım yamalak bir gülümsemeyle baktı bana, ben dudaklarımdaki kocaman gülümsemeyle baktım kahveliklerine.
Yazar Anlatımıyla;
Şu hayatta hiçbir şey boşuna olmaz. Birşey yaşanıyorsa ve oluyorsa olması gerektiği içindir. Kimse kimseyle rast gelemez. Bir karşılaşmayı kalkıp da tesadüfe bağlayamayız. Denk gelişleri görmezden gelmek olmaz.
Denk gelinir, çünkü kader denk geldiğim kişiyle yollarını çok uzun zaman önce birbirine den getirmiştik.
Karşılaşırsınız, çünkü gözlerinizin birbiriyle göz göze gelmesi gerekir. Çünkü ruhlar birbirine bakmak zorundadır. Ayrı düşseniz de, ayrı kalsanız da, beraber olsanız da.
Hayat, bizleri her zaman aslında ömrümüzün sonuna kadar aklımızın bir köşesinde var olmaya devam edecek o insanlarla bir kere de bin kere de olsa denk getirir. Bazı şeyler yaşanır, günün birinde hafızalarımızda silik bir anı olarak kalsa da, unutsak da, hiç unutmasak da, yaşanır.
Yaşanmamış hiçbir şeyi anımsamayız, yaşanmalı ise asla unutamayız.
Hani, hep derler ya kader ağlarını ördüğü vakit iki insan asla kopamaz birbirlerinden diye.
Kader ağlarını öre bile iki insan birbirinden kopar. Bedenler ayrı düşer, ruhlar bağlı kalır.
En çok da birbirine aykırı ruhlar, hep aynı noktada bedenleri çoktan gitmiş olsa bile kalır orada.
Giden ikisidir, kalan ruhlar.
Sarı saçlarını bugün açık bırakmıştı Sare. Üzerine üşümemek için beyaz montunu almıştı. Atkısını iyice sarmıştı burnuna, aslında hava o kadar da soğuk değildi. Karlar çoktan erimişti. Ama Sare yine de en ufak soğukta üşüyordu. Ve hasta olmak hiç istemiyordu çünkü hastalanınca çok nazlı oluyordu. Bu yüzden önlemini alıp sıkı giyiniyordu her zaman.
Dışarıdaydı, rota ise belliydi. Gideceği yerin yollarını ezbere biliyordu. Kime gideceğini biliyordu. Ezbere biliyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü, uzun boylu, beyaz tenli bir delikanlıyı görmeye gidecekti. Gerçi onu orada bulabilecekmiydi bilmiyordu ama yine de çıkmış gidiyordu. Limanda olmayabilirdi. Karakolda olabilirdi. Eğer limanda değil ve karakoldaysa yapacak birşey yoktu. Gidip orada otururdu, gelmesini beklerdi.
Aslında onu arayabilirdi. Nerede olduğunu kendisine sorabilirdi. Ama utanıyordu. Zaten karşısında kızaran yanakları onu ele veriyordu. Bir de arayıp da iki kelimeyi bir araya getiremezdi. Normalde bu kadar utangaç biri değildi Sare. Ama konu Çınar olduğu zaman utangaçlıktan yerin dibine girecekti neredeyse.
Eli ayağı birbirine karışıyor, kelimeleri doğru seçemiyor, gözlerine bile düzgünce bakmayı beceremiyordu. Çınarı yüzüne bakmadan onunla konuşmak daha kolaydı. Bu yüzden çoğunlukla onunla konulurken yüzüne bakmaktan kaçınıyordu Sare. Ama bir yandan da yüzüne bakmak istiyordu. Gözlerine bakmak istiyordu. Ama işte utanıyordu, yapamıyordu.
En son çınarla geçen hafta görüşmüşlerdi. Son görüşmelerinden bu yana onu görme isteği vardı sürekli Sarenin içinde. Çınarı görmek istiyordu. Onu aramak, sesini duymak, yanında olmak istiyordu. Sare, çınarın varlığını yanında hissetmek istiyordu. Çınarın yanı güvenliydi.
Son bir kaç aydır durum buydu. Sare sürekli olarak Çınarı rüyasında görüyordu. Sabahları gözünü açtığında aklına düşen ilk kişi Çınardı. Gözünün önüne gelen ilk yüz de Çınardı. Gün boyu hiç durmadan düşündüğü aklından gitmeyen de Çınardı. Sare çınarla kafayı bozmak üzereydi.
Yirmi iki yıldır hayatında olan adam neden şimdi bu kadar çok umrunda olmaya başlamıştı?
soğuktan üşüyen ellerini cebine koydu ve yürümeye devam etti.
Artık yabancısı olmadığı limana gelmişti. Gözleri etrafı tarıyordu. Çınarı arıyordu. Ama aradığını bulamadı. Çünkü Çınar burada değildi. Anlaşılan bugün limana uğramamıştı.
Çınar görevden uzaklaştırma aldığı zaman uzun bir süre limanda çalışmıştı. Balığa çıkmıştı, limanla ilgilenmişti. Şimdi ise göreve geri döndüğü için limana çok az uğruyordu. Arasa bir geliyor iki etrafı kolaçan ediyordu.
Sıkıntılı ve huzursuz bir nefes verdi Sare. Omuzları çöktüğünde bunca yolu gelmişken boşuna geri dönmek istemedi. Kayalıklara doğru yürüdü. Kayalıkların üzerine çıktığında buraya her geldiğinde oturduğu kayalığa tekrar oturdu.
Çenesini atkısına gömdü gözlerini ileriye dikti. Bekledi. Neyi beklediğini bilerek bekledi. Onu görmemenin huzursuzluğu canını sıksa da bekledi.
Yarım saat sonra arkasında bir gölge belirdiğinde kafasını çevirip aramasına baktı.
”Sen,” derken şaşkındı. Karşısındaki Çınardı. Ona ayakta durarak tepeden bakıyordu.
Bundan yarım saat önce limanda çalışan bir çocuk arayıp çınara sarenin geldiğini haber vermişti. Sare gelirse haber vermesini ona Çınar söylemişti.
”Ben, sarışın ben.” Dediğinde Sarenin yanındaki yerini aldı Çınar. Sare hala şaşkın gözlerle Çınara bakarken günler sonra onu gördüğü için gülmemekte kendini zor tutuyordu Çınar. Şu geçen bir haftada onu o kadar çok özlemişti ki, sareyi kendine çekip ona sımsıkı sarılmamak için kendini zor tutuyordu.
”Neden geldin buraya?” Diye sordu Çınar Sare’ye.
”Sen neden geldin?” Diye sordu Sare. İkisi de önüne bakıyordu. Sare bacaklarını kendine çekmiş, kollarını iki yandan bacaklarına sarmıştı.
”Ben zaten işim bitince buraya uğrayacaktım. Gelmişken seni gördüm.” Diye cevap verdi Çınar.
Bir nefes verdi Sare. “Bende bir hava alayım diye çıktım” diye cevap verdi.
ikisi de gerçeği birbirlerine söylemedi.
Çınar, seni görmek için geldim diyemedi.
Sare, senin için geldim diyemedi.
“Sarmışsın yine kendini, küçüklüğündeki gibi.” Derken dudaklarında bir sırıtış oluştu Çınarın.
Kafasını çevirip önce çınara baktı, sonra da dönüp üzerine baktı. “Ha,” dedi yeni algılamış bir şekilde. “Hasta olmak istemiyorum.” Diye cevap verdi.
”Doğru, sen en ufak bir soğukta hasta oluyordun. O yüzden Züleyha abla seni küçükken hep iki kat giyindirirdi. Üşümeyesin diye.”
Kaşları çatıldı Sare’nin.
”Hatırlıyorsun?”
Hiç unutmadım ki, diyemedi Çınar. Seninle ilgili en ufak detayı bile hatırlıyorum diyemedi. Sessiz kalmayı tercih etti.
”Sense hiç hasta olmazdın. Çok nadir hasta olurdun. Okula gitmek istemediğin zaman kendini hasta olmaya zorlar, başaramazdın.” Diyerek Çınarın küçüklüğüne değindi Sare.
Kafasını çevirip Sare’ye baktı Çınar. “Hatırlıyorsun?”
Kafasını salladı Sare. “Hatırlıyorum” diye cevap vererek Çınar gibi sessiz kalmadı.
Bir nefes verdi Sare. Rüzgardan uçuşan saçları gözünün önüne geliyor, hem ağzına giriyor hem de önümü görmesine engel oluyordu. Sare ise sadece geriye atarak buna engel olmaya çalışıyordu. Bu durum dikkatini çekti Çınarın. Bir süre sareyi o şekilde izledi.
Aslında çok güzel görünüyordu Sare böyle. Tam gün batımın karşısında, sarıyla kızıllığın arasındaki turuncunun ortasında kalmış, batan güneşin ışığı üzerine vururken rüzgardan uçuşan saçları ve sarenin saçlarını her defasında geriye atmaya çalışması Çınar için eşsiz bir görüntüydü. Bıraksa, sabaha kadar sareyi böyle izleyebilirdi.
”Akşam güneşi güzele vururmuş derler.” Derken buldu bir anda kendini Çınar. Kafasını çevirip çınara baktı Sare. “Anlamadım?”
”Yani,” diye geveledi ağzının içinde Çınar. “Güneş tam sana vuruyor.”
Çınarın ne dediğini anladı Sare. Dudaklarında beliren gülümsemeyi çınarın görmemesi için hemen kafasını öbür tarafa çevirdi. Kalbi teklediğinde çınarın iltifatı karşısında eriyip gitti.
”Saçlarını örmemi ister misin?” Diye sordu en nihayetinde Çınar daha fazla dayanamayarak.
”Saçlarımı mı?” Diye sordu Sare.
Hızla kafasını salladı Çınar. “Rüzgar seni rahatsız ediyor sanırım. Saçlarını sürekli geri itip duruyorsun. İstersen örebilirim saçlarını.”
Ne diyeceğini bilemedi Sare. Dili tutulmuşa döndü Çınarın karşısında. Ama sessiz bir cevap verdi. Bileğindeki tokasını çıkarıp çınara uzattı. Sarenin sessiz cevabı karşısında dudaklarında derin bir gülümseme oluştu çınarın. Tokayı sarenin elinden aldığında Sare arkasını çınara döndü. Çınar Sarenin hala rüzgardan uçuşan saçlarını bir araya topladığında üçe ayırdı kızın saçlarını. Birini elinde tutarken birini onun altından geçirdi. Sarenin saçlarını örmeye başladığında ilk defa sarenin saçlarında sevdiği yasemin kokusu ulaştı burnuna.
Bu koku hoştu, güzeldi, farklı bir hissiyatı vardı. Bunca yıl bu kokuyu nasıl sevmezdi anlamadı Çınar.
Çınar saçlarını örerken karnında bin tane kelebek uçtu sarenin. Karnı kasıldı, kelebekler dört bir yansan sardı karnını, karnı gıdıklandı. Yanakları kızardı. Kalbi Çınar onun saçlarına dokundukça kül küt attı.
”Hatırlıyor musun? Küçükken de saçlarımı böyle örerdin arada bir.” Diyerek tozlanmış bir anının kapağını araladı Sare.
”Hiç unuturmuyum.” Derken Sarenin saçlarını örme işlemi bitmek üzereydi çınarın. “Senin saçlarını örmek için öğrendim ben saç örgüsü yapmayı” bu beklenmedik itirafı karşısında çekinmedi Çınar. Kaçınmadı gocunmadı. Artık bazı şeyleri içinde tutmak istemedi. Kalbinden geçip dilinin ucunda biteni söylemeyip yutmak istemedi. Evet, belki şuan duygularını tam anlamıyla tercüme edemiyor olabilirdi. Buna kendini belki de hazır hissetmiyordu. Ama bazı detayları es geçemezdi.
Hayatındaki Sare gibi önemli detayları, es geçemezdi.
Sare gibi de değil, direk Sare.
Daha da çok kızardı Sare’nin yanakları. Karnındaki kelebekler uçuşlarını hızlandırdı. Kalbi göğüs kafesini delip geçecek cinsten hızlı attı. Nefesini tutu, bırakmadı. Çınarın itirafı karşısında ne yapacağını ve ne diyeceğini bilemedi. Kalbi eridi, içi sıcacık oldu. Küçük bir kız çocuğunun sevinci sardı sareyi.
Küçükken eline kalpli balon verilen bir çocuk gibi, istediği renkte yapılan pamuk şeker yiyen bir çocuk gibi, sevindi, mutlu oldu. İçi kıpır kıpır oldu. Ve derin bir oh çekti. Sessiz derin bir oh.
Tüm duyguları yoğun bir şekilde yaşamaya başladığında biraz daha yaklaştı kalbi Çınara. Artık aralarında mesafe kalmayacak kadar…
Senin saçlarına dokunabilmek için Sare.
Senin saçlarını ben örebilmek için Sare.
Seninle biraz daha vakit geçirebilmek için.
Çınarın bile kendine itiraf edemediği, farkına bile daha yeni vardığı bir gerçek vardı.
”Neden ki? Neden benim saçlarımı örmek için örgü öğrendin?” Diye sordu Sare masum masum. Çınar Sarenin tokasını saçına bağladığında geriye çekildi. Sare örgüsünün ucunu tutup omzunun üzerine aldığında dönüp çınara baktı.
Sarenin kırpıştırdığı maviliklerine baktı Çınar.
”Hatırlamıyorum o kadarını. Öğrenmişim işte.” Diye geçirştirmeye çalıştı Çınar.
”Halamın örgüsünden ziyade senin saçımı örüşünü daha çok beğeniyordum. Yani becerebiliyordun bu işi” dediğinde gülümseyerek çınarın gözlerine baktı Sare.
Bir hafta boyunca annesinden saç örgüsü nasıl yapılır öğrenmeye çalışmıştı. Annesi neden öğrenmek istiyorsun diye sorduğunda bir cevap vermiyordu. Annesini saçını kullanmıştı kendine saç örmeyi öğrenmek için. Her gün annesinin saçını örmeye çalışıyordu. Örmeyi öğrendiği zaman da koşa koşa soluğu sarenin yanında almıştı. “Bak artık saçlarını ben örebilirim” diyerek örmüştü o gün sarenin saçlarını.
”Beğenmen hoşuma gitti” derken gözlerini sarenin gözlerinden ayırmıyordu. Fakat Sare gözlerini hemen çınarın gözlerinden kaçırıp başka bir tarafa çevirdi.
İki okyanus, iki mavi, iki kalp, tek bir yürek, tek bir kalp, tek bir aşk, sevda, sevdalık, Sare ve Çınar.
🩹
Kimileri bazı şeyleri yoluna koyarken, mutlu olmayı denerken ve mutlu olmayı başarabilirken. Kimileri sevmeye başlarken, sevgiye sahip çıkmayı bilirken, yan yana gelmeyi becerebilirken, kimileri de ayrı düşerdi. Kalpleri birbirleri için atsa da, ayrı düşerlerdi.
Tıpkı, Roza ve İlyas gibi.
Her bakımdan birbirlerine zıtlardı. İkisinde de keçi inadı vardı. Bir arada, yan yana, didişmeden durmaları imkansızdı. Ama onlar böyle anlaşıyorlardı. Birbirlerine böyle aşık olmuşlardı. Sürekli birbirleriyle uğraşarak, her defasında birbilerine laf çarparak, kavgalar ederek, birbirlerine bulaşarak. Onlar böyle sevmişlerdi birbirlerini. İlyas, Rozayı sevmeye başladığını sürekli onunla uğraşmak istediği zaman anlamıştı. Rozanın ona hakaret etmesi, ona diklenmesi, inat edişi her defasında biraz daha hoşuna gitti ilyasın. Etkilendi, gerçi İlyas Rozadan daha onu ilk gördüğü an etkilenmişti. O yolda, düğünde üzerine bilerek vişne suyu dönüşünde, İlyas zaten Rozadan etkilenmişti.
Roza ona evlenme teklifi ettiğinde hisleri biraz daha yoğunlaştı. Ve sonra Rozayla her vakit geçirdiklerinde, kafasını Rozanın dizine yakaladığında, kahvaltı sofrasında onunla yan yana oturduğu zamanlar, işten çıktığı zaman eve gelirken alması gerekenler için Roza onu aradığında, istediklerini aldığında Rozanın ona o sıcak gülüşüyle her bakışında, o gece Rozayla aynı odada uyuduğunda, o karlı akşamdaki anları, İlyas Rozayla her vakit geçirdiğinde Rozaya biraz daha çekildi, biraz daha bağlandı ve duyguları giderek daha da yoğunlaştı. Ve İlyas, sonunda Rozaya aşık oldu.
Ve İlyas için şu dünyadaki en güzel şey, Roza’ya aşık olmaktı.
İlyas için tek güzel şey, Roza’ydı.
Roza, ilyasın kimsesizliğini doldurmaya gücü yeten tek kişiydi, her ne kadar kendisi bunu bilmese de, İlyas Rozayla geçirdiği her vakitte kimsesizliğinim unuttu.
İlyasın hüzün dolu hayatına tüm neşesiyle belki de Roza ışık tutabilirdi.
Korkusunu yenebilirse.
Aldığı nefesler artık göğsüne dar geliyordu İlyasın. O kıza bu kadar bağlanmış olacağını tahmin etmiyordu. Ondan ayrı geçirdiği iki haftada bu kadar zorlanacağını, onsuzluğun canına bu kadar tak edeceğini bilmiyordu. Ama Rozasızlık artık tak etmişti. Sıkıntılıydı, dardaydı, daralmalardaydı. Ondan ayrı geçirdiği her saniye huzursuzluğu yakasını bir türlü bırakmıyordu.
Onu görmek istiyordu, ona gitmek istiyordu. Ama gidemiyordu. Kırgındı, kızgındı ve inattı. İlyas da Roza da inattı.
Günlerdir bir otelde kalıyordu. Trabzonun dışında. Telefonuna bakıyordu sürekli, Rozadan bir arama veya herhangi bir mesaj varmı diye. Fakat hayır, Rozadan ne bir mesaj vardı, ne de bir arama. Yaman, Çınar, Nefes günlerdir sürekli olarak onu arıyorlardı. Nefes üst üste defalarca kez mesaj atmıştı. Yaman bir sürü eşsiz küfürlü söve söve mesajlar atmıştı. Çınar yakında hakkında arama emri çıkaracağını bile söylemişti bir mesajında. Ama İlyas kendini öyle bir kapatmıştı ki hayata, hiçbirinin mesajlarına cevap vermiyordu.
Tek bir kişiden mesaj bekliyordu. Bir tek de ondan mesaj gelmiyordu zaten. Oysaki İlyas Rozanın tek bir lafına kapandığı yerden çıkacak koşa koşa ona gidecekti. Ama Roza, bir türlü mesaj atmıyordu. Fakat artık daha fazla dayanamayacaktı İlyas. Daha fazla sürdürmeyecekti bu ayrılığı. Beraber ol ak istediği kadından daha fazla uzak duramayacaktı.
Ceketini aldığı gibi odadan çıktı.
Rozaya gitmek için…
Kalbinin attığı yere gitmek için…
Hasret kaldığına gitmek için…
🩹
Günler geçmişti, iki hafta olmuştu. Roza ilyasın olmadığı evde bir gün olsun gülmemişti. Göğsü ağlıyordu, çünkü İlyas yoktu. Ruhu daralıyordu, çünkü İlyas yoktu. Gülemiyordu, çünkü İlyas yoktu. Eğlenmiyordu, çünkü İlyas yoktu. Renkler yokmuş gibi geliyordu Rozaya. İlyas’tan bir haber alamadığı her gün daha da üzüntüye boğuluyordu. Gözlerinin içine baktığı zaman küt küt atan kalbi, gittiği günden beri sanki atmayı bırakmıştı.
Günlerdir yaptığı tek şey uyumaktı. Ne yemek yemek istiyordu, ne uyanmak. Sadece uyumak ve o yataktan hiç çıkmamak istiyordu.
Nefes’e ‘Neden böyle yapıyorsun. Neden seni bu kadar üzmesine izin veriyorsun. Neden kendine gelmiyorsun?’ Diye sorduğu zamanların cevabını onu anlayarak alacağını bilmiyordu. ‘Bu kadar çok mu aşıksın ona Nefes?’ Diye sorduğunda kendisine dolu gözlerle bakan kızın sessizliğinin cevabını aşık olmaktan deli gibi korktuğu adama en beter şekilde aşık olunca alacağını bilmiyordu.
Roza İlyas’a aşık olduğunu onu kaybedecek raddeye geldiğinde anlamıştı. Sırf onu kendinden uzak tutmak için ne dediğini bilmeden konuşmuştu o gece öylece. Gideceğini düşünmemişti. Kırılacağını düşünememişti. Sözlerinin onu yakalayacağını düşünmemişti.
Ama Roza böyleydi. Cümlelerinin sonunu düşünmezdi. Dobraydı. Öyle konuşurdu ulu orta herşeyi. Kim kırılmış, kim alınmış ilgilenmezdi. Ama bu sefer kırılan kalbiydi. Kırdığı kalbiydi.
Roza İlyasa aşık olmamak için çok direnmişti. Çok çabalamıştı. Kalbine söz geçirmek için elinden ne geliyorsa yapmıştı. İtmişti, kovmuştu, inkar etmişti, inat etmişti. Ama yapamamıştı. Çünkü İlyas bir şekilde gelip kalbine yer etmişti. Roza hep aşık olup da babası gibi terkedilmekten, annesi gibi de terketmekten korkuyordu. Bu yaşına kadar aşkın insana yaradan başka birşey getirmeyeceğini düşünürdü. Çünkü her aşk, bir gün yarım kalırdı. Babasının aşkı yarım kalmıştı, tek kişilik ya da karşılıklı her aşk bir gün yarım kalır derdi. Aşktan kaçardı. Hayatında bir erkeğe arkadaşlık dışında yer verdiği olmamıştı. Ama İlyas farklıydı. Arkadaş olamayacak kadar, sıradan biri gibi davranamayacağı kadar farklı.
O ela gözlü adamın yeri farklıydı.
Aralarındaki didişme Rozayı farklı bir girdabın içine almıştı. Ve bırakmamıştı. Bir süre sonra ilyasın sürekli olarak kendisini uyuz etmesi, gıcık etmesi, kendisine bulaşması Rozanın hoşuna gitmeye başlamıştı.
İlyasız yapamıyordu. Olmuyordu, olduramıyordu. Nefesten falan hakkında birşeyler öğrenmeye çalışmıştı, ama yok. Adamdan tek bir haber yoktu. Nerdeydi nasıldı iyimi kötü mü bilen yoktu. Bu da Rozanın daha da endişelenmesine neden oluyordu. Aramak istiyordu, eli telefona gidiyordu ama yapamıyordu. Mesaj atmak istiyordu, inadı buna müsade etmiyordu.
Roza hep inatçıydı. İstemediği birşeyi kimse ona yaptıramazdı.
Ama artık inatçılığı bir kenara bırakmıştı. Çünkü kalbindeki aşk, inadına daha ağır basıyordu. İşte bu yüzden düşmüştü yollara. Nereye gittiğini bilmeden arıyordu kalbini. Bulacakmıydı, orası meçhul. Ama aramaktan vazgeçmeyecekti. Saatlerde sürse arayacaktı.
Eli bağrında ilyası arıyordu. Ayakları onu nereye götürüyordu bir fikiri yoktu. Öylece düşmüştü yollara, gidiyordu. İleriden gelen bir araba gördü. Araba gözüne tanıdık geldiğinde gözlerini kısarak ilerideki arabaya baktı. Araba kendisine yanaştıkça arabadaki yüzü seçebildi.
İlyas.
İki hafta sonra yüzünü gördüğünde kalbi hızla atmaya başladı Rozanın. Arabasını tam Rozanın önünde durdurdu İlyas. Kısa bir süre Rozayla göz göze geldikten sonra hiç beklemeden arabadan indi.
”İlyas” dedi Roza hasretli ve titrek bir nefesle. Hiç durmadı. İlyas’a doğru koşmaya başladı. İlyas ise sadece Rozanın kendisine gelmesini bekledi. Kollarını açarak İlyas’a koştuğunda ve ona vardığında sıkı sıkı sarıldı İlyas’a. Bir elini ilyasın boynuna yerleştirdiğinde diğer elini omzunun üzerinden sırtına attı Roza. Sıkıca sarıldı. İlyas ise iki koluyla Rozanın belini sıkıca sardı. Hiç bırakmayacak gibi.
İlyasın omzuna ard arda öpücükler kondurdu Roza. Rozanın kokusunu içine çekti İlyas.
Geriye çekildiklerinde Rozanın gözleri boncuk boncuk dolmuştu. Bunlar hasrettendi.
”Ben birşey diyeceğim ve sende doğru cevap vereceksin?” Derken kolları hala Rozanın beline sarılıydı ilyasın. Rozanın elleri ise İlyasın belini saran kollarındaydı. Kafasını sallayarak ilyası onayladı.
Derin bir iç çekti İlyas.
”Benim kalbim sana var, çilli. Peki ya senin kalbin bana var mı?”
İlyasın gözlerine umut dolu gözlerle baktı Roza.
”Benim de kalbim sana var, ela gözlü adam” derken dudaklarındaki gülümsemeye engel olamadı Roza.
Dumura uğramış ifadesi hemen dağıldığında, “Sahi mi?” Diye sordu İlyas inanamayarak.
Kafasını tatlı tatlı salladı Roza.
”Sahi. Benim kalbim bir tek sana var, Sural.” Diye ekledi.
ve İlyas en güzel itiraf karşısında dili tutulmuşsa döndü.
Alttan alttan ilyasın yüzüne bakarken dilinin ucuna gelen şeyi nasıl söyleyeceğini bilemedi Roza. Al dudağını dişlediğinde, “Bir şey diyeceğim,” dedi çekinerek. Utanmaya başladığı sırada, “Beni öpsene ya sen!” Diye pat diye yapıştırdı lafı adamın suratına.
Duyduklarına inanamayarak kahkaha attı İlyas.
”Ciddimisin sen?” Diye sordu gala gülerken.
”Şaka yapar gibi bir halim mi var? Öpüyormusun yoksa ben vaz mı geçeyim?”
”Arsızlıkta sınır tanımıyorsunuz.” Diye takıldı İlyas.
”Nikahlı kocamdan mı utanacağım.” Diyerek iste çıktı Roza.
Rozaya en güzel cevabı yüzüne doğru eğilerek ve dudaklarını Rozanın dudakları ile buluşturarak verdi İlyas.
🩹
Ruhum yanında nefes alıyor, anlıyoru musun?
Kalbim, senin yanında bir tek böyle atıyor.
O günden sonra bir gün daha geçmişti. Geceydi, sokakta kimseler yoktu. Tek başınaydı. Ellerini atmış montunun cebine, gecenin esen sert rüzgarına karşılık yürüyor.
Alıştığı rüzgar artık onu çok rahatsız etmiyor. Trabzonun havası ayrıdır diyor, yürümeye devam ediyor.
Yürürken aklında bir kaç an var. Ve o tüm anların içinde ise tek bir sima çok net görünüyor. Gözleri fazla net, mavilikleri çok tanıdık, çok yakın.
Dalmış bir şekilde önüne bile bakmadan yere bakarak yürürken aklı başka yerlerdeydi.
Bir gün öncesini düşlüyordu.
O deniz kenarında kalmış aklı, yaşanan tüm anları en canlı renkler ile hatırlatıyordu ona.
Canlı renklerle.
Hayatında siyahtan başka bir renk olmayan, tüm anıları siyaha boyanmış adamın ilk defa bir anısı en canlı renklerle boyanmıştı. Renkler vardı ama siyah hiç yoktu. Kırıntısını aradı. Siyahın kırıntılarını aradı ama bulamadı.
Renkler her yere bulaşmıştı, siyaha hiç yer yoktu o anıda.
Çünkü o anının içinde, o anda Nefes vardı.
Siyahı silen, yerine renkleri getiren Nefes’ti.
Gözlerinin önünde Nefes’in o bir çocuk misali kendi etrafında dönüşü canlandı. O uzun saçlarının ahenkle savruluşu, kazındı aklına. O suyun içinde koşturmaya başlayışı, saçlarının rüzgarda uçuşup yüzüne düşmesi.
O an ne kadar güzel göründüğünden haberi var mıydı?
Yaman’ın dudaklarında belli belirsiz bir sırıtış oluşurken kafasını kaldırıp geldiği yere baktı.
İlyasların evi.
Tam Nefesin odasının camının önündeydi.
Nasıl gelmişti buraya? Farkında bile değildi. Öylesine bir hava almaya çıkmıştı. Şimdi burada ne işi vardı.
Bir nefes verdiğinde, etrafına bakındı. Gecenin geç saatiydi. Kimse bu saatte ve bu havada sokaklara çıkmazdı. İlyasların evinde de büyük ihtimalle bu saate herke uyuyordur diye düşündü. Ve aklına gelen deliliği yapmakta hiç sorgulamadı ve gözleri bahçeyi tararken bir merdiven aradı.
Evet, yapacağı şey belliydi. Nefesin odasına tırmanmak. Buraya kadar gelmişken onu görmeden gidemezdi değil mi?
Bahçenin içinde dolaşmaya başladı. Bir merdiven aradı. Kalkıp da direk kapıdan giremezdi. İlyas’a yakalanırsa bu iyi olmazdı. İlyası da geçti, karısından korktu. Evet, Yaman bile Rozanın çenesinden nasibini almaktan kokuyordu. Gözleri etrafta gezerken ilerideki bir cam ağacının hemen yanındaki duvarda yere yatay bir şekilde koyulmuş merdiveni gördü. Merdivene doğru ilerledi. Ağacın dibindeki merdiveni eğilip yerden aldığında, merdiveni taşımaya başladı.
Merdiveni Nefesin camının önüne getirdiğinde merdiveni duvara yasladı sessizce. Kafasını kaldırıp merdivene ve Nefesin camıyla arasındaki mesafeye baktı. Merdiveni olduğu yere sabitlediğinde emin olduğunda ise bir ayağını merdivenin bir basamağına attı. Elleri merdivenin kenarlarını sıkıca tutmuştu. Bir basamak çıktığında bir yukarıyı kontrol ediyordu, bir etrafını, bir de aşağıyı.
Basamakları dikkatle teker teker çıkarken içinden düşmemeli diliyordu. Son bir kaç basamak kaldığında Nefesin odasının camına varmak üzereydi. Nihayet cama ulaştığında iki eliyle mermere tutunarak yükseldi. Cama baktı. Üstten açıktı. Nasıl açabileceğini ve içeri gireceğini düşünürken cama çekili perdenin arasından onu gördü. Yatağında uyuyan Nefesi. Yüzü çok net görünmüyordu. Ama uyuyanın o olduğu gayet belliydi. Camı nasıl açacağını düşündü Yaman.
Cam zaten üstten açıktı, kolunu uzatarak o açık kısımdan içeri soktu. Eli kola ulaşmaya çalıştı, son basamağı da çıktığında kolunu daha da uzattı camdan içeri. Camın kolunu bulduğunda kolu çevirebilidiği kadar çevirdi. Kolunu soktuğu yerden geri çıkardığında cama sesiz bir kaç darbe vurdu. Cam sonunda açıldığında derin bir oh çekti Yaman. Elleri camın kenarlarına tutunduğunda bir bacağını camdan içeri attı. Kendini ileri doğu biraz daha çektiğinde diğer bacağını da içeri attı. Camın üzerinde oturur bir konuma geldiğinde kendini aşağı bıraktı. Artık odanın içindeydi. Ellerini yavaşça birbirine çarparak temizledi. Camı arkasına dönüp kapattığında perdeyi düzeltti.
Üstünü başını düzelttiğinde kafasını çevirip yatağında uyuyan Nefese baktı. Sessiz adımlarla yatağa yaklaştığında Nefesin yattığı yere döndü. Ellerini başının altına koymuş, yorganını beline kadar çekmiş, saçlarını yine her zaman olduğu gibi açık bırakmış, saçları omzunun gerisindeydi.
Yanına yaklaştı ve yatağa tutunarak yanına eğildi yaman. Dizlerinin üzerinde oturur bir pozisyona geldiğinde, Nefesin yüzünü seyretti. Sesli bir iç çekti.
Yüzüne düşmüş saçlarını onu en rahatsız etmeyecek şekilde, dokunuşunu bile hissettirmeden parmaklarıyla o yüzüne düşen saçlarını yüzünden çekip geriye aldı Yaman.
”Senden gitmek hep çok zordu demiştim. Yalan değildi. Çünkü senden gitmek, gerçekten de çok zor.” Diye mırıldandı sessizce.
Yüzünü eğilip Nefesin yüzüne yaklaştırdı. Nergis kokusu doldu burnuna, saçlarından geliyordu bu koku.
”Kokunun etkisi çok garip, bir türlü anlamıyorum. Sahiden de dedikleri gibi kokun hem zehir hem de şifa mı?” Diye sordu. Fakat Nefesten bir cevap alamadı.
”Ama güzel, çok güzel. Sanki uyku ilacıymış gibi beni aralıksız uyutacak kadar güzel ve şifa…” diye fısıldadığında dudakları buruk bir tebessüme ev sahipliği yaptı.
”Bir gece daha senin kokunla uyumama müsade edermiydin acaba?” Derken Nefesin kapalı gözlerine döndü bakışları.
O esnadan Nefes olduğu yerde ufak ufak hareketlenmeye başladı. Eli hala saçlarının üzerinde olan Yamanın eline gitti. Aslında saçlarını geriye atmak istemişti ama dokunduğu saçları değil, Yamanın eliydi.
Aslında bu Nefesin sessiz cevabıydı.
Müsadem var, diyordu.
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.65k Okunma |
2.19k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |