
Öncelikle bayramınız kutlu, mutlu ve mübarek olsunnn.
Keyifli okumalar diliyorum🩹
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen…
“Yara bandı sarsaydı yarayı, be gerek kalırdı yaranın kabuğuna?”
Tüm oda Nefes’in kokusu ile doluydu. Nergis kokusu sarmıştı dört bir yanı. Yaman, bu kokunun içinde ciğerlerine o kokuyu çekiyordu. Nefes’in saçlarından çekti elini, gözleri kızın yüzünde gezinirken kısmıştı gözlerini. Sanki dünyanın en güzel manzarasını seyrediyormuş gibi tutulmuştu.
Tutuklu kalmıştı.
İçli bir iç çekti. Kalbi hızla atarken, ruhu kabarırken, içini garip ve çok yabancı olduğu bir his kaplarken o sadece iç çekti. Ve şu dünya üzerindeki en masum şeyi izlemekten alı koyamadı kendini. Bir yanı git dedi, bir yanı kal. Bir yanı ısrarla gitmek isterken sanki yere çakılmış ayakları gidemedi. Ne ileriye ne de geriye. Tam bu anda, bu noktada kaldı.
Gecenin sessizliği her bir yanı sarmışken, evde çıt çıkmıyorken Yaman, daha derin bir sessizliğin içinde kalmıştı. Sıkışıp kalmış gibiydi, çıkamıyordu, yapamıyordu.
Kapıldığı bir girdaptı sanki. Öyle büyük bir güçle onu içine çekmişti ki, bırakmak bilmiyordu. Lakin Yaman, bundan şikayetçi ve rahatsız gibi görünmüyordu.
Çünkü o girdabın içinde, Nefes vardı.
En şiddetli girdabın, fırtınanın, tsunaminin içinde bile baktığında Yaman’a nefes aldıracak Nefes.
”Zamanı geldiğinde sana birşey itiraf edeceğim demiştim değil mi? Bunu sen uyanıkken ve o maviliklerin gözlerimin içine öyle bakarken söyleyemezdim.” En kısık sesle konuşuyordu. Onu rahatsız etmemek ve uyandırmamak için özen gösteriyordu.
”Gözlerinin bana nasıl baktığını biliyor musun? Bence kesinlikle bilmiyorsun, bilseydin dayanamazdın.” Derken dudaklarında belli belirsiz bir gülüş belirdi. “O fazla anlam yüklediğim gözlerin var ya, Nefes.” Bir nefes aldı. Ona çok nadir adıyla hitap ediyordu ve adıyla hitap etmek, adını anmak garip geliyordu kulağa. Tuhaf hissettiriyordu.
”Çünkü senin gözlerinde umut var, Nefes.” Gülüşü belirginleşti ve hatta derinleşti. “En büyük umut, senin gözlerinde ve sen bunun hiç farkında değilsin.”
Histerik bir kafa salladı. “Gözlerime tüm Umutların tükenmiş gibi bakıyorsun. Ama derinlerde bir yerlerde de en büyük umudu içinde yeşertiyormuşsun gibi… soluk bir çift mavilik, bana her baktığında hala o gecede kalmış gibi bakıyor. Fakat bir şey de var ki, o gözlerde bana bakarken birşey daha var. Nefesimi kesen, kalbimin ritmini saniyesinde değiştiren birşey. Senin gözlerine bakmak hem çok güzelken, hem de güç. Çünkü senin gözlerinde umutsuzluğu ve kırıklığı görmek, taşıması en ağır yük gibi…”
”Neyse, bak konudan saptım.” Dedi elini cebine attığında cebinden kağıttan bir yıldız çıkardı. Parmaklarının arasında tutuğu kağıttan yıldıza baktı. “Sen gökyüzündeki yıldızlarsın, ben de ay. Her ne kadar yıldızlar ayın etrafında dönüyor gibi dursa da, aslında yıldızın etrafında dönen ay. Çünkü yıldızlar gittiğinde gökyüzünden, tek kalan ay. Yani, sen yıldızlarsın, ben de ay.” Yıldızı yatağın yanındaki komidinin üzerine bıraktı. O yıldızı kendisi yapmıştı Yaman. Bir anlık dalgınlıkla yapıvermişti.
Sesli bir nefes verdi. “Bir türlü şu itirafta bulunamıyorum.” Derken kendine kızar gibiydi. “Geçmişte onlar yaşanmasaydı, intikamım olmasaydı, sana daha ilk görüşte yenilirdim, Nefes. Çünkü sen, tarif edemeyeceğim, söze dökmeyeceğim kadar güzelsin. Bunu inkar edemem, büyüleyicisin. Ve büyüne kapılmamak çok zor.”
Yaşanabilecekken yaşanamayan ihtimaller, ihtilaller.
”Seninle, başka bir şekilde karşılaşmayı kesinlikle isterdim. Yolda elinde birşeylerlere yürürken çarptığım kadının sen olmasını isterdim. Yerden eşyalarını toplarken gözlerimin gözleriyle denk geldiği kadın sen ol isterdim. Sana ilk görüşte yenilmek, sana aşık olmak isterdim.” Bu düşünceden bir türlü alı koyamıyordu kendini Yaman. Başka ihtimalleri düşünmeden edemiyordu. Böyle değil de, böyle olsaydı demekten, diğer türlüsünü düşünmeden edemiyordu.
Yine güldü. Bu sıralar ne de çok gülüyordu.
”Sen, uğruna şiirler yazılacak kadarsın Nefes.”
Yaman, en çok Nefes’e konuşmayı seviyordu. Ve Yaman, en çok da Nefes’e susmayı seviyordu. Sessizlik Nefes’le güzeldi.
Yaman’ın birden bir değildi bu değişimi, çok uzun zaman önce başlamıştı değişmeye, duyguları da, davranışları da sözlerinde epey bir zaman önce değişmeye başlamıştı. Sadece Yaman, vicdanının sesini susturduğu gibi bu değişimini de bastırmış susturmuş ve geriye atmıştı. Tüm güzel şeyleri inkar eden adam bunu da inkar etmişti.
Şimdilerde değişmeye başlayan duyguları vardı. Bir zamanlar hiç atmayan, ritmi bir an bile değişmeyen kalbi, şimdilerde atıyordu. Kalbinin ritmi hızla değişiyordu. Cansız ruhu, yaşamını çoktan yitirmiş ruhu, şimdilerde sanki tekrardan diriliyordu, can buluyordu.
Yıllar önce gülmeyi unutmuş adam, şimdi sürekli gülüyordu. Gülmeden edemiyordu. Dudaklarında beliren tebessüme buruk da olsa engel olamıyordu.
Solgun yüzüne renk gelmişti. Karanlığında ışık yanmıştı.
Solgun yüzüne renk getiren de, karanlığına ışık yakan da, Nefes’ti.
Umut, Nefes demekti.
”Ve ben, şair olamayacak felsefesi berbat bir adamım.” Derken kendi kendine güldü.
”Süslü cümleler kurmayı beceremem, iltifat etmeyi bilmem, birini mutlu etmek nasıl onu da bilmem. Sanırım… bu noktada odun oluyorum. Ya da hödük.” Yine kendi kendine güldü.
”Konuşmaktan bile nefret ederim aslında. Birine birşeyler anlatmak yorar beni.” Kaşları çatıldığında bir aydınlanma yaşamış gibi baktı. “Ben bunları ne diye anlatıyorum ki.”
Çömeldiği yerden ağırca kalktı. Bir kez daha baktı Nefes’e. Bir iç çekti. Arkasını döndüğü vakit gitmek zor geldi o an. Birşey vardı, gitmesine engel olan, onu buraya bu ana bağlı kılan, ileriye değil de geriye çeken birşey vardı. Gitmesi gerektiğini biliyorken kalması gerekiyormuş gibiydi. Bir adım attı ileri, bir adım, bir adım ve bir adım daha.
Artık gitme vaktiydi. Daha fazla kalmasının bir anlamı yoktu. Nefes’ten her bir adım daha atarak uzaklaştıkça aralarındaki o bağ, daha da kuvvetlendi. Kalplerine onlardan bir haber sarılan o ip, o bağ birbirine daha da kenetlendi. Kördüğüm bir kere daha sardı ipini iki kalp arasında. Sardı, çekti ve bağladı. Yine, bir kez daha.
İstediğin kadar git, kader örmüşken ağlarını, tüm gidişler tekrar dönüşlere gebe ve yersizdir.
Camın yanına geldiğinde geldiği gibi gitmek için hazırdı Yaman. Odanın camını açarken kafasını çevirip bir kez daha baktı hasretli gözlerle yatağında hala herşeyden bir haber uyuyan Nefes’e.
Yaman, iliklerine kadar Nefes’e hasreti.
Dibindeki kıza, bir kaç adım kadar uzağındaki kıza, çok uzak ve bir o kadar da hasretti.
Ve bu hasret, onunla ne kadar vakit geçirse de, onunla ne kadar çok konuşsa da, onu ne kadar seyredip gözlerine dalıp gitse de, hiç bıkmadan ve bırakmadan ona sıkı sıkı sarılsa da geçmeyecekti. Bitmeyecekti. Hasretti, öyle böyle bir hasret değildi, hasretti.
Son bir kez baktı, daha sonra da geldiği gibi aynı şekilde camdan çıktı, merdiveni indi ve gitti…
Sadece Nefes anlatımıyla;
Seni gördüğüm an, gözlerindeki nefreti daha ilk gördüğüm an, tanıdım seni, bildim, hissettim. Sadece, bilmek hoşuma gitmedi. İnkar ettim. Farklı sandım, gözlerine ilk baktığım an, avuçlarımın arasına bırakılmış umuda tutundum. Daha ilk anda, hayat benim avuçlarımın arasına bir umut bırakmıştı. Hayat, bana yeşertmem için, kendime saklamam için senin gözlerinle gözlerimi göz göze getirmişti. Umut vardı avuçlarımda. Ya ona tutun, ona sarıl diyordu, ya da bırak gitsin ellerinden kayıp, diyordu.
İkilemdeydim. İkilimde olan bendim. Oysaki yaralı kalbim, avuçlarındaki umuda çoktan sımsıkı, asla bırakmayacak şekilde sarılmıştı. Bırakamadım, kopamadım, vazgeçemedim. Daha da sıkı sarıldım, sahiplendim. Hayatın bana verdiği son umudu, bu sefer gerçekten de kendime sakladım.
Hayat, bana son bir umut vermişti.
Hayatın bana son umudum olarak verdiği sendin, karayel.
Her ne kadar sen baştan aşağı benim için en büyük yanlış, en büyük hata ve yara olsan da, sen benim son umudumdun.
Bu umudu da saklamayı beceremeseydim eğer, hayat bana başka bir Umur vermeyecekti. Seni de benden alacaktı.
O yüzden tüm yanlışların ve tüm hatalarınla kabul ettim seni.
Sakladım seni, benden almasınlar diye.
Sıkı sıkı tutundum sana, sadece bana kal diye.
Sevdim seni, en saf ve en temiz duygularımla beraber.
Senden işte bu yüzden vazgeçemiyorum. Gitmek isterken gidemememin nedeni bu.
O umuda tutunayım derken, bu kadar bağlanacağımı, kalbimin bu kadar sarıp sarmalanacağını bilmiyordum.
Daha gözlerine ilk baktığımda umudumu gördüğüm adamın bugün gözlerinin içine bakarken içimin titreyeceğini bilmiyordum.
Yaman, ben seni bu kadar çok seveceğimi hiç bilmiyordum. Sevmeyi bilmezken sevdiğim ilk kişi olacağını bilmiyordum.
Çok zor, ama haklı vedalar.
Üzerimi değiştirmiştim. Geceliklerimi üzerimden çıkartmış, düzgünce katlayıp yatağın ucuna bırakmıştım ve üzerime günlük kıyafetlerimden beyaz bir badi ve altıma da kumaş siyah bir bol paça pantolon giyinmiştim. Saçlarım yine her zamanki gibi açıktı, sadece bugün bir değişiklik olsun diye yarım at kuyruğu yapıp önden iki tutam saç bırakmıştım.
Kahvaltı çoktan etmiştik. Saat öğlen saatleriydi. İlyas işe gitmişti. Roza aşağıyı topluyordu. Bende buraları toplamış aşağı da inmeden önce üzerimi değiştirmiştim. Şimdi ise odadan çıkıyordum. Odanın kapısını kapatıp merdivenlere yöneldim. Merdivenleri inmeye başladığımda gözümün önü karardı. Bir kaç saniyelik bir şeyle panikle tırabzanlara tutulduğumda elim şakaklarıma gitti. Keskin bir ağrı başımı sardığında, o bir kaş saniyelik kararma yenilendi. Gözümün önünü net bir şekilde göremezken parmaklarım şakaklarımı ovuyordu.
Tırabzanı sıkıca tutarken aynı basamağın üzerinde güçlükle duruyordum. Sertçe yutkunduğumda gözlerimi yumdum. Bir kaç saniye kadar gözlerimi kapalı tutuktan sonra geri açtım gözlerimi. Gözlerimi tek bir noktaya önümdeki duvara kenetlediğimde görüşümün netleşmesini bekledim. O karartı gözlerimin perdesinden yok olup gittiğinde bir anda başıma saplanan o keskin ağrı hala yerindeydi. İlaçlarımı almam gerekiyordu.
Bir anda neden böyle olduğunu anlamamıştım. Merdivenleri dikkatle inmeye başladım. Aşağı indiğimde mutfağa girdim anında. Masanın üzerindeki ilaçlarımı alıp tezgaha ulaştım. İlaç kutularını tezgahın üzerine bırakırken dolaptan bir bardak alıp tezgahın üzerindeki sürahiden su doldurdum bardağa. Bardağı tezgaha bıraktığımda ağrı kesiciyi kutusundan çıkarıp bir hap alıp ağzıma attım. İlacın üzerine anında suyu içtim.
Her ihtimale karşı nolur ne olmaz diye mide bulantılarına engel olan ilacı da içtim. İlaçları geri aldığım yere masanın üzerine bıraktım.
Mutfaktan çıktığımda hala dikkatli bir şekilde atıyordum adımlarımı. Bunu Roza’ya söylemelimiydim? Doktorumdu, bunu ondan saklayamazdım. Sonrasında öğrenirse eminim bana çok kızacaktı. O yüzden şimdi gidip ona söylemem gerekiyordu. Koridorda yürüyordum, Roza salondaydı. Salondan içeri girdiğimde onu koltukta oturmuş, televizyon izlerken gördüm. Burayı çoktan toplamıştı.
Onun oturduğu koltuğa ilerleyip yanına oturduğumda dönüp ona baktım.
”Roza,” dediğimde, kafasını çevirip bana baktı.
”Efendim canısı.” Dedi.
”Sana bir şey söyleyeceğim,” dediğimde ise çattığı kaşları ile hemen uzandığı yerde doğruldu.
”Bir şey mi oldu?”
”Bilmiyorum, yukarıdan aşağı gelirken, merdivenlerde bir anda gözüm karardı, başıma keskin bir ağrı girdi.” Dedim.
Yüzümde gezindi bakışları. “Senin rengin de atmış.” Derken elini anlıma götürdü. “Ne kadar sürdü?”
”Bir kaç saniye sürdü.” Diye cevap verdim sorusuna.
Yüzü sıkıntılı bir hal aldığında bana teselli vermek ister gibi tutu ellerimi.
”Hasta olduğunu unutuyorsun Nefes. Hastalığını görmezden geliyorsun. Bu tarz göz kararmaları, baş ağrıları, bunların hepsi normal. Çünkü sende biliyorsun ki, hastalığının bir tedavisi yok.” Dedi Roza dudaklarını birbirine bastırırken sıkıntılı bir edayla.
”Biliyorum” dedim kafamı sallayarak.
”Hastalığın seni hem tüketecek, hem seni bir vakit sanki hiç hasta değilmişsin gibi gösterecek. Yani bir öyle bir böyle. Bir ortası yok.” Dedi ezbere bildiğim şeyler tekrar tekrar.
”Ama,” dedim sıkıntılı bir nefes verdiğimde. “Acıtıyor, bazen hiç çekilmez bir hal alıyor. Bununla nasıl baş edeceğim?”
”Her yaş aldığında hastalığın da seninle beraber ilerleme gösterecek. Evet, şuan için durmuş durumda, stabil. Ama biz yine de dikkat edeceğiz. İlaçlarımızı düzenli alacağız. Yemeklerimizi düzenli ve eksiksiz yiyeceğiz. Bol bol yemek yemen lazım Nefes. Vücut direncinin asla zayıf olmaması gerekiyor. Modunun yüksek olması gerek. Seni kötü etkileyecek, canını sıkacak şeylerden uzak durman gerek,” durdu, yüzüme baktı. “Yamandan uzak durman gerek.” Dedi uyarır bir tonda.
”Yaman?” Dedim soru sorarcasına.
”Evet, Nefes. Yamandan uzak dur. Onu da kendinden uzak tut. Birbirinizden uzak durun. Sana iyi gelmiyor. Sağlığını tetikliyor.”
”Sağlığımla Yamanın herhangi bir ilgisi yok.”
”Var, Yaman hayatına girmeden önce var mıydı bunlar? Sürekli başın ağıyor muydu? Dönüyor muydu? Miden bulanıp kusuyor muydun? Bunların hepsi fazla stres ve üzüntüden.” Dedi Roza.
”Hayatıma üzüntü Yamanla beraber girmedi. Zaten hayatımın her anında üzüntü de stres de vardı.” Dedim.
Kafasını iki yana salladı Roza onaylamayarak. “Evet vardı. Ama bu kadar değildi. Söyle Nefes, o hayatına girdiğinden beri göz yaşının akmadığı tek bir gün oldu mu? Hayır.” Dedi yumuşa bir tonda. Ellerimi şevkatle okşadı. “Yamandan uzak dur Nefes. Sana iyi gelmiyor. Sağlığın için bunu yap, lütfen. Seni tüketen bu sevgiden kurtul.”
Tüketmek? Hangi sevgi? Yamana olan sevgim mi? Onun sevgisi, onu sevmek bana şifa.
”Anlamıyorsun Roza. Yamanı sevmek beni tüketmiyor. Onun yakınında ve yanında olmak da bana kötü gelmiyor. Aksine, onu sevmek, hastalığımın olmayan tedavisi gibi. Yamanı sevmek, içimde ona karşı birşeylerin olması, bana ilaç, şifa. Yakınında olmak bana kötü değil tam aksine, en iyi gelen şey. Yanında, nefes alıyormuşum gibi hissediyorum. Kendimi güvende hissettiğim yer, onun gözlerine baktığım an. Anlamıyorsun, o hem zarar ziyanken hem de bana en iyi gelen ilaç.” Dudaklarımda buruk bir gülümseme yer aldı.
”Geçen gün,” dedim. “Ağlarken göz yaşlarımı sildi. İlk defa, biri göz yaşlarımı sildi.” O an benim için çok özledi.
”Gözlerimin renginin farkına varan ilk kişi o. Deniz mavisi dedi gözlerime. Sevdiğim şeyleri sordu. İlk defa biri benimle ilgili bir şey merak etti, Roza. Beni denize götürdü. Senin o sana iyi gelmiyor dediğin adam, bana en güzel tüm ilklerimi yaşatan adam. Senin sevmekten vazgeç dediğin adam cansız ruhumun yanında nefes aldığı adam. Senin,” dedim bir nefes aldığımda. “Uzak dur dediğin adam bana gülmeyi öğreten adam. Bunu anlamak bu kadar zor olmamalı.”
Evet, birşeyler yaşandı. Evet, asla yaşanmamasını istediğim şeyler yaşandı. Evet, o adam aynı adamdı. Bana tüm o şeyler yaşatan, bugün ise yaşattıklarını telafi eden adam, aynı kişiydi. Yaşananları unutmamıştım. Öyle kolay da unutamazdım zaten. Hafızamı silseler bile o geceyi unutmam mümkün değildi. O iki ayı anılarımın arasından silemezdim. Gözlerimin içine nefretle bakışını, nasıl intikam almak istediğini unutamazdım. Kalbimi her defasında biraz daha kıran sözlerini unutamazdım.
İki ay boyunca, geceleri o sözleri yankılandı zihnimde. Uyutmadı beni. “Ben seni harcamayı seçtim,” deyişi hiç çıkmadı aklımdan. Kalbimi bilerek parçaladığını söyledi, kulaklarımda yankılandı her gece o sesi. “Acınası görünüyorsun ve ben sana acıyorum.” Nefesim öyle bir tutulmuştu ki, kalbim öyle büyük bir avıyla kasıp kavrulmuştu ki, bu sözün altında en dibe kadar ezilmiştim. “Senden nefret ediyorum” sözleri her bir zerresine kadar nefret kokuyordu. Gözlerinde en derin karanlık vardı. Gizlemiyordu.
”Benim kalbimde sana bir yer yok,” dedi, parçalara ayrıldı kalbim. Ağrıdı tüm kemiklerim. Beni o gece ardında bırakıp gitti, dönmedi, bakmadı, durmadı. O gece beni orada bıraktı. Ben feryâd ede ede ağlarken, Yaman Karayel beni bırakıp gitti. Ben hıçkırıklarımda boğulup nefes almakta zorlanırken, o gece ölüyormuş gibi hissederken, onun gidişini unutamam ben.
O gitti, ben kaldım. Yine hep olduğu gibi o gitmişti, ve kalan yine bendim.
Yaman karayel ardına dahi bir kere bile bakmadan giden bir adamdı.
Ben ise, yaşlı gözlerle onun gidişini ardından izleyen bir kadındım.
Her seferinde dedim ya, acımasızlık yuva yapmış onda. Vicdanını öyle bir susturmuş ki, duyamadı bir türlü sesimi. Ne feryatlarımı, ne anlayışlarımı ne de ona her defasında gitme diye yalvarışlarımı.
Ben unutmadım bunların hiç birini. Hala bile, zaman zaman hatırlarım. Düşer aklıma o gece, yine daralır içim.
Ama şimdi, şimdi ki adam o adamla aynı değil. Yaman bundan aylar önceki yamanla aynı değil. O acımasız, vicdanının sesini susturmuş adam gitmişti. Yerine bambaşka biri gelmişti sanki.
Artık sözleri canımı yakmıyordu. Çünkü canımı yakacak sözler yerine, kalbimi küt küt attıracak, yanaklarımı kızartacak sözler söylüyordu.
Artık Yaman yüzünden ağlamıyordum. Ben, artık Yaman sayesinde gülüyordum.
Ne oldu da bu kadar değişmişti bilmiyordum. Ama aynı adam değildi. Asla değildi. Bunu inkar edemezdim. Gözlerime bakışı bile değişmişti. Nefret yoktu artık gözlerime bakarken gözlerinde. Başka bir şey vardı. Bir türlü tarif edemediğim bir şey… Gülüşünü önceden benden saklayan adam, artık bana gülüyordu. Yaman, değişiyordu. Onu değiştiren neydi bilmiyordum. Bu kadar değişmesine neden olan şey neydi?
Lafım yoktu. Sözüm yoktu. Geliyordu, git demiyordum. Konuşuyordu, sus demiyordum. Gülüyordu, bakıyordu. Gülme bakma diyemiyordum. Hakkım vardı. Ona bunları demeye hakkım vardı. Ama diyemiyordum. Çünkü benim bile içten içe farkettiğim bir gerçek vardı, ben onu ne kadar itersem iteyim o hep bana geliyordu. Tıpkı, o bana neler yaşatsa bile benim hala onu sevmem gibi.
Zıttık, ama bir o kadar da aynıydık.
Birbirine aykırı ruhlar, birbirine daima aynı olan ruhlardır.
Yaman Karayel, benim aykırı ruhumdu. Yaman, kalbimdi, ruhumdu, gözlerimdi.
Gözlerimde bir ışık huzmesi kadar umut varsa, onun adı Yaman’dı.
Sözlerim Roza için beklenmedikti. Gözlerini kırpıştıra kırpıştıra bakıyordu bana. Sözlerimi anlamaya çalışıyor, benim sözlerime zıt ne söyleyeceğini tartıyordu. Ama hayır, sözlerimi anlamsız çıkaracak birşey söyleyemeyecekti. Çünkü sözlerim her bir kelimesine kadar gerçekti.
”Yaşım artık yirmi dörde dayandı Roza. Kendim için neyin iyi neyin yanlış olduğunu biliyorum. Ve yaman, benim için asla yanlış değil. Belki bir zamanlar evet, ama şimdi hayır. Biraz dikkat etsen, biraz baksan, gerçekten. Göreceksin o zaman. Benim bir tek onunlayken iyi olduğumu göreceksin.” Bu sefer ben tutum ellerini onun. Gözlerine küçük bir çocuğun masumluğu ile bakıp tatlı tatlı gülümsedim.
”Beni düşündüğünü biliyorum,”
”Seni düşünüyorum.” Dedi. Kafamı salladım.
”Biliyorum,” dedim onaylayarak. “Ama merak etme. Şimdikinden daha iyi olacağım” elimin üzerine elini koydu. Sıkı sıkı tutu.
”Senin iyi olmandan başka bir isteğim yok, Nefes. Sen iyi ol. Mutlu ol, ben başka bir şey istemiyorum.”
Arkadaşlığı o kadar eşsizdi ki Rozanın sıcacık hissettiriyordu. Bir annenin şefkati vardı onda. Rozayı seviyordum. Ellerimi ellerinden çektiğimde ona sarıldım. Gülerek bu sarılışıma karşılık verdi.
”İyi ki varsın Roza.”
”İyi ki varsın Nefes.”
”Haa, size gelince iyi ki varsınızlar, Sare’ye gelince ne?” Sarenin sesi ile Rozayla birbirimizden ayrıldığımızda ikimiz de kafamızı çevirip bir anda tepemizde biten Sare’ye baktık. Dudaklarını öne doğru büzmüş, çatmış kaşlarını sinirli olmaya çalışarak bakıyordu bize. Fakat Sare, sinirli olmayı hiç beceremiyordu. Sinirli görünmeye çalışırken tatlı görünüyordu ve eminim ki bunun hiç farkında değildi.
Sarmıştı yine kendini sıkıca.
”Sare,” dedim gülerek.
”Hanımefendiler” dedi tripli bir şekilde.
”Ayy hiç de beceremiyorum şu işleri, açın aranızda azıcık da bana yer.” Dediğinde çantasını yere bırakıp yanımıza geldi, Rozayla biraz geriye çekilerek aramızda ona da yer açtık. Anında oturdu aramıza, “Evet, şimdi sarılabiliriz” dedi kollarını kaldırıp iki yana açarken. Gülerek Rozayla birbirimize baktık. Ve ikimiz de Sare’ye yaklaşıp birbirimize sarılıp minnoşumuzu aramıza aldık.
Kollarıyla bir beni bir de Roza’yı sardı Sare. Ben bir kolumu sarenin beline sarmışken bir elimle de Rozanın elini tutuyordum.
”Eee ne konuşuyordunuz, anlatın bakayım bana da” dedi Sare.
”Roza İlyas’la aralarında ne geçti anlatmıyor.” Dedim konuyu değiştirip topu Roza’ya atarak.
”Nefes!” Dedi Roza kaşlarını çatarak.
”Doğru ya, Roza hanım. Çabuk anlatıyorsun herşeyi.” Dedi Sare hemen ayağa kalkarak, “Oldu canım, başka?” Dedi Roza gıcık gıcık.
Montunu üzerinden çıkarıp koltuğun köşesine bıraktı Sare.
”Sen beni Çınar abi konusunda sıkıştırırken iyiydi ama.”
”Hala abi diyor ya.” Dedi Roza gülerek.
”Abim çünkü!” Diye çıkıştı Sare.
”Değil,” dedi Roza.
”Abim” diye sızlandı Sare.
”Değil, değil, değil. Ondan hoşlanıyorsun ve hoşlandığın birine abi diyemezsin” dedi Roza bilmiş bir edayla.
”Hoşlanmıyorum! Abim ya abim!” Diye nazlanarak kendini karşımızdaki koltuğuna bıraktı Sare.
”Tabi tabi, gel de külahıma anlat sen onu sariş.”
Yüzünü buruşturarak Rozaya bakarken kollarını oflayarak göğsünün altında birbirine bağladı Sare.
Gülmeden edemedim ve sesli bir şekilde gülmeye başladım. Bana eşlik ederek güldü Roza da.
”Yaaa!” Diye yakındı Sare hala yüzünü buruştururken kafasını çevirip başka yöne baktı. Roza ile daha da çok güldük bu haline.
🩹
”Sonra ne oldu, kızım biraz çabuk anlat ya” diyen avucundaki çekirdeği Rozanın anlattıklarına fazlasıyla kaptırmış şekilde ard arda çitleyen Sareydi.
”Anlatıyorum, azıcık sabır be” diyen Roza çayından bir yudum aldı.
”Sonra işte söyledik birbirimize,”
”Neyi?” Diye sordum.
”Şeyi işte ya,” dedi Roza sakınarak. “Birbirimizi sevdiğimizi. İtiraf ettik işte neyi anlamıyorsunuz” diye yükseldi yine her zaman olduğu gibi.
”Hah sonunda yani” dedim oh çekerek. Uzun zamandır bu anı bekliyordum.
”Sonra, kuru kuru itiraf mı ettiniz sadece?” Diye sordu bu sefer de Sare.
”Daha ne olsun istiyorsun Sare?” Diye sordum ona bakarak.
“Biraz ateş, biraz alev yani ne isteyeceğim başka.”
Gözlerimi irice açtım. “Ayıp ama Sare” dedim koluma vurarak.
”Ne olucak ki en fazla. Beni öp dedim” dediğinde Roza ağzımdaki çayı püskürttüm. Hala çekirdek çitleyen Sareyi birden bir öksürük sardı.
”Sen adama beni öp mü dedin Roza?” Diye sordum çay bardağını masaya bırakırken.
”Evet, açık açık beni öp dedim” dedi kendinden eminlikle.
”Çüş ama! İnsan bir geri vites alır.” Derken hala öksürüyordu Sare.
”Ne geri vitesi be. Kocam o benim. Utanacak ve ya sakınacak değilim. Pat diye yapıştırdım suratına lafı. Hem ben böyleyim. Ne yapayım yani, dilimin ucuna geleni söylemezsem şuracıkta gık diye giderim valla.” Derken bisküvisinden bir ısırık aldı Roza.
“Kızın dilinin ucuna bak.” Dedi Sare hayretle.
”Keşke sende dilinin ucuna geleni söyleyebilsen Sareciğim.” Diyerek yine Sare’ye okun ucunu çevirdi Roza.
”Bak yine bana geldi konu.” Diye ofladı Sare.
”Gelir tabi. Yakında ben gidip senin yerine çınara diyeceğim Sare senden hoşlanıyor diye.”
”Öyle bir şey yapacak olursan seni boğarım Roza.”
”Hadi hadi, fazla polyonasın sen.” Diyerek eliyle Sare’ye kış kış yaptı Roza.
”Konu bana değil de bence Nefes’e dönmeli.” Diyerek bana baktı Sare imayla.
”şimdi neden konu ben olmuyorum ki”
”Bir sor bakalım kendine neden acaba?” Dedi Sare.
”Konu sizde kalmaya devam edebilir, beni rahat bırakın.” Derken arkama yaslanıp çayımı elime aldım.
”He ben içimde yaşamaya devam edeceğim diyorsun?” Dedi Sare tek kaşını çatmış bana bakarken.
”Ayen öyle, son nefesime kadar içimde yaşayacağım her ne yaşayacaksam.” Dedim tekdüze bir sesle.
Çünkü sevgimi dışa vurmak benlik değildi. İçimde yaşardım ben herşeyi, içimde yaşatırdım, sevgimi dahi, göz önüne sermeyi beceremezdim. Benimle kalırdı, benimle yaşardı ve yine, benimle ölürdü. Bana dair olan herşey. Her vakit.
“Konuşulacak şeyler var, konuşulmayacak şeyler var.” Dedim çayımdan bir yudum aldığımda.
”Saklarım diyorsun,” dedi Roza.
Saklarım. Hayallerim gibi, Umutlarım gibi, yaralarım gibi, acılarım gibi, bunu da saklarım. En iyi bildiğim şeyi yaparım, bir Nefes’e yakıştığı gibi.
Saklarım Yaman’ı içimde. Sevgimi saklarım. İçten içe severim. Bunca zamandır yaptığım gibi, aynı şekilde devam ederdim. Uzaktan severim, bu her ne kadar zor olsa da. Dokunmadan severim, dokunmaya korkarak, kıyamayarak severim. Uzaktan bakarak severim. Müsade edildiği kadar sadece gözlerine bakarak severim.
Payıma düştüğü kadar severim.
Yazar anlatımıyla;
Hasret, yüreği en çok yaralayan tek şeydir.
Taşıması en ağır yük, ölümdür. Sevdiğini kaybetmektir. Gidenin geri dönmeyeceğini bilerek yaşamaktır. Yarım yaşamaktır. Yarım kapmaktır.
Ölüm, tek gerçek ayrılıktır.
Ölüm vedadır. Ölüm, elvedadır.
Geri dönüşü asla olmayan tek yol, ölümdür.
Ellerinden tutup da çekip alamadığın ölümden başkası değildir.
Ölümün açtığı hasretin yarası, aradan her ne kadar zaman geçerse geçsin, kabuk bağlamaz. Kapanmaz, eskimez, taze kalır. İlk günlü gibidir acısı.
Titrek bir nefes çekersin, yüreğin dağlanır, elin ayağın tutmaz, göğüs kafesin ağırlaşır. Tüm hislerin bir anda mayışır, ölüm kapını çalar.
çamura bulanmış toprağın üzerinde atıyordu en ağır adımlarını. Gidiyordu, yine, hep olduğu gibi. Kalbinin attığı tek yere, sevdiğine, hayat arkadaşına, karısına, sevdalandığına, Yusuf. O bu hayattan çoktan göçüp gitmiş olsa da, hala ilk günkü gibi yüreğinde taze yaşayan sevgisine. Tüm yolların bir bir çıktığı, adımlarının en hasretle gittiği, Süreyya’sına geldi.
Yirmi dokuz yıllık sevdasına, yirmi bir yıllık acısına geldi.
Eğik kafasını kaldırarak önüne baktı. Önünde durduğu mezar, karısına aitti.
Saçlarına aklar düşmüştü. Yaşı elliye çoktan dayanmıştı. Alnında ve göz çevresinde kırışıklıkları vardı. Kahverengi saçları vardı. Beyaz tenliydi. Kumral bir adamdı. Yaman, dış görünüşünü babasından almıştı. Sare ise annesinden almıştı her bir zerresini. Yamanın gözleri babasının gözleriyle aynıydı, saçları da. Sarenin ise gözlerinin rengi de, saçlarının rengi de Süreyya’nınkilerle aynıydı. Annesi gibiydi Sare. Canlı canlı göremediği annesinin dış görünüş olarak da, karakteri naifliği ve masumluğunu annesinden almıştı.
Süreyya güzelim derdi Yusuf kızına. Gül bahçem derdi. Süreyya’ya nasıl hitap ediyorsa Sare’ye de öyle hitap ediyordu. Bu Yusuf’a iyi hissettiriyordu.
“Süreyya’m.” Dedi hasretle. “Gül bahçem.” Dedi harflerin üzerine basa basa. Oturdu karısının yanı başına. “Bizi senle birbirimize ayrı koymuşlar.” Derken burnunun direği sızladı. Omuzlarına binen bütün yükler yine her zaman olduğu gibi, Süreyya’nın mezarına gelince dökülüp etrafa saçıldı verdi. Yine dağ gibi duran adamın omuzları çöktü, başı önüne eğildi.
Boynum sana kıldan ince. Derdi Yusuf, Süreyya’ya. Boynu bir onun önünde bükülürdü.
Eli ağır ağır kalktı, uzandı sevdiceğinin adının üzerine. “Adına kurban olduğum, bak yine geldim işte sana. Senden başka gidecek kimi var bu Yusuf’un.” Dedi mezarla konuşarak.
Sesli bir iç çekti. “Yirmi bir yılı devirdik. Yirmi iki yıl olacak. Seninle beraber sadece sekiz sene geçirdik, şimdi yirmi iki sene olacak. Zaman hızlı geçer derler, o halde şu yirmi iki yıl neden geçmek bilmedi.” Genzi yanmaya başladığında, gözleri doluyordu. Yusuf yine bir tek Süreyya’ya ağlıyordu.
”Süreyya’m,” dedi bir kez daha ama bu sefer titreyen sesiyle. “Süreyya’m,” dedi hasretle. Sessiz bir haykırış, sessiz bir inilti, sessiz bir ah… döküldü. Yılların yorgunluğu doldu gözlerine. Yılların hasretini çekti içine.
”Süreyya’m, saçlarına gönüldüğüm, gözlerinin denizinde boğulduğum, konusunda nefes aldığım, gül kokulum, gül bahçem, Süreyya’m. Ne de çok özledim seni. Ne de çok ayrı kaldık seninle. Oy benim uğruna denizleri aşıp da geldiğim. Ne kadar uzağa gittin de gelmek bilmedin.” Sol gözünden bir yaş süzüldü. “Ne denizler aştım Süreyya’m, hiçbirinin sonu sana varmadı.” İçi titredi. Göğsü inip kalktı.
soğuk mezar taşını okşadı. “Ellerimden kayıp da gittin ve bu Yusuf seni tutamadı. Gözlerimin önünde kustun, gözlerime bakarak can verdin. Elini bana son kez uzatırken gittin benden…” hızla inip kalktı göğsü. Aldığı nefes tıkandı göğsünde.
”Süreyya’m, sevdiğim, sevdalandığım. Sevdasında kaybolup gittiğim, kayıplara karıştığım.” Ne kadar konuşsa azdı, ne kadar söz sarfetse azdı. İçindeki boşluk ne yaparsa yapsın dolmuyordu. Yarımdı, yarım kalmıştı.
Bir yaş daha aktı gözünden. Silmedi, aksın aktığı kadar dedi. Sanki bunca yıl hiç ağlamamış gibi ağladı yine.
”Sol yanım boş kaldı. Boş bıraktın gidişinle. Bilirim, gitmeyi hiç istemezdin. Kalmaktı her zaman senin tercihin, herkese ve herşeye rağmen. Ama bak…. Tasalanma ama, ben her dönüp soluma baktığımda seni görüyorum. Bir hayalden ibaret olsan bile, ben bugün bile hala seninle yaşıyorum.”
Zordu, taşıması oldukça ağır bir yüktü. Acısı büyüktü. Aradan yıllar da geçse ilk günkü gibi taze kalacaktı onda.
”Seni ne çok sevdiğime bir şu Karadeniz bir de ben şahidim. Acımı bir Karadeniz bilir. Ona haykırdım. Çareyi Karadeniz’e haykırmakta buldum. Sen şu hayatta yaşamak istediğimken yaşayamadım ben seni.”
Yusuf'un sevdası dağları taşları delerdi de, acısı göğüs kafesine sıkışıp kaldı işte…
“Sevgin kalbimi canlandırdı. Cansız ruhum, senin sevginde can buldu. Ve sen gidince, sen gelmeden önceki halime geri döndüm.” Bir nefes verdiğinde Süreyya’nın mezarının üzerindeki kurumuş çiçeklerde gezindi parmakları.
”Sen bir çiçektin. Eşsizdin, Nadide bir parça gibiydin. Ve ben seni korumayı beceremedim. Seni koruyamadım bile. İntikamını bile alamadım. Geç kaldım, tıpkı sana geç kaldığım gibi. Oysaki beni onu yaşatmamam gerekiyordu. Seni benden alana bu dünyayı dar etmem gerekiyordu. Ama yetişemedim.”
Yusuf Süreyya’nın ölümünden sonra komada kalmıştı. Hata o da ölmüştü. Kalbi durmuştu. İki kere. Biri evlerinin bahçesinde, biri de ameliyatta. İki kere gitmek istemişti. Herşeyi bırakmak, karısının yanına gitmek istemişti. Ondan ayrı kalmak istemedi. Ama ardlarında onları bekleyen iki evlatları vardı. Birinin onlarla kalması gerekiyordu. Süreyya giderken Yusuf kalmak zorundaydı. Anneleri zaten gitmiş evlatlarına bir de babasızlığın acısını yaşatamazdı. Geri döndü. Fakat gözlerini açtığı dünyada artık Süreyya yoktu. Renkler solup gitmişti. Çiçekler solmuştu. En sert kıstı artık. En çok kar yağıyordu. Hava buzdan farksızdı. Yorgundu, bir ölüden farksızdı.
Süreyyanın olmadığı bir dünyaya açmıştı gözlerini. Geri kapamak istedi gözlerini. Daldığı o rüyaya geri dalmak, devamını görmek istedi. Yapamadı. O rüya o kadardı. Devamı yoktu. Kısa süren bir rüya, yirmi bir yılı içinde barındırmıştı. Bir kadının gidişi, bir adamın bitişiydi.
Komadan uyandığında Selim çoktan buralardan gidip, izini kaybettirmiş, yıllar sonra geri dönmüştü. Yusuf’un içi soğumamıştı ama dermanı hiç kalmamıştı.
Dizlerinin bağı çözülmüş, yürüyemiyordu.
Yusuf, bütün ömrünü o bahçeye gömüştü. Binbir emekle, binlerce güzel hayalle süslediği ev. Her bir yerinde Süreyya’nın emeği olan o ev. Karısının da kendisinin de mezarı olmuştu. Yusuf, sevdasını gömüş, kendini de gömüştü.
Süreyyasız bir Yusuf’un yaşamasının ne anlamı vardı ki?
”Yusuf, neden geldik buraya?” Diye soruyor Süreyya’nın naif sesi. Saçları rüzgarın esintisinde uçuşup yüzüne çarparken, saçlarını yüzünden çekmeye çalışıyor. Ardında kalmış Yusuf. Bu eşsiz görüntüyü dudaklarındaki yarım bir gülüşle seyrediyor. “Gözlerinin,” diyor Yusuf muzip bir sesle. “Renginin ne olduğunu öğrenmeni istedim.”
Dalgalanan denize bakıyor Süreyya. “Denizi mi kastediyorsun?” Diye soruyor gözleri denizin üzerindeyken.
Bir kaç adım atarak sevdiğinin yanına varıyor Yusuf. Ellerini atmış cebine, dikmiş gözlerini Süreyya’nın sarı saçlarına. “Deniz gözlüsün sen,” diyor Yusuf.
Kafasını çevirip Yusuf’a bakarken tepelerindeki güneşin ışığı tam soldan yüzüne vuruyor Süreyya’nın. Gözlerinin rengini daha da ortaya çıkarıyor. “Nasıl farkettin bunu?” Diye soruyor masumca Süreyya.
Dudaklarındaki gülüş büyüyor Yusuf’un. “Gözlerine biraz dikkatli baksan sende farkedersin, deniz gözlü…”
”Senin kadar dikkatli bakamayacağıma eminim.” Diyor Süreyya.
”Neden?” Diye soruyor kaşlarını çatarak Yusuf.
”Senin gözlerin, bir başka bakıyor bana. Beceremem senin gibi bakmayı kendime.”
”Sana gözlerime değil, kalbimle bakıyorum Süreyya. Ait olduğun yerden bakıyorum sana.” Dediğinde Yusuf, yanakları anında kızarmaya başlıyor Süreyya’nın. Yusuf’un en ufak iltifatına bile kızaran yanaklarının bu sözler karşısında kızarmamasına ihtimal dahi yoktu ki. Utanç kaplıyor içini, hızla gözlerini Yusuf’un gözlerinden çekip, denize dönüyor.
”Utandın mı sen?” Diye soruyor Yusuf gülerek.
”yo, utanmadım” diye inkar ediyor Süreyya.
”utandın gül bahçem. İnkar etme şimdi.” Diye ısrar ediyor Yusuf.
”Utandıracak şeyler deme o halde Yusuf.” Diye çıkışıyor Süreyya utancını gizlemek için.
”oho ama Süreyya’m. Sen benim en ufak lafıma bile utanacaksan sana olan sevgimden de utanırsın ya.” Diye eğleniyor Yusuf.
Gülmeden edemiyor Süreyya. “Ya ya, tabi.”
Süreyyayı tutup kendine çekiyor ve sıkı sıkı sarılıyor Yusuf. Utancından kızaran yanaklarını saklamak için yusufun göğsüne gömüyor Süreyya yüzünü.
Sarı saçlarını öpüyor Yusuf Süreyya’nın. İçi gidiyor yine Süreyya’nın.
Bir anda zihnine düşen bu eski anı, daha da çok ağlattı Yusuf’u.
”Şimdi yoksun, deniz gözlü. Şimdi yoksun. Beni gözlerinin denizinden mahrum bıraktın. Sevdanla da hasretinle de baş başa bıraktın.”
Yusuf, süreyyasız yaşamayı asla beceremedi. Yapamadı.
Evlatları için yaşadı. Kendi için yaşamayı ise, Süreyya ile beraber o toprağa gömdü. Evlatları için nefes aldı. Oğlu ve kızı için. Karısının ona bıraktığı emanetleri için. Varlığının tek amacı, onlardı. Onlar da olmasa, çoktan gitmişti. Kalmamıştı.
sadece Nefes anlatımıyla;
Elimde geçen günün sabahı uyandığımda komidinin üzerinde bulduğum kağıttan yıldız vardı. Oraya nasıl geldiğini bilmediğim, ama kimin bıraktığını bildiğim bir kağıttan yıldızdı.
Yaman.
Ondan başkası olamazdı. Gökyüzüne olan düşkünlüğümü ondan başka bilen biri daha yoktu.
Fakat bu yıldızın manası neydi, anlayamadım. Sabah uyanıp gördüğümde yadırgamıştım ilk başka. Fakat sonra elime alıp bakmıştım. Hoşuma gitmişti. Güzeldi. Özenle yapılmıştı. Dünden beri düşünüyordum. Odama mı gelmişti? Ne zaman gelmişti? Ben gece uyurken mi gelmişti? Ben neden hissetmemiştim? Peki neden gelmişti?
Onu yine göremiyordum. Onu istediğim zaman ne için göremiyordum. Onu görmek istiyordum. Sadece bir gün değil, her an. Fakat onu çok az görüyordum.
Elimdeki kağıttan yıldızdan gözlerimi ayırmazken, sırtımı yatağın başına yaslamış, yatakta uzanıyordum. Parmaklarım yıldızın üzerinde geziniyordu. Dudaklarımda bir gülüş vardı asla silemediğim ve engel olamadığım. İçim bir hoştu. Onun buraya gelmiş olduğunu bilmek, beni gaflete düşürüyordu. Bu yıldızın ona ait olduğunu bilmek, karnımdaki kelebeklerin pır pır etmesine neden oluyordu. Her hareketi gibi, bu hareketi de yine ama yine beni gafil avlayıp ucu bucağı olmayan bir boşluğa atıyor, ama mutlu ediyordu.
Bir nefes verdiğimde yıldızı komidinin çekmecesini açıp içine bıraktım ve geri yaslandım arkama. Canım sıkıldı oturmaktan. Vazgeçip yataktan kalktım ve telefonumu komidinin üzerinden alıp odadan çıktım. Merdivenleri indiğim sırada aşağıdan gelen sesleri duydum. Yabancısı olmadığım hatta fazla tanıdık olduğum bir andı yine. Roza ve İlyas günlük rutinlerindeydi.
”Bana bak Sural, yine başlıyorsun. Yapma” diyordu Roza.
”Ben birşey yapmıyorum, Sural. Sen yapıyorsun.” Diyordu İlyas.
son basamakları da indiğimde kafamı çevirip salona baktım. Sesleri salondan geliyordu.
“Ya adam! Sen benim başıma bela mısın?” Diyen Roza, koltuğun üzerini düzeltiyordu.
Yine ne için tartışıyorlardı?
”Rica ediyorum o ciyak sesini yükseltmez misin? Kulaklarım kanayacak diye korkuyorum.” Diyen İlyas, Rozanın tepesindeydi.
”O ciyak sesimle döverim seni.” Derken en ters bakışını yandan yansan attı Roza İlyas’a. Salona doğru ilerledim.
”Kızım, sen neden böylesin?” Diye yakındı İlyas.
”Ne oluyor yine?” Diye sorarak salondan içeri girdim. Bakışlarım ikisinin üzerindeyken koltuğun üzerine oturup arkama yaslandım.
”Sorma Nefes. Bu adam beni bir gün delirtecek. Yine buldu ya beni uyuz edecek bir şey.” Derken Roza bana dönerek, yüzünü buruşturdu İlyas. “Sanki hiç uyuz değilmiş gibi suçu da bana atıyor. Kızım sen bana takık mısın?”
Elindeki yastığı düzeltirken, “Bak bu yastığı tam o suratına isabet atarım. Git başımdan ya.” Dedi Roza.
Hala ne için tartıştıklarını anlayamamıştım. Ama öyle boş gözlerle izliyordum onları.
”Şurada iki keyifle temizlik yapıyoruz yüne geliyor bulaşıyor. Anasını satayım zevk mi alıyorsun?”
”Evet,” derken cevap için hiç geçikmedi İlyas. “Zevk alıyorum, var mı?”
Roza sabır diler gibi bir iç çektiğinde İlyas yanından ayrılarak salonun çıkışına doğru ilerlerken sırıtırıyordu.
”Düzgün temizle şu evi. Yemin ediyorum odam hep pis.” Derken bilerek yapıyordu İlyas. Onu sinir etmek kendisine bulaştırmak için bilerek kıza bulaşıyordu. Çünkü bu ilyasın hoşuna gidiyordu.
”O senin pisliğindendir, nerdeyse otuz yaşına gelmişsin yatağını toplamayı geçtim sabah uyanınca yüzünü bile yıkamaya üşeniyorsun.” Derken sakindi Roza.
”Dedi, üşengeçliğinden ölse gidip bir bardak su içmeyecek Roza hanım.” Derken dedikoducu kadınlar edasına büründü ilyas.
”İlyas!” Diye sesini yükseltti Roza.
”Karıcığım.” Dedi gayet sakin bir şekilde İlyas pis pis bana sırıtarak bakarken. Gülüyordum bende bu hallerine.
”Seninle evlendiğim güne lanet olsun, o deftere o imzayı atmakla yanlış yaptım. O defteri kafanda parçalamalıydım!” Diye sinirle söylenirken bir yandan da yastıkları koltuğun üzerine diziyordu Roza.
”Oysaki benim yaptığım en doğru şey, o deftere imza atıp seni nikahıma almak, soy adımı soy adın yapmaktı.” Dedi İlyas keyifle ve kendinden emin bir şekilde.
”İlyas!” Diye çemkirdi Roza.
“Söyle karım, kaçığım” dedi İlyas harflerin üzerine basa basa.
Arkasını İlyas’a döndüğü gibi elindeki yastığı ilyasın yüzüne fırlattı Roza. Yastık hedef olarak kendine ilyasım suratının ortasını seçerken, “Seni harbiden geberteceğim” diyerek ona doğru koşmaya başlamıştı Roza.
Suratına çarpıp yere düşen yastığa boş gözlerle bakarken yeni farkına varmıştı Rozanın ona geldiğinin.
”Gelme kızım.” Dedi uyarır gibi.
”Geleceğim.” Derken sinirliydi Roza.
”Gelme, bak valla bu sefer ikimiz de sağ çıkamayız.” Fakat çok geçti çünkü Roza ilyasın karşısına geçtiği gibi üzerine atladı.
”Ulan!” Derken ses boğuktu ilyasın. Roza şuan bacaklarını ilyasın beline sarıp birbirine kenetlemiş, elleriyle adamın kulaklarını tutuyordu. Daha doğrusu ilyasın kulaklarını çekiyordu.
”Lan! Koparıcan lan kulaklarımı!” Diye acıyla bağırdı İlyas. Daha da çok çekti Roza kulaklarını.
”Seni bu sefer gerçekten geberteceğim Sural.”
Rozayı bu kadar sinirlendirecek ne yapmıştı ki İlyas?
“Lan kulaklarım kulaklarım!” Diye inlerken İlyas, “beter ol!” Diyordu Roza. İlyas artık canı ne kadar acıyorsa kendi etrafında Rozadan kurtulmaya çalışarak dönerken Roza rahatını hiç bozmadan adamın üstündeydi.
”Kulakların ha, kulakların” dedi Roza öyle mi dercesine. Ben gülerek onları izlerken Roza ilyasın kulaklarını çekmeyi bırakıp hedef olarak saçlarını seçti ve adamın saçlarını tutup çekiştirmeye başladı bu sefer.
”Saçlarım!” Diye bağırdı İlyas. “Onlar benim kıymetlilerim! Kızım bırak saçlarımı.” Derken Rozayı bileklerinden yakalamıştı İlyas.
Bir anlığına durdu Roza. “Kıymetlilerin?” Dedi tek kaşını çatmış, ard arda nefesler alırken saçları birbirine girmişti. “Ben değil, saçların kıymetlilerin. Öyle mi İlyas Sural?” Derken ben bile ürkmüştüm. İlyas ne yapsındı.
”Az önce bana adım ve soy adımla mı hitap etti o Nefesciğim?” Diye soran İlyas başına geleceklerden korkuyor gibiydi.
Dudaklarımda gülüşüm hala dururken, sıkıntıyla kafamı salladım. “Tam olarak öyle oldu İlyas.” Dedim çekinerek.
”O zaman büyük sıçtım demektir.” Dedi İlyas.
”Bence de” diyerek onayladım onu. Gülmemek için elimle ağzımı kapattığımda, Roza zavallı adamın canına okumaya başlamıştı bile. Ne yaptığını söylemek istemiyorum ama ilyasın kafasını ısırdı. “İlyas beyimizin kıymetlisi saçlarıymış.” İlyas’tan küçük bir inilti geldi kulağa.
”Kızım vallahi lafın gelişi öyle dedim. Benim senden kıymetli neyim var ki?” Derken sesi bile acınasıydı adamın.
”Varmış işte. Saçlarınmış benden kıymetli olan.” Derken hala ilyasın sırtındaydı Roza.
”Halt etmiş o saçlarım. Karımdan başka kıymetlim yok benim şu hayata.” Derken buradan nasıl çıkacağını düşünüyordu İlyas. Rozanın sırtından inmeye niyeti yokken, beklenmedik bir hamle yaptı İlyas. Ben bile ne olduğunu anlamadan Rozayı kucağına aldı.
Roza kendini şaşırmıştı.
Telefonuma gelem bildirim sesiyle koltuğa bıraktığım telefonumu aldım ve ekrana baktım.
”Kapıya çıkar mısın? Seni bekliyorum. Bir sürprizim var sana:)”
Mesaj Yaman’dandı.
olduğum yerde doğruluğumda, Roza ve İlyas hala tartışırken onlara çaktırmadan ayağa kalktım ve sessiz adımlarla salondan çıktım.
”Bekle beni, geliyorum şimdi.”
Mesajı attıktan sonra kapının önüne gelmiştim. Portmantodan siyah uzun hırkayı alıp üzerime giyindim. Telefon hala elindeyken bir mesaj daha geldi.
”Bekliyorum”
Beyaz spor ayakkabılarımı ayakkabılıktan alıp ayağıma geçirdiğimde kapıyı açıp evden çıktım. Çıkarken de kapıyı aralık bırakmıştım.
Gözlerim bahçede dolanırken, az ilerideki ağacın altında bekleyen onu gördüm. Hızlı adımlar atarak ona doğru giderken onun bakışları sanki dalmış gibi yerdeydi. Yanına vardığımda, “Yaman,” diyerek ona seslendim. Geldiğimin farkında bile değilmiş gibi hemen kafasını kaldırıp yüzüme baktı.
”Merhaba,” dedi gözlerime bakarken.
”Merhaba,” dedim gözlerine bakarken.
”Sen, neden geldin ki buraya?” Diye sordum soran gözlerle ona bakarken.
”Öylesine.” Diye cevap verdi.
Sürprizim var demişti. Fakat ben birşey göremiyordum.
Dilimin ucuna gelen şeyi ona sorsam mı bilemedim. Ama sormasam ve cevabını bilmesem de bir gün daha duramayacaktım.
”Şey diyecektim,” diye söze girdim.
”Ne diyecektin,” derken tam tepemizde duran güneşin vuran ışığı gözlerini kısmasına neden oluyordu.
”Odamda bir yıldız buldum, dün sabah. Kağıttan” dediğimde yüzünde en ufak bir mimik dahi oynamadı. “Sen mi bıraktın onu oraya?” Diye sorduğumda bende güneş yüzünden gözlerimi kısmak zorunda kalıyordum.
”Bilmem ki,” dedi omuz silkerek. “Belki kuşlar bırakmıştır.” Dedi dudak büzerek. Elleri arkasındaydı. Bu daha yeni dikkatimi çekmişti.
”Kuşlar bırakmıştır, yıldızı?” Derken tek kaşımı çattım.
”Senin gözlerinin ağlayası gelmiş ya, kuşların da o kağıttan yıldızı odana bırakası gelmiştir.” Derken aslında o yıldızı odama bırakanın kendisi olduğu itiraf etmişti. Yarım yamalak güldüm.
”Anladım, odanın camı da kapalıydı aslında. Nasıl girmiş kapalı camdan içeri ki?” Derken ayakkabının ucuyla yerde görünmez bir daire çizerken bakışlarım da yerdeydi.
”pek zekiymiş demek ki kuşcuk. Bulmuş bir yolunu.” Dedi hala bilmiyormuş ayağına yatarak.
”Ya ya, tabi. Hiç de ses çıkarmamış.”
”Ne sandın kızım. Kuşlardaki aklın yarısı şu insanlarda yok.” Dedi göğsünü kabarta kabarta.
”O halde senin aklın yokmuş.” Dedim kafamı kaldırıp tekrar yüzüne baktığımda.
”Ne alaka?” Diye sordu kaşlarını çatarak.
”Yaman!” Dedim kaşlarımı çatarak sinirli gibi görünmeye çalışarak.
”Deniz kızı” dedi aynı benim gibi o da kaşlarını çatarak.
”Ben biliyorum ki o yıldızı kimin girip odama bıraktığını” dedim saf ayağına yatarak.
”Biliyorsan rica ediyorum kendine sakla, hanımefendi.” Dedi üzerime eğilerek.
”Şüpheniz olmasın beyfendi.” Diyerek bende yaklaştım ona doğru.
Gözlerime baktı, yakından. Gözlerine baktım, yakından.
“Ne saklıyorsun sen öyle arkanda?” diye sorduğumda arkasına bakmaya çalışıyordum. Ben arkasında ne olduğuna bakmaya çalışırken Yaman bir o tarafa kaçıyordu bir bu tarafa.
”Ya, süprizim var dedin ama. Mızıkçılık yapma.” Derken surat astım. Ne saklıyordu öyle arkasında merak ediyordum. Ben arkasında sakladığı şeye ulaşmaya çalışırken ondan bir kahkaha sesi geldi.
Kafamı kaldırıp baktım yüzüne. “Neye gülüyorsun sen öyle?” Diye sordum hala suratım asıkken.
”Gülüyorum, çünkü güldürüyorsun.” Dedi aniden. Asık suratımın ifadesi dağılırken söylediği en ufak şeyin bende böyle etki yaratmasına şaşırıyordum.
Ben ona öylece bakarken o arkasında sakladığı şeyi gün yüzüne çıkardı. Bakışlarım ellerinde tutuğu şeye kaydı. Bir buket lale tutuyordu ellerinde. Boş boş gözlerimi kırpıştırarak bukete bakıyordum.
”Öyle bakmaya devam mı edeceksin, yoksa bende burada bu güllerle beraber solayım mı?” Dediğinde bu sefer kafamı kaldırıp boş gözlerle ona baktım.
”Bunlar bana mı?” Diye soran sesim içime kaçmıştı. Sessiz bir cevap verdi kafasını sallayarak. Dudaklarımda oluşan gülümsemeye hiçbir şekilde engel olamadım. Bana uzattığı buketi elinden aldığımda, mutluluktan dolmak üzereydi gözlerim. İçimde bin bir duygu aynı anda yoğunlaşmaya başlarken nefes almayı unutmuş gibiydim. Elimdeki lalelere bakarken nasıl sevindiğimi kelimelere dökemezdim.
Bir buket lale almıştı bana. Hem de kırmızı lale. Sevdiğim çiçeği, sevdiğim rengiyle almıştı. Gözlerim lalelerin üzerinde gezinirken, tüm lalelerin ortasında diğerlerinden farklı bir laleye takıldı gözlerim. Diğerlerinden farklıydı. Çizgili lale. Mora çalan renkli, beyaz çizgileri olan bir lale.
”Bu ne?” Diye sorarken buketi Yamanın görebileceği şekilde yüzüne yaklaştırıp çizgili laleyi işaret ettim.
”Bilmem ki, araya karışmış herhalde.” Dedi iki omzunu birden silkerek umursamazca.
”Öyle olmuş diyorsun?”
Kafasını salladı. “Öyle olmuş diyorum.”
İnanmadım. Bu gülün bir anlamı olmalıydı. Araya falan karışmamıştı. Eve girdiğim gibi bu lalenin ne anlama geldiğine bakacaktım.
”Biraz oturalım mı?” Diye sordu beklenmedik bir şekilde.
Kafamı sallayarak cevap verdim ona. Şu son zamanlardaki hareketlerine be sözlerine bir anlam veremesem de sorgulamıyordum. Sadece sessizce izliyor ve dinliyordum. Çünkü her ne kadar garibime gitse de son zamanlardaki Yaman, beni mutlu eden en büyük etkendi.
Bahçedeki masaya doğru yürümeye başladık beraber. Ben hala elimde tutuğum lalelere bakıyordum.
”Laleler için, çok teşekkür ederim.” Dedim içtenlikle.
”İlk kez mi çiçek alıyorsun birinden?” Diye sorduğunda kafamı kaldırıp yandan ona baktım. “İlk defa.” Diye cevapladım sorusunu. Yüzüme bakmazken dudaklarında belli belirsiz bir gülüş oluştu sanki. Fazla silikti. Gülüyormuydu anlaşılmıyordu. Gülüyor gibiydi. Sanırım…
Masanın yanına geldiğimizde ben tahtadan koltuğa otururken o da benim yanıma oturdu. Bunları İlyas ve Roza evlendikten sonra evi kurarken bahçeye özel yapmışlardı. Tahtadandı koltuklar ve masa. Koltukların üzerlerine ve sırt kısımlarına çiçekli minderler dizmiştik. Masanın üzerinde bir örtü vardı.
”İlyas ve Roza, aralarındaki sorunu halletmişler sanırım”
Bakışlarım başka bir yöndeyken Yamanın sözleri ile ona döndüm. “Evet, barıştılar.”
Önüne bakıyordu doğrudan. Sakalları çıkmıştı artık. Sakallı hali sakalsız halinden daha iyiydi sanki. Böyle sert görünse de daha yakışıklı oluyordu. Sakal ona ayrı bir hava katıyordu. Sert ve belirgin yüz hatlarına kıyasla kusursuz yüzüyle aynı orantıda bir burnu vardı. Kaşları ne kalın denilebilecek ne de ince denilebilecek kadardı. İdeal bir kaş şekli vardı. Saçları bugün dağınıktı. Saçlarını taramış halinden ziyade böyle dağınık olması ona daha çok yakışıyordu. Yaman zaten genel olarak sportif giyinen bir adamdı. Pantolon giymeyi çok tercih etmiyordu. Genellikle eşofman giyinmek onun tarzıydı. Kazak giyindiğini çok nadir görmüştüm. Genellikle ya tişört ya da sweat giyinirdi. Kazak neden giyinmediğini az çok anlayabiliyordum. Kazak giyindiği zaman sürekli boyun kısmını ve bileklerini kaşıyordu. Onu rahatsız ediyordu kazak.
“Aşklarını itiraf etmişler mi bari?” Diye sordu.
”Etmişler.” Diye cevap verdiğimde hala yüzüne bakıyordum. “Kimileri aşkını itiraf etmeye cesaret edemez, içinde yaşar…”
”Kimileri ise aşık olmaya korkar.” Diye tamamladı yarıda kestiği sözümü Yaman.
Aşkını itiraf etmeye cesaret edemeyen bendim. Peki ya aşık olmaya korkan kimdi?
”İnsan neden korkar ki aşık olmaktan? Hiç anlamıyorum” derken önüme dönmüştüm. Bacaklarımın altına almıştım ellerimi, ayaklarımı sallaya sallaya oturuyordum öylece.
”İnsan aşık olmaktan değil, aşık olacağı kişiden korkar, Nefes. Neden o kişiden korkar bilir misin?” Diye sorduğunda, adımla hitap etmesini yadırgasam da bunu belli etmedim. “Neden?” Diye sordum onun istediği şekilde.
”Aşk, bir büyüdür. İnsanın girdabına kapıldığında, kendini bir türlü kurtarmayı asla beceremeyeceği bir girdap. Kimileri bu girdaba gönlü razı kapılır. Kimileri ise istemek ve istememek arasında kaldığında, henüz ne olduğunu bile anlamadan kapılır o girdaba. Aşk, sen farkında vardığında değil, sen daha farkına varmadan kalbinden içeri girer. Ruhuna sızar, içinde yeşerir, büyür, sarar kalbini, kaplar ruhunu.” Bir yere dalmış gibi geliyordu sesi kulağa.
”Aşktan korkulmaz. Karşındakinden korkulur. Çünkü o kişiyle karşılaştığında ruhun daha ilk saniyeden onun varlığı ile ağırlaşır. Hissedersin, içten içe. İnsanlar aşık olmaz. Kalpler aşık olur. Göz göze geldiğin ilk an o gözlerle, içinde ukde kalacak o nefesi çekersin içine. Anlamazsın, farkına varmazsın, hissedersin, anlamazsın. İçine çektiğin o ukde nefes, aşık olacağın kişiye duyacağın aşktan korkutur seni. Kimse aşktan korkmaz. Aşık olacağı kişiye duyacağı aşktan korkar.” Bir nefes verdiğinde kafasını çevirip bana baktığını hissettim.
”Çünkü aşk, bir çift göze bütün ömrü adamaktır.” Sesinde garip bir tuhaflık, bir tını vardı. Dalgın gibi, karışık gibi, mühür gibi.
Kafamı çevirip ona döndüğümde aramızda yok denecek kadar az mesafe kalmıştı. Yüzü yüzüme oldukça yakınken gözlerim en yakından kesişti gözleri ile. “İnsan,” diye fısıldadı gözlerime bakarken. “Bir çift göze, bütün ömrünü adayıp adayamayacağından korkar. Bütün mesele bu.”
Bakışlarım dudaklarına kaydığında hızla bakışlarımı tekrar gözlerine çevirdim. Titrek bir nefes verdiğimde nefesim dudaklarının üzerine çarpıp geçti. “Bütün mesele buysa madem, söylesene Yaman. Sende bir çift göze bütün ömrünü adayacak cesaret var mı?” Yakınlığımız kalbimin ritmini değiştirse de geri durmak istemedim. Girdabına bu kadar çekildiğim adamdan bir adım kaçacak cesaretim yoktu. Yakınında duracak cesaretim vardı, uzak duracak cesaretim yoktu.
Gözlerime baktı. Sessizlik oluştu bir müddet. Gözlerinin ardından birşey geçti. Benim bilmediğim, anlamadığım birşey. Dudaklarında belirgin yarım bir sırıtıp oluştu gözlerime bakarken. “Var,” dedi tüm sessizliği bölerek. “Sanırım artık varmış.” Diye fısıldadı.
”Aşık mı oldun?” Diye sorarken tereddütteydim. İçime öyle doğmuştu nedensizce.
”Bilmiyorum,” derken kafasını ağrı aşır iki yaka sallarken gözleri hala gözlerindeydi.
”İnsan hislerini bilmez mi?” Diye sorduğunda daha fazla bakamadım gözlerine ve bakışlarımı gözlerinden kaçırarak önüme geri döndüm.
”His denilen şey, sandığın kadar kolay değil, Nefes.”
“Adımla hitap ettin” Derken rüzgarın hafif esintisi saçlarımı omzumun üzerinden geriye savuruyordu.
“Çünkü adın hoşuma gidiyor.” Kalbim tekledi, nefesimi tutum. Bacaklarımın altındaki parmaklarımla tahtayı tuttum.
“Adımdan nefret ettiğini sanıyordum.” Derken bir sıcaklık tüm vücudumu sarmak üzere gibiydi. Bir cevap gelmedi Yamandan.
yine, her zaman olduğu gibi susmayı tercih etti. Ben onun girdabına bu kadar kapılıp gitmişken o, yine beni o girdapta yalnız bırakıp susmayı tercih etti.
“Sessizliğini dinlememi istiyorsun?” Diye sorduğunda esneme yapışan saçlarımı geriye attım.
”Sessizliği seviyorum”
”O zaman bende sessiz kalayım” dediğimde ayaklarımı sallamaya devam ediyordum.
”Senin sesini dinlemek hoşuma gidiyor. Sessizlik sende fazla sıkıcı.”
Ya hiç konuşmuyordu, ya da herşeyi bir anda pat diye söylüyordu. Asla sınırları da ayarı da yoktu. Arsızdı.
Masanın üzerine bıraktığım çiçeği aldığımda oturduğum yerden kalktım.
”Gidiyor musun?” Diye sorduğunda oturduğu yerden bana bakıyordu.
”Artık gitmek icap eder.” Dedim.
”Kalmak daha makbul değilmidir?” Diye sordu.
”Gitmek,” dedim gülerek. “Gitmek.” Bir iç çektiğimde, “Laleler için, tekrar teşekkür ederim.” Dedim.
Giderken anlık aklıma gelen şeyle durup ona döndüm. “Bir daha, ne zaman geleceksin?” Diye sordum.
Sorum karşısında yüzüme durgun bir ifadeyle baktı. Neden böyle bir soru sorduğumu merak ediyordu. Fakat haberi yoktu, o her gelip geri gideceği zaman ben ona aynı soruyu soracaktım.
Çünkü onun gidişleri hep bir daha asla dönmeyecekmiş gibiydi.
İçimde gideceği zaman oluşan huzursuzluğu, ona ne zaman geleceğini sorarak gideriyordum.
Kaşlarımı çattım. Bir cevap bekliyordum. “Ölmezde sağ kalırsam.” Dedi.
Her gün gelirim, dercesine. Ben cevabımı almıştım zaten. Onun bişey demesine gerek yoktu. Titrek bir nefes verdiğimde sırtımı ona dönüp eve doğru ilerledim. Aralık kapıdan içeri girdiğimde kapıyı ardımdan kapatıp sırtımı kapıya yaslayıp kafamı geriye attım. Bir iç çektim.
iç çekişlerim neden hiç bitmiyordu.
Aklıma gelen yeni şeyle hemen elim cebimdeki telefonuma gitti. Telefonu cebimden çıkartıp kilit ekranını açıp Google’ya girdim. Arama kısmına, çizgili lale ne anlama geliyor, Diye yazarak arattım.
Gözlerim ekranda beliren yazıda gelindiğinde, dudaklarımda oluşan o gülüşe engel olamadım. Karnımda uçuşmaya başlayan kelebekler bunun en büyük belirtisiydi.
Çizgili lalenin anlamı; Güzel gözlerin var, demekti.
İltifatların en güzeli, en eşsizi.
Yaman Karayel, kalbim demiştim. Tüm kalbim, tüm benliğim, varlığım. Yaman karayel….
Bir adam vardı, bir kadının tüm ilkleri olan…
Yaman Karayel anlatımıyla;
Karanlığına ışık tut, aydınlatmıyorsa tüm odayı, sana ait olan değildir, derler. Karanlığıma bir ışık tutmadığım halde aydınlanıyorsa karanlığım, içeriye bir ışık tutuluyorsa, bana ait olan tutuyordur o ışığı.
Kimdi bana ait olan?
Sargı bezlerini bileğime sararken, bakışlarım tek bir noktaya odaklanmıştı.
Kaç gün geçirmiştim bu şekilde bilmiyordum. Kendimi o kadar çok kaptırmıştım ki maça, başka bişeyle uğraşamaz olmuştum. Aklımı karıştıracak her şeyden uzak durmaya çalışıyordum. Tüm odağımı sadece ama sadece maça veriyordum. Gözlerimi önüme dikmiştim, yumruk yaptığım ellerimi kum torbasına geçirirken, anlımdan akan ecel terlerinin karşılığını, o kupayı elimde tuttuğumda alacaktım.
Yıllardır bu işin içindeydim. Başlarda benim için sadece para kazanma kaynağıydı, geçimimi sağlamak için dövüşüyordum, babamın parasını yememek için. Ama şimdilerde ise zevk meselesiydi benim için. Şiddeten hoşlanmıyordum. Ama bu farklı gibiydi. Düşünmeyi bir kenara bırakmak için bulduğum bir yoldu.
Henüz daha on sekiz yaşındaydım. İstanbul’a yeni gelmiştim. Karadenizi terketmek istiyordum. Ve buna ne halam ne de babam asla izin vermiyordu. Fakat ben her zaman olduğu gibi yine kafama koyduğumu yapacaktım. O sınava bilerek hırsla çalıştım. Üniversiteyi okumak gibi bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Annem okumamı isterdi. Okuyup büyük adam olacaksın derdi gözlerime umutla bakarak. Fakat o yaşlarda içimde olan okuma aşkı, zaman geçtikçe yok olup gitmişti.
karadenizden gidebilmek için o sınava çalıştım, İstanbul’da bir okul kazandım. Artık beni burada tutacak hiçbir şey yoktu. Ne babam ne de halam, ikisi de artık sözlerinin beni burada tutmaya yetmeyeceğini biliyorlardı. O yüzden bıraktılar beni. Bir gece topladım tüm valizimi, son kez vedalaşıp sarıldım hepsine. Daha sonra da bir kere gittim buralardan, bir daha ne bayramlarda, ne cenazelerde ne de doğum günülerinde hiç gelmedim.
Telefonla konuştuk sadece. Sare, her konuşmamızda ne zaman geri döneceğimi sordu. Ve ben hepsini yanıtsız bıraktım. Terkettiğin bu yere geri dönmek gibi bir düşüncem hiç olmamıştı. Karadeniz hikayesi benim için tamamiyle kapanmıştı. Gözümde öylesine kararan bu memleketime geri dönmek hesapta yoktu. Taki, düşmanımın kızını kaçırana kadar…
Nefes’i buraya getirmekten başka çarem yoktu. Eline geçen her fırsatta kaçacaktı. Kaçma girişiminde bulunacaktı. Onu ne kadar odalarla kilitlesem de, ne kadar elini ayağını bağlasam da, bir yolunu bulup kaçmaya çalışacaktı. Başıma büyük bela açacaktı. Son çareyi onu buraya getirmekte bulmuştum. Buraya yıllar sonra geri dönememin nedeni Nefesti. Aslında bir yandan da, şampiyonluk maçının Trabzon’da yapılacak olmasıydı.
İstanbul’da yaşamaya başladığım zamanlar, yeni yeni olgunlaşmaya başlamıştım. O zamanlar babam bana düzenli olarak para yolluyordu. Fakat babamın parasını istemiyordum. Kendi başımın çaresine kendim bakmalıyım diye düşünüyordum. Bir iş arıyordum. Aradığım gibi bir iş bulamıyordum. Bir gün, İlyas’la karşılaştım. Bir tamircide. Orda tanıştık onunla. Ayak üstü iki lafladığımızda bahsettim durumumdan ona. Bana uygun bir iş olduğunu söyledi. İstanbul’un illegal işlerinin en yaygın yapıldığı bir yere götürdü beni. Bir adamla tanıştırdı. O gece ilk maçıma çıktım. Acemiydim. Eğer para istiyorsam, bu maçı kazanmam gerektiğini söyledi o adam.
Ve ben, o gece içimde biriken tüm öfkemi, nefretimi ve kinimi, karşıma çıkan adamın üzerine kustum. O adamı yerden asla kalkamayacağı hale getirdim. İlk maçımı kazandım. İlk paramı aldım.
Bu bir süre böyle devam etti. İlk başlarda illegal yerlerde dövüş yapıyordum. Daha sonra bir abimiz vardı, aldı beni karşısına konuştu benimle. Kendimi böyle yerlerde harcamamamı söyledi. İşi resmiyete dökmem gerektiğini söyledi. Bende dediğini yaptım, sözünü dinledim. Ve bugün, boksör Yaman Karayel, yani namı değer, Kasırga olarak buradayım. Bu günlerdeyim.
Kasırga lakabı, dünyaca ünlü bir boksöre aitti. Dövüşü seyretmeye gelenlerden bir kaçı, beni o boksöre benzetmeye başlamıştı. Onun gibi dövüştüğünü söylemişti. Kasırga olup kafesi birbirine kattığımı duymuştum. Daha sonra da beni böylesine şerefli bir lakaba layık gördüler.
Kasırga, dediler. Kasırga olup ortalığı daha da birbirine kattım. O lakabı en layığıyla bana en yakışır şekilde taşımaya başladım. Bütün amacımı, o lakabı yere çalmamaya adadım.
Ve yarın bir gün o şampiyonluk kupasını elimde tutup havaya kaldırdığımda, tarihe ikinci bir kasırga olarak geçmek için çabalayacağım. Bu maç, herşeyin başlangıcı olacaktı. Bu kadar önem vermemin nedeni buydu. Kendimi bu kadar hırpalamamamın nedeni buydu. Gece gündüz demeden bunun için çabalıyordum.
Aslında, aklımın bir köşesinde bile yoktu boksör olmak. Kafes dövüşlerinde yer almak. Hayallerim başkaydı. Umutlarım vardı. Gemi kaptanı olacaktım. Tıpkı babam gibi. Üniversite okuyacaktım.
Annem, hep “Baban gibi kaptan mı olacaksın sen de?” Derdi. Babam gibi olmamı isterdi. Okumamı isterdi. Fakat ben, o sabah bütün ümitlerimi ve hayallerimi annemle beraber o toprağa gömdüm. Annemin üzerine atılan her bir toprakta, ben bir hayalimi daha gömdüm. Ben o mezara sadece annemi değil, kendimi de gömdüm.
Annesi giderken, yanında oğluna dair ne varsa alıp götürmüştü.
Gözlerimi aynı gecenin kabusuyla açtığım her an, bir umut daha öldü, bir ışık daha söndü.
Bugün aynaya baktığımda gördüğüm suret, epey bir yorgun. Omuzlarına binen yükleri artık taşıyamayacak kadar yorgun.
Yorgunum, hiç olmadığım kadar.
Yorgunum, yirmi bir yıl kadar uzun bir süredir.
Kafam eğik, annemin cenazesinden beri.
Burnumun direği sızlıyor, annemi o toprağa gömdükleri günden beri.
Belki biraz hasarlı, belki yıkık dökük, belki çökmüş. Ama yine de hala sim dik ayaktayım. Yükü ağır gelen omuzlarım dik. Dik duruyorum ayakta. Önüme eğik kafam dışardan dimdik. İçimde ölü bir çocuk yatarken, dışarıda normal bir adam var. İçimde yıllardır gömülmeyi bekleyen bir cenaze var.
Yaman Karayel, her şeye rağmen, herkese rağmen güçlü olmalı. Güçlü durmalı. Yaman karayeli, Yaman Karayel yapan ne varsa hepsi güçten ibaretti. Karayel, kapalı bir kutuydu. Kilidi ise kayıp.
Sargı bezlerini bileklerime iyice sardığım zaman kollarımı sallamaya başladım ısınmak için.
Ellerimi öne doğru uzattığımda yeterince ısınmıştım, karşımdaki mum torbasını, bir nevi artık dostum olmuş kum torbasına yumruk yaptığım elimi geçirdim. Bir diğer yumruğumu da geçirdim kum torbasına. Bir tekme de ayağımla vurdum. Daha sonra ise bileklerimi ve yumruklarımı daha da güçlendirmek için mum torbasını yumruklamaya devam ettim.
🩹
Günün ilerleyen saatleriydi. Bugün biraz erkenciydim. Martın sonuna varmak üzereydik. Maça az kalmıştı. Zaman denen şey bende tamamen ortadan kaybolmuştu. Dışarıdaydım. Üzerime siyah sweat’imi giyinmiş, altıma siyah eşofmanımı giyinmiş şapkamı kafama çekmiş koşuyordum.
Yaprakları kurumuş ağaçların arasında, ıslak asvaltın üzerinde hızla koşuyordum. Bacaklarımı güçlendirmek için günlerdir ip atlıyor ve koşu yapıyordum.
Günlerim böyle geçerken, aklımın bir köşesinde beni yalnız bırakmayan düşüncelerle baş başaydım. Düşünmeyi, ne yaparsam yapayım bir kenara bırakamıyordum.
Esen rüzgar yüzüme sertçe çarpıp geçerken ben derin nefesler vererek koşmaya devam ediyordum. Nefes nefese kalmıştım.
Nefes’siz kalmış gibi.
Yolun ilerisinden gelen arabayı görünce yolun kenarına çekilerek koşmaya devam ederken ilerden gelen o siyah araba yanımda durdu. Kafamı çevirip arabanın camından içeri baktığımda arabadaki Çınar ve İlyası gördüm. Koşmayı bırakıp durduğumda kısık gözlerle onlara bakıyor bir yandan da ard arda nefesler alıp veriyordum. Anlımdan akan terleri umursamadan kafamdaki şapkayı çıkardım.
Arabanın kapıları açıldığında Çınar ve İlyas arabadan indi.
“Hayırdır?” Diye sorarken ellerimi cebime atmıştım.
”Yüzünüzü gören cennetlik yaman bey, günlerdir.” Diyen İlyas karşımdaydı. “Aynen ondan,” diye çınar umursamaz bir ifadeyle yüzüme bakıyordu.
”Nerden buldunuz beni?” Diye sorduğumda kuşkulu bakışlarım ikisinin üzerindeydi.
”Mekanına gittik orada yoktun, biz de buraya geldik.” Diye yine İlyastı. Siyah saçlarını yine her zaman olduğu gibi özenle şekillendirmişti. Üzerinde kot bir pantolon ve bir kazak vardı.
“Eminim ki beni çok özlemişsindir, İlyas” dedim alayla.
”Yüzünü görmesem nefes alamıyorum yamancığım.” Dedi İlyas sırıtarak.
”Yine başladı karı gibi konuşmaya,” diyen Çınarlı. Elleri cebindeydi, arabaya yaslanmış sessizliğini koruyarak sadece bizi dinliyordu.
”Ayıp oluyor çınarcığım.” Dedi İlyas alınmış gibi bir imalı sesle.
”Bir daha sahiplenme eki olan m’yi kullanacak olursan ağzına bok koyarım İlyas.” Derken yandan İlyas’a tipik bir bakış attı Çınar. Belliydi, bugün keyfi pek yerinde görünmüyordu.
”O zaman bende Çınarcık derim, olur mu yamancık.” Diyerek bana dönüp baktı İlyas. Şuan çınarla uğraşmak onun hoşuna gidiyordu ve bunu bilerek yapıyordu. Küçük bir sırıtışla baktım ona.
İlyas böyleydi. Sevdikleriyle uğraşmaya bayılırdı. Sevmediğine tek bir yumuşak bakışı bile reva görmezdi. Ama sevdikleri ile uğraşmak onun en büyük hobisiydi. Onu on yıla aşkındır tanıtırdım. Çınar da aynı şekildeydi. Çınar ile İlyas, çınarın beni ilk İstanbul’a görmeye geldiği zaman tanışmışlardı. Çınar arada bir beni görmeye gelirdi, İstanbul’a uğradığında üçümüz vakit geçirirdik. İlyas’la arkadaşlıkları da baya bir ilerlemişti. Samimiyetleri çoktu.
ilyas, sürekli olarak çınarı gıcık edecek şeyler yapar, çoğu zaman da çınardan bir ağız dolusu küfür yer, azar işitir bıkmaz yine devam ederdi. Aramızda en arsız en vurdum duymaz İlyastı. Çınar genellikle umursamaz olurdu. Ama her şeye anında parçayabilirdi. Onun neye nasıl ne ara patlayacağını asla kestiremezdin. Ben genellikle sessizliğimi korkur, köşeme çekilir ve onları izlerdim.
İlyas, biraz içine kapanık, biraz dışa dönük, eğlenceli bir karakterdi. Aslında, böyle olmaya mecburdu. Neşeli biri gibi görünmeye kendini mecbur gibi hissediyordu. Bu, ilyasın acılarını ve tüm yaşadıklarını saklama ve hatta unutma yoluydu. Geçmişinin pek güzel olduğunu söyleyemezdim. O vurdum duymazlığının altında yatanları en iyi ben bilirdim. Travmaları vardı. Annesi gibi, terkedilmek gibi, yetimhane gibi… en büyük travmalarından haberdardım. İlyas anlatmamıştı. Ben anlamıştım.
İlyas korkusuz biri gibi görünebilirdi. Ama onun da kendinden büyük korkuları vardı. Terkedilmek, yine terk edilmek, sevilmemek, yalnızlık. Onun en büyük korkuları bu üçüydü. Başa çıkamadığı, bir türlü altından kalkıp üstesinden gelemediği. O iki haftalık ortadan kayboluşunun nedenini onu çok darlamasamda biliyordum. Yüne korkmuştu, sevilemekten ve istememekten. Bir ailesi yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Şimdi kendi ailesini kuruyordu. Çok sevdiği bir karısı vardı. Onu çok seven bir karısı. Rozanın İlyas’a olan sevgisinden hiç şüphem yoktu. İlyasın sevgisinden şüphe etmek de hataydı.
Şu sıralar ilyasın en çok uğraştığı kişi Rozaydı. Çünkü İlyas, en çok Rozayı seviyordu. En çok değeri ona veriyordu. Gözlerinde görüyordum. Onun en kıymetlisi, karışıydı. Bütün ömrünü karısının dizinin dibinde onun tek bir lafına arayabilirdi. Kardeşimi tanıyordum, sevdiği tam severdi. Ona verilmemiş, ona hor görülmüş sevginin hepsini karısına verebilirdi. İlyas, sevgisini iliklerine kadar hissettirirdi.
Bir aile kurmak ve mutlu olmak bence şu hayatta en çok ilyasın hakkıydı. Kendisine ait olmayan soy adına birini dahil edip, o soy adı sahiplenmişti. Kimsesiz İlyas, bugün İlyas suraldı. Surallar iki kişiydi. İlyas Sural, Roza Sural.
”Hayret, Nefesin yanında değilsin?” Diye soran çınardı.
”Ne alaka lan Nefes?”
”Bilmem,” dedi İlyas omuz silkerek. “Son zamanlarda pek yakınsınız. Daha doğrusu sen kıza pek yakınsın.”
”Yani, yakınsam ne olmuş?” Diye sorarken benden beklenmedik şekilde bir tepki verdiğimin farkındaydım.
”Nefes’e aşık olmaya başlıyorsun.” Dedi Çınar kendinden emin bir edayla bana bakarak. Ellerimi cebimden çıkarırken, “yani?” Dedim.
”ona yakın olduğun her an ona daha da bağlanıyorsun farkında değil misin?” Diye sordu anlatmamı ister gibi.
Bakışlarımı başka bir yöne çevirdiğimde bir nefes aldım. “Ona bağlanıyorum diye ondan uzak duracak değilim” derken sözler dudaklarımdan benden bağımsız dökülüvermişti.
”O en son aşık olacağım kişi bile değil diyordun, şimdi ne değişti?”
Bu soru karşısında bir cevap veremedim. Öyle demiştim değil mi? Ona asla aşık olmam demiştim. Olamam, imkansız demiştim.
Düşmanımın kızı demiştim, oluru yok demiştim. Nefret ediyordum, Nefesten. Peki ya şimdi, sahiden de ne değişmişti.
Zaman mıydı, duygular mıydı? Hangisiydi şimdi tüm davranış ve hareketlerimin değişmesinin nedeni? Karışıktı aklım. Fazlasıyla. Aklım allak bullak, duygularım karma karışık, bir sürü ses vardı. Ve susmak nedir bilmiyorlardı. Susturamıyordum başımın etini yiyip bitiren o sesleri. Karışık aklıma da duygularıma da bir çare bulamıyordum.
Tek bir isimi sayıklıyordu, aklım da duygularım da. Benim köşe bucak kaçarken çıkmaz sokağa girip geri çıkamadığım o isimi. Ezberime kazıdığım, anlamını en derinden bilip hissettiğim ve yaşadığım o isimi.
Nefret ediyorum bu demiştim adından. Halt etmişim. Adı hoşuma giden tek şeydi, son zamanlarda. Doğrudan, Nefes ve Nefes’e ait olan her şey, hoşuma giden tek şeydi.
Karanlığıma ışık tutan, adında ve gözlerinde umut yatan, Nefes.
Soykanların en bağımsızı, bir Soykan olarak kirletilemeyecek kadar masum.
Sana zara verirken, benim bu aklım neredeydi? Sana o sözleri söylerken neredeydi vicdanım? Sana nefretle bakarken, neredeydi kalbim?
Halt etmişim. Bok yemişim.
Senin gibi nadide bir masumluğa, yara açarken neredeydi yaranın kabuğu?
”Nefes,” dedim dalgın bakışlarım yerdeyken içime kaçmış derinlerden gelen sesimle. “Hayatımdaki masum olan tek şey. Kirletmeye korkacağım, incitmekten kaçınacağım tek şey.”
”Bir zamanlar canını en çok yakmak isteyip her defasında en berbat halde ardında bırakıp gittiğin Nefes mi?” Diye soran ilyastı.
Pişmanlık binmiş omzularımla kafamı salladım. “Aynı Nefes, aynı kız.”
Riyaya daldığımda, gözlerimin önüne gelendi, mavi gözlerin….
🩹🔗
Arabayı kullanırken bir yandan da camdan dışarıya bakmayı ihmal etmiyordum. Gözlerim etrafta geziniyordu. İlyasların evine varmama az kalmıştı. Evet, yine onu görmeye gelmiştim. Bu sefer bahçede bir kaş dakikalığına değil, onu alıp bir yere götürecektim. Yine gelmemekte ısrar ederse onu omzuma atıp götürmekten asla çekinmeyecektim.
Onu her omzuma alıp kaçırdığımdaki nazlanışı hoşuma gidiyordu. O hali tatlı geliyordu bana. Sırf o nazlanışı için bile onu durduk yere omzuma atasım var. İnatlaşması güzeldi. İnat etmek ona fazlasıyla yakışıyordu. Bir de yüzünü asıp kaşlarını çatışı yokmuydu…
Aklımdan geçenleri ve düşündüklerimi yeni idrak ettiğimde hızla kafamı iki yana sallayıp kaşlarımı çattım.
oğlum yaman, kendine gel.
Bakışlarım camın ardında dışarıda gezinirken bir görüntü çarptı gözlerime. Gözlerime çarpan görüntüde ellerinde poşetler taşıyan Nefes ve onun karşısında başka bir adam.
Gülüşüyorlardı. Nefes utangaç bir halde adamın her ne halt anlatıyorsa anlattığı şeyi dinlerken gülerek dinliyordu. Adam ise yüzündeki gülüş ile bakışlarını Nefesin üzerinden bir saniye ayırmadan konuşuyordu. Cama yaklaştım. Gözlerimi kısarak onlara daha yakından bakmaya çalıştım. O adamın kim olduğunu seçmeye çalıştım.
Ben adamın kim olduğunu anlamaya çalışırken adam Nefesin üzerine doğru eğildi ve beni küplere bindirecek o hamleyi yaptı. Nefesin rüzgardan uçuşup yüzüne düşmüş saçına dokundu ve saçını kulağının arkasına sıkıştırdı.
”Evliyadını siktiğimin iti!” Arabanın kapısını açıp hızla arabadan indiğimde yolun karşısına geçmek için ileriden gelen arabaları beklemedim, koşar adımlarla yolun karşısına geçmeye başladığımda bir arabanın durmam için korna çalmasını aldırış etmedim. Yolun karşısına geçtiğimde onlarla aramda az bir mesafe vardı.
Sert bakışlarım adamın üzerindeyken yakından daha net gördüğüm tanıdık sima içimdeki öfkenin iki katına artmasına sebep olmuştu.
Bora.
Bora Nefesin elindeki poşete uzandığında elini geriye çekmeye çalıştı Nefes. Fakat Bora, o poşeti elinden almakta ısrarcı gibi görünüyordu.
Emin ol Bora, ben de şuan senin ağzını yüzünü dağıtmak konusunda pek ısrarcıyım.
Eli Nefesin eline değdi. Yumruk yaptığım ellerim yüzünden tırnaklarımın avucuma battığını hissetmiyordum.
“Ejdadına…” öfkeden deliye dönmüş gibi Bora’ya doğru koşmaya başladım.
”Lan!” Daha Bora dönüp sesin kimden geldiğini anlamadan karşısına geçtiğim gibi sıktığım yumruğumu sol yanağına indirdim.
”Yaman!” Diyen nefesin panik olmuş sesiyd.
Bora yumruğun şiddetti ile geriye bir adım atarken ikinci yumruk için hiç beklemedim. Bir yumruk da diğer yanağına indirdiğimde gözümü büyük bir öfke bürümüştü.
Bu it evladının Nefesin yanında ne işi vardı?
Bora kendine geldiğinde ve neye uğradığını şaşırmış bir haldeyken gözleri tüm siniriyle ona bakan beni buldu. Ona o yumrukları atanın ben olduğunu gördüğünde dişlerini sinirle sıktı ve bir yumruk da o bana atmak için yumruğunu kaldırdığında hızla havaya kalkan kolunu kaldırıp yakasından tutup yüzüne bir kafa attım ve tuttuğum yakasını bıraktım. Bora iyice geriye savrulduğunda, “Yaman dur!” Diyen Nefesin sesi doldu kulağıma.
Kanayan burnunu tutarak doğrulan Bora daha da öfkelenmiş görünüyordu.
”Yaman!” Diyen nefese döndüğüm esnada sağ taraftan yüzüme aldığım darbe ile kafam yana savruldu. Elim sızlayan yanağıma gittiğinde parmak uçlarıma patlamış dudağımdan akan kan bulaşmıştı.
Dönüp Bora’ya baktığımda alayla sırttım. “Gücünün bana yenebileceğini mi sanıyorsun? Sinek ısırığı kadar etki etmedi” dedim alayla sızlayan dudağımın kenarı yukarı doğru kıvrılmışken.
”Gel, gel de kimin gücü küme yetiyormuş gör Karayel.” Dedi Bora meydan okurmuşçasına kurnazlıkla sırıtarak. Hayhay der gibi salladım kafamı.
Hızımı alamayıp bir yumruk daha indirdiğimde suratına, benden aşağı kalmayarak o da bir yumruk attı bana. Fakat içimde biriken nefret dışarı çıkmışken onu zapt etmem oldukça zordu.
”Yaman durun! Bora, yapmayın!” Diye Nefesin sesini duydum. Adını anmıştı. Onun adını, bu itin adını anmıştı.
Nefes nefese kalmış olamam rağmen durmadım. Nefesin bağırdıklarını asla aldırış etmedim. Vurdukça vurdum Bora’ya. Dövdükçe dövdüm. Bora yerde yatmışken ben üzerine çıkmış yumruklarımı hala daha yüzüne yüzüne vuruyordum.
”Yardım edin! Birileri birşey yapsın. Boranın burnundan akan kan bulaşmıştı elime.
”Yaman dur!” Diyen nefesin beni kolumdan tutuğunu hissettim. “Yaman bırak, öldüreceksin adamı!” Diye beni bir güçle Boranın üzerinden çektiğinde sarsaklayarak ayağa kalktım. Dağılmış üstüm başım ve nefes nefeseydim.
Nefes beni yakamdan tutup kendine çevirdiğinde terlemiştim. Dağılmış saçlarım aklıma değiyordu. Nefes gözlerime hem korku hem de telaşla ve bir de kızgınlıkla bakıyordu.
”Ne yaptığını sanıyorsun?! Yaman sen ne yapıyorsun?! Öldürecek misin? Onu öldürecek misin?” Diye bağırmaya başladığında parmakları sıkıca kavramıştı yakamı.
”onu tanımıyorsun.” Dedim kısık bir sesle.
Kaşları hayret edercesine çatıldı. “Tanımama gerek mi var? Adamı be hale getirdin farkında mısın?” Diye sorarken bakışları yerde yatan ve kanayan burnunu tutan Bora’ya döndü. “O ite bakma, Nefes.” Dedim yüzüne bakarken.
Kafasını çevirip bana baktı. Yakamı gala tutarken beni tutuğu yakamdan çekiştirerek kendine yaklaştırdı.
”Adamı ne hale getirdin Karayel.” Derken sesi sinirliydi. Kaşları çatıktı. Rengi atmıştı. Korkmuştu.
”Sana dokundu,” dedim gözlerine bakarken. Daha da hayret etmiş gibi sanki ihtimal varmış gibi daha da çatıldı kaşları. Hala nefes alıp verişim düzelmemişken nefesim dudaklarının üzerine çarpıp geçti. Dudaklarına oldukça yakındım.
”Cevabın gerçekten bu mu?” Diye sordu merakla.
”bu,” dedim kafamı sallayarak.
Kolundan tuttuğunda yakamı tutma elleri yakamdan ayrıldı. Onu tutup arabaya doğru götürürken yere bıraktığı poşetleri çarptı gözüme. Eğilip poşetleri aldım.
”Burnu kanıyor,” derken hala o ite baktığını farkettim. Onu peşimden arabaya doğru götürürken, “O ite bakma dedim Nefes, yoksa gidip kırılmamış burnunu kırarım.” Sessizce usul usul peşimden arabaya doğru gelirken yoğun bakışlarını yüzümde hissediyordum.
”Burnun kanıyor, dudağın patlamış, merhem sürmek lazım.” Dedi ilgili bir sesle.
”Eve gidelim, sürersin merhemi yaralarıma.” Dedim yolun karşısından geçerken. Arabaya vardığımızda ön kapıyı açarak arabaya binmesini işaret ettim. Hala kızgın bakışları ve çatık kaşlarıyla bana bakarken sitemle arabaya bindi. Ellerini tripli bir edayla karnının üzerinde bağladığında saçını savurarak önüne döndü.
Dudağımın kenarı onun bu haline karşın kıvrılmadan edemedi. Kapıyı kapattığımda elimdeki poşetleri arabanın arkasına bırakıp ben de arabaya binmek için diğer tarafa döndüm. Elim burnuma gittiğinde sızladı. Piç sahiden de sert vurmuştu. Arabaya binerken son kez yerden kalkmış ve öfkeli bakışları üzerimde olan Bora’ya baktım. Anında keyifli ifadem solduğunda arabanın kapısını açıp arabaya bindim. Hala Bora’ya bakarken arabayı çalıştırdım.
İlyasların evine geldiğimizde Nefes beni zorla bahçedeki masaya oturtmuştu. Kendisi içeri ilk yardım çantasını almaya gitmişti. Parmaklarım kanaması durmuş ve patlamış dudağımın üzerinde geziniyordu. Evin kapısından elinde ilk yardım çantası ile çıkan Nefes’e değdi bakışlarım.
Basamakları inip masaya geldiğinde elindeki çantayı masanın üzerine bıraktı. Yanımda kalan boşluğa oturduğunda sinirli ve tripli bir yüz ifadesi ile çantayı açtı ve içinden tentürdiyot ve bir parça aldı. Tentürdiyotu pamuğa damlattığında yönünü bana dönüp hiç konuşmadan pamuğu dudağımdaki yaranın üzerine dokundurttu.
”Sen bana kızgın mısın?” Diye sordum ne yaptığına bakarken.
”Sence? Tam bir hödüksün.” Dedi sinirli bir sesle.
Güldüm, “kot kafalı derler genelde bana.”
”O halde tam bir kot kafalısın.” Dedi. Pamuğu yaraya bilerek sert bastırdığında dudaklarımın arasından küçük bir inilti kaçtı. “Yavaş kızım yavaş.”
”Beter ol.” Dediğinde çatık kaşlarıyla alttan alttan baktı gözlerime.
”Herif saçına dokunuyor, eli eline değiyor. Biz gidip iki yumruk atınca suçlu oluyoruz. Vay ebesini…” derken sözümü yarıda kesen şey dudaklarımın üzerine kapanan parmakları oldu.
”küfür etme.” Dedi uyarır bir tonda. Dudaklarımda oluşan belli belirsiz gülümsemeyle baktım yüzüne. “Peki, etmeyiz.”
”Kim o Bora? Tanımıyorsun dedin, sen tanıyor musun?” Diye sorduğunda, pamuğu yaradan çekmişti.
Sıkıntılı bir nefes verdim.
”Şu nasıl olduğunu çok merak ettiğin yarayı açan kişi” dedim umursamazlıkla. Kremi açan eli durdu. Şaşkın bir edayla kafasını çevirip yüzüme baktı. Sol kaşımın kenarındaki yarayı işaret parmağıyla işaret ederek, “Bunu o mı yaptı?” Diye sordu.
Kafamı sallamakla yetindim.
”Nasıl oldu?” Diye sorarken parmağına bulaştırdığı kremi dudağımdaki yaraya sürmeye başlamıştı. Çenemin ucunu tutmuş, yaptığı işe dikkat kesilmişken gözlerim yüzünün her bir zerresinde gezindi. Sağ gözünün alındaki o çil misali benlerde gezindi bakışlarım.
”iyileşelim mi? Birbirimizi iyileştirelim mi? Saralım mı birbirimizin yaralarını?” Diye sorduğumda sesimde ihtiyat vardı. onun sorduğu soruyu çoktan unutmuş, başka edalara dalmıştım bile. Benim odak noktam tamamiyle başkaydı. Tamamiyle Nefesti.
”iyileşmek mi? Birbirimizi iyileştirmek mi?” Diye sorarken kremi süren parmağı durmuştu. Ne dediğimi anlamak ister gibi bakıyordu gözlerime.
”Sen sarıyorsun her seferinde benim yaralarımı. Bende saramazmıyım senin yaralarını?” Diye sordum içime kaçmış bir sesle.
“Yaralarımı sarmadan önce, kendi açtığın yarayı sarmayı becerebilecek misin? He, hayal kırıklığı ile açtığın yarayı sarmaya gücün yetecek mi? O yürek var mı sende, Karayel?” Sözleri karşısında dumura uğramış bir şekilde baka kaldım. Gözlerinde hayal kırıklığı var demiştim. Hala o gecede kalmış demiştim. Bana bakarkenki gözlerinde gördüğüm omuzlarıma ağırdı. Boğazıma yumruydu.
”Sararım,” dedim gözlerine bakarak. “Sadece kendi yaramı da değil, tüm yaralarını, tek tek, sararım Nefes.”
Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfensssss🩹
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.61k Okunma |
2.19k Oy |
0 Takip |
36 Bölümlü Kitap |