34. Bölüm

26. Bölüm; Bir sütlü kahve meselesi

Katherina
umutkirintisiniyaz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın lütfen.

keyifli okumalar dilerim.

Bu bölüm için, Barış Manço şarkılarını dinleyebilirsiniz…

“Farzet, hiç buluşmadı gözlerimiz, hiç konuşmadık, farzet, o gece hiç yaşanmadı, farzet toprak denize hiçbir zaman karışmadı, hep ayır kaldılar, hep ayrı düştüler, hiç buluşmadılar…. Farzet, ay da yıldız da hep tekti.”


Bir adam vardı, bir kadının tüm ilkleri olan…

Ve bir kadın vardı, bir adamın tüm ilkleri olan.

Birbirlerinin iyi ya da kötü, her anlamda ilkleri olan iki insan…

İlkler unutulurmuydu?

Hayır, ilkler daima hatırlanmaya mahkumdu.

İlk aşklar, ilk göz göze gelişler, ilk gülüşler, ilk, denk gelişler…

İlkler asla unutulmazdı.

🩹

Açtığı yarayı saracakmış. Sadece kendi yarasını da değil, tüm yaralarımı bir bir saracakmış. Buna inanmış, buna inandırmış kendini. Yüreği varmış gibi, dökülmüş sözler dudaklarının arasından. Ateşte ısıtılmış bir hançer misali kalbime saplanan acımasız sözlerinin yarasını saracakmış, yerden aldığı en sert kayayla kırmıştı kalbimi, beni her ardında bırakıp gidişinde. Gözlerinde saf nefret vardı bana bakarken ve ben gözlerinde en ufak bir umut ararken.

Ona aşık olduğumu kabullendiğim gece yaşattı bana o acıyı. En büyük acım diyemem, daha büyüklerini yaşadım. Ama çok ağırdı, çok acıydı. Hançerin sızısı hala tazeyken, yaram hala daha kabuk tutmamışken, nasıl sar, diyecektim. Buna müsadem varmıydı?

Benim mesafem varsa da, yaranın buna müsadesi varmıydı?

Sormak lazımdı yaraya. Yarayı açan seni sarmak istiyormuş, sarılmak istiyormusum diye?

Yaralanmaktan vazgeçince, iyileştirmeyi seçmiş…

”Yüreğinin yetmeyeceği şeylerin sözünü verme, Yaman. Sonra altında kalırsın, ezilirsin.” Derken kremi dudağındaki yaraya iyice sürmüştüm. Etrafı morarmaya başlamış burnuna değdi bakışlarım. İçim gitmişti. Bora denen adam ona her yumruk attığında acıyan bendim. Kıyamıyordum. Onun dışında başkalarına ne olduğuyla gram ilgilenmiyordum. Bu tutumu, öfkesinden ne yaptığının farkında olmayışı sadece beni rahatsız ediyordu o kadar.

”Yüreğimin yetmeyeceği şeyin konusunu dahi açmam, Nefes.” Derken bakışları üzerimdeydi. Kafamı kaldırıp da bakmadım gözlerine.

”Yüreğin yetmez dedim Karayel. Uzatma.” Oturduğum yerden kalktığımda anında kremin kapağını kapattım ve ilk yardım çantasına ger koydum çıkardığım eşyaları.

”Bunun ne demek olduğunu biliyorsun. Sözlerimin ne anlama geldiğini biliyorsun.” Derken gözlerime bakabilmek için çabalıyordu.

”Bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Uzatma artık, git.” Derken tahammülsüzlük sarmıştı benliğimi bir anda.

”Senin kaçma şeklin bu. Zora gelemiyorsun, gelince de hemen git diyorsun.” Kafamı çevirip gözlerine baktım.

”Senin gibi en azından seni ardımda bırakıp gitmiyorum. Tek bir sözü hor görmüyorum. Giderken ardıma dönüp bakmayı senden esirgemiyorum.” Dedim.

Zorlukla yutkundu.

”Kapanmış gibi görünen defterlerin sayfalarını aralama karayel. Zararlı çıkan sen olursun.”

”O sayfaların arasında ben her gün zaten geziniyorum, Nefes. Ve emin ol, uğrayacağım kadar zarara uğradım.”

”İnsan açtığı yarayı sürekli görmek istermiş, anmak istermiş. Doğruymuş.” Bir nefes verdim.

”Kendine dikkat et, o adamdan da uzak dur.” Diyerek yine küçük bir uyarıda bulundum. Yardım çantasını masanın üzerinden aldığımda arkamı döndüm ve eve gitmek için ileri bir adım attım.

”Bora’dan uzak dur Nefes. O asla göründüğü gibi biri değil.” Derken sesinde buna inanmamı isteyen bir tını vardı. Ona inanmamı ve bu konuda ona güvenmemi istiyordu.

“Neden?” Diye sorduğumda dönüp ona baktım. Ayaklanmıştı çoktan.

”Sadece ondan uzak dur. Bana zarar vermek için elinden be geliyorsa yapabilecek bir adam.” Derken gözlerinde rica vardı.

”Senden nefret mi ediyor? Düşman mısınız?”

Yüzü sıkıntılı bir ifadeye büründüğünde doğru soruyu sorduğumu anlamıştım.

”Benden nefret ediyor, ondan nefret ediyorum,” işaret parmağıyla sol kaşımın kenarındaki yarayı gösterdi.

“Ve bu yara, aramızdaki düşmanlığın en büyük göstergesi.” Bir nefes verdi, sıkıntılı. “Bora Korhanlı, belalı biri. Ailesi gibi, uzak dur Nefes. Sadece lütfen, uzak dur.”

Ne geçmişti aralarında? Ne yaşanmıştı? Bora denen o adam Yamanın yüzünde iz kalacak o yarayı nasıl açmıştı? Hep mi böyle düşmanlardı? Yoksa öncesinde eskiye dayanan bir dostluk bu vardı? O yara, ne zamandan beri Yamanla yaşıyordu?

Aklımda bir sürü soru vardı ve bu soruları ona sorsam bir cevap vermeyeceğinden emindim.

”Allah’a emanet ol, Yaman.”

”Allah’a emanet ol, Nefes.”

Seni Allah'a emanet ettim, seni kendin de dahil herşeyden ve herkesten korusun diye.

Tam tekrar önüme dönmüş gidecekken durup tekrar ona döndüm. Oysaki o çoktan ellerini cebine atmış, sırtını bana dönmüş gidiyordu. “Tekrar,” dedim ardından bakarak. Sesimi duyunca adım atan ayakları durdu. “Ne zaman göreceğim seni?” Diye sorduğumda bir kaç saniye öylece arkası baka dönük kala kaldı, kafasını çevirip omzunun üzerinden bana baktığında kaşları şaşkınlıkla çatıktı.

”Her gidişimde bu soruyu soracak mısın?” Diye sordu.

Kafamı salladım, “Soracağım.”

Yönünü bana döndü, yüz yüze geldik.

”Peki neden?” Diye sordu merakla.

”Çünkü senin gidişlerin bir daha hiç dönmeyecekmişsin gibi,” dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu. “Elimde değil, her gidişinde aynı soruyu sormak.” Derken kollarımı arkamda birleştirdim. Durgun gözleri başka bir duyguya yer açtı.

”Peki sen söyle, her gidişinde geri dönecek misin?” Kırpıştırdığım kirpiklerimin alından baktım ona.

”Kime?” Diye sordu gözlerime en derinden bakmak isterken.

“Bana” dedim sessizce dudaklarımı oynatarak cesaret edebildiğin kadar.

Dudaklarında yarım bir gülüş oluştu.

”Döneceğim. Her gidişimde ben yine sana döneceğim.” Dedi ihtiyatla. Gülüşüm derinleşti.

Bekliyor olacağım. Her gidişinde, gelsen de gelmesen de ben seni bekliyor olacağım.

Gidip de sanki hiç dönmeyecekmişsin gibi, ben seni, bekliyor olacağım.

Ömrüm, sadece seni beklemekten ibaret olsa da.

Senin yerine de bekleyeceğim. Senin yerine de seveceğim. Payıma düşen kadar, yaşayacağım seni, Karayel.

Senin beni yaşayamadığın, kadar.

Arkamı döndüğümde bu sefer sahiden eve gidecektim. Bir adım attım ileri, bir adım, bir adım ve bir adım daha. Attığım her adımda bedenim ondan biraz daha uzaklaşırken kalbim hala ona fazla yakındı. İlk an gibi, hep olduğu gibi. Bir çekim vardı sanki aramızda. Benim bir türlü çözemediğim. Gitmek zordu. Her anlamda, her koşulda. Durum ne olursa olsun, gitmek zordu.

Kalmak daha mı kolaydı?

Sanmıyorum, kalmak da en az gitmek kadar zordu.

Her türlü, her iki yolda çıkmazdı. Ve her iki çıkmaz da bana dardı.

Ne kalmak vardı bana, ne de gitmek.

Araftaydım. İkilemdeydim. Kalbim ve aklım arasında kalmıştım. Kalbim bu kadar kal derken, aklımın git ısrarı da neydi?

Hangisinin sesini dinlemem gerekirdi?

Burada olmam yanlış mıydı?

Hiçbir yere ait değilken buraya ait olabilirmiydim?

Koca bir İstanbul’a sığamamıştım, koca dünyaya sığamamıştım, Karadeniz’e mi sığacaktım.

Ait olmadım ki ben hiçbir yere ve kimseye. Bir yere ait olmak nedir bilmezken ait olacakmıydım buraya?

Kapıdan içeri girdiğimde ardımdan kapattım kapıyı. Holde yürürken bakışlarım mutfaktan içeri değdi. Kapıya yaklaşıp kafamı içeri doğru eğip camın önünde dikilmiş perdenin ardına gizlenmiş Rozayı gördüm.

”Roza?” Mutfaktan içeri girdiğimde bir anda olduğu yerde sıçrayarak bana döndü. “Aklım çıktı Nefes. Öyle bir anda gelinir mi ya?” Diye çıkıştığında perdeyi eliyle düzeltip bana doğru gel ete başladı.

”Sen bizi mi izliyordun öyle gizli gizli?” Diye sorarken ellerim belime atmış sorgulayıcı bir şekilde kısmış gözlerimi ona bakıyordum.

”Evet, ama be konuştuğunuzu duyamadım. Ne konuştunuz? Ne dedi?” Diye sordu ard arda.

”Bakıyorum da sarenin görevini üstlenmişiz.” Genelde meraklı olan sareydi. Böyle bir anda tüm soruları o sorardı. “Söyle dedim Nefes.” Dedi.

”Konuştuk öyle. Hem sen ne yapacaksın bizim ne konuştuğumuzu?” Diye sordum konuyu değiştirerek.

”Senden öğrendiklerimi koşa koşa sareye anlatacağım. Kuzuşumun bundan geri kalmasına izin veremem.” Dedi saçını savurarak.

”Gerçekten, oturup benim dedikodumu mı yapacaksınız?” Diye sordum hayretle.

”Sadece senin değil, tekil konuşma. Senin ve Yamanın dedikodusunu yapacağız.” Dedi gayet rahat bir tavırla.

İnanamıyorum dercesine kafamı iki yana salladığımda arkamı dönüp mutfağın kapısına doğru yürüdüm. “Sare’ye söyle, abisin dedikodusunu yapmasın. Ayıp, ayıp.” Diye kınadım onları.

”Yok canısı, Sare ona o gözle bakmıyor.” Dedi Roza.

Dönüp ona baktım. “Ne gözle bakıyormuş Sare hanım?” Diye sordum tek kaşımı çatarak.

”Sana müstakbel yengesi, Yamana da gem abisi hem de eniştesi gözüyle bakıyor. Kısacası anlayacağın kız hem gelin tarafı hem de damat tarafı. İkili oynuyor, dikkat edin.” Dediğinde sözlerine inanamadım. Ağzım açık ona bakarken o ne dercesine elini salladı havada.

”Çüş ama ya. Biz onu Çınar ile yakıştırdığımızda canımıza okuyor nazlanıyor, kız ortada olmayan ve olmayacak şeyi ortaya döküyor. Pes yani gerçekten pes.”

”Hadi hadi, aşığım dersen o da seni yengesi seçer.” Dediğinde Roza tepem atmıştı.

”Abisi beni sevmiyor ama!” Diye yükseldim. Bu ani yükselişim karşısında Roza irkilip olduğu yerde dona kaldı. “Şunu anlayın artık. Tek taraflı sevgimi de dile getirmeyin. Duyacak sonra.” Diye dudak büzdüm.

”Sakin Nefesim, sakin. Tamam birşey demedik.” Diyerek dudaklarının atasında görünmez bir fermuar çekti.

“Ben bir odama çıkıyorum, sonra geleceğim Ramazan için hazırlıklara başlayacağız.” Dedim. Kafasını sallayarak beni onayladı.

Bu gece ilk sahurdu. Ramazan ayı çoktan gelmişti. Zaman çok hızlı geçmişti. Daha düne kadar Eylül ayındaydık. Bugün ise mart bitiyor ve Nisan geliyor. Yedi ay, hatta sekiz ay olmuştu. Ben buraya geleli. Daha doğrusu Yaman beni buraya kaçıralı, beni o gece evden kaçıralı sekiz ay oluyordu. Her şey, sekiz ay önce başlamıştı.

Bazen düşünüyordum, beni hiç kaçırmasaydı. İntikam için beni seçmeseydi, ne oldurdu halim. Evet, beni kaçırarak bana iyilik yapmadı. Bana bir acı da o yaşattı. Ama beni o evden kurtardı. Belki bir yarada o açtı bende, ruhumda. Ama o gece beni o evden kaçırarak, ki bunu intikamı için yapmış olsa bile, beni o cehennem çukurundan kurtaran oydu. Babam olacak adamın azabından beni çekip alan oydu.

Hep kötü tarafına bakarken benim açımdan iyi olan bu yöne bakmıyordum.

Aptal değildim. İyinin ve kötünün ne olduğunu ayırt edebiliyordum. Yaşım artık yirmi dörde dayanmıştı. Bir ay sonra, nisanım sonunda yeni yaşıma girecektim. Yaman Karayel kahramanım değildi, bana yaşattıklarına bakılırsa. Aksine en kötüydü. Ama düşünüyorum, hala o evde yaşıyor olsaydım, hala selim Soykan ile aynı çatı altında yaşıyor olsaydım, o zaman halim ne olurdu?

Yediğim dayakların, uğradığım hakaretlerin bir sonu gelmeyecekti, emindim. Daha fazlası olurdu, eksiği olmazdı. Babam yine beni sevmiyor olurdu. Gerçi, yirmi üç yıldır beni sevememiş adam kalkıp da bir günde mi sevecekti? İhtimal bile değildi. Kim bilir, belki de çoktan cesedim çıkardı o evden. Günlerce aç kalmaktan, ya da dövülerek fare ölülerinin olduğu küflü bodruma atılarak, belki de varlığım çoktan orada unutulmuş olarak, cesedim çıkardı.

Ama bugün, hasarlı da olsam, yaralı da olsam, hayattaydım ve nefes alıyordum. Buruk da olsa gülebiliyordum. Oysaki bir zamanlar gülmek hatam gibi geliyordu. Özgürdüm, bir kanadı kırık kırlangıç gibi olsam da artık özgürdüm. Her günümü zehir edecek bir babam yoktu artık. Gözlerimin içine baka baka acı çekişime şahit olan bir annem de yoktu. Acılarımı, ağlayışlarımı duymasın diye sessiz iniltilerimle ağladığım bir kardeşim de yoktu.

Mert benim canımdı, canımdan bir parçaydı, can paremdi. Burnumda tütüyordu. O kadar uzun zaman olmuştu ki onu görmeyeli, burnumun direği sızlıyordu onsuzluktan. O kadar çok görmek istiyordum ki onu, Mert beni olmayan çocuğum gibiydi. Kardeşten de ötem gibiydi. Mert benim yara bandımdı. Yaralarımı satabilmişim kadar Mert ile sarıyordum. Henüz beş yaşındaydı, daha çok küçüktü. Ama herseyin farkındaydı. Ona bir melek gibi davranan babasının ablasına nasıl davrandığının az biraz o da farkındaydı.

O neşeli sesiyle abla diyişi geldi aklıma. Burnumun direği sızladığında gözlerimin dolduğunu farkettim.

Ablacım, Mertim, benim küçük kardeşim.

Keşke, Merti de onların arasından alabilseydim. Ben o cehennemden kurtulmuşken keşke onu da kurtarabilseydim. Mert, benim şu hayattaki herseyimdi. Mert, benim tek iyi yanımdı.

Odadan içeri girdiğimde adımlarımı yatağımın yanındaki küçük komidine doğru atıyordum. Komidinin yanına geldiğimde hala canlılıklarını koruyan lalelere baktım. Dört gün önce almıştı Yaman bunları bana. Ve dört gündür solmalarına izin vermemeye özen gösteriyordum. Hatta şimdi onlarla konuşmaya bile başlamıştım. İçim şu lalelere dönüp her baktığımda ayrı bir hoş oluyordu. Samimi bir sıcaklık kaplıyordu içimi.

Kırmızı lalelerin arasına saklanmış çizgili lale ise, tüm iltifatların en güzeli gibiydi. Gözlerim her o lalenin üzerine değdiğinde gülmeden edemiyordum. Araya karışmış demişti. Araya karışmadığından adım kadar emindim. Ama bunu onun yüzüne vuracak değildim. Tüm bunları neden yapıyordu bilmiyordum. Belki de vicdanını rahatlatmak için, belki de pişmandı ve tüm yaptıklarını telafi etmek istiyordu. Bilmiyordum. Ama hangi nedenden ötürü tüm bunları yapıyorsa iyili yapıyordu. O neden ger neyse ona iyi ki bunları yaptırıyordu. Beş ay önceki yaman ve şuan ki yaman arasında dağlar kadar fark vardı. Üç ayda ne değişmişti bilmiyordum, ama çok şey değişmişti, belliydi.

Razıydım. Razıydık.

🩹

”Nefes!” Bir yandan hiç durmadan alan alarmın sesi, bir yandan da uzaktan gelen Rozanın sesi tüm uykumu kaçırmak üzereydi.

Tekrar uykuya dalarken kapının açıldığına dair bir ses işittim ama bulanıktı. Üzerimdeki örtüyü iyice kendime çektiğimde yatağın öbür yanına döndüm.

”Kime diyorum. Nefes! Kalk artık.” Rozanın sesi artık daha da yakınımdaydı. Hatta kulağımın tam dibindeydi.

”Susar mısın Roza.” Derken elimle kulağımı kapatıyordum. Gözlerimi açmak gibi bir niyetim hiç yoktu.

”Ya sahur vakti. Zaman geçiyor. Ben sizinle mi uğraşacağım.” Derken üzerimdeki örtüyü çekiştiriyordu. O esnada tekrar çalmaya başlayan alarmın sesi tahammül edemeyeceğim kadar rahatsız ediciydi. “Bir de alarm kurmuş, kızım kalksana.” Örtüyü üzerimden çektiğinde gözlerimi araladım. Nazlana nazlana yatakta doğruluğumda, “Beş dakika daha uyusam?” Dedim dudak büzerek Rozaya bakarak.

”Ben hiç uyumadım küçük hanım.” Dedi ellerini beline atarak.

Oflayarak ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım.

”İlyas!” Diye bağırmaya başladı bu sefer. “Ben şimdi bu koca eşşeği nasıl uyandıracağım ya! Bir de horluyor beyfendi.” Diye söylenirken elini anlına vurdu ve odanın çıkışına doğru yürümeye başladı. Elimle gözümü ovuştururken bu haline gülmeden edemedim. Yatağın kenarına bıraktığım terliklerimi ayağıma geçirdikten sonra yataktan kalktım. Sarsak adımlarla yürürken odadan çıkarken Rozanın açtığı ışığı kapattım ve odadan çıkıp merdivenlere yöneldim.

”Ya İlyas kalksana!” Diyen Rozanın sesini ta karşı odadan işittim.

”Bir kere olsun beni sevgi sözcükleriyle uyandıramazmısın karıcığım?” Diye ilyasın sesi kulağa uykulu geliyordu. Merdivenleri inmeye başlamışken düşmemek için tırabzanlara turunuyordum.

”Horlamayıp benim de uyumama izin verirmisin kocacığım?”

Aşağı vardığımda banyoya doğru ilerledim. Banyodan içeri girdiğimde lavaboyla yöneldim. Musluğu açtığımda avuçlarıma doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Elimi yüzümü yıkayıp ayrıldığımda banyodan çıktım ve mutfağa girdim. Roza masayı çoktan hazırlamıştı. Masaya ilerledim ve baştaki sandalyeyi çekerek oturdum. Bir kaç saniye kadar sonda mutfaktan içeri hala birbirlerine laf ata ata gelen Roza ve İlyas girdi.

İlyas paytak adımlarla masadaki yerini alırken Roza da onun yanına oturdu.

”Gerçekten ikinizi de uyandırmak çok zor, biri büyük eşşek, biri küçük eşşek. İkiniz de birbirinizden betersiniz” diye hala bize söylenirken bir yandan da tabağına birşeyler alıyordu Roza.

”Beni kocanla bir tutmazsan sevinirim Roza. En azından ben horlamamla evi inletmiyorum.” Derken İlyas’a baktım.

Yüzünü buruşturdu İlyas. “Bana bak küçük hanım, bi kere ben asla horlamam.” Dedi İlyas elindeki çatalı bana doğru sallayarak.

”Kesin kesin.” Dedim kafamı sallayarak alayla. Masadaki salata tabağını aldım ve tabağıma iki üç tane salatalık aldım.

”Roza, şu tavşana söyle ben asla horlamam.” Derken çocuk gibi mızmızlanmaya başlamıştı Roza.

”Seninkine horlamak denmez ki, sen bildiğin kükrüyorsun, yanlış tespit yapmışım.” Dedim çatalımdaki salatayı ağzıma götürürken. Kaşları hayretle çatıldı İlyasın.

”Bana bak küçük tavşan, ben senden kaç yaş büyüğüm, abi demen gereken yerde bana laf mı yetiştiriyorsun sen?” Diye sorarken sesini sinirli çıkarmaya çalıştığı fazla belli oluyordu.

”Nefes, lütfen şu öküze bulaşma, uykusundan uyandığında nasıl uyuz olduğunu biliyorsun.” Diye Roza bıkmış gibi görünüyordu.

”Eşşek, öküz, uyuz, dahası var mı Roza hanım, söyle, söyle de bileyim.” Derken çatalını Rozaya çevirmişti İlyas.

Bıkkın bir nefes verdi Roza. Ekmeğini ağzında çiğnerken İlyas’a tipik bir bakış attı.

”Bak görüyor musun? Hepsi senin yüzünden sevimsiz tavşan. Karım da bana sinirlendi işte.”

Sabır diler gibi büyük bür nefes aldı Roza. Ben gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken Roza İlyas’a ters ters bakıyordu, İlyas ise uyuz uyuz bir bana bir de Rozaya bakıyordu.

”koca karı gibisin İlyas. Çeneni kapa da git çaylarımızı doldur, hadi.” Diyerek eliyle İlyas’a kış kış yaptı Roza.

Masadan kalkarken işaret parmağını sen görürsün dercesine bana doğru salladı. Bende ona dil çıkardım.

Tabağıma aldığım şeyleri yarın pişmanlığını duymayayım diye tek tek yedim. Hatta fazla fazla yedim. İlyasın döktüğü çayımı ise keyifle içtim. Ezanın okunmasına az kala ise iki bardak su içtim. Her ihtimale karşı ilaçlarımı içmeyi de ihmal etmedim.

Daha sonda da dişlerimi fırçalamış, ezan okununca niyetimi etmiş ve uyumuştum. Saat öğlene gelmek üzereydi ve Sare ile beraber oturmuş sohbet ediyorduk. Roza hastaneye gitmişti. İlyas ise sabah erkenden işine gitmişti. Yani ev bana kalmıştı. Bende canım sıkılıyor diye sareyi aramıştım.

Beraber oturuyorduk. “Nenem dediki akşam iftara bize davetliymişsiniz. İlk iftarı beraber yapacakmışız.” Dedi Sare karşımdaki koltukta uzanırken.

”Olur,” dedim. “Geliriz, ben haber veririm İlyas ve Rozaya.”

Dilimin ucuna geleni sormadan edemedim. “Peki abin, o da olacak mı iftarda. Hani babanla araları hala düzelmemişti ya, ondan sordum.”

”Onlar baba oğul, Nefes. Daha ne kadar böyle devam edebilirler ki? Babam affeder onu. Ve evet, abim de olacak iftarda. Yıllar sonra tekrar bir arada olma fırsatını hiçbirimiz kaçıramayız.” Dedi Sare gülerek.

”Senin tek derdin iyice abim olmuş kız.” Dedi bana takılarak.

”Ya ya, ne demezsin” derken önüme dönüp televizyonu seyretmeye devam ettim.

”Affettin mi Nefes? Abimi.” Diye sorduğunda beklenmedik sorusu karşısında yutkundum. “Herşey şuan yolunda, evet. Herkes iyi, herkes bir arada. Ve mutlu. Abimle de aran iyi, biliyorum, görüyorum. Ama sen, abimi affettin mi Nefes?”

Bir nefes verdim. “Abini, dedim yutkunarak. “Affetmedim Sare.” Kafamı çevirip ona baktım. “Bu o kadar kolay değil. Hatta hiç kolay değil. Onunla evet aram iyi, evet artık normal iki insan gibi konuşup vakit geçirebiliyoruz. Ama o gece ve o gecenin sonrası ve öncesi hala benim içimde bir yerlerde. Unutmadım, unutamam. İşte sırf unutamıyorum diye de abini affedemem.” Yarım yamalak güldüm. “Onunla olmak beni çok mutlu ediyor. O benimleyken nasıl hissediyor bilmiyorum. Ama bir kere dedim, ben abini ölsem de affetmem. Evet, onu sevmeye devam edebilirim, belki yarına kadar, belki de ömrümün sonuna kadar. Ama onu sevmek ve onu affetmek aynı şey değil. Onu seviyorum, ama onu asla affedemem.”

Yüzü mahçup bir hal aldığında yüzümdeki gülüş tamamiyle samimiyettendi. “Abin için kendini suçlama. Siz tamamiyle birbirinize zıtsınız.” Dedim samimiyetle.

Gözlerimin içine utana sıkıla baktı. “Abimi affedip affetmemek sana kalmış. Ama umarım, bundan sonra aynı yerdeyseniz, birbirinize iyi gelirsiniz. Çünkü sen abime kesinlikle iyi geliyorsun. Abim ikiye ayrılıyor. Senden önceki Yaman Karayel ve senden sonraki Yaman Karayel, olarak. Ve ben kesinlikle senden sonraki yamanı daha çok sevdim.”

Nefesten önceki Yaman ve Nefesten sonraki Yaman…

Gülerek önüme döndüm. “Bilmiyorum. Belki de öyledir. Bir ihtimal.”

”İhtimallere tutun Nefes. Umut et, inan. Bu koca dünya bundan ibaret. Umut etmeden yaşayamazsın.”

”Umut ederek de yaşayamazsın. Aslına bakarsan, iki türlü de yaşayamazsın.”

ihtimallere sığınamazsın, umut vadedemezsin, solmuş bir çiçeği, sulayarak tekrar canlandıramazsın, kırık cam parçalarını tekrar yapıştırarak ilk görünümünü kazanamazsın, denize çamur atınca eski maviyi geri alamazsın…

Yazar Anlatımıyla;

Dakikalardır olduğu gibi it atlamaya devam ediyor, karayel. Oruçlu olmasına rağmen, susasa su içemeyecek olmasına rağmen devam ediyor antrenmana. Çünkü az kalmış artık büyük maça. Elinden gelenin fazlasını yapıyor, sınırlarını zorlayabiliriz kadar zorluyordu. Ağırlık kaldırıyor, kas yapıyor, ip atlıyor, ayak kaşlarını güçlendiriyor, şınav çekiyor, mekik dokuyor, aralıksız saatlerce koşuyor, kendini daha da geliştiriyordu.

O maçı kazanmak için ne lazımsa az zaman kalmış demeden uyguluyordu. Yusuf aramıştı bundan bir saat kadar önce. Sesi ne kadar soğuk ve sitemli olsa da bir o kadar merhamet de barındırıyordu. Akşam iftara çağırmıştı. Gelirmisin dememişti. Rica etmemişti. Geliyorsun evlat demişti, kapatmıştı telefonu. Yamanın itiraz etmesine fırsat dahi vermemişti. En ufak bir nazlanmayı bile kabul etmemişti.

Babasına boynu kıldan inceydi Yamanın. Babasının lafının üzerine laf söyleyecek değildi. Sessizce kabuk etmişti. Gidecekti. O iftar sofrasında bir kişi eksik olsa da hep oldukları gibi beraber olacaklardı.

İp atlamayı bıraktığında üstü başı terden ıslanmıştı. Elinin tersiyle alnındaki saçlarını geriye attığında, ipi yere bıraktı. Üzerindeki siyah atleti ense kısmından tutarak tek hamlede yukarı çekip üzerinden çıkardı. Atleti ilerideki demirin üzerine bırakırken, havluyu demirin üzerinden alıp boynuna attı. İri bir vücuda sahipti karayel, geniş bir sırtı, geniş omuzları vardı. Kaslıydı, heybetliydi. Uzun da bir boya sahipti.

1.94’tü boyu. Boy konusunda babasına çekmişti.

Bu heybetliliğinin ve iri vücutlu olmasının bir nedeni de boksör olmasıydı. Yıllardır hiç aksatmadan düzenli bir şekilde çalışıp dış görünüşünden ödün vermemesi de kaynaklıydı.

Elleriyle havluyu iki ucundan tutmuş, ilerideki koltuğa doğru yürüyordu. Yürürken masanın üzerinden telefonunu da aldı. Kendini siyah deri koltuğun üzerine attığında ayaklarını oturma takımının ortasındaki sehpanın üzerine attı. Koltukta yayıldığında kafasını arkaya yaslayıp kolunun birini koltuğun başına attı. Derin derin nefesler alıp verirken dili damağı kurumuştu.

Koltuğun üzerine bıraktığı telefonuna uzanıp aldığında ekranı açarak göz ucuyla uzaktan ekrana baktı. Saat daha dörttü. İftara daha vardı. Uzun zamandır burada kalıyordu. Hapisten çıktığından beri. Burada yiyip içiyor, burada yatıp kalkıyordu. Bazı zamanlarda da eski evlerine gidiyor, orada vakit geçiyor orada uyukluyordu. Demir kapının açıldığında dair bir ses geldi. Kafasını yana çevirip ileri baktı karayel. Kimin geldiğini kontrol etti.

Gelen Çınardı. Her gün olduğu gibi bugün de Yamanı ziyaret gelmişti.

”Kardeşim,” dedi Çınar sevecen bir sesle yamana doğru gelirken. Oturduğu yerde doğrulduğunda Çınarı selamlamak için ayaklandı. Çınarla karşı karşıya geldiklerinde klasik erkek tokalaşmasını yaptılar. Birbirlerini bileklerinden tutular, “Kardeşim.” Diyerek çınarı kendine çekti Yaman. Kısa bir sarılmanın ardından birbirlerinden ayrıldılar. Çınar yamanın karşısındaki koltuğa oturdu. Yaman ise aynı yerine geri kuruldu.

”Çalışmalara devam mı?” Diye sordu Çınar. Kafasını sallayarak cevap verdi Yaman.

”iyi iyi, çok bir şey kalmadı zaten. Şunun şurasında kaç hafta var.”

”Aynen öyle kardeşim.” Dedi Yaman.

Bakışları tek bir noktaya takılı kaldığında yine olduğu gibi kalabalığın içinde dahi onu rahat bırakmayan birşey vardı. Mavi gözlerin sahibi… onu asla tek bırakmıyordu. Yanında değilken de yanındaydı. Yokken de vardı. Kafasını çevirip baktığı her yerde vardı. Sanki bir hayalet gibi, Yamanın peşini asla bırakmıyordu. Şikayetçi değildi. Ama artık aklı öyle bir bulanıyordu ki, bununla nasıl baş edeceğini bir türlü bilmiyordu.

Onu her gördüğünde karnında başlayıp yukarı çıkan o yakıcı sıcaklığa bir mana bulamıyordu. Gözleriyle göz göze geldiğinde karnına giren amansız krampların, yanmaya başlayan kulaklarının ve terleyen avuç içlerine bir anlam bulamıyordu. Sadece onun karşısında düştüğü bu hale şaş kalıyordu.

Bir kızın karşısında nasıl böyle şekilden şekilde girebiliyordu?

Dili tutuluyordu onu karşısında gördüğünde. Konuşmak istediği zaman kekimeler diline dolanıyordu. Elini nereye koyacağını bilemiyor, şaşırıyordu. Nefes ona alttan alttan öyle masum masum baktığında, dudak büzgülünde, surat asıp triplendiğinde, kalbi hızla atmaya başlıyordu. O saf ve masum hali, herkesten ve herşeyden eşsiz hareketleri, sesi, sözleri, gülüşü, gözleri, bakışı, Nefese ait her şey, Yamanda içinde asla çıkamayacağı büyük bir etki bırakıyordu.

Onu düşünmeden edemiyordu. Düşünmek istemezken bile aklının bir köşesinde yaşamaya devam eden bu kızdan, asla kaçamıyordu. Bütün yolları denemişti. Her kaçışı, her yolu. Ama ne vardı ki, tüm çıkışlar kapalıydı. Tüm yollar çıkmazdı. Ve o çıkmaz yollarında çıkış anahtarı bir ay gibi parlayan Nefesti.

”Alo Yaman, oğlum daldın mı lan?” Diyen Çınar elini yamanın yüzüne doğru sallıyordu.

Daldığı yerden Çınarın sesi ile ayrılıp kendine geldi Yaman. “Ha, dalmışım öyle.” Diyen sesi hala dalgındı.

”Senin bu halin hal değil.” Dedi Çınar sıkıntılı bir sesle.

”Ne varmış lan halimde?” Diye sordu Yaman.

”Sürekli bir yerlere dalıp gidiyorsun. Kafan yerinde değil, boka batmış gibisin.”

”Höst de lan. Çok şükür batmadık bir yere.”

”Hayırdır o zaman? Ne düşünüyordun öyle dalgın dalgın?”

”Sik sik konuşma ağzımı bozdurtma mübarek günde Çınar.” Diye tersledi Yaman çınarı.

”Sen harbi harbi tutuldun bu kıza.”

”Lan bak, yine açma aynı konuyu asabımı bozma benim.” Diyerek olduğu yerde doğruldu Yaman sıkıntılı bir halde.

”Gerçeği söyleyince niye zoruna gidiyor ki kardeşim. Tutulmuşsun işte, bağlanmışsın. İtiraf et.” Diye üsteledi Çınar.

”Lan bak itiraf edeceğim bir bok yok ortada.” Diye daha da sinirlendi Yaman.

”Nefesi kaçırırken işlerin bu noktaya geleceğini düşünmedin değil mi?” Diye sordu bu sefer de Çınar. Kardeşim dediği adamın ne galde olduğunun farkındaydı. Ona yardımcı olmaya başlıyordu.

”Düşünmedim. Düşünmedim anasını satayım. İşlerin bu raddeye geleceğini, bir girdaba bu kadar kapılacağımı düşünmedim. Vicdanım yüzünden sandım, bana tüm bunları vicdanım yaptırtır sandım. Pişmanlık sandım, suçluluk sandım…”

”Ama değildi,” diye Yamanın sözünü devam ettirdi Çınar. “Nefesten etkilendin. Hatta hoşlanmaya bile başladın.” Çınarın sözleri ile göğsü kasılmaya başladı Yamanın.

”Etkilendim,” dedi kısık bir sesle. “Ama bugün değil, şimdi değil,” dedi fısıldar gibi. Anlamazlık içinde çatıldı çınarın kaşları.

Haklıydı Yaman. Şimdi değildi bu etkilenme, yeni değildi. Yıllar önceydi. Yaman Nefesi sekiz ay önce değil, bundan yıllar önceden tanıyordu. O üniversite koridorunda, elinde defterleriyle yürüyen dalgın kız, Yamanın farkında olmadan telefonuna bakarken çarpışıp kızın elindeki defterlerin yere düşmesine neden olduğu, eğilip yerden birlikte defterlerini toplarken Yaman kızın yüzüne bir an için dikkat kesilmişken kafasını kaldırıp bir kere bile Yamana bakmayan kızdı Nefes. Onların tanışması şimdiye dayanmıyordu. Yaman Nefesi yeni tanımıyordu. Yaman Nefesi üç yıl öncesinden beri tanıyordu.

O zaman çarpışıp da yüzüne bir kere bile bakmayan kızın kim olduğunu bilmiyordu. O günden sonra her gün gitmişti o üniversiteye, her gün aynı koridorda beklemişti, belki yine gelir diye. Belki yine onu görürüm diye, ama hayır. O kızı o gündem sonra bir daha hiç görmemişti. Sınıfını merak etmişti. Adını merak etmişti. Ama bulamamıştı. Sonra bir gün, bir magazin programında bir karede görmüştü aynı kızı haftalar sonra. Fakat o kız, Selim Soykanın yanında yer alıyordu o fotoğrafta.

Adı geçti ekranın alt yazısında. ünlü Savcı Selim Soykanın kızı, Nefes Soykan, diye. Adını öğrendi, kim olduğunu öğrendi ve günlerce o koridorda tekrar karşısına çıkmasını beklediği kıza karşı içinde oluşmaya başlayan o küçük kıvılcım yok olup gitti. Ama magazin kanalları o günden sonra ilgisini çekti, Nefes için. Nefesin yer aldığı her kareye istemsizce dikkat kesildi. Gözleri hep onun üzerinde gezindi.

Yaman, içindeki o küçük kıvılcım yok oldu sandı. Fakat o kıvılcım sadece sessizliğe bürünerek daha da büyüyeceği günü bekledi. Bugünü bekledi. Ve bugün, yamanın bundan üç dört sene öncesine kadar içinde yok oldu sandığı kıvılcım her geçen gün daha da büyüyordu. Yine aynı kız için, yine aynı kız yüzünden.

”Anlamadım?” Diye sordu Çınar.

”O beni şimdi tanıyor, fakat ben onu dört yıl öncesinden tanıyorum. Ve onu dört yıldır içimde yaşıyorum.” Dedi Yaman dudaklarında acı ve buruk bir tebessüm oluşurken. “Fakat o bunu hiç bilmedi. Ben, o koridorda bir anlık dalgınlıkla çarpıştığım kızı yıllar sonra tekrar buldum. Selime bilerek iki seçenek sundum. İstesem ondan doğrudan bir intikam alabilirdim. Ya da oğlu Merti isteyebilirdim. Oğlunu kaçırabilirdim. Ama hiç hesapta olmayan bir şekilde Nefes tüm herşeyin ortasındaydı. Göz ardında olması gerekirken ilk andan beri göz önündeydi.” Bunları ilk defa dile getiriyordu ve anlatması, dile dökmesi güçtü. Bir nefes aldı.

”Nefesi intikamım için kaçırmış olduğumu sanıyorsunuz. Öyle biliniyor. Evet, benim için de öyleydi, en başta. Ama şimdi anlıyorum. Ben onu aslında intikamım için değil, kendim için kaçırmıştım. İntikam bir bahaneydi. Ben gerçeği yine sakladım, yine gizledim, yine öteledim.”

Duydukları karşısında Çınar ağzı açık kalmıştı. Bunu kesinlikle beklemiyordu. Aklından geçenle duydukları asla bir değildi. Böyle birşey olmasını düşünmemişti. Kardeşinin böyle bir durumun içinde olduğunu, aklından bunların geçtiğini, bilmiyordu.

”Yaman,” dedi kardeşine ne diyeceğini bilemeyerek bakarak. “O kadar mı?”

”o kadar,” dedi Yaman bitkinlikle. “O kadar.”

Sessiz bir itirafı vardı Yamanın. Kabullenmediği, gizlediği, sakladığı, ama içten içe en derinlerde bilip hissettiği.

“Nefesle olmak, Nefesin yanında olmak, onunla konuşmak, onunla vakit geçirmek, gözlerine bakamak, gülüşünü izlemek, yaralı çocukluğuma ve yaralı ruhuma iyi gelen tek şey. Nefes, bana iyi gelen tek şey. O yüzden ondan uzakta duramam. Ona bağlansam da, ona aşık olsam da ben Nefesten yalnızca bir mahalle kadar uzak durabilirim. Ötesi yok.” Aslında her şeyi, aslında, her şeyi….

Yamanı böyle görmek, Çınarın yüzünde sıcak bir tebessüm oluşmasına neden oldu. Farkındaydı, daha ilk günden beri, Çınar her şeyin farkındaydı. Biliyordu, görüyordu. Sadece sessiz kalmak istemişti. Sessizliği her şeyi ortaya dökerek mahvetmeye takip seçmişti.

”O halde kıza neden onları yaşattın?” Diye sordu Çınar, daha da emin olmak için.

”Sikik aklıma uydum. Nefret ettiğimi sandım. Nefret ediyorum dedim. Babasının günahını onun omuzlarına yükledim. Onu kendimden ittim.” Derken sesine pişmanlık yansımıştı Yamanın.

”Ama aslında ondan hiçbir zaman Nefret etmedin.” Diye sordu biraz daha emin olmak için Çınar.

”Hiçbir zaman, ondan nefret etmedim. Dilimden dökülenler gibi, o zamanlar gözlerimde gördüğü şeyler de yalandı.”

”Acaba her şeyi, o gün Nefes seni farketmedi diye yapmış olabilir misin?” Diye sordu Çınar gözlerini kısarak.

”İhtimali dahi yok.” Diyerek kesin bir cevap verdi. “Onun canını yakmak, kendi canımı yakmakla eş değer.”

Sırıtışı daha da büyüdü Çınarın.

”Ne diye sırıtıyorsun lan sen otuz iki diş?” Diye sordu yaman kafasını hayırdır def gibi sallarken.

”olmuşsun,” dedi Çınar. “Sen baya baya olmuşsun hem de.”

”Ne olmuşum lan?” Diye sorarken kaşlarını çattı Yaman.

Oturdulu yerden kalktı Çınar. “Hadi kalk, iftara geç kalacağız.”

”Lan it, söylesene ne olmuşum.”

”Yakında kendin öğrenirsin koçum, hadi yürü.”

Sadece Nefes Anlatımıyla;

iftar Vakti;

Gözlerim bahçede gezinirken elimdeki tabakları iftar için kurulan uzun masanın üzerine bıraktım. İftara az kalmıştı. Kızlarla beraber Asiye hanıma yardım etmek için erken gelmiştik Karayel konağına. Masanın üzerine bıraktığım tabakları tek tek masaya sandalyelerle aynı hizada dizmeye başlamıştım. Sekiz kişiydik iftarda. Sekiz sandalye vardı masanın etrafına dizilmiş. Tabakları masaya dizdiğimde evden içeri girdim. Ayağımda ev terlikleri vardı. Asiye hanım bunlar ile dışarı çıkmamın bir sorun olmadığını, bahçeyi daha bu sabah yıkadığını söylemişti.

Mutfağa girdiğimde mutfaktaki küçük masanın üzerinden dolma biber ve yaprak sarmaların olduğu borcumu aldım. Asiye hanım çorbayı tekrar ısıtırken, Roza salatayı yapıyordu, Sare ise masaya konacak hurmaları küçük tabaklara diziyordu. Mutfaktan çıktığımda kapıya doğru ilerledim. Kapıdan çıktığımda yere bakarak yürüyordum. Kapının önündeki iki basamağı indiğimde kafamı kaldırıp önüme baktım.

Bana doğru gelen ve gözleri benim üzerimde olan Yamanı gördüm. Elinde pideler vardı. Masaya yaklaştığımda bir kaş adım atarak tam karşıma geçti.

”Selam,” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek gözlerine kafamı kaldırmış bakarken.

Bu adama boyu uzasın diye özel bir iksir mi içilmişlerdi, anlamıyordum.

”Selam,” dedi o da yukardan yukardan gözlerime bakarken.

“Mis gibi kokuyor, babaannem döktürmüş yine.” Dedi gözleriyle hala elimde tutuşum dolmaları kastederek.

”Onları babaannen yapmadı yalnız, ben yaptım.” Dedim göz kırparak.

Kaşları şaşkınlıkla çatıldı. “Sen mi yaptın?” Diye sordu çatık bir sesle.

”Evet,” dedim gözlerimi irice açarak. “İnanmıyor musun?”

”Valla tadına bakmadan inanmam.” Dedi ballandıra ballandıra.

”iyi,” dedim borcamı masanın ortasına bırakırken. “Ezan okununca tadına bakarsın o zaman.”

Elimi öne doğru uzattım pideleri ondan almak için. “Pideleri doğrayacağım, verir misin?” Diye sordum gözlerine bakarken.

”Doğramaya ne gerek var kızım. Yeriz işte kendimiz bölerek.” Dedi kalın sesiyle.

”Gerçekten hödük müsün? Sunum önemli, ver onları bana.” Pideleri tutum iki yandan, elim ellerinin üzerine denk gelmişti.

”Kızım böyle yeriz. Başlatma şimdi sunumuna.” Diye üsteledi.

”Ya Yaman, ben öyle istiyorum, bırak şunları.” Diyerek pideleri kendime doğru çekiştirdim.

”Kızım uzatma da işte, böyle kalsın. Yorma kendini.” Diyerek Karadeniz şivesine kaydı anında.

Çattığım kaşlarımın altından baktım ona. “Benimle inatlaşma Yaman. Ben nasıl istiyorsam öyle olacak.” Diyerek pideleri elinden çekip aldım. “Hödük ya!” Diye söylenerek arkama döndüğümde hemen az ilerimizde elinde çorba tenceresi ile duran Asiye hanımı görünce afalladım. Kendimi torarladığımda yürümeye devam ettim.

”Tam bana gelun olacak kizsun ha suratsız.” Dedi Asiye hanım yanından geçerken. Ne diyeceğimi bilemeyerek baka kaldım öylece yüzüne.

”Alayum mu senu bizum uşağa?” Diye sordu kısıtığı gözleriyle bana bakarken. Yazmasını arkadan bağlamış, boynunu açıkta bırakmıştı. Tombul bir kadındı.

”Beni uşağınıza uygun görmüyordunuz Asiye hanım. Şimdi ne değişti?” Diye sordum çekinerek.

”Halt etmuşum,” dedi yüzünü buruşturarak. Bir adım atarak bana yaklaştı. “Sen tam benum uşağımun yanina yakuşacak kizsun” dedi gülerek. Güldüğünde gözünün etrafındaki kırışıklıklar belirginleşti. Asiye hanım yanımdan geçip giderken utanarak arkama döndüm. O sırada Yamanın dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılmış bir şekilde elleri pantolonun cebindeyken bana baktığını gördüm.

Çapkınca bir sırıtıştı bu. Serseri sırıtışıydı. Mayhoş bir etkisi vardı.

Duymuştu. Babaannesinin neler dediğini duymuştu. Ondan böyle sırıtarak bakıyordu. Aptal adam! Ne halt yemeye öyle sırıtıyordu şimdi?

Hızla önüme döndüğümde koşar adımlarla evden içeri girdim. Utançtan yerin dibine girecektim. Bundan bir kaş ay önce beni torununa uygun görmeyen, Hazalı kendine gelin seçmiş Asiye hanım bugün beni torununa uygun görüyordu.

Daha nelerdi yani.

Mutfağa geldiğimde pideleri tezgahın üzerine bıraktım. Masanın üzerindeki ekmek sepetini alıp tezgaha gerildiğimde kahverengi gazeteye sarılmış pideleri bir bıçak yardımıyla bir kaç parçaya böldüm. Pideleri ekmek sepetine dizdiğimde sofranın son eksiği de tamamlanmıştı. Mutfaktan çıkıp köşeyi döndüğümde açık kapıya doğru yürüdüm. Evden çıktığımda herkesin masadaki yerlerini aldığını gördüm. Masada boş kalan tek bir sandalye vardı ve o da bana aitti.

Asiye hanım çardağın bize yetmeyeceğini orda rahat hararet edemeyeceğimizi düşünerek komiklikteki masaları bize bahçeye taşıtmıştı. İki masayı yan yana dizmiş, sandalyeleri de etrafına dizmiştik. Hava kararıp etraf karanlık olduğunda karanlıkta kalmayalım diye de kabloyla birbirine bağlanmış ampüllerin bir ucunu çardağa bir diğer ucunu ise mutfağın camına bağlamıştı. Ampüller tam masanın üzerinde duruyordu ve yanıyordu. Masaya ilerlediğimde ekmek sepetini kendi olduğum tarafa bıraktım ve sandalyemi geriye çekerek masanın sonundaki yerimi aldım. Karşımda Çınar vardı, Çınarın yanında İlyas, ilyasın karşısında Roza, Rozanın yanında Sare, Sarenin de karşısında abisi Yaman vardı. Yaman benim tam çaprazımda kalıyordu. Asiye hanım ve oğlu Yusuf amca karşılıklı oturuyorlardı.

Yusuf amca bugün ilk iftar diye denize açılmamıştı.

Top patladı, ardından da akşam ezanı okundu. Herkes gülerek birbirlerine baktığında, “Allah herkesin orucunu kabuk etsin.” Diyen en büyüğümüz Asiye hanımdı. Suyumdan bir yudum aldığımda sessiz bir oh çektim. Bardağımı tabağımın yanına bıraktığımda çorbamı içmek için kaşığı elime aldım. Kaşığı çorba kasesine batırıp çorbayı karıştırmaya başladığımda, kafamı kaldırıp etrafa bakarken bakışlarım Yamana değdi.

ilk önce çorbasından başlamak yerine tabağına aldığı sarmalardan başlıyordu yemeye. Benim yaptığım sarmaları yemeyi tercih etmişti önce. Ben sarmaları yediğinde ne tepki vereceğini merak ederek yüzüne dikkatle bakıyordum. Bir sarmayı ağzına aldığında ve çiğnemeye başladığında dudaklarında bir gülümseme oluştu. Hevesle ona gözlerimi açmış bakarken kafasını kaldırıp o da bana baktı.

Dudaklarımı kıpırdatarak, “Nasıl olmuş?” Diye sordum sessizce.

Aynı benim gibi o da dudaklarını kıpırdatarak bir cevap verdi. “Acı olmuş.” Yüzümdeki o hevesli ifade bir anda kaybolduğunda, yüzüm düştü.

”Çok mu?” Diye sordum yine dudaklarımı kıpırdatarak.

Yüzünü buruşturarak baktı bana. “Yenemeyecek kadar.” Tüm hevesim yerle bir olurken dudak büzdüm. Ama ben o dolmaları büyük bir hevesle yapmıştım. Sanırım tadına bakamadığım için acısını da ayaralayamamıştım. Tadına bir de ben bakacaktım. “Roza, şu dolmaları uzatır mısın?” Diye seslendim Rozaya.

Roza masanın ilerisine uzanarak masanın ortasındaki borcamı aldı. “Al canısı,” diyerek borcamı bana uzattığında, elinden aldım borcamı.

”Sağol.” Servis tabağına bir kaç tane sarma aldıktan sonra borcamı masaya bırakıp ileriye iteledim. Çatalımı sarmaya batırıp ağzıma götürdüğümde bir ısırık aldım sarmadan. Çiğnemeye başladığımda tadının acı olmadığını farkettim. Yamanın dediği gibi yenemeyecek kadar acı falan değildi. Aksine acısı gayet yerindeydi. Tuzu falan da iyiydi ve sarmanın tadı gayet güzeldi. Kafamı kaldırıp yamana ters ters baktığımda onun bana hala sırıtarak baktığını gördüm.

Sarmayı ağzımda çiğnerken bir diğer sarmaya da çatalımı batırdım ve onu da ağzıma attım. Sarmaları ağzımda çiğnersen kaşlarımı çatmış dudaklarımı büzmüş bir şekilde huysuzca Yamana bakıyordum.

”Acı olmamış.” Dedim dudaklarımı kıpırdatarak ve ağzım hala doluyken.

Elini yüzüne doğru götürürken işaret parmağı ve baş parmağını şişirdiği yanaklarına götürdüğünde parmaklarıyla yanaklarını tutarak dudağını büzdü. Benim taklidimi yapıyordu. Utanmadan bir de beni taklit ediyordu. Ağzım beş karış açık kapmış ona bakarken boş boş göz kırpıştırıyordum. Yamanın sırıtışı sesli bir gülüşe döndüğünde öylece ona bakakalmıştım.

”Ha bu uşak sabahtandır neye siritiyi öyle?” Diye soran Asiye hanım ile masadaki erkesin bakışları Yamana döndü. Yamanın bir anda o tüm hevesli ve eğlenen ifadesi dağılıp gitti. “Mabuş aşuklar gibi ne dema gülisin uşak öyle otuz iki diş?” Gülmemek için elimi ağzıma görürdüm. Yamanın şu bir anda dağılan ifadesine gülmemek elde değildi.

”Hiç nenem, hiç.” Dedi Yaman içine kaçmış bir sesle.

kesinlikle hiçtir Yaman bey.

”Ha bakayım kim vardur senun karşunda?” Yaman kaşlarını kaldırarak bana bir işarette bulunduğunda ne demeye çalıştığını anlamadım. “Bu suratsuza mı sırıtaysun sen?” Dediğinde Asiye hanım kafamı çevirip ona baktım. Masaya doğru eğilmiş, kafasını yana eğmiş bana bakıyordu. Ve daha az önce Yamana bakan herkes şimdi bana bakıyordu. “Oy nenem yarabbi.”

Bir öksürük krizi beni sardığında kolunu önüme uzatarak bardağımı alıp bana uzattı Roza. “Al su iç.” Dedi imayla. Suyu alıp son damlasına kadar içtiğimde arkadan arkadan Yamana ters bakışlar atıyordum. Fakat o bile az önceki durumdan utanmışsa benziyordu. Bardağı masaya bıraktığımda kafamı öne eğerek çorbamı içmeye başladım.

🩹

iftar faslı bitmişti. Sofrayı kızlarla birlikte toparlamıştık. Şimdi ise mutfağı toparlama işine koyulmuştuk fakat Asiye hanım buna pek de müsade etmiyordu.

”Ya nene, sen içeri babamların yanına gitsen, uzun zamandır görmediğin torunun ile hasret gidersen biz de buraları toparlasak olmaz mı?” Diye sordu sare. Asiye hanımın önünde dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini tutuyordu.

”Sen yine ne disin nazlı.” Diye sordu Asiye hanım.

Roza makineye bulaşıkları yerleştirirken ben de elde yıkanacakları elimde yıkıyordum.

”Ya diyorum ki biricik torunun gelmiş, git onun yanında otur, biz de buraları toplayalım.” Diye yakındı sare.

”Ben evlat ayrımımı yaparum kız zilli, be biçim laftur ha o deduğun?” Diye huysuzlandı Asiye hanım.

”Tontişim ben onu mu dedim şimdi.” Dedi Sare.

”Kız pulli, bir çay demleyiver bakayım. Yeni gelinsin bir çayını içelum bakam.Kafamı çevirip Rozaya gülerek baktım. Garibim sabahtan beridir Asiye hanımın elinden ne çekiyordu. Geldiğimizden beri Asiye hanım sözde hamaratlığını görmek için ne iş varsa hepsini ona yaptırıyordu. Bir de hepimize taktığı garip isimler yokmuydu.

Bana suratsız diyordu, narin diyordu. Sare’ye nazlı ve zilli diyordu. Rozaya ise pullu.

”Ay ama bu nedir ya. Nenem yani sende kusura bakma ama canımı çıkardın. Yemin ediyorum yeni oje sürdüğüm tırnaklarım hep mahvoldu. Yıprandı ellerim bulaşık yıkamaktan.” Derken saçını savurarak doğruldu Rıza. Ellerini tiksinircesine kendinden uzakta tutuyorsun Asiye hanıma döndü.

”Yani rica ediyorum pullu diyorsunuz, bırakın da pullu kalayım.”

”Oy nenem yarabbi. Ha sen şu pullunun dediklerine de bak, yarın bir gün yaylaya çıkınca ne edecesun acaba?”

”Yaylaya çıkmam, olur biter.” Dedi Roza kendinden emin bir şekilde.

”Uyy daha neler. Hele bir havalar güzel olsun, o yaylaya çıkmaymusun göreceğuz.” Dedi Asiye hanım alımlı bir şekilde.

Roza sabır çekerek önüne döndüğünde, “Kız suratsuz, sen de pek bir narin çıktun, azucuk elin iş tutsun, dön bakayım önüne.” Diyerek azarını bana da çekti Asiye hanım. Susarak önüme döndüm ve tepsiyi yıkamaya devam ettim.

”Bir de bana git dersin Sare. Ha bu iki zilliyi bırakıp nereye gideyrum ben. Hem sen ne demeye gelmuş dibimde oturursun, kalk bakayım.”

”Of babaanne” diye söylenerek ayaklandı Sare.

Tepsiyi yıkadıktan sonra yıkadığım diğer bulaşıkların arasına yerleştirdim.

Roza çayı demlemişti. Bende bardakları tepsiye dizmiş bahçeye götürmek için mutfaktan çıkıyordum. Ramazanın meşhur tatlısı olan güllaçı yapmıştı Sare. O tatlıları tabaklara koymuş çoktan bahçeye götürmüşler bende çayları götürüyordum. Bakışlarım çay tepsisindeyken üzerime düşen gölge ile kafamı kaldırdım tepsiden.

”Yaman.” Dedim onu karşımda beklemediğim bir anda görünce.

”Nefes,”

“Artık Deniz kızı demiyorsun.”

Histerik bir şekilde güldü. “Doğru, adın daha çok hoşuma gidiyor.” Güldüm.

”Adımdan nefret ettiğini sanıyordum.” Derken alttan alttan gözlerine baktım.

“Aksine,” dedi üzerime eğilerek. “Adın da en az gözlerin kadar fazla hoşuma gidiyor.”

”Gözlerimle derdin ne? İlk defa mavi göz görmüyorsun ya?” Diye sordum gözlerimi kısıp ona doğru yaklaşarak. Aramızdaki tek engel çay tepsisiydi.

”İlk defa mavi göz gördüğümden değil, ilk defa seninkiler gibi mavi göz gördüğümden.” Dedi mayhoş bir ses tonuyla. Sesi etkileyiciydi.

”Neyi varmış gözlerimin?” Diye sordum.

”Fazla güzel bakıyorlar,” dedi. “Boğulabileceğim tek deniz senin gözlerinin maviliğinde saklı gibi.”

Biliyordum, gözlerime bakarken gözlerimin derinliklerinde kaybolduğunu biliyordum. Bana farklı baktığını biliyordum. Ama inkar ediyordum. Çünkü ben, biraz da oydum. Onun gibi, bazı şeyleri görmezden gelmeyi, bastırmayı tercih ediyordum.

“Senin gözlerinde toprak gibi.” Dedim bir anda. “Kahverenginin en güzel tonları senin gözlerinde bir araya gelmiş.”

”Şimdi sen benim gözlerime iltifat mı ettin?” Diye sordu çapkınca gülerek. “İltifat etmedim. Bazı söylenmesi gereken gerçekleri söyledim.”

Ger çekildim. Artık çayları dışarı götürmeme gerekiyordu.

”Sen hep böyle söylenmesi gereken gerçekleri söylesene Nefes.” Dedi gözlerime bakarak geri çekildiğinde. Kaşlarımı çatarak baktım.

”Saklamak yerine, içinde tutmak yerine, dile getir bazı şeyleri.” Dedi imalı bir sesle ve aynı şekilde gözlerime imayla bakarak.

Neyi kastediyordu? Ne demeye neyi ima etmeye çalışıyordu?

”Ne sakladığımı düşünüyorsun?” Diye sordum.

”Varsayımlar üzerine konuştum ben. Hem bak, çaylar soğuyacak.” Diyerek önümden çekildiğinde ruh halinde bir değişiklik vardı. Aklımı karıştırmıştı. Kafamı bulandırmıştı. Birşeyleri hissetmiş olabilirmiydi? Farkındaymıydı sevgimin, bilmişmiydi?

Evden çıktığımda iftar için kurduğumuz sofra hala yerindeydi. Herkes tek bir masanın etrafında toplanmıştı. Artık her ne konuşuluyorlarsa hepsinin yüzünde bir gülümseme vardı. Sarenin yanındaki sandalyeye oturmadan önce herkesin çaylarının önlerine servis ettim ve bende Sarenin yanına oturdum.

Roza ilyasın yanında oturmuş ve ona nazlanıyordu. Rıza abarta abarta bireyler anlatırken ilyasın yaptığı yek şey onu can kulağı ile dikkatle dinlemekti. Ellerini gösterdi Rıza ilyasa. “Baksana İlyas, ne hale gelmiş ellerim.” Dedi çocuksu bir üzüntüyle. Rozanın ellerini tutu İlyas. “Benim narin karım.” Derken Rozanın ellerinin üzerine buseler kondurdu. Ona aşkla baktı Roza bir yandan da gülerken. Onların bu mutlu halini küçük bir tebessüm ile tebrik ettim.

içimde ukde kalan şeylerden biri sanırım şu görüntü olabilirdi.

”Yemekleri beğendin mi?” Diye soran yanımdaki Sareydi. Sorusu bana değil, karşısındaki çınaraydı. “Ellerinize sağlık, hepsi birbirinden güzeldi.” Dedi Çınar.

”Peki ya tatlı?” Diye sordu Sare bu sefer. “Ben yaptım.” Diye de eklemeyi unutmadı.

Daha yarısına geldiği tatlısına baktı Çınar. “Çok güzel olmuş, döktürmüşsün.” Dedi gülerek.

Çınarın gülüşü sarenin de yüzüne bulaştı. Gülerken yanaklarının kızardığından eminim ki haberi yoktu. Bu kızın neden en ufak şeyde anında yanakları kızarıyordu hala anlamış değildim. Fazla mı utangaçtı?

”En sevdiğin tatlıydı değil mi güllaç?” Diye sordu sade merakla.

Dudaklarında ufak bir gülüş taşırken, “Evet.” Dedi Çınar kafasını sallayarak.

Dudaklarını birbirine bastırarak kafasını salladı sare.

Bilerek bugün iftara güllaç yapmak istemişti. Bunu yeni anlıyordum. Çınarın en sevdiği tatlı güllaç diye kalkıp güllaç yapmıştı. Hayret ederek Sareye baktım.

”Ne öyle bakıyorsun Nefes?” Diye sordu bana bakarak Sare. Ona doğru yaklaşarak kulağına fısıldadım. “Sare sen az değilsin. Çınar seviyor diye yaptın değil mi bu tatlıyı?” Diye sorduğumda hızla koluma vurdu.

”Ne vuruyorsun kız?” Diye sorarken geri çekildim.

”Sessiz olsana, duyacak şimdi. Sonra yanlış anlaşılacak.” Dedi çınara bakarak.

”Yanlış anlaşılacak. Kız bunun neyi yanlış anlaşılsın?”

”Ya Nefes,” dedi nazlanarak. “Susar mısın lütfen?” Dedi maviş maviş bakarak. Asiye hanım haklıydı. Bu kız harbiden fazla nazlıydı.

”Ee nerde benim torunum. Bi iftarda görüverdim daha da görmedum ya Yamanımı.” Diyen Asiye hanımı Sare, “Nene, abime Yamanım deme. Biliyorsun o şekilde hitap ettiğimizde nasıl sinir oluyor.” Diyerek uyardı.

”Doğru kizum. Yaşlılık işte, ne yapacaksun” diyen Asiye hanım sandalyeye uzattığı ayaklarını ovuşturdu.

”Sare, neden Yamana o şekilde hitap ettiğinizde sinirleniyor ki?” Diye sordum Sare’ye dönerek.

”Annem hep abime Yamanım diye seslenir onu öyle severmiş. Annem öldüğü günden beridir kimsenin ona Yamanım demesine izin vermemiş. Nenem ağzından yanlışlıkla bile kaçırsa tersliyor bizi hemen.” Anladım dercesine kafamı salladım.

Yamanım; demek ona çok yakışırdı. Yamanım diye seslenmek çok hoştu. Süreyya hanım da bunu bilerek ona öyle sesleniyordu belki de.

”Asiye sultan.” Diyerek evin kapısında beliren Yamandı. Kafamı hızla çevirip ona baktım.

“Torunum.” Dedi Asiye hanım çoşkuyla. Kadının yamana bakarken gözlerinin içi parlıyordu.

çayıma iki şeker arttım ve karıştırıp çayımdan bir yudum aldım.

Asiye hanım kendi zamanlarındaki Ramazanlarından söz etti biraz. Onların zamanında saatti takip edebilecekleri bir telefon falan yokmış. Güneşin batışından takip ederlermiş iftara ne kadar kaldığını. Bence o zamanlar daha güzelmiş herşey. Şimdi bakıyorsun ne herşeyin tadı var ne de tuzu. Eskiler hep daha güzel gelmiştir bana. O zamanlarda onların zamanında yaşamak isterdim.

Aslında benimki saçmalık ötesi bir hayalden ibaret ama, ben hep yetmişli atmıştı yıllarda doğmuş olmak isterdim. O zamanların kıyafetleri saç modelleri tarzı daha bir çekici geliyor.

Mesela, atmıştı yetmişli yıllara ait bir askerle tanışmak hoş olurdu. Ben utangaç ve çekingen bir kızken, o sert ama bir o kadar da hoş bir erkek olurdu. Ben yine Nefes olurdum. O adam da Yaman.

Bir boksör olmasından ziyade, bir asker olmasını tercih ederdim. Birileriyle dövüşmesi, yara alması yerine eli silah tutan bir asker olmasını, vazifesi başında olmasını isterdim.

Ama kim olursa olsun, ben hep Yamanı seçerdim. Her evrende de, her zamanda da. Atmış yıl önce doğmuş olsam da onu diler onu seçerdim. Bugün de, yirmi yıl sonra da, bana sorulsa yine Yaman Karayel derdim. Başka birini gözüm görmezdi. İlk onu görür, yine ona doğru atardım adımlarımı, her evrende. Doğrusuyla da yanlışıyla da, canını yaksa da yakmasa da ben ondan başkasını sevmezdim. Neden bilmiyorum, ama öyleydi.

Çaylarımızı içmiştik. Çayın dibine vurmuştuk bu gece. Roza bol bol fotoğraf çekip Instagram hesabında paylaşım yapmıştı.

”Ee pulli, bir kahve yap da içleum bakalum” dedi Asiye hanım çay bardağını masaya bırakırken.

”Yaparım Asiye hanım. Yaparım.” Diye ayaklandı Roza. Herkesin önünden boş bardaklarını aldı tepsiye dizdi.

”Kahvelerinizi neli içiyorsunuz?” Diye sordu Roza.

”Benumkini orta yap bakayum.” Dedi Asiye hanım.

”Benimki de orta olsun kızım.” Dedi Yusuf amca.

”Benimki de,” diyen Sareydi. “Benimkini şekerli yapsan iyi olur.” Dedi Çınar.

”Benimkini de orta yapar mısın pullu.” Diyen ayaktaki karısına bakan İlyastı.

”Benimki de orta olsun madem.” Dedi Yaman.

Sıra bana geldiğinde, “Nefes, sen?” Dedi Roza.

”Nefes sade kahve sevmez, sütlü sever o.” Diyen tüm ortamın havasını beklenmedik bir şekilde değiştiren Yamandan başkası değildi.

Şaşkın bakışlarım ona döndüğünde ne babasının ne de babaannesinin ve diğerlerinin burada olmasını umursamadan, “Yanlış mı biliyorum. Kahveyi sütlü sevmiyor musun?” Dedi umursamazlıkla gözlerime bakarken.

Ne diyeceğimi bilemedim. Ortam gerilmişti. Yaman bunu nereden biliyordu? Bunu kimse bilmiyordu. Kahveyi sütlü sevdiğimi, sade kahve içmediğimi benden başka bilen kimse yoktu. Ama o bunu biliyordu. Bunu nereden biliyordu?

”ö-öyle. Sütlü seviyorum.” Diyebildim ne diyeceğimi bilemezken. Yaman tatmin olmuş bir şekilde arkasına rahatlıkla yaslanırken kollarını göğsünün altında birleştirdi.

Ard arda gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyordum. Ve o gözlerini benden ayırmış, bakışlarını önüne dikmiş, alttan alttan sırıtıyordu. Elini cebine attığında cebinden telefonunu çıkardı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdiğinde saçlarını birbirine karıştırıp dağıttı. O saniyelerde masanın üzerindeki telefonumun ekranı parladı. Masanın üzerinden telefonumu aldığımda bir mesaj bildirimi vardı ekranda.

Telefonun kilidini açıp mesaj kısmına girdiğimde mesaj Yamandandı.

”Utandın mı deniz kızı?”

Kafamı kaldırıp ona baktım. Daha sonra tekrar telefonu dönüp harflerin üzerini tuşlamaya başladım.

”Nerden biliyorsun sütlü kahveyi?”

Bir mesaj daha düştü ekrana anında.

”Bunu beklemiyordun, itiraf et.”

“Bir soru sordum, Karayel.”


”Hakkında daha senin bilmediğin neler biliyorum keşke bir bilsen….;)

Kafamı kaldırdığımda hayretle ona baktım. O esnada o da bana bakıyordu.

”Bazı gerçekleri söylemek gerek, bilirsin Yaman Karayel.”

”Fakat ben her şeyi içimde yaşamayı severim Deniz kızı.”

”o halde içinde yaşamaya devam et, sana ait olan ne varsa, hödük.”


”Zaten öyle yapıyorum, içimde yaşıyorum, uzun zamandır, yıllardır.”

:/

Telefonu kapatıp masanın üzerine geri bıraktığımda bir nefes vererek arkama yaslandım.

İçinde yaşıyorsun, kendine saklıyorsun, beni her defasında ardında bırakarak, yaşanacak ne varsa yaşıyorsun. Ardına bakmadan giderek, nefes alabiliyorsun. Ardındaki beni, asla görmeyerek, gidebiliyorsun.

Sare ve Çınar’dan bir kesit ve bölüm sonu;

Roza kahveleri yaparken kısa süreliğine saçına başına bakmak için odasına çıkmıştı Sare. Sarenin yokluğunun ardından bir kaç dakika sonra tuvalete gideceğim bahanesi ile Çınar da eve girmişti. Şu an Sareyi görmek için en uygun andı. Koşar adımlarla sessizce merdivenleri çıktığını sanarken mutfakta olan Roza, Sarenin ardından yukarı çıkarmanın Çınar olduğunu biliyordu. Ama bir ses etmemişti.

Ezbere bildiği evin içindeydi Çınar. Her odasını ezbere biliyordu. Şuna karşısında durduğu oda ise Sarenin odasıydı. Kapısı kapalı kapıdan içeri girmeden önce kapıyı çaldı. İçeriden Sareden, “Gir,” konutu geldiğinde kapı kolunu tutu ve kapıyı aramayarak kafasını kapıdan içeri soktu Çınar.

”Sare, gelebilirmiyim?” Diye sordu Sare araladığı kadarıyla göz önümde değilken.

”Çınar abi?” Diyen sare odanın kapısını bir kaç saniye içerisinde sonuna kadar açtı. “Tabiki de gelebilirsin.” Derken eliyle odanın içerisini gösterdi. Ellerini arkasında birleştirmişler odadan içeri girdi Çınar.

”Neden geldin?” Diye sorarken kapıyı kapatmayıp odanın ortasına doğru ilerledi Sare.

Neden geldiğini Çınar da bilmiyordu. Kafasına esmişti, gelmişti. Ama şimdi kalkıp da Sare’ye aklından geçeni söyleyemezdi.

”Ben,” dedi, durdu. “Sen,” dedi sare.

”Tatlı için sana teşekkür etmek istedim.” Diyerek saçmaladı Çınar.

”Tatlı için?” Diye yeniledi Sare.

”Tatlı için” dedi Çınar eş zamanlı kafasını sallayarak.

Anladı mı ki, onun için yaptığımızı Sariş?

Ay kesin anladı, çünkü sare hanım çok belli etti.

Etmedim bir kere!

Diyerek iç sesine karşı geldi Sare.

Bakışları odanın içinde gezinirken, odanın içindeki küçük ebeveyn banyosunun olduğu o küçük alanda Sarenin çizim alanını gördü. Tuvalleri vardı. O tarafa döndüğünde o yöne doğru ilerlemeye başladı. Eş zamanlı olarak sade de peşinden yürüdü. Çınar durup gözlerini tuvallerin üzerinde gezindirirken Sare Çınarın yanında yerini almıştı.

”Çizmeye devam mı?” Diye sordu Çınar.

”Evet, daha yeni başladım. Hemen bırakamam.” Diye yanıtladı sare.

Çınarın gözüne Sarenin çizdiği bir portre takıldı. Alışılmışın dışında, günümüzün güzellik algılarının tamamiyle dışında çirkin ama bir o kadar da göze hitap eden güzel bir portreydi. Kıvrımlı zarif küçük burun delikli bir burun, ince bir üst dudak ama dolgun bir alt dudak, kalın kaşlar, belirgin elmacık kemikleri, geniş bir alın, çok uzun olmayan bir boyun, kahve ve siyah karışımı belirgin ve belirgin çizgisiz saçlar, ne esmer denebilecek ne de beyaz denemeyecek buğday bir ten. Güzel ama bir o kadar da çirkin bir kadın portresiydi.

Sarenin bu kadar başarılı çizim yapması çınarın hoşuna gitti.

Sare, güzel sanatlar mezunuydu. Küçüklükten gelen başarılı bir yeteneği vardı. Üniversiteden daha yeni mezun olmuştu. Bugün çizdiği portreleri, tuvalleri gelecekte sergilerede ve müzelerde görmek en büyük hayaliydi.

Şimdi kendi çapında çiziyordu. Ama ileride tuvalleri çizdiği portreleri dillerde dolanacaktı.

“Bir gün bizim de resimimizi çizer misiniz, Sare hanım?” Diye sordu Çınar. Kendisini ve Sareyi kastederek.

“Çizeriz Çınar bey, bizim resmimizi.” Diye cevap verdi Sare Çınarın imâsını havada kaparak.

Birbirlerine döndüler. İki çift mavilik gözlerinin içi gülerek baktı birbirlerine. Bu bir sözde. Bu aralarındaki ilk sözdü.

Ve bu söz asla unutulmayacaktı, sare ilerde ikisinin resmini en özenli şekilde çizecekti. Çünkü ikisi, hep birlikte aynı karede yer almaya devam edeceklerdi.

Bölümü oylamayı ve bolca yorum yapmayı unutmayın. Bu bölümü Sare ve Çınarla, bebek çiftimle bitirdim. Bir sonraki bölüme yine Yaman ve çınarla başlarız. Küçük bir duyurum var, bir sonraki bölüm, bir boks maçımız var. Yaman Karayelin şampiyonluk maçı…. Yorumlarda buluşalım, bölüm hakkındaki düşüncenizi merak ediyorum. Özellikle de, şu dört yıllık meseleyle ilgili.

Bölüm : 04.04.2025 23:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...