15. Bölüm

14. Bölüm Has Bahçe Gülü

Elif Doğan
ursuula1

14. Bölüm Has bahçe

 

 

Ön söz

 

Neredeyse bir milyon kez ölüyorum.

Beni duyuyorsan, gel tut ellerimi.

Ah, beni her zaman unutan sen.

Gecelerimize ne oldu? Sana sesleniyorum...

 

 

 

 

 

1720. Kadınlar, biz kadınlar zamanın her diliminde acıya, erkek baskısına ve zulme zorla esir ediliriz. Ve tüm insanlık buna ya kader ya da acı yazgı der ama ben, ben asla erkekler tarafından bana yazılan ve oynamam için biçilen o kadere kendimi bırakmadım.

 

" Zaho ailesine 500 sikke altın karşılığında satıldın..."

 

Bedestenin 8 ara sokağına ve kambur gibi tam ortasında birleştiren eski çarşının 7. Ara sokağında, olan evimizin tüm üst duvarlarına ve eşiğine bile dolan Zaho ailesinin adamları Bedestenin kumlu yoluna ayaklarım bastıra bastıra geri gittikçe üzerime geliyor annem ve Mahpeyker'in isyan ağlayış sesleri certik ayakkabın içerisine dolan kum gibi kulaklarıma doluyordu.

 

" Hayır! Zinhar kızımı bu yamyamlara feda etmem zinhar! "

 

Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bile şu an bilemiyordum. Göz kenarlarım güneş gibi Horasan çöllerinin sıcak kumları gibi, ılıkça yanaklarıma süzülüyor bense istemsiz dışı geriye adım atmaya devam ediyordum.

 

" Sus be hatun! Asıl kızın kendisi yamyam, bunca husustan sonra bir de Bedestende evimin altında durmaya devam mı edecekti! Elif artık bize ait değil, o satıldı yarın nikahı tez vakit kıyılarak Arasta çarşısına gelin gidecek işte o kadar. "

 

Bedesten çarşısında 5 manat parasına aldığı beyaz takkesi kirden dolayı artık rengini kaybetmiş, uzun saçlarının üzerinde salınıyor esmer teninin üstünde ki dudaklarında geviş getiren deve gibi sözleri acımasızca evimin, büyüdüğüm sokağın avlusuna doluyordu.

 

" Beni zinhar kimselere hayvanmışım gibi satamazsın baba, zira ben bugüne bugün nikahlı bir hatunum. "

 

Koyu esmer teninin altında kalan yeşil gözleri peçemin altından çıkan sözlerimi duyduğu vakit, bir şahin gibi Osmanlı İmparatorluğunun gözcülük yapsın diye saray surlarına yakalayarak koyduğu şahinler gibi gözleri, gözlerimde sabitlendi.

 

" Nikah? Hangi müzevvir ile benden izinsiz, benden sualsiz nikah kıyarsın ha! "

 

Benimle aynı renkte olan gözlerinden, gözlerime değersiz yalnızca sikke kaynağı gibi görerek bakan yeşil gözlerinden kalbim, yüreğim titrese dahi boynumu karşısında eğmiyor sonumun geldiğini veyahut geleceğini bile bile ardımda ki adamlara rağmen boyun eğmiyordum.

 

" Akıncı değil mi o isyanı çıkaran akıncı! "

 

Bedestenin 7. Ara sokağına ev sahipliği yapan fakir avlumuzun, isyandan geriye anı olarak bıraktığı kırık mermeri çeşmemizden akan su bile babamın karşısında titredi sanki. Kumlu yolun arasında ki 5 veya 6 adımlık boşluğu hiddetle doldurduğu vakit Horasan şehrinde Hintli tüccar kadının verdiği kırmızı sarimin tülünü elleri altında kolumu şiddetle tutarak eziyor bense gözlerimden usulca akan ılık yaşlar ile akıncı başı ile nikah kıydığımız hususunu onaylıyordum.

 

" Dilencinin oğlu basit bir Bedestenli dilencinin Deccal görünümlü oğluyla nikah kıydın! Müzevvir! Sokak fahişesi seni! Bedestenin yüz karası o bir isyancı, hünkara boyun kaldıran Lale Devri yönetimini hiçe sayan bir peşkeş! "

 

Sarinin kırmızı tülleri babamın zengin Zaho ailesi hayallerini çeşmenin sütuna düşürdüğü saniye, çalışmaktan dolayı yıpranmış ve çatlamış esmer ellerine kırmızı tülle beraber tenim daha da doluyor babamın 7. Sokak arasından beyaz renkli evimizin dört bir yanı saran eşiğine ardından sürüklenerek gidiyordum bile.

 

" Baba yalvarırım bırak, yalvarırım canını yakıyorsun ablamı bırak! "

 

Güneşin sıcaklığından dolayı kızmış mermer taşların üzerinde binlerce Zaho ailesinin adamının bakışlarıyla birlikte, babamın kolumdan tutmuş bir hayvan gibi sürüklemesiyle peşinden sessizce gidiyor artık direnmek bile istemiyordum. Beni ve Mahpeyker'i küçüklüğümüzden beri manat kaynağı olarak gören babama karşı, yüreğinde ve dilinde bütün herkese zehir saçan gözlerini görmek istemiyor buna direnmek içimden bile gelmiyordu.

 

Avlumuzun arka bahçesinde bir zamanlar yanık yüzümle kaçtığım atın bağlı olduğu yerin yanında kalan, büyük baş hayvan ahırına kırmızı sarili harap olmuş bedenimi peşinden sürükleyerek gübreli otların üzerine bedenimi değersiz bir çöp ya da, fazla gelmiş marangoz odunu gibi elleriyle atıyor bense ne yapacağımı bile kız kardeşimin sesi esir edildiğim ahır içerisine beraberinde dolarken bilmiyordum.

 

" Kırmızı kaftanda mahvoldu şimdi tüm kırmızı kaftanlardan nefret edeceğim abla! "

 

Ah Mahpeyker, hiç bir zaman duygularını babamın bizi küçüklükten beridir korkutmasından dolayı açıkça söyleyemez dolaylı yoldan hep incindiği şeyleri zikrederdi. Derdi şu an kaftan değildi, babamın nikahı duyduğu vakit hiddetlenerek beni esir yaptığı ahırın kırık ahşap kapısından biraz dahi olsa kız kardeşimi görüyordum.

 

" Kırmızı kaftan düşündüğün gibi o kadar fazla mahvoldu Mahpeyker "

 

Kırmızı peçenin gübre kokulu saman otları üzerinde sessizce kendine ahır içerisinde yol bulan gözyaşlarım, dudaklarımın üzerine dökülüyor bense aptalca kardeşim beni görmese dahi, aramızda ahır kapısının ahşap odunu engel olsa dahi korkmaması için tebessüm ediyordum. Babamın öylece bedenimi samanların üzerine attığı yerden kalktığım saniye, ahşap kırık odunlarla çakılmış ahır kapısına koştum. İki elimle birlikte avuç içlerimi bastırdığım odundan yapılmış kapıdan bile, Mahpeyker'in bedenini hissediyor ve kırık odun aralarından onu görüyordum.

 

" Mahpeyker! Beni iyi işit babam ve Zaho ailesi avludan gittiği tez vakit annemden ahır anahtarını al ve beni buradan çıkar işittin mi? "

 

Ahır kapısının ardından sessizce hasbihal ettiğim hususu bile duymuyor kendi ağzından çıkan şeyleri duyuyordu.

 

" Zinhar abla! Her şeyi, olan tüm hususu akıncı başına anlatacağım mutlaka seni babamdan ve Zaho ailesinin pençesinden kurtaracak bir sual bulacak. "

 

Ne? Ah, bu kız beni gerçekten deli edecekti. Zaten Hünkarın şüphesini Horasan olayından sonra çeken Mahir eğer, beni kurtarmak için aptalca bir şey yaparsa ki zaten yapardı kendini iyice ele vermiş olur ve Timur ile yapılan isyan savaş planları suya düşerdi.

 

" Mahpeyker! Medrese hocamın üzerine yemin biçiyorum akıncı başına bir havadis yetiştirirsen senin o aşktan bulanmış kafanı avluda ki çeşmeye sürterim! "

 

Babamın esmer elleri altında tıpkı çöl kumları gibi kavrulan tenim kolumdan tuttuğu yerden zonkluyor, kız kardeşimin inek dışkısı kokan ahırın içerisine dolan Bedesten güneşinin batış simgesi olarak boyanan turuncu rengin kırık odun aralarından sızması gibi gülüşü kulaklarıma doluyordu.

 

" Aşk tıpkı haremde olanlar gibi mi abla? Yoksa Bedestende daha derin mi ve farklı mı? Malkoçyalı "

 

Duraksadı, onu görmesem dahi Mahpeyker'i görmesem dahi yanaklarının çarşıda satılan macun şekerleri gibi kızardığını hissettim.

 

" Malkoçyalı beni sultan yapmasa dahi bakışıyla bile sultan gibi hissettiriyor "

 

Bu his, bu hissi biliyordum benim için özgürlük ne demekse Mahpeyker için sultanlık oydu. Kesinlikle aralarında oluşan bu suale engel bile olamadım, zira eğer bu sual aralarında oluşan bu husus Hünkarın kulağına gider veyahut Bedesten halkı duyarsa yasaklar ve kaideler çiğnendiği için ceza alırlardı. İşte bu yüzden, tam da bu husus yüzünden kız kardeşime bu yönde sert olmam gerekliydi. Duyguları, veyahut Mahir'in akıncı askerinin duygularına merhamet edemezdim. Çünkü ikisi de bu saf ve masum duygular ardından cezalarla yitip giderlerdi, Mahpeyker benim gibi güçlü değildi o kırılgandı bir 8 yaşında ki hatun gibi kırılgan ve saf.

 

" Ben burada inek bokunun içerisinde esir kalmaya devam edeyim sen ise orada akıncı başının askerini ağzın ballana, ballana havadis etmeye devam et! Mahpeyker avluya dolanda babama ve zaho ailesine bak mendebur seni! "

 

Sesimin ahır kapısının odunundan bile geçen şiddeti kardeşimi sarmayı başardığı saniye, avlunun ardında ki tutsak edildiğim ahır bahçesinden ayrıldığını ayaklarının altında ezdiği dal ve kum seslerinden anlıyordum...

 

Bedestenin sıcak tüccar tezgahlarına dolan güneş ışığının yerini çoktan ay alıyor, bir lanet gibi bebek eşiğinde büyüyen ay ışığının beyaz rengi saatlerdir esir tutulduğum ahırın odun duvarları içerisinden dolarak yüzüme vuruyordu bile. Saatlerdir avlunun içerisinde yalnızca bir kaç kalın erkek sesi ve bir kadın sesiyle beraber, annemin isyan sesleri dolmuştu. Erkeklerden birisinin muhtemel babamla hasbihal ettiği çeşmenin sesine rağmen sesini duymuştum.

 

" Hatunu bu hususta alamam ne vakit boşanma olursa o vakit kız Zaho ailesinindir. "

 

Ve hemen ardından o cılız sesli kadın sesi avludan içeri peşinden dolmuştu bile.

 

" Bu kara lekeyi Zaho ailesine süremeyiz Arasta halkı bizi ciması eyler zinhar kız boşol demeden onu alamayız. "

 

Zinhar, zinhar saatler öncesine kadar kızgın güneş ellerini Bedestenden çekmeden önce hasbihal edilen bu sözlere boyun eğmez akıncı başına boşol diyemezdim. Düşünüyordum, eğer Edirne Sarayına veyahut akıncı ocağına gidersem Mahir'e tüm bu sualleri anlatırsam çözüm bulacağımızı daha doğrusu bulacabileceğimizi düşünüyordum. Aklımda binlerce dolaşan sual ve bu husus üzerine babamın elinden nasıl kaçacağım düşüncesi de üzerine bindiği vakit, gübre kokulu inek dolu olan ahırın içerisinde adeta nefes alamıyordum.

 

" Abla! Babam ve Zaho ailesi Edirne sancağına Hünkarı bulmaya gittiler anahtarı aldım çıkarayım mı?

"

 

Saatlerdir aç susuz ve Horasan çölünün sıcağında yolculuk etmekten harap olmuş bedenime, ruhuma Mahpeyker'in zikrettiği husus su gibi geldi.

 

" Derhal çıkar tez vakit toplanıp saraya gitmemiz gerekli çabuk ol Mahpeyker! "

 

Yalnızca Bedesten gecesinin içerisinde ki karanlık avlumuzun ahırına demir anahtar sesinin, şıngırdaması doluyor bense ahırın üzerime yaydığı tezek kokusundan kurtulmak için can atıyordum.

Sonunda Mahpeyker'in ay ışığı altında Bedesten çatısında titreyen ellerinden kilit açıldı, böylesine özgürlüğe düşkün ben için bu saatler ve esirlik cehennem gibiydi.

 

Ahırın kırık odun kapısı içerisinden çıktığım vakit kardeşim, üzerimde Bedestende salınan ay ışığı gibi ahır kokusunu umursamayarak boynuma atladı. Cılız kolları bedenime baskı yaparak kendisine çekiyor, bense her zaman ki duygusuz yüzümün gardını yavaş yavaş indirirken aynı şekilde ona sarılıyordum.

 

" Abla özgürlük, özgürlük diye yine başına çorap öreceksin akıncı başıyla nikah kıymak gibi mesela! "

 

Bedesten gecesinin ev sahipliği yaptığı fakirhane evimizin arka bahçesinde ki ahır önüne dolan sesine karşın, karanlıkta bile gözlerimi devirdim. Kollarım göğsümde istemsizce bağlanıyor bense avluyla bitişik odamızın penceresinden içeri, rüzgardan dolayı titreyen meşale ışığı altında çoktan dört duvar arasına giriyordum bile.

 

" Yemin biçiyorum Medrese üzerine yemin biçiyorum ki Osmanlı devletine baş kaldırdığın müddetçe ölüme, eceline yürüyorsun abla. Sen nereye gittin, neredeydin günlerdir bilmiyorduk dahi avluya o tuhaf falcı kadın geldi. Anneme öyle şeyler zikretti ki, kulaklarınla işittiğin şeyler bile gerçek dışı gelirdi. "

 

Ne? Edirne Sarayına hazır Hünkar sancağı gitmişken Mahir'i veya emrinde ki akıncı askerleri bulma ümidiyle olduğumuz bu hususu haber vermek için üzerimde ki harap olmuş kırmızı kaftanı çıkarıyorken kardeşimin Falcı kadın diye zikrettiği saniye bedenine döndüm.

 

" Neler söyledi? "

 

Korkuyordum, bu tuhaf siyahi kadının dudaklarından çıkan her husus gerçek olduğu için ürküyordum.

 

" Musalla taşı dedi. Tek bir yol aslında iki gibi gözüken ama, yalnızca tek bir yol. Dilencinin oğlu o yol uğuruna, kalbini sana verecekmiş. Dudaklarından çıkan o üç kelime dilencinin oğlunu ve seni yakacakmış. Böyle saçma hususlar zikredip durdu. "

 

Zihnimde tıpkı gökyüzünde dolaşan karanlığa rağmen orada, tam orada varlıklarını görünmese dahi hissettiren bulutlar gibi yeni bir husus daha eklenirken üzerimde ki Horasan çölünden bu yana benimle harap olan sariyi değiştiğim vakit yüzümde ki yeni peçeyi saç tutamımın ardından ki boşluğa takıyordum.

 

Mahpeyker ile avluyla bitişik odamızın penceresinden sessizce parmak uçlarımızda yakalanma korkusu ile, yürürken avluya ev sahipliği yapan kırık çeşmenin mermerinden su yere sanki bir günah işler gibi akıyor biz ise ardından Bedesten gecesinin çarşı avlusuna karışıyorduk bile. Zaho ailesi ve peşinde ki köpek kapı kulları evimizin sokağında ve Bedestenin avlusunda gözükmediğine göre babam ona numara yaptığım acılı ve bitap düşmüş algımı yemişti ki adamları bile gerisinde bize kulluk yapmasın diye bırakmadılar.

 

Tüccar tezgahlarının her zaman neşeyle ve sesle dolduğu sumaklar yerini sessizliğe ve havada uçuşan cırcır böceklerine bırakıyorken, ay tepemizde öyle bir parlıyordu ki sanki güneşin diğer bir kardeşi ama ondan bambaşka ve farklı bir ışıkla yolumuza eşlik ediyordu. Tıpkı ben ve Mahpeyker'in farklı olması gibi.

 

" Saraya gitmeyi artık sevmiyorum "

 

Bak sen, küçüklükten bu yana avluda dolaşıp ben sultan olacağım diyen kız kardeşim Sarayı istemiyordu.

 

" Ne oldu Mahpeyker başına Bedesten güneşi falan mı vurdu? "

 

Saraya giden taşlı yolun tüccar ormanında kör gecenin altında ilerlemeye devam ederken, ben homurdanıyor Mahpeyker ise ardımdan gelerek söylenmeye devam ediyordu.

 

" Aman ne komik! Sen sağ ol Saray hayatından soğuttun. "

 

Ormanın derinliklerine gittikçe Bedesten gecesinin esintisi peçe altından yanaklarımı okşuyor ben ise, altından söylediği husus karşısında sitem ederek kendini toprak anaya bırakarak dizlerine vuran kardeşime tebessüm ediyordum. Mahpeyker'i toprak anadan zar zor döve döve kaldırdığım vakit Edirne sarayının görkemli meşale saray ışıkları, yüzümüze çekili peçe üzerine ay ışığı gibi vuruyor kapalı büyük saray ahşap kapıları önünde akıncı saray askerleri nöbet tutuyordu.

 

Saray kapısına yaklaştıkça gecenin acımasız rüzgarına değen meşale ışıkları önce saray duvarında, daha sonra ise peçemizin üzerinde titrerken acı hatıraları yıllar önce yanmış tenime sokuyordu.

 

" Biz Mehmet hocanın tebaasıyız mühimme defterleri bende kalmış, gecenin bir vakti gelmek istemezdik lakin yarın sabah Hünkarın Hümâyûn toplantısı olacakmış bu yüzden defterleri vermek zorundayız. "

 

Asker önce kuşkuyla baksa dahi bizi iyiden iyiye, baştan aşağı süzdüğü vakit büyük ahşap sur kapılarını açtı. Kapının altında ki eşikte ezilen kaftanlı bedenlerimiz bir kaç saniye için küçücük geldi sanki, yüreğim yalanıma inanmayacağı korkusuyla geceye karışan cırcır böcekleri gibi ikide bir hoplarken çoktan medrese ve has bahçe yol ayrımının eşiği içerisinden has bahçeye yönelerek saraya giriyorduk bile.

 

" Binbaşım zinhar bir daha has bahçeye bu vakit gelmeyeceğim yalvarırım bağışlayın! "

 

Has bahçenin her zaman ki geceleyin olan sessizliğinin hüküm salması yerine, bir adamın titrek nefesiyle beraber yalvarma haykırışları surları doluyor oradan ise Mahpeyker ve bana ulaşıyordu. Ulaştığı saniye musalla taşının biraz ilerisinde olan, gecenin karanlığına ve diba kumaşlarına ev sahipliği yapan akıncı başı Mahir, beraberinde dört askeriyle birlikte duruyor haykırışları has bahçe içerisine yayılan muhtemel karanlıkta seçemediğim ama asker olan adam Mahir'in diba kumaşlı bacaklarına sarılarak af diliyordu.

 

" Sen bilmez misin be denyo! Bu vakitlerde has bahçeye girilmesinin yasak olduğunu. Hünkarın haremine baktığın için ben şimdi senin o gözlerini bıldırcın yumurtası gibi kılıçla oymaz mıyım? "

 

Saray duvarlarına siyah kulplarla asılmış demir meşalelerin ışıkları tek tek akıncı başının sesiyle titriyordu sanki, emrinde ki asker diba kumaşlarına sarılmış bedeni önünde tıpkı bir tanrıya ibadet eder gibi kapanmaya devam ediyor akıncı başı Mahir ise diba kumaşlarının sıkıca sardığı kabzasından aslan figürlü kılıcını çekerek askerin gözüne kılıç ucunu yönlendiriyordu bile.

 

" Malkoçyalı bu işi sen bitir zira lokma tatlıyı bu adamın gözlerini çıkardığım vakit yiyemem. "

 

Has bahçenin girişinde ki büyük yapraklı ağacın dallarına Mahpeyker'in gülme sesi doluyor bense, yerimizi hemen belli ettiği için kardeşimin bacağına kaftan altında kalan tüllerin arasından tekme atıyordum.

 

" Yıllar sonra ilk karşıladığımız yerde bu seferde başka birisi has bahçeye izinsiz girdi diye kızıyorsun akıncı başı? "

 

Söylediğim hususlar zihninde yıllar önce 1690 yılında olan anılara, seslere gittiğini yüzünü kaplayan diba kumaşlarından görmesem dahi ela gözlerinden hissettim. Aramızda ki musalla taşının serası önünde benim için bir zamanlar köpek olarak isimlendirdiğim, emrinde ki akıncı askerler başları bize adım attığı saniye peşinden geldiği sıra aramızda ki her zaman yasakların olduğu Osmanlı kubbesinin kalbi altında ki saray bahçesinde kavuştuk.

 

" Küçük hatunlar için fazlaca sorunlu bir yerde tam ortada dikilen 2 hatun görüyorum? "

 

Beyaz peçemin altında kalan yüzüme tüm korkulara ve nikahlı olmamıza rağmen, henüz gündüz başka bir adama hayvan gibi satıldığım hususundan habersiz olan akıncı başının dudaklarından yıllar önce tanışmamıza vesile olan sözler döküldü. Gülümsedim aramızda nikahlı olmamıza rağmen gizlice açığa çıkan bu duygu, başka birisine 500 altın karşılığı satıldığım gerçeği ve zinhar özgürlüğün uğuruna savaştığım Medrese hükmünün geçersizliği aramıza yeniden doldu.

 

Emrinde ki askerlerin üçü Mahir'in başıyla gitme işareti yaptığı vakit, has bahçeden ve yanımızdan uzaklaştılar. Mahpeyker ben akıncı başı ve Malkoçyalı lakap ile anılan asker kaldık. Şimdi nasıl diyecektim, nasıl yardım isteyecektim bilmiyordum ama sanki, sanki uğursuz el ile işlenmiş özenle bizim için dikilen sona doğru giderken ona veda etmek için gelmiş gibiydim.

 

" Biliyor musun Mahir Lokma tatlısına olan aşkın Timur'un fillerinden bile daha büyük "

 

Aramızda her zaman ki varlığını koruyan o gelgitli ip öyle bir özenle kendini sarkıttı ki, Mahpeyker ve Mahir'in binlerce askeri içerisinde yalnızca emrinde ki bir askeri yanımızdan birlikte uzaklaştıkları vakit bu hususa kızacak zamanım bile yoktu. Endişeliydim belli etmemeye çalışsam dahi sanki yine Horasan çöllerinin kızgın kumları bize biçilen kum saatinin camından aşağı sumak gibi kayıyor biz ise, o kayan duyguların arasında yalnızca has bahçe içerisinde aramıza mesafe koyarak birbirimize bakıyorduk.

 

" Ne o has bahçe gülü yine benim için mi endişe ediyor? "

 

Saray görevli akıncı askerleri nöbet değişimi için yer değiştiriyor ben ve akıncı başı ise, has bahçeye özenle dikilmiş Osmanlı İmparatorluğunun sembolü olan Lale ve Gül çiçeklerinin dalları yanında hasbihal ediyorduk. Has bahçenin Bedesten gökyüzüsünü kaplayan koca çınar ağacının yaprakları başımızı kubbe gibi örterken, ay ışığının ve Saray duvarlarına asılı meşale ışıklarının buğusu diba kumaşlarıyla sıkıca sarılı yüzüne yansıyor yasaklar aramızda ki boşlukta gidip geliyorken parmak uçlarım, diba kumaşlarla sıkıca her bir parmağı sarılı parmaklarına gecenin ışığında değiyordu.

 

" Ben onu zaten hiç anlayamadım. Sözlerine değil, hayatımda ki yerine göre değerlendirmeliydim. "

 

Yasakların bir varlık gibi, bir nefes gibi kendini hissettirdiği gecenin ağıtına kırık sesimin fısıltısı doluyorken parmak uçlarımız yasağın ana kalbi olan sarayın kubbesi altında birbirine değiyordu.

 

" Onu yapayalnız bıraktım... Yaptığı kaprisin bana olan sevgisinden, kaynaklı olduğunu düşünemedim. Zira çiçeklerin günü gününü, tutmazmış. "

 

Dudaklarımdan benden izinsiz dökülen şiirin devamını tıpkı benim yaptığım gibi, sessizlikle parmaklarımız birbirine yasaklar içerisinde nasıl değiyorsa sözleride tenime değdi.

 

" Babam, babam beni Zaho ailesine sattı akıncı başı..."

 

Edirne sarayının sur duvarları üzerine konan gecenin tersine, bembeyaz güvercinler dudaklarımdan dökülen acı yazgının sözleriyle sur tepelerinden uçuştu sanki. Kanat sesleri, gökyüzünün özgürlük duvağına karışan kanat sesleri aramızda ki yasaklar içerisine nikahlı olmamıza rağmen doluyor parmak uçlarımız özgürlüğe surlar üzerinden kanat çırpan kuşların altında değmeye devam ediyorken bahçenin içerisine dolan hadım sesi beraberinde her şeyi yıkıyordu.

 

" Destur! III. Ahmed Han Hazretleri! "

 

Kuşların özgürlük vaat eden gökyüzüne uçuş sesleri, Hünkarın gelişini zikreden hadımın dudaklarıyla o minicik kırılgan bacaklarına taşlar bağlandı sanki. O taşlar, saray duvarlarına yasakların kalbi olan sarayın duvarlarının o taşları altında hem kuşların kanatları hem de bizim ellerimiz ezildi.

 

" Hemen bu hatunla olan nikahını bozuyorsun akıncı! Ya hatuna boşol dersin veyahut hatunun kellesini musalla taşında bizzat ben alırım! "

 

Hünkarın pahalı canfes kumaşlarla dikilmiş kaftanı has bahçenin karanlığına rağmen parlıyor, saray duvarlarına asılan siyah demirli meşale ışıkları binlerce kuşatma görmüş yaşlı yüzünün çizgilerine tıpkı benim kalbim gibi titreyerek dolarken emrinde ki akıncı askerleri üstünlüğünü kullanarak boyunduruk altına bir kaç saniye içerisinde alıyordu bile. Bir şey bekledim, akıncı başının diba kumaşlarla yıllarca esir edilen yüzünün dudaklarından bir cümle beklemedim, ela gözleri öyle kararsız ve çaresiz şekilde peçenin kapadığı yüzüme bakıyordu ki ne olduğunu bile anlayamadım. Beyaz kaftanımın kollarımı saran beyaz tülleri üzerinden çekiştirildiğim saniye, has bahçeye özel ayrılmış seranın yanında ki musalla taşına askerlerin bedenimi sürüklemesiyle beraber peşi sıra gidiyor, aramızda Hünkarın açtığı boşlukta birbirimize uzaktan öyle usul usul bakıyorken başımı musalla taşının mermerine yatırıyorlardı bile...

 

 

 

 

Bölüm : 23.07.2025 00:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...