
19. Bölüm Osmanlı Ölüyor
20. Ve son bölümümüz final yapacaktır. 2023 Türkiye zaman diliminden bölüm yazılacaktır.

Ön söz
Bağışla beni kalbim.
Seni bu duruma ben düşürdüm,
Affet beni..!
Affett ki unutayım..
Tarih, tarih ne sever, ne işitir, ne anlatırdı? Saray, Bedesten dediğimiz yerler kiminin yuvası kiminin düşmanıydı? Azrail, Azrail ölüm nefesini çalgılar, darbukalar çalarak hissettiriyor bu matem anını büyük bir sevinç ipe okşuyordu.
Malkoçyalı askerin iki dudağının arasından dökülen sözler, bir anda tezgahlarda satılmaya sunulan Sumak baharatının tozları gibi hepimize bir yana saçtı. Mahpeyker kız kardeşim saray içerisinden, has bahçeye yanıma ne vakit geldi bilmiyordum dahi. Şok olmuş gibiydim, isyanın hiç beklenmedik anda başlamasından dolayı cildimi kavuran sıcak Bedesten güneşinin altında durmaktan dahi şikayet etmiyor göğsüm nefes alamamaktan kasılıyordu.
" Osmanlı bitsin! Kızlarımız özgür kalsın! Lanet gelsin bu yönetime! پروردگارا، این پادشاهی را نابود کن "
Edirne sarayının sur duvarları üzerinden bile Bedestenli halkın sesi, has bahçeye, Medrese binasına ve payitaht avlusuna doluyorken beyaz kaftanımın tülü altında ki buz gibi parmak uçlarıma sıcak bir ten sarılıyordu. Kız kardeşim, onun endişeli yüzüne baktığım vakit yüreğim her ne kadar bu isyanın Osmanlı İmparatorluğu çöküşüne yapıldığını bilse dahi sakin kalmaya çalışarak kardeşimin saçlarını okşadım.
" Abla, yalvarırım gitme. Akıncı başı bile Malkoçyalı' ya zikretmiş Bedestene dönsünler diye. Hadi abla, yalvarırım bu saraydan gidelim. "
Titriyordu, soğuk parmak uçlarımı kaplayan elleri titriyordu. Hayır, hayır bu kez Mahir'i öylece ardımda bırakıp akıncı otağında kaçtığım gibi kaçamazdım. Bu defa, bu hususu yapamazdım. Biliyordum, bu Lale Devri isyanı herhangi bir tarafı ölüme itecek sonlarını tarihe yazacaktı. Biliyordum, Bedestenli halk ya da, Osmanlı hanedanı ölecekti. Hikâyenin kazananı yoktu, aksine her iki tarafta hırslarla çevrili saray surları gibi kendilerine sur dikip altında can alacaktı, can verecekti. Ve, bu Hikâyenin esas sahibi ise, akıncı başım, benim akıncı başı Mahir'im oynayarak ya can alacak ya da can verecekti.
" Geleceğim söz. Lakin, Mustafa hocama veda etmek istiyorum Mahpeyker. Suali biliyorsun, o benim için çok değerli. "
Yalan söylemiştim. Ona yalan söylemiştim. Beyaz kaftanın uzun tülleri korkudan dolayı üşümüş parmak uçlarıma dolanıyor, ben ise Mahpeyker'i sakinleştirmek için saçlarını okşayıp kulaklarına fısıldamaya devam ediyordum.
" Beni iyi işit, tüccar orman yolundan başka zinhar bir yere gitmeyecek Bedesten'e döneceksin anladın mı? Yoksa zinhar eve geldiğim vakit, anneme seninle o askeri söylerim. "
Gülümsedi, büyüdüğümüz halkın isyan Farsça isyan sesleri durduğumuz has bahçeye dolmaya devam ederken gülümsedi. Gözleri, kahverengi gözleri yaşlarla doluyor küçük ay gibi parlayan yüzünü tuttuğum avuçlarımı elleri sarıyordu.
" Söz veriyorum, benimle topaç oynamak istemediğin o duvar altında bekleyeceğim seni. "
Kalbime, bugüne dek Bedestende duygusuz olarak zikrettiğim kalbime bir sancı doldu. Burnumun direği acıyla sızladı, gözlerimin pınarlarına yaşlar dolduğu vakit ellerimi saran ellerinden kurtularak onu saray çıkışına ittim. Eğer şimdi, bu husus daha fazla cehennem ateşine itilmeden onu buradan çıkarırsam abla olarak ilk kez onun hayatına katkım olacaktı.
Kız kardeşim Mahpeyker medrese ve has bahçe yolunun taşlı yol ayrımında, silueti silinerek çoktan saraydan kaçarken Bedestenli halkın sesi kulaklarıma ilişiyordu.
" باشد که پادشاهی نابود شو
Farsça lanet ağıt sesleri saray içerisinde ki alana, daha da yayılırken kızlarının bir hiç gibi satıldığı saraya öfkeli olan Bedestenliler ellerinde tuttukları meşaleleri sur sınırlarına atıyorlar saray askerleri ise özgürlükleri dahi ellerinden alınmış halkı geri püskürtmeye çabalıyorlardı.
Kafam, düşüncelerim o kadar bulanıklaşmaya başladı ki kızgın güneşin yerini nadir alan Osmanlı kubbesi altında ki yağmur bulutları halkın saray kapısına dayandığı tehdit gibi gökyüzüne dayanıyordu.
Büyüdüğüm halkın, Bedestenli halkın ellerinden bahçeye atılan meşaleler önüne çıkan her hususu acımasızca ateşi içerisinde kavuruyor gözümün önünde büyüyen has bahçe güllerini cayır, cayır yakıp geçiyorlardı.
" Hayır! Bırakın beni yalvarırım bırakın! "
Halkın özgürlük savaşı için ilan ettiği meşale ateşi has bahçeyi kül edip, tarihe yazmak ister gibi kavururken bu ateşler içerisine bir ses doldu. Muhtemel Haremden bir cariye olan bu hatun, iki kapı kulu askeri tarafından kaftanından tutularak bir hayvan gibi çekiştiriliyor ve çıplak ayakları has bahçenin taşlarına sertçe her yere sürmesinde kanla kaplanıyordu.
" Kes sesini mendebur hatun seni! Tez vakit o isyancı Elif hatun olmadığını bize kanıtla. "
Ne? İşte şimdi ki hususta, şimdi ki hususta ölümümün başlangıcı olan o sözler zikredildi. Muhtemel isyanı çıkaran kişiyi biliyorlar, ve muhtemel aylar önce kellesini aldığım eski akıncı başının ölümünde hangi hatun olduğunu öğreniyorlardı. Halkın ağırlığını verdiği sur kapısı daha fazla bu yüke dayamayarak has bahçenin, özenle sultanlar için seçilmiş taşları üzerine büyük altın varaklı ahşap kapı kendini ve etrafında ne varsa sarsarak saraya geliyordu.
" Allah, Allah kaçın! Halk, Bedesten burada! "
Beni biraz önce ki tez vakitte içeriye almayan kapı kulu askerleri, halk sur kapısının varaklı ihtişamını ayakları altına aldığı vakit kaçmaya başladı. Zira, onlarda farkındaydı. Öfkeli bir halk karşısında hiç bir güç duramaz, hiç bir engel aşılmaz olamazdı...
Halkın öfkeli anından faydalanarak o iki kapı kulu askerinin dikkati kaydığı tez vakit, saray içerisine koştum. Saray'a girdiğim adımlar geri geri çıkmak istedi aslında. Tüm o ihtişam, payitaht avlusuna bile akın etmiş öfkeli halkın meşale ateşinden kaçamamış yanmaya devam ederek gözlerim önünde küle dönüşmeye başlamıştı. Saray içerisi de, haremde dışarıda ki kıyametten farklı değildi. Osmanlı İmparatorluğunun zehirli kubbesi altına dolan matem havası gökyüzünü sardı, gökyüzünde ki o sıcak çocukluk anıları gibi sıcak ve masum rengi beraberinde alarak karanlığa itiyordu.
Sonsuz bir döngü saray içerisinde endişeyle kendini sarıyor, sultanlar ve cariyeler oradan oraya endişeyle savrulurken kalfalar ise sarayın büyük ahşap kapılarını kapatmaya çalışıyordu.
" Ağalar! Derhal tüm surların iplerini çekin! "
Yaklaşan kıyamet, cümbüş gibi çocukluğumda hatırladığım Bedesten tüccar tezgahlarına dizilmiş renk, renk şekerler gibi saray içerisine yayılıyor tek farkı şeker bu sefer tatlı bir his ardında bırakmıyordu.
Haremin beyaz altın işlemeli narin betonuna sabitli büyük ahşap, kapıları kalfaların emriyle ardında tiz bir ses bırakarak kapanıyor ben ise halka direnme yapmaya çalışan kapı kulu askerlerinin kabzasından düşürdüğü binlerce kılıçtan en keskin olanını bularak akıncı başı ve askerlerin nereye gittiği hakkında fikir yürütmeye çalışıyordum.
Mustafa hocamın has oda dairesinin olduğu saray koridoruna nefes nefese çıktığım vakit, medrese hocalarına ait olan tüm has odaların kapısı ayaklar altında ezilerek sonuna dek açılmış içerisinde ise Osmanlı İmparatorluğunun bugüne dek eğitim veren tüm hocalarının cansız bedeni yatıyordu. Kiminin kesilmiş başında ki damarlar hâlâ atmaya çalışıyor, kiminin oturduğu ahşap medrese masasında sırtına aldığı kılıç darbesi ile ağzından kan akıyordu. Hocanın sırtında ki kılıcı gözlerim görmese, hocanın Mühimme defterlerine çok fazla çalıştığını düşünerek uyuya kaldığını zannederdim ama iş tabi ki bambaşkaydı.
" Sen! İşte isyancı akıncının, isyancı hatununu buldum. "
Dar koridorun sonunda karşı karşıya, elinde sıkıca sarıldığı Osmanlı kılıcı sarayın siyah parmaklı penceresinden içeri dolan ateş yansıması ile parlıyor ben ise alnımdan ecel terleri dökülmeye başlarken yavaşça nefes almaya çalışıyordum. Zinhar bu askere ondan korktuğumu belli edersem, benim aklımı burada karıştırıp o kadar fazla baskı yaparak canımı kolaylıkla alırdı ki sarayın penceresine koridor katına yansıyan cehennem görüntüsüne bakmayı bile reddettim.
Özgürlüğünü, kızlarını ve eşlerini yeniden kazanmak için savaş vermeye devam eden halkın sesi git gide surlar içerisinde daha da yükseliyor ateş sarayın dört bir yanını cayır cayır yakmaya devam ederek kokusunu burnumuza ulaştırıyordu.
Saray içerisinde ki Şehzade ağlama sesleri, Bedesten halkının Farsça lanet ağıtları içerisine karışıyor hava git gide, daha fazla yanan ateşle birlikte duman salarak kapanmaya devam ediyordu. Gökyüzü bile, bu kanlı tarihi izlemek için kendini mutlak bir matem içerisine hazırlıyor annelerin çocuklarını içgüdüsel olarak koruma istekleri çığlık çığlığa kulaklarıma doluyordu.
Kapı kulu askerinin ellerinde ki kılıç tenime değmek ve kanımla kendisini, beslemek için can atıyor ben ise dar koridor ucunda ki haremde bulduğum kılıca sıkı sıkı sarılıyordum. Sırtım, beyaz kaftanımın her tülü değdiği saniye ecel terlerini hissettiriyordu. Ya bu kapı kulu askerinin canını ben alacaktım, ya da o benim canımı.
Deri asker üniformasının kabzasından çektiği kılıcını, dar koridor boyunca yavaş şekilde adımlayarak bedenime yaklaşıyor sarayın siyah demirli pencerelerine yansıyan ateş görüntüsü giderek daha fazla canlanıyordu.
" Tüm saray askerleri, Topkapı Sarayı askerleri bile senin ve o akıncı başının peşindeyken hangi deliğe kaçacaksın isyancı hatun? "
Biliyordum. İsyan ve başarı elde etmek bize altın tepside sunulan hoşaf gibi olmayacaktı. Biliyordum, Osmanlı kendi içerisinde ki çıkan bu ayaklanmayı canlı bir ateşle savaşır gibi ellerini kollarını yaka yaka bastıracak bize ise tarihin en cani gördüğü kazığa oturtma cezasını reva görecekti. Beyaz peçemin altında ki tenim bile gerildi, eğer bu isyanda zinhar başarı elde edemezsek Medrese hükmü, kızların saraya satılması ve özgürlük hepsi has bahçede yanan ateşler gibi kül olurdu.
" Tüm Osmanlı, bütün İmparatorluk peşinizde. Hem isyan ayaklanması çıkartmanızdan dolayı, hem de bu İmparatorluğun yasakları içerisinde bir aşk yaşadığınız için bunun infazsız kalacağını mı sual ettiniz? "
Askerin yavaş adımları dar koridor içerisinde, yıllar önce yüzümün bir sultan tarafından yakıldığı yerde ellerinde ki kılıcı hiç sual etmeden bedenime indirdi. Sarayın siyah demirli penceresine geriye doğru kılıçla itilen bedenimi, saniyesinde topladım. Eğer kendime gelmezsem, bir anlık boşluk içerisine düşersem zinhar kurtulma şansım olmazdı. Kapı kulu askeri bir kez daha hiddetle ellerinde tuttuğu uzun Osmanlı kılıcını üzerime sallayarak geldiği vakit, geriye doğru sendelesem de kılıcıma sarıldım ve bende kılıcı, kılıcına kaldırdım. Dar koridor saray duvarları arasında ki boşlukta birbirine değen kılıçlar şıngırdayarak ses çıkardı.
Bahçeden yükselen öfkeli halkın attıkları meşalelerin ateşi daha fazla duvarları sarıyor, askerin canımı almaması için ölüm savaşı yaptığım dar koridor havasına duman doluyordu. Ben ne kadar ellerimde ki kılıca sıkıca tutunarak askerin bedenime saplamaya çalıştığı kılıcın baskısından kaçsam dahi, cüsseli askerin o kadar fazla bedeni ağırlık yapıyordu ki hem siyah demirli parmaklıklar arasından giren ateşin dumanı göğsüme doluyor hem de askerin bedeni göğsüme daha fazla alan vermiyordu.
" Bırak beni hayvan adam! Bırak! "
Ellerimle tuttuğum kılıcın gücü git gide, askerin kılıcı altında eriyordu. Kılıçlarımızın birbirine değerek süren savaşının şıngırdama sesi hâlâ koridorda yankı yapıyor, saray penceresi altından yükselen halkın isyan ferman sesleri korkunç bir cehennem sahnesine beni itiyordu.
Askerin güçlü kalın kolları arasında ki kılıca dayanamayan kılıcım, son bir şıngırdama sesi ile kendisini beton mermer yere attığı saniye yutkundum. Boğazıma dizilen bin bir çeşit husus gözlerim önünde büyüyen ateş gibi kollarını bana uzatıyor, askerin üzerime gelen adımlarımdan kaçmak için kaftan tülü ne kadar bacaklarıma dolansa da geri geri gidiyordum.
Her bir geriye giden adımlarım sarayın mermer yerine kan izi bırakıyordu sanki, askerin beni yakalama arzusundan ters dönen gözleri kırmızı bir ateşle parlıyor ellerinde ki tuttuğu kılıcı boğazıma dayayarak cüsseli koca bedeni, bedenim üzerinde yükseliyordu. Öleceğimi düşündüm, herkesin bana zikrettiği medrese hükmü yüzünden öleceğimi düşündükleri o an gerçek oluyordu sanki.
" Yemin biçiyorum bir gün, bu Medrese aşkın ölümünü getirecek..."
Öyleydi, arkadaşım Nigar'ın zikrettiği sözler cümbüş oldu kılıcın ucunu boğazıma sabitleyen askerin parlak demirli kılıcından yol aldı aktı. Bir şeyler yapmalıydım, bu kadar kolay bir husustan dolayı ölemezdim Medrese hükmünü kazandığımı görmeden pes edemezdim. Boğazıma sabitlediği soğuk kılıç ucu inine girmek için can atıyor, askerin kabzayı tutan elleri ise boğazımı kesmek için doğrulurken gözlerimi sıkıca açmamak üzere kapıyordum.
" Hığhhh "
Gözlerimi sıkıca yumduğum yuvasında bir ses duyuldu. Sultanların, cariyelerin ve öfkeli halkın sesinin yanı sıra duvarlarının yanma sesinin çatırdamasına ateşin kucağına boğulma sesi doldu. Bu ben miydim? Bu benim sonumun tarihe yazıldığı salise miydi?
" Abla..."
Tüm cehennem içerisine kız kardeşimin küçükken karanlıktan ürktüğü ve, benim döşeğime yatmak için çıkardığı o titrek, korkmuş ses kulaklarıma doldu. Yeşil gözlerimi, yaşlarla buğulanan yeşil gözlerimi açtığım saniye, Mahpeyker'in ellerinde duran kanlı kılıç ateş yansıması ile parlıyor beni öldürmek isteyen askerin cüsseli bedeni ise hareket etmeyerek beton yerde uzanıyordu.
" Bundan seneler evvel önce annem bana dedi ki, zinhar ablanı ardında bırakıp karşında sana cenneti bile vaad etseler gitme. "
Ah Mahpeyker, ilk kez canını aldığı bir insanın önünde öylece ağlayan gözlerle yerde biraz evvel can vermeye yakın gözlerime bakıyor dar koridor duvarlarına ağlayış hıçkırıkları yavaş yavaş doluyordu. Oturduğum soğuk betonunun üzerinden şiddetle kalkarak bedenine sarıldım. Ellerinde tuttuğu kılıç ona sarıldığım vakit beton yere düştü, ellerinde ki kana rağmen duyguları çok naif olmasına rağmen beni kurtarmak için asker öldürdü.
" Kaç buradan abla! Askerler Topkapı askerleri dahi Bedestenden buraya gelmek üzere, sen ve akıncı başının canını almak için düzinelerce asker avluda toplanıyor. Yalvarırım, sınıra yakın ormanlık alandan sen ve o akıncı başı kaçın gidin! "
Kız kardeşimin sarıldığım bedeni titriyordu. Tıpkı avlunun içerisine düşmüş kanadı kırık kuşlar gibi. Bedeninden, saçlarının o güzel kokusundan uzaklaştığım vakit küçük yüzünü ellerim arasına aldım. Hasbihal ettiği sözleri yerine getireceğime söz verdiğim vakit başımı salladım, onun sakinleşmesi için tebessüm ediyor ama sarayın dışarısında kopan ateş kıyameti gerçeğini saklayamıyordum...
Mahpeyker ile sarayın mutfak kapısının ardında açılan ormana giden boşluk arasında ki, koridorda vedalaştık. Çarem yoktu, isyan ayaklanması bizim lehimize git gide daha da kötü sonuçlar doğurmaya başlıyorken şehzadelerin ağlama sesleri sarayın arka kapısından bile çıkıyorken yoluma doluyor sumak gibi saçılıyordu.
Sarayın mutfak kapısından bedenimi dışarı attığım vakit, gerçek kıyameti şimdi görebiliyordum. Has bahçenin tüm gülleri ateş içerisinde dallarında yanmış, altın varaklı büyük ahşap kapının odunları ise sultanların ayaklarını basması için özel olarak seçilen taşların üzerine dağılmış şekilde duruyordu. Sarayın asker bölüğünden olan bir kaç adamın cansız bedeni mızrak uçlarına saplanmış, saraya girmeme ellerinde ki mızrakları tutan askerler o mızraklar karınlarına saplanmış şekilde hareketsizce has bahçede yatıyorlardı.
Payitaht avlusuna ve Medrese binasının olduğu saray yerine baktım. Payitaht avlusunda binlerce akıncı askeri üst üste düşerek can vermiş, askerlerin karınlarından, ağızlarından, kafalarından ve kalplerinden akan kanlar beyaz beton Payitaht avlusundan bir nehir gibi süzülüyordu.
Boğazım, boğazıma saray duvarlarının ateşinin dumanı doluyor göğsüme dahi ulaşan bu duman gördüğüm manzara karşısında nefesimi titretiyordu. Medrese binasının tüm ellerle dikilmiş taşları, duvarda ki taşları has bahçenin her zaman ki geldiğim ikili yol ayrımına dökülmüş askerlerin belirli bir kısmı da bu binanın taşları altında kalarak can vermişti.
Uğuruna savaş verdiğim, içerisinde bilgi öğrenerek ruhumu büyüttüğüm Medrese binasının taşları mutlak bir kan rengine bürünmüş binlerce akıncı askeri ise altında kalmıştı. Diğer taş altında ki cansız bedenlere baktığım vakit ise, Medrese hocam Mustafa hocamın cansız yaşlı bedeni gözlerime bir ok gibi saplandı.
Hayır, hayır bu bir rüya olmalıydı. Hocam, hocamın daha dün gece ki zikrettiği sözleri, o yaşlı yüzüne kondurduğu tebessümü ve şimdi ise taşlar altında ki cansız bedeni. Tüm bu cehennem görüntü, tek bir kişinin sözlerini kulağıma Farsça şekilde fısıldıyor tüylerimi diken diken yapıyordu.
" Çok büyük kan! Damarlardan kopmuş siyah diba kumaşlı kelle! Bedesten ölüm taşıyor her bir taş, taşlar kubbe altında yağıyor! O kız, o kız kalbini söküp sevdiği adama veriyor! "
Büyük kan, Bedesten ölümü gelmişti. Taşlar kubbe altına yağdı ve hocamın bedenini bile kendine aldı. Peki ya şimdi, şimdi falcı kadının zikrettiği son sözler ne olacaktı?
" Elif Hatun! "
Malkoçyalı askerin sesiyle, gözlerim önünde kopan kıyamet görüntüsüne o kadar fazla dalmıştım ki saray mutfak kapısının çıkışı önünde ki bedenim korkuyla titredi.
" Akıncı başım sizi Osmanlı İmparatorluğunun sınırına dayalı orman girişinde ki yolda bekliyor. İsyan, isyan sual ettiğimizden bile daha güç durumda. Eğer burada durursanız, kelleniz için takılan Topkapı saray askerlerine yakalanırsınız. Tez vakit, akıncı başının yanına gidin haydi! "
Mustafa hocamın sırtıma değen cansız bedeninin gerçekliği, kız kardeşim Mahpeyker ve annem... Hepsini nasıl ardımda bırakıp sınırdan kaçardım, Osmanlı hanedanının çatısı altında hayatımı nasıl kaçarak yaşardım bilmiyordum dahi. Ama, ama Akıncı askerin, Mahir'in emrinde ki askerin sözünü dinleyerek kaçtım. Beni beklediğini bildiğim sınıra dayalı ormanın girişine kaçtım. Her bir adımda bacaklarım korkuyla titreyerek bocalıyor, ayaklarımın altında ki orman yeşillikleri acımasızca eziliyordu.
Nefes nefese kaldığım beyaz kaftanımın göğsüne avuç içimi bastırdığım saniye, Topkapı sarayının ve Edirne Sarayının askerlerinin sesi olduğum orman içerisine daha fazla yaklaşarak doluyor ben ise akıncı başını arıyordum. Korunmasız bir kuş gibi titreyen bedenim ormanın gökyüzünü bile kapatan ağaçları altında durarak, yuvasını aramaya çalışıyor beyaz renkli kaftanımın yırtık uçlu saffes kumaşları acımasızca ezilen rüzgâr içerisine kendini bırakıyordu derken kuvvetli rüzgârın içerisine dolan, yeni bir rüzgarlı el belimde ki kumaşı kavrayarak beni yukarı çekti.
" Mahir..."
Hızla koşan atın üzerine çekilen bedenimin sızlayan kolları, düşmemek için diba kumaşlarıyla sarılı bedenine sarılıyor Atın yelesinde oturan bedenim Mahir'in sıcacık kucağına daha da sokuluyordu.
" Lale Devri isyanı başarısızlıkla sonuçlanacak has bahçe gülü. Kız çocuklarını, Medrese hükmünü ve senin hayallerini kurtaramadım. Sultan Süleyman, III. Ahmed' den daha güçsüz diye düşünmüştüm. Yıkması, ayaklanmayı kolayca çıkarması daha kolay olur demiştim ama, ama..."
Başarısız olmuştuk. Diba kumaşının altında sıkıca sarılan dudaklarından dökülen sözler, boğuktu. Boğuk ve kırık. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını belirleyen koca koca, ağaçları olan ormanı içerisinde hızla avlumuzda ki çeşmeden akan su gibi kayıyor peşimizde ki Osmanlı askerlerinden uzaklaşmaya çabalıyorduk.
" Malkoçyalı hususun vahim olduğunu zikretti. Tüm saray askerleri ikimizin arasında ki duygu, kaideleri, kastları ve yasakları çiğnediği için ikimizin de canını almamız emredilmiş. "
Dört nala sınırdan çıkmak için koşan atın ipini, diba kumaşlarla sarılı elleri altında çekerek atın hızını daha da arttırdı. Siyah uzun saçlarım kahverengi atın üzerinde ki boşlukta rüzgarla, ve hızla salınıyor akıncı başının dilenci babasının küçüklükten beridir hapsettiği diba kumaşlarının sargısı içerisine saç tellerim değiyordu. Altımızda bizi sınıra kaçıran at sessiz ormanın içerisine, Edirne şehrinin içerisinde kopan kıyamet ağıt seslerini bizden uzaklaştırdığı orman içerisinde kısa bir acılı kişneme sesi bıraktı.
At rüzgâr gibi hızını yalpalayarak uçsuz bucaksız derin ormanın kumlu yoluna, kahve renkli yelesi ve bedeni düştüğü vakit atımızın Osmanlı askerleri tarafından vurulduğunu bende akıncı başı da anlamıştık.
" Saraya teslim olun isyancılar! Teslim olmadığınız sualce bu orman içerisinden sağ çıkamazsınız! "
İşte, işte cehennemin başlangıç sesi buydu. Ormanın söğüt ağaçlarının büyük yeşil yaprakları başımızda ki kubbede titriyor, orman bile bizi korumak için kendini siper etmeye çalışıyordu sanki. Tüm isyan direniş sesleri kulaklarıma tekrar ilişti sanki, korkuyordum. İkinci defa onu kaybetmekten diba kumaşlarla sarılı bedeninin yara almasından ürküyordum. Ödüm kopuyordu, bugüne dek titremeyen ellerim kaftan içerisinde titriyor aylar önce Bedesten avlusunda vurulan sol yanımda ki ok izi acıyordu.
Etrafımızı saran binlerce asker ormanın yeşillikleri arasından üzerimize, birbirinin ellerini tutan bedenlerimize, aşkımıza, her şeye rağmen tüm yasaklara rağmen yaşamaya çalıştığımız aşkımızın kalbine kılıçlarını doğrultarak bizi çember içerisine alıyorlardı. Akıncı başı Mahir binlerce askeri, tek başına birliği olmadan nasıl canını alırdı bizi bu cehennem çemberi içerisinden nasıl çıkarırdı bilmiyordum.
Her bir parmakları diba kumaşlarla sarılı olan eline, sol eline iyice tutundum. Parmaklarım, kumaşlarla sarılı ellerinin içerisine iyice karışırken iki zıt renk birbirinin içine girdi sanki. Siyah kumaşlı İmparatorluğa isyan çıkarmış adam, ve tam yanında özgürlük için her şeyi yapmış beyaz kumaşlı Osmanlı kızı. Ve etrafında ise yuvarlak şekilde yan yana dizilmiş binlerce saray askeri, ellerinde gümüş kılıçları tutuyor söğüt ağaçlarının yaprakları altında yeni bir cehennem tarihe yazılıyordu.
" Elif... Zinhar korkuya kapılma, tüm askerlerin dikkatini kendime çektiğim an buradan sual etmeden sınır duvarı üzerinden atlayarak kaç. "
Mahir'in diba kumaşlarının altından kulaklarıma dolan fısıltısı, etrafımızda ki askerlerin dikkatini üzerimize iyice çekiyordu. Askerlerin fıldır fıldır ateş saçan bin bir çeşit renkli gözleri, benim ve akıncı başının üzerinde dolaşırken Mahir'in sıcacık kumaşlı elleri, parmakları, ellerimden, parmaklarımdan kaydı. Parmaklarımın boşluğunu, sıcak teninin ardında yarattığı boşluğu ormanın içerisinde esen acımasız Edirne rüzgarı dolduruyor akıncı başı ise canımı kurtarmam için bana zaman verecek şekilde askerlerin üzerine aslan figürlü kılıcını sallıyordu.
Orman içerisine yayılan, ve birbirine acımasızca vuran kılıçların şıngırdama sesleri gümüş tepsi içerisinde kulaklarıma kendini sunuyor ben ise Mahir'in bana zikrettiği şeyi yerine getirmek için koşuyordum. Zaten saatlerdir isyan içerisinde bir oraya, bir buraya savrulan bacaklarım acımasızca yanıyor sanki yerinden kopmak ister gibi sızlıyorken ardıma baktım.
Baktığım saniye, Mahir kaçmam için verdiği savaş içerisinde ki çemberde sağından solundan gelen kılıç darbelerini savurmaya çalışıyordu.
İki elinde tuttuğu kılıç ile aynı anda iki askeri etkisiz hâle getirmeye ter içerisinde çabalarken bir saray askerinin sırtına indirmeye çalıştığı kılıç gözlerim önüne saplanıyordu.
Koştum, bacaklarımın yanan acısı ile, beyaz kaftanımın uçları kan rengini emdiği gerçeği ile, bu aşkı, bu aşkı zinhar Osmanlı İmparatorluğunun altında yaşamamıza izin vermedikleri tüm hususlar içerisinde koştum. Diba kumaşları ile sarılı sırtına inmeye cüret eden gümüş kılıç, saray askerinin elleri arasında parlayan gümüş kılıç bedenine siper olduğum vakit kalbime girdi.
Sol yanımda, kalbimin olduğu teni delen ve acımasızca giren soğuk kılıç ucu hareketsiz şekilde durmamı sağladı. Önce, önce etrafımda ki tüm sesler kesildi. Tüm o işkence gibi gelen uğultular kesildi gitti birden. Kulaklarım mutlak, matem bir sessizlik içerisine itildiği saniye önce ellerim üşüdü ardından ise uyuştu. Sırtına, canına siper ettiğim bedenimi kılıç deldi. Kalbime saplanan kılıç, ölmem için kalbime saplanan kılıcın kını saray askerinin ittirmesi ile daha da derine battı.
Beyaz kaftanımın üzerine yayılan kan rengi, kan rengi şerbet gibi hızla elbiseme buluşmaya devam ediyor ben ise dudaklarımdan çeneme dökülmeye başlayan sıcak bir his ile yere düşüyordum. Bu his, bu his kanın ta kendisiyken kalbimi delip geçen kılıcın soğuk ucu, yere düştüğüm salise kalbimden acımasızca çekip çıkarıldı.
Askerin ellerinde ki gümüş kılıç bana ait olan kırmızı kan rengine boyandığı vakit, yere bir kuş gibi usulca düşen bedenimin başının özenle yerden kaldırıldığını hissettim.
" Elif! Elif! "
Akıncı başı, siyah diba kumaşlarının sıkıca yüzünü sardığı Mübrem... Kucağına özenle, yavaşça aldığı kafamı göğsüne bastırıyor kalbimden beyaz kaftan üzerine akan kanların deliğini eliyle bastırarak durdurmaya çalışıyordu.
" Has bahçe gülüm... Bana ikinci defa gülümü kaybettirme demedim mi ben sana! Zinhar, zinhar o kibirli yeşil gözlerini gözlerimden ayırma! İşittin mi, zinhar o gözleri kapama! "
Gülümsedim. Kan kaybetmekten dolayı uyuşmuş ve üşümüş bedenim gülümsediğim vakit, kalbime aldığım kılıç darbesinin yerini sızlatıyor bense toprak üzerine düşen güçsüz parmaklarımı kumaşlarla sarılı yüzünde ki yanağına koyuyordum.
" Ödeştik akıncı başı. Hep sen mi benim hayatımı kurtarıp kahraman olacaktın değil mi? "
Ela gözleri, kumaşlar içerisinde ki ela gözlerine yaşlar doldu. Bugüne dek görmediğim, duvarlar ardına saklanan ela gözlerine yaşlar doldu. Gram çekinmedi, acımasızca olarak anıldığı bu İmparatorluğun kubbesi altında hüngür hüngür seslice ağlayarak gözyaşı döktü.
" Sen bilmesen dahi, hep benim hayatımı kurtardın zaten has bahçe gülü..."
Sözleriyle mi yoksa, kalbimden daha fazla kaybettiğim kanlar yüzünden mi bilmem ama giderek güçsüz kalan ve uyuşan parmak uçlarım kumaşla sarılı yanağından yeniden toprak yere düştü. Bedenimi sıkıca kendini bastırdığı bedenimi yeniden bıraktığı saniye, diba kumaşları ile bugüne dek sadece iki kez açtığı yüzünde ki kumaşları acımasızca çekerek yüzünü özgür bıraktı.
Korkuyordu sanki, saniyelerin kum saatinden akan bize ayrılan sürenin çoktan doğacağına ve onun yüzünü son kez görmeden gideceğime korkuyordu. Kumaşlar ile sarılı yüzü söğüt ağaçlarının altında özgür kaldığı saniye dudaklarımdan akmaya devam eden kanlara rağmen gülümsedim, ormanın ortasında kalbimden oluk oluk akan kanlar, sevdiğim adamın akıncı başının kucağında uzanan bedenim ve etrafımızda çember olmaya devam eden saray askerleri.
Evet bu cehennemdi, sarayda gördüğüm cehennemin bile ötesinde. Ateş yoktu, yoktu ama başka bir görünmez ateş yüreğimizi de aşkımız da yakıp geçti. Mahir güçsüzdü. Bugüne dek tarihe en güçlü yazılan akıncı başı, sıradan bir Bedestenli kızın can vermek üzere olan bedeni karşısında güçsüz ve korunmasızdı. Kumaşların sakladığı yüzü, açığa kavuştuğu vakit yüzünün toprağına bile el sürmek istediğim bu özgürlük için babasına yalvardığım anlar geldi aklıma.
Sol göz kapağından derince çenesine kadar uzanan kılıç kesiği ela gözlerinin, güzelliğinden bir husus kaybettirmiyor yeni yeni çıkan kısa sakallarını sevmeme engel olmuyordu.
" O kız, o kız kalbini söküp sevdiği adama veriyor! "
Falcı kadının siyah ten renkli kalın dudaklarından dökülen bu sözler, kendini son kez doğruladı sanki. Aylar önce gittiğim falcı dükkanı çoktan bu sonumu biliyor, kadın ise bu acımasız sonu bedeni seğirerek bana anlatmaya çabalamıştı.
Mahir yaralı bedenimi kucağından yavaşça yere bıraktığı saniye, bir salise bile düşünmeyerek saray askerlerinin üzerine yürüdü. Eğer duyguları bugüne dek heba görülmüş birinden en sevdiği şeyi ellerinden alırsanız, o kişi acımasız bir canavara dönüşür ve canınızı bir hiç gibi alırdı.
Mahir şu an gördüğüm şeyi tam olarak yapıyorken tüm saray askerleri, bedeni etrafını sararak önüne gelen askeri değersiz bir un çuvalı gibi kılıçla delerken onu durdurmaya çalışıyorlardı. Ama Akıncı başı o kadar fazla acı ve öfke ile dolmuş olacak ki, kimi askerin kellesi ağaç dibine düşüyor kiminin kellesi ise benim can vermek üzere olduğum kumlu yol ağzına iniyordu.
Tüm saray askerleri birbirine kenetlenerek Mahir'in kumaşlar ile sarılı bedenini çember yaparak ortalarına aldığı vakit aynı anda tüm kılıçlarını sevdiğim adamın bedenine sapladılar. Hayır, hayır! Karşı durmaya çalışan bedenim bile hareket ettiğim saniye ormanın kumlu yoluna kalbimden akan kanları daha fazla yayıyor, akıncı başının binler kılıç saplanan kumaşlar ile sarılı bedeni ise karşımda ki yolun ağzına düşüyordu.
Tüm saray askerleri Mahir'in delici bir yara aldığına emin olduktan sonra saraya ait olan atlara binerek uzaklaştılar. Birbirine karşı karşıya kalan yaralı bedenlerimiz, söğüt ağaçlarının altında nefes almaya çalışıyordu. Sürüklendim, kollarımdan güç alarak kalbime büyük bir delik açılmasına rağmen dizlerim ve kollarım ormanın kumlu yolunda Mahir'in feci şekilde kılıç darbeleri almış bedenine gitmeye çalışıyor sevdiğim adamın titrek nefes soluğu ise delinen kalbime doluyordu.
" Mahir..."
Boynumda vedasını temsil eden, yeniden zincirini tamir ettiğim has bahçe gülü sembolü olan kolyem bile boynumdan yere kendini özgür olmak için saldı. Bizim yapamadığımız, bizim uğuruna savaş verdiğimiz kubbe altında özgür oldu.
Kalbime kan kaybetmemek için bastırdığım parmak uçlarım kırmızı renge bürünmüş şekilde, onun bedenine yaklaştığım vakit yaram git gide açılırken daha fazla dayanamıyordum. Haklıydı, Mahir çok haklıydı. Biz birilerinin merhametine ortak olana dek, acı çekecektik. Ve şu an, çektiğim bu sancı hasbihal ettiği şeyleri doğruluyordu.
Bugüne dek diba kumaşları ile sarılı hareketsiz parmaklarına ulaşan kanlı parmak uçlarım avucuna değdi. Ela gözleri kapalıydı, titrek nefes buğusu ise söğüt ağaçlarının yaprakları arasında kayboldu gitti. Üşüyordum. Yeni doğmuş bir bebek gibi tenim her bir rüzgara değdiği vakit titriyor, gözlerim, yeşil gözlerim daha fazla bu ağır uyku gibi gelen hususa dayanamıyordu.
Mahir'in diba kumaşlarıyla sarılı avucunun içerisinde ki parmak uçlarım yavaşça kendisini yaprakların haşırtısı, ağaç yapraklarının birbirine değdiği ormanlık alanda kendisini bırakırken yeşil gözlerimin göz kapakları kalbimde gittikçe büyüyen deliğe dayanamıyor mutlak bir sonsuz karanlık içerisine tıpkı Mahir'in gözleri gibi kendini bırakıyordu...
20. Bölümümüz final olacaktır. Zaman dilimi 2023 yılına değinecek, kurgunun 1720 tarihi ise 19. Bölümle birlikte final olmuştur.

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 437 Okunma |
9 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |