10. Bölüm

9. Bölüm İran Şahı

Elif Doğan
ursuula1

9. Bölüm İran Şahı

 

 

Ön söz

 

Neden hayatın iki anı vardır?

Bu aşka yüzyıllar yetmiyor

O zaman Hûda'dan mühlet istiyorum, yeniden

Yaşam, sadece burada...

 

Dikkat! Bu bölümde ayin, satanist vb. Ögeler bulunmaktadır. Tarihe dayanan öykü olayı ve replikleri vardır.

 

 

 

 

Soğuk. Yapışkan gibi bir uzunlukta soğuk tenime işliyor yüreğimin tam kenarına aldığım mızraklı ok ucundan içeriye sızarak, bedenime soğuk dolduruyordu. Bedestenin mabet ve savaştan çıkmış gecesi gibi olan mistik sisinin üzerinde yükselen ay ışığı, dudaklarımdan evimizin çeşmesinden akan oluk suyu gibi kan akıtmaya devam ederken aldığım her nefesin ok yüzünden battığını hissettim. Üşüyordum, Ramazan aylarının sıcak esintisi birden karanlığın içerisinden çıkan mızraklı ok ucuna karşı vücudumu öyle bir soğukluğa sürükledi ki olduğum yerden ayağa kalkacak gücüm bile yoktu.

 

İlk başta ne olduğunu, nasıl olduğunu hissetmedim. Daha sonra ise önce bedenim Bedesten çarşı avlusuna un çuvalı gibi yıkıldı, sonra ise ellerim uyuşmaya başlayarak üşümemi sağlamıştı. Ses çıkarmak istedim, daha fazla ağzımdan ve göğüs kafesimden kan kaybetmemek adına ses çıkarmak istedim ama başaramadım. Beyaz kaftanlı elbisemin tülü Bedesten çarşısının avlusunda ki kum olan yere her sürüklenmeye çalıştığımda batıyor, ben ise kalbime aldığım ok ucunun kime ait olduğunu görmek adına zifiri karanlıkta gözlerimi gezdiriyordum.

 

" Elif? "

 

Alnımdan her kan kaybettiğimde boncuk boncuk ter dökülüyor, siyah uzun saçlarım bu yaşam savaşı içerisinde kendini salıyordu. Dudaklarım kuruydu, ellerim uyuşarak üşümeye devam ediyor saçlarım gecenin karanlığına ev sahipliği yapan avluya ay ışığının altında öylece yere seriliyordu. Serap, serap görüyordum Mahir'in sesi avlunun ortasında yüreğime aldığım mızrak ucuyla can çekişme acıma daha da acı kattı.

 

Burun direğim sesinden dökülen ve gecenin zifiri karanlığına karışan ismime gözlerimde binlerce yaş birikirken tebessüm etmemi sağladı. Ne olduğunu, karanlık içerisinde beni kimin öldürmek istediğini bile anlayamadan siyah saçlarıma ev sahipliği yapan kumlu yoldan başım kendini Mahir'in diba kumaşlarla sarılı dizlerinde buldu.

 

" Şhhh gözlerini ayık tutmaya çalış zinhar, zinhar uyku gibi gelen hisse kendini bırakma "

 

Akıncı başı, akıncı başım... Bedesten avlusunun ortasında ki karanlığa annelik yapan gecenin rengi gibi olan diba kumaşlı elleri, yüreğime aldığım ok ucundan dolayı boncuk boncuk ter döken yüzüme yaşam vermek için gezindi sanki. Ay ışığının altında bile belli olan ela gözleri, gözleri bugüne dek görmediğim bir endişeyi taşıyor kucağında öylece yatan bedenimi kumaşlar altında bugüne dek özgürlük nedir bilmeyen kalbine bastırıyordu.

 

" Halledeceğim ben, ben çıkaracağım bu canını çok yakacak ama bana güveniyorsun değil mi has bahçe gülü? Beni öylece bırakıp gitmene izin vermeyeceğim bu defa olmaz yapamam, yapamam. "

 

Yeşil gözlerime gündüz çektiğim siyah renkli sürmelerim sözlerinin titrek nefesiyle yanaklarıma damlıyor, ben ise dudaklarımdan hâlâ yapışkan bir sıvı gibi yoğunlukta akan kanların içerisinde başımı olumlu yönde sallıyordum.

 

" Mahir üşüyorum, çok üşüyorum sakın beni bırakma "

 

Ok ucunun mızrağı kalbimin inine daha çok battığı saniye acıyla inledim, acılı iniltim tüm Bedesten avlusu içerisine dudaklarımdan dökülen yoğun kan ile dolduğu saniye akıncı başının diba kumaşlı elleri yüzümde titriyor kalbine bastırdığı bedenimi sanki ölmek üzere gerçeğimi unutmuş gibi özenle koruyordu.

 

" Hayır üşüme, üşüme hayatım boyunca ilk defa birisi için Allah'a yalvarıyorum Allah'ım, Allah'ım alma yalvarırım sana yalvarırım alma "

 

Dakikalar geçti, Bedestenin avlusunda yığıla kalan bedenimin bakışlarını ayık tutamıyordum. Tıpkı akıncı başı Mahir'in dediği gibi çok, çok tatlı bir uyku esintisi yaşlarla dolu gözlerimin kenarlarına doluyor kan dolu dudaklarımı esnemeye bırakıyordu. Çarşının avlusunun kumları içerisinde kalan bedenimin oradan ayrıldığını hissediyordum, taşınıyordum uğursuz isyanın taşları ile yıkılmış olan uğursuz avludan bakışlarım zar zor ayık şekilde ayrılıyordum. Göğüs kafesimin biraz üzerinde ki olan ok ucunun odunsu hissi tenime daha da işlerken, alnımda ki terler kendini Mahir'in siyah pelerinli kumaşlarının taşıdığı kollarında kendini daha da yeniliyor ben ise başımı bile dik tutamayacak gücü içimde bulamazken kendimi Mahir'in pelerin altında kalmış kalbine ve çenesinin altında ki boşluğa bastırıyordum.

 

" Zinhar kendini o uykuya bırakma has bahçe gülü sana hikâye anlayacağım tamam mı beni dinle yalnızca benim sesimi duy "

 

Kalbine güçsüzlükle koyduğum başımı hafifçe salladım, başımı salladığım saniye bile ok ucu kalbime daha derin batıyor ben ise zaten sesinden bile endişesi belli olan akıncı başına acımı belli etmek istemeyerek kan dolu ağzımın içerisinde olan dişlerimi sıkıyordum.

 

" Bedestende çok eski yıllarda yaşayan kör bir dilenci vardı, şöyle derdi;

 

-Ey ahali! Acıyın bana, bende iki körlük var o halde bana iki kat yardım edin.

 

Halktan birisi biz yalnızca bir körlüğünü görüyoruz, öbürü nedir göster dedi. Dilenci ise " Sesim kötü, avazım çirkin "

 

Körlük ve ses çirkinliği iki kat körlüktür. Sesim yüzünden halkın bana acıması azalıyor, kötü sesim nereye varırsa bana karşı öfke ve kin getiriyor. Bu iki körlüğe siz acıyın böyle bir yere sığmayan kişiyi gönlünüze sığdırın, hoşgörün. Ve halk bu feryada geçmişte de şimdi de sağır kalarak dedi ki:

 

" Sen kendi oğlunun duygularına kör, topal, sağır olmuş birisin. Ne sesin kötü, ne de kör değilsin. Senin nasır tutmuş kalbin hepsinden çirkin..."

 

Gözlerimde ki ağırlık kendini daha da belli ediyorken, daha fazla uykuya direnemiyordum. Etrafımda ne olup bitiyor, Bedestenden neden uzaklaşıyorduk zinhar bir fikrim yoktu yalnızca gecenin doğurduğu çocuğunun siyah diba kumaşlı kollarında göğsüne yaslanmış ter döküyor ve dilenci hikâyesinin ağaçlar arasına dolan sesini dinliyordum.

 

" Binbaşım! "

 

Bakışlarım uykunun verdiği tatlı hissiyat ile kapalıydı, akıncı başının diba kumaşlarla sıkıca sarılmış kucağında ki ten hissiyatını hâlâ hissediyordum ama gözlerimi açamıyordum. Yalnızca otağa geldiğimizi anladım, akıncı birliğinin kalın erkek sesleri kulaklarımda çınlıyor yeni çeri ocağını aydınlatan titrek ışıklı meşaleler Mahir ne kadar hızlı yürüyorsa ardında dalgalanma bırakarak ışıkları söndürme gücüne erişiyordu. Göz kapaklarımın üzerinde bile beni yıllar önce saray duvarları arasında yakan ateşin ışığı dans ediyor, alnımdan dökülen boncuk boncuk terler yerini soğumaya bırakıyordu.

 

" Derhal bana ateşte ısıtılmış bıçak ve bir tas soğuk su getir "

 

Düzinelerce dizili olan askerlerin emir veren akıncı başlarının sesi tıpkı titrek meşale ışıklarının hissiyatı gibi, kulaklarıma doldu. Diba kumaşlarının sıkıca sarıldığı kolları ve elleri arasından kayıp gittiğimi hissediyorken yaralı bedenimin sırtı, sedir bir şeyin üzerine yavaşça bırakılıyor ben ise kapalı gözlerim ardında ki gelen otak içerisine dolan sesi dinlemeye devam ediyordum.

 

" Ama binbaşım hatun bu acıya dayanamaz ok ucunu çıkartmak için kızgın bıçakla inine girmeniz onu yaşatmaz biz bile zira bu acıya dayanamıyoruz ki bu hatun nasıl "

 

Üşüyordum, yine üşüyordum. Sedir yatağın delikleri arasından dolan dağ ova rüzgarı ok ucunun kırıldığı kalbime doluyor ben ise titremeye başlıyordum. Ne oluyordu, çadırın içerisinde kimler ne hasbihali yapıyordu bilmiyordum ama otak içerisinde eşyaların kırılma ya da düşme sesi cansız gibi yattığım sedir yatağın üzerinde ki bedenime ulaşıyor bense gözlerimi bile zar zor ayık tuttuğum kulaklarımla dinliyordum.

 

" Lan ben sana emir verdim rica mı ettim! Derhal bana o bıçağı ve suyu getir derhal! Yoksa senin canını şuracıkta alıveririm! "

 

Boğazım kuruydu, dudaklarım kan izlerini taşırken ellerim uyuşmaya devam ediyor bense sanki zincir vurulmuş gözlerimin kapaklarını zorlukla meşale ışığı altında açarken gözlerime ilk takılan şey Mahir'in akıncı askerinin otak içerisinde ki köşeye sıkıştırmış olması ve etrafında olan ne eşya varsa yere yığılmış olmasıydı.

 

" Bağışlayın binbaşım zinhar emrinizi sorgulamam hemen, hemen getiriyorum "

 

Akıncı askeri binbaşısının asker üniformasının yakasını sıkan siyah kumaşlı parmakları arasından zorla kurtulurken çadırdan rüzgar esintisi gibi, uçtu gitti sanki. Askerin bedeninin ardında bıraktığı rüzgar yine kan kaybetmiş ve kaybetmeye devam eden bedenimin içerisine doluyor ben ise çadırın diğer bir ucunda ki beyaz duvaklı cibindirik içerisinde kalan Mahir'e bakmaya devam ediyordum. Ağlıyordu, kulaklarıma dolan ilk kez siyah kumaşların sardığı Hünkarın sağ kolu olan adam ilk kez ağlıyordu. Kimin içindi bu yaşlar? Benim mi? Otağın beyaz naylon duvarlarını ayakta tutmaya yarayan demirliklerine diba kumaşlı parmaklarının sıkıca sarıldığını görüyordum, o kadar sıkı ki sanki demir her an elleri altında parçalanacakmış gibiydi.

 

" Binbaşım emrettiğiniz her husus hazır "

 

Ve yeniden sonsuz karanlık... Üşümenin verdiği tatlı hissiyat yeniden gözlerimi sonsuz bir karanlığa mahkum ederken, otağın içerisinde olan sesleri algılayamıyordum sadece üşüme hissi, terleme hissi ve saçlarımda gezinen parmak hissi vardı. Beyaz kaftanımın sol omuzundan aşağı yırtılmasını hissettim ne oluyordu, neden kumaşı yırtıyorlardı hiç sağlıklı düşünemiyordum yalnızca titreme hissi ok ucu gibi daha da derine iniyor ve ben otağın içerisinde ki karanlıkta gezinen hayvan sesli bir kişinin Farsça konuşmalarını duyuyordum.

 

فالگیر هر که را بخواهد می کشد.

 

Acıyla inledim. Kalbimin ok ucunun altına kızgın metalik bir tat doluyorken vücudum benden izinsiz seğirdi, sedir yatağın üzerinde iki büklüm olan bedenimin göğüs kafesine kızgın bıçak ucu değmeye devam ederken gözlerimi zinhar açamıyordum.

 

" Şhhh geçti has bahçe gülü "

 

Bıçağın kızgın demiri kalbimin biraz üzerine batan ok ucunu bulduğu saniye diba kumaşlarının sardığı bıçak sapını hiç düşünmeden, sedir üzerinde iki büklüm acıyla kıvranan kalbimin içinden çıkardı. Mızrak ucunun sivri hissiyatı göğsümü bildiğin delerek çıktığı saniye derin bir nefes çektim, ciğerlerime otağın meşale ve tütsü havasının kokusunu çektiğim saniye göğsümden oluk oluk kan aktığı gerçeğini tenimde ve en derinimde hissederken kendimi Farsça konuşan sesin karanlığına ve matem gibi soğuk yatağa bıraktım...

 

Bedesten, özgürüz! Özgürüm. Saltanat bitmişti, Osmanlı diktatörlüğünün boyunduruk altında kalan hayallerimiz özgürlüğe kavuştu. Çarşının avlusunda çocuklar neşeyle kıpraşarak özgürce koşuyor, kızlarımız saraya satılmayacak şekilde Medreseye gidip eğitim alıyordu. Statü yoktu, padişahlık yoktu, Ermeni ve Yemen acısı yoktu. Zindan yoktu! Özgürlük vardı... Uğuruna ölüme bile kendimi bıraktığım kız çocuklarının medrese hakkını sonuna kadar savunduğum gerçeği gözlerimin önünde duruyor, bense payitaht arkasında kalan Medrese taşlarının üzerinde yükselen gölgeye bakıyordum.

 

" Ayin... Padişah dilencinin oğlunu kurban edecek! Çok büyük kan, damarlarından kopmuş siyah diba kumaşlı kelle! Padişah! Padişah kandırıyor, son geliyor son gelecek! Bedesten ölüm taşıyor her bir taş, taşlar kubbe altında yağıyor o kız, kız kalbini söküp sevdiği adama veriyor! "

 

Falcı kadının siyahi teninin dudaklarından bedeni binanın üzerinde yükselerek, ağlıyor, bağırıyor ve isyan ediyordu. Kadının siyah teninden dökülen her bir kelimede, falcı ellerini yumruk yaparak sıkıca sıktığı ellerini kaftan altında kalan göğsüne yumruklar vura vura bağırıyordu.

 

" Kurban! Dilencinin oğlu kurban seçildi! "

 

Medresenin altın varaklı kubbesi üzerinden semaya yükselen siyah teni altında taşlar ezildi, ezildiği vakit yeşil gözlerimin karşısına taşların ardından bugüne dek gördüğüm en korkunç kıyamet görüntüsü belirdi...

 

Sunak, kıpkırmızı bir gökyüzünün altında payitaht avlusunda altından yapılmış tas sunak içerisinde şarap renginde kan vardı. Sunak mermer betonunun yerinde ise binlerce diba markalı siyah kumaşlar vardı. Harem içerisinde olan tüm sultanlar teker teker dizilmiş, kaftanlarının tülleri arasında ki kollarında tuttukları bebek Şehzadelerin kafaları yoktu. Göz bebekleri, taşların ta öbür ucundan bile gördüğüm göz bebekleri kafalarının ardına kaymış hipnoz olmuş şekilde altın kaseli sunak içerisinde ki kanı bir içecek, bir şerbet gibi içiyor bense kulaklarımda yükselen ayin tören lanet seslerini duymamak için avuçlarımı bastırıyordum. Tepsinin etrafında raks eden gibi ellerinde darbuka ile dönen siyah tenli kadınlar her bir dönüşte titreyerek şarkı söylüyor, III. Ahmed Han Hazretleri ise sunakta ki kanı pahalı yüzüklerin olduğu parmakları arasında kalan altın kepçeyle daldırıyor ve kanı şerbet içer gibi içiyordu.

 

Midem bulandı, gördüğüm manzara karşısında tüm tüylerim diken diken olarak karnımda bir acıma yükseltti. Bu acımanın verdiği ekşilik ile kasılmamaya çalışıyor, gözlerim önünde medrese taşları yıkılmaya devam ederken falcı kadının bedeni gökyüzünde ki kubbeye değerek şarkı okumaya devam ediyordu.

 

" Kız ah edip, iç çekiyor oğlan kurban edildi!

 

Bu, bu hikâye sadece uğursuz bir aşkı taşıyor..."

 

Göğsüme şiddetle dolan hava boşluğunda nefes almaya çalışırken gözlerimi açtım. Açtığım saniye tüm binanın taşları sanki benim üzerime yıkılmıştı, öyle ağır nefes alıyordum ki sol yanımda ki sıkıca omuzumdan sarılmış siyah diba kumaşının altında ki yaram acıyordu.

 

" Binbaşım İran Şahı Şah İsmail size hediye sunağı göndermiş "

 

Gördüğüm saçma hususlu rüya yüzünden nefesimin buğusu hâlâ çadır içerisinde dolaşırken, naylon kapının ardında seslerle birlikte kıpraşan süluetler vardı.

 

" İnsan dışkısı ve bir kaç adet sikke altın göndermiş binbaşım karşılığında sunak olarak ne gönderelim ve mektup yazalım "

 

Ne? İnsan boku ve hediye mi? Kulaklarımla duyduğum hasbihalin gerçekliğini sorguladım. Acaba öldüm de bu yüzden mi saçma şeyler düşünüyor ve duyuyormuş gibi hissediyordum, bilmiyordum ama sedir yatağın üzerinde öylece uzanan bedenimi omuzumda ki ağır duvar gibi gelen hisli yaraya aldırmayarak ayağa kalktım.

 

" Hediyesi hoşuma gitti. Sizde karşılığında hünkara sorarak lokum gönderin. Ne de olsa herkes kendi yediğinden ikram eder "

 

Mahir'in bugüne dek askerlerine göstermediği yüzünün gülüşü naylon çadır kapısını eş geçerek otak içerisine doluyorken, kabul ediyordum çok güzel laf sokmuştu. Kesinlikle benim laf sokma özelliğimden ilham alan bedenine aynı şekilde laf sokmaya gidiyorken, çadır kapısı aralandığı ve içeriye siyah diba peleriniyle birlikte Mahpeyker'in bilhassa aşık olduğunu düşündüğüm askeriyle birlikte içeriye girdiler.

 

" Ne zamandan beridir insan dışkısını hediyen sayıyorsun akıncı başım? "

 

Aramızda ki boşluğun içerisine dün ki Bedesten gecesinin lanet gece ay ışığı yerini güneşe bırakırken, gururla gülümsedim. Kollarımı laf sokma ve küsme belirtim olan göğsümde bağladığım saniye diba kumaşlarının altında kalan ela gözleri, peçe altında kalan gözlerime doldu.

 

" Senin medrese hükmün için yediğin boklardan alışmış durumda olduğum için yadırgıyor insan "

 

Gözlerimi saniyesinde devirdim. Yanında ki kız kardeşime vurulan akıncı askeri ise bıyık altından resmen gülümsedi, omuzumda ki yara kollarımı göğsümde daha sert bastırdığım saniye kendini belli etti ama zinhar ses çıkararak kendimi belli edemezdim. Aramızda ki saçma hasbihal içerisine akıncı başı Mahir'in diğer bölüğünde olan askerlerin deri üniformalı adamı doluyorken, Mahir'in diba kumaşlarla sarılı bedeninin kulağına biz zinhar duymayalım diye bir şeyler fısıldadı ve Mahir askeri bu kadar önemli husus ne dediyse ardından kalbime atılan ok gibi fırladı gitti.

 

Otak içerisinde siyah kumaşlarının verdiği gidiş sessizliği ile emrinde ki akıncı askeri ve ben baş başa kalıyorken bu askere anlamadığım biçimde sinir oluyordum derken, bu hissi doğrulayacak dudaklarının Osmanlı mahrası ile mühürlenmiş dilini araladı.

 

" Mahpeyker nasıldır? İyidir inşallah? "

 

Ne? Beyaz kaftanımın peçesi altında kalan ve kan olmuş renginin altında olan dudaklarım sinirle kıvrıldı sanki.

 

" Sizde binbaşınız gibi İnşallah, Maşallah, Tövbe tövbe zikretmeye başladınız. "

 

Omuzunda ki yaranın acısı sert şekilde konuştuğum saniye yine göğsümün altına battı sanki, yarama pansuman yapan binbaşının bedenine ait olan siyah diba kumaşları altında kalan yaramın bıçakla yanan derisi üzerine parmak uçlarımı ürkerek gezdiriyorken akıncı askerin dudaklarından dökülen her bir kelime olduğum yerde buz kesmemi sağlayarak ona bakmamı kelimeler emretti sanki.

 

" İran Şahı bu olağanüstü hediyeyi binbaşımız sizi isyan ve akıncı birliğinin kraliçesi olarak ilan ettiği için gönderdi zira bir kadın asla akıncıların kraliçesi olamaz ama binbaşımız Mahir siz yara aldıktan sonra tüm hanedanı birbirine katarak sizi kraliçesi olarak ilan etti. "

 

İran Şah İsmail Olayının tarihi gerçek hikâyesi.

 

İran Şahı Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim'e gönderdiği hediye ile tarih anektodlarında nahoş bir yere sahip oldu. Şah, kıymetli mücevherlerle süslü bir sandık hediye gönderiyor Sultan Selim'e. Sandığın içinden değerli taşlar ve kadife kumaşların yanı sıra bir kutu insan pisliği çıkıyor. Yavuz sultan selim Han ise karşılığında lokum göndererek

"Herkes yediğinden ikram eder" diyerek tarihe geçiyor.

 

 

 

Bölüm : 23.07.2025 00:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...