
Özel bölüm.

Bedesten Avlusu
Günümüz. 2023 modern Türkiye zamanı.
...3 hafta sonra
Çalışma masamın üzeri o kadar fazla araştırmamla alakasız olsa dahi, kitaplar, dergiler ve makaleler ile doluydu ki sıcaktan kavrulmuş gündüzden geriye kalan akşamın esintisi, bu karmaşanın içerisinde ki tenimi terletmiş olacak ki Edirne şehrinin akşam esintisinin tenime değmesine bile izin vermiyordu.
" Cidden bu insanlar bu şehrin sıcaklığına o dönemlerde nasıl dayanabilmiş anlamıyorum. "
Masanın üzerindeki kitap yığınları ve sayısız sayfa yığınları, altında kalmış bilgisayarımı arıyorken kendi kendime otel odasının 4 duvarı içerisinde söylenmeyi de bırakmıyordum tabi. Bir Küçük Türk Kızı tablosunun hikâyesini, roman yapmama izin verilen bildirimi üzerinden haftalar geçmişti. Edirne şehrinin kavurucu sıcaklığını deniz baskılamaya çalışsa dahi, durum olduğu yerden kıpırdamıyor her adım attığım sokaklarda ki halk pazarlarında iğrenç, ağır kokulu baharatlar satılmaya devam ediyordu.
" O tabloyu daha detaylı incelemem gerekli ama, müze birliği buna izin verir mi? Off, kafam çok karışık! Neden, neden böyle ağır sorumluluk almak için can attım ki. "
Düşüncelerim o kadar fazla masanın üzerinde duran kitaplar gibi, dağınıktı ki. Ha masanın üzeri, ha beynimin içerisi...
Araştırma yapacağım, okurlarıma 1690,1720 Osmanlı İmparatorluğunun tarihini kusursuz anlatacağım diye kendimi içten içe yiyip bitiriyor, bu ağır sorumluluk altında omuzlarım günden güne eziliyordu ta ki, kaldığım otel kapısının ahşap kapısına belirli bir ritimle vurulma sesini duyana kadar.
" Ursula hanım, ben Edirne müze müdürlüğü rehberi Mustafa hoca. Gelebilir miyim? "
Ne? Osmanlı sergisinde ki tabloların hikâyesini anlatan müze rehberi, neden otel odamın kapısı önüne kadar gelmişti bilmiyordum. Kapı ardında ki hocanın yaşlı bedeninden, yaşlı sesini duyduğum saniye kendime bile anlamadığım bir his ile hocaya saniyesinde kapıyı açtım. Açtığım saniye, bütün herkese kolay kolay göstermediğim sıcacık bir tebessüm yayıldı dudaklarıma.
" Sizi böyle rahatsız etmek istemezdim. Fakat, Türkiye İstanbul Topkapı Saray birliğinin müzesi tabloyu roman yapmanız konusunda anlaşmazlık çıkardı. "
İşte, işte beklediğim kötü haber kendisini çoktan kalbime doğurdu.
" Ama hocam, bu çocuk oyuncağı değil. Romanın 1. Bölümünü platformda yayınladım ve okurlarım, çoktan olumlu tepkiler vermeye başladı. Şimdi, romanın bölümünü kaldırdığım an, okurlarımı yarı yolda bırakmış gibi olmakla kalmayarak bu acılı hikâyeyi herkesten gizlemiş olacağım. "
Müze rehberi hocanın göz altları kırışmış yanaklarına kırık bir tebessüm konuldu sanki. Tıpkı Edirne şehrinin saray içerisinde yanmış, has bahçe güllerinin hikâyesini anlattığı anlar gibi.
" Burası Türkiye, ve hükumet kendisinin işine yaramayan her şeyi tarihten silmeye çabalar, siler. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun kendi kötü hikayelerini silmesi gibi. Ursula hanım, ya da Elif diye hitap mı etmeliyim? Bu sözlerim, kulağınıza küpe olsun. "
Müze rehberi hocası haftalardır araştırma yüzünden tıkılıp kaldığım,4 duvar arasından sıyrılarak çıktığı saniye kendimi bedenimin dibinde duran kocaman yatağa attım. Tam her şey oldu, aylardır izin almaya çabaladığım hikâye ayaklarım önüne kendisi tıpış tıpış geldi dediğim saniye bütün umutlar yeniden tepetaklak oldu.
Yeşil gözlerime sabah çektiğim sürme şehrin sıcaklığı etkisiyle göz pınarlarımdan çoktan akıp gidiyorken, akşamın kaçı olduğundan haberim yoktu olmasını da istemedim. Masanın üzerinde ki dağınıklık içerisinden kaçmak istediğim için, otel odasının ahşap kapısını sertçe çektiğim saniye biraz önce duyduğum habere gözlerimi devirmemek için zor duruyor, otelin koridorunda kayıt yapmak için bekleyen kalabalık arasından sıyrılarak Edirne'nin meşhur Bedesten çarşısına gidiyordum bile...
Tarih, tarihte biz kimdik? Hangi rolü üstlendik? Ve hangi hikâyenin ya yan rolü, ya da ana kahramanı olduk? Bilmiyordum. Ben insanların geçmiş tarihte ki bedenlerinin, veya ruhlarının şimdi ya da gelecekte yeniden başka bir bedende can bulduğuna ve o bedene renk verdiğine inanıyordum. Bu saçma düşüncelerim o kadar fazla hayalperest geldi ki, bütün aşk romanlarını, şiirlerini okuyan kız kardeşim Mahinur' a bile ters gelmişti.
Müze rehberinin turistlere bahsettiği meşhur Bedesten çarşısının giriş kapısı önünde duran beyaz elbiseli bedenimin bakışları, siyah saçlarım üzerinde ki duvarla birleşmiş hafif eğri, semerli Bedesten duvarı altından içeri girmemi bekliyordu sanki.
Korku. Bacaklarım çarşının içerisinde, giriş kapısının uzaklığında bile fark ettiğim beyaz taşlarla yapılmış avluya girmek için titriyordu. Bu aptal his, bu şehire geldiğimden beridir tenimde, ruhumda, düşüncelerimde, yatağımda, saçlarımda ve nefes aldığım her yerde benimle gezinen bu saçma his tüm, bütün varlığı ile çarşı içerisinden yükselen satıcı sesleriyle daha da şiddetlenerek sol yanıma sancı soktu.
Sol yanımda ki omuz boşluğum ve kalbim arasına sanki keskin, delici bir bıçak ya da ok yemişim gibi sızlayan tenime ve aptal kendime anlam veremedim. Haftalardır bu şekilde hissettiğim tüm her şeye tekme atmak, ya da o şeyleri parçalamak istiyordum fakat kendime sahip olmayı becerebildim.
Çarşının başım üzerinde ki eğik duvarı altından içeri asırlardır varlığını koruyan, müze rehberinin anlata anlata bitiremediği avlusu ortasına kalabalık arasından sıyrılarak ilerlemeye çalıştığım her saniye satıcı sesleri daha fazla siyah saçlarım, ardında ki kulaklarıma doluyor sanki asırlar önce bu avluda, bu sesleri tanıyormuşum gibi olan aptal hislerin acısı boğazıma düğüm oluyordu...
...Meraklı turistler Edirne sarayını gezdikten sonra kabile halinden ayrılarak şehrin, dört bir yanına cümbüş gibi saçılarak geziyordu. Bu durumu her gün araştırma yapmak için otelden çıktığım günler şehrin tarihi, anıt veya padişah mezarları olan yerlerinin nefes alınmayacak kadar yer olmamasından anlıyordum.
" Gel vatandaş gel! Dillere destan Bedesten çarşısının, kumaşlarına gel! "
Bedesten çarşısının beyaz taşlı tarihi avlusunda ne yapacağımı, bu iğne atsan düşmez kalabalık yerin içerisinden nereye gideceğimi dahi bilmezken sıra sıra ahşap odundan yapılmış satıcı tezgahlarının en başına bedenimi kalabalık arasında ki, yoğun iç içe geçmiş durum içerisinden zorla çıkararak kendimi attım. Attığım saniye, daha fazla Türk parası kazanmak isteyen baharat, kıyafet, takı ve portre satmaya çalışan amcalardan birisi başıma üşüştü.
" Ne istersin güzel kızım? Bu çarşının tarihinde sumak çok ünlüdür. Sumak ister misin? "
Yaşlı satıcı öyle içten gülümseyerek elinde ki malları akşam üzeri, daha fazla müşteri gelmeyeceğini bilerek bana satmaya çalışıyordu ki başımı olumsuz anlamda sallayarak hayır diye kendimi ifade etsem dahi ahşap tezgah başında dikilen amca çarşının kalabalığına rağmen, ardımdan bana bağırmaya ve bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
" Tamam gel evladım! 50 TL'ye de olur! "
Satıcı amcanın sesi kalabalık arasında tıpkı tezgahı üzerine dizilen, ve bana satmaya çalıştığı ürün sumak baharatı gibi un ufak olarak dağılıyor ben ise amcadan ve kalabalığın o tatsız, nefessiz alanından kurtulmak için kendimi bilmediğim yere atıyordum. Bedesten çarşısına Edirne şehrine geldiğim günden beridir gelmek istiyor, ama ya araştırmadan ya da çeşitli sorunlardan dolayı buraya gelemiyordum.
Edirne şehrinin akşam karanlığı iyiden iyiye kalabalık arasından sıyrılarak, teller çekilmiş, yasak işaretleri konulmuş ve devlet tarafından girişi koruma altına alınmış ara sokaklara geldiğimi anladığım saniye bu labirent kadar dar olan çarşının sokaklarından çıkmak istedim. Ama, ama yine bir şey beni burada kalmaya çoktan ikna etti.
Müze rehberinin turistlere anlattığı Bedesten çarşısı hakkında zaten biraz bilgim vardı, ama ben bu aptal çarşıya hissettiğim aptal duyguları bastırmak için otelde daha fazla araştırma yaptım. Bedesten Türkiye ve Osmanlı İmparatorluğunun tarihinde en eski ve ilk olan çarşısına sahipmiş. Edirne şehrinin 1690, 1720 tarihinde yaşayan, saraydan bağımsız olan halkı bir zamanlar bu çarşıda yaşamış. Hatta o zamanlar 8 veya 9 ara sokağa sahip olan bu çarşı savaş ve tarihi eskimeden dolayı 5 ara sokağa düşmüş.
Bunlardan yalnızca 1, 2, 3, 6, ve 7. Ara sokakları kalmıştı. Acaba, tarihte kadınların okumasına ilham olan, şimdi ki modern Türkiye kadınlarının eğitimine yalnızca o dönemlerde bile destek olmaya çabalayan Elif Hatun burada yaşamış mıydı? Araştırmacı ve yazar yönüm o kadar fazla merak içerisine girmişti ki, kendimi 7. Ara sokak olduğunu bildiren tarihi duvara asılmış tabela altında sokağa girerken buldum.
Devlet, hükumet özellikle bu alana girmeyi yasaklamış olacak ki sayısız çekilmiş bant, siyah demirlikler ve girilmez yazısı asılan tabelalar vardı.
" Kurallar, yasaklar çiğnenmek için vardır. "
Kendimi bu metotu kullanarak girmeye ikna ettiğim saniye, çarşının galiba duvarlar ardında kalan avludan yükselen satıcı, turist sesleri bu ara sokakta bile kulaklarıma ulaşıyor ve gerilmeme sebep oluyordu.
Eskimiş ve kireçleri hâlâ dökülmeye devam eden duvarlar arasından siyah demirlikler örülmüş engebe üzerinden, beyaz kumaşlı kıyafeti kurtararak atlamaya çalışıyorken duvarlara asılmış aydınlatma ışıklar ikide bir yanıyor nefessizlikten ve yakalanma korkusundan dolayı kızarmış yüzüme tokat gibi çarpıyordu derken bedenimi sert bir beton üzerinde buldum.
" Umarım bu yer popumu feda etmeme değmiştir. "
Türkiye Tarih, sanat ve müze birliğinin muhtemelen çektiği siyah demirli teller üzerinden görevlilere yakalanmamak için bedenimi umursamaz şekilde nere, denk gelirse diye attığım için kalça kenarımı beton yere iyi vurmuştum.
Tarihin vermiş olduğu zarar ile zaten dökülmeye muhtaç olan duvarlar, bedenim ara sokağın kumlu yerine düştüğü vakit duvarda ki beyaz renkli kireçler daha fazla düşerek kendisine asılı insan hareketi ile aydınlanan ışıkları da beraberinde yakmıştı.
Bedenimi ve saçlarımı kumlu yerin üzerinde toparladığım saniye, daha fazla zaman kaybetmemek ve kimseye yakalanmamak için kalça kenarımda oluşan ağrıyı bile umursamayarak önüme gelen ilk ahşap kapıyı ittim. İttiğim saniye, Edirne şehrinin tüm saklı tarihi bu fakir evin yarı aydınlatılmış avlusunun ortasından ederek yüzüme çarptı.
Beyaz duvarları olan, ve karşı karşıya dikilmiş iki küçük bina ortasında kalan mermer betonlu yer, o yeri süsleyen mermer renkli çeşme, eskimiş alt kenarları soyularak kendisini ittiğim zaman odun parçaları, mermer avlu taşlarına dökülen kapı üzerinde büyümüş kocaman yaprakları olan hurma ağacı.
Tarihi Bedesten çarşısının içerisinden yükselen sesler bile, bu eve girdiğim saniye o kötü, kırık ahşap odundan yapılmış kapı ardında kaldı sanki. Mermer renkli avlunun betonunda içeriye her adım atmamda yankılanan topuk sesleri, sanki çok önemli anlara şahit olduğunu bağırmak ister gibi beni uyarıyor her zaman sıcak olan Edirne şehri bu kimin olduğu bilinmez evin avlusunda rüzgâr gücünü belirtmeye devam ediyordu.
Bu ev, 7. Ara sokakta ki bu büyük avlulu tarihi ev. Devlet ve müze birlikleri tarafından neden bu kadar koruma altına alınmış şekilde duruyor, neden onca siyah demirli teller turist kabilesinin geçilmemesi için konuyor merak ediyordum. Yeşil gözlerimi kapadım, araştırma yüzünden Bir Küçük Türk Kızı tablosunun hikâyesini araştırma yaptığım yüzünden uykusuz kaldığım geceler, gündüzler birbirine karışarak bu tarihi evin avlusunda rüzgâr esintisini ninni yaparak bedenimi bu yerde daha fazla tutmak istiyordu sanki.
Ama bir nefes sesi, bir varlık belirtisi kendisini bu eskimiş evin avlusunda varlığını doldurana dek.
Korktum, bugüne dek kimsenin, herhangi bir olayın karşısında korkmadığımın aksine ilk kez korktum. Avlunun ortasında, çarşının ta diğer ucunda ki yasaklı bölge içerisinde dikilen bedenim kesinlikle müze görevlisi ya da daha kötüsü tarihi eserleri koruyan devlet görevlileri tarafından yakalanmıştı. Bu lanet yerden kaçmam, ve uğuruna bu yer için feda ettiğim kıçımı kurtarmam gerekliydi.
Çantamın içerisinde ki kalabalığa el attığım saniye, elime kesici ne olursa olsun fark etmez bir şey bu avlunun eskimiş kireçli yerlerine asılan yarı aydınlatan ışığı altında işime yarayacak bir şey aramayı sonunda bitirdiğim saniye, bir an bile duraksamadan ve sakin şekilde düşünmeden kendimi koruma içgüdüsü ile ardımda ki varlığını hissettiğim kişinin boğazına gündüz içtiğim kola şişesinin kesici yerini bastırdım.
" Asla buradan ayrılmama sessizce izin vermez, ve gitmeme bir şekilde engel olursanız şah damarınızı müze rehberi hocamın üzerine yemin eder ve keserim! "
Flasback sahne. Bir Küçük Türk Kızı 1. Seri, 2. Bölüm alıntı.
" Zinhar Han' dan ayrılmama sessizce vermez ve gitmeme bir hususla engel olursanız, şah damarınızı medrese hocamın saygısına kadar yemin biçer ve keserim! "
Soğuktan üşümüş burnumun ucu geniş omuzlarının sağ kısmına değerken hızlıca aldığım ve verdiğim nefes soluğum kuşaklarından, içeri sızıyor ve eminim bugüne dek hiç görmediğim yüzünün çıplak tenine değiyordu.
" Yoksa size bu bilgiyi bahşetmediler mi? Akıncılar öğün olarak Bedesten sokaklarında gezinen küçük hatunların kalbini yerlermiş. "
Kalbimin hizasında tuttuğu hançeri yavaşça sol yanımdan aşağı indirdi hançer kalp hizamdan indiği saniye, rahat bir nefes verdim korkudan bile nefesimi hançer indiği saniye tuttuğumu hızla vermekten anladım. Kendi kendimi ne kadar bu akıncı başı karşısında cesaretlendirerek baş kaldırsamda ama yine de ürktüğümü hissettim...
2023 zaman dilimi. (Tekrar günümüz.)
Gerginlikten ve yakıcı güneşin ardında avluya bırakılan soğuktan dolayı üşümüş olan burun ucum, avlu ortasında muhtemelen görevli olan adamın geniş omuzlarına akşam karanlığı içerisinde değiyor adamın omuzuna değen burun ucuma, sırtına değen deli gibi atan kalp atışlarımda eşlik ediyordu.
Nefeslerimiz, bu fakir ve tarih kokan avlunun ortasında, çeşmenin bomboş mermer taşı yanında dikilen bedenlerimizin nefesleri birbirine karıştı. Öyle gibi geldi ki, tanımadığım omuzlarına baskı yaparak, boğazına gündüz içtiğim kola şişesinin kesici yerini tutarak tehdit ettiğim adamla nefes soluklarımız asırlar, yıllar, evrenler sonra birbirine bu denli özgür kavuştu sanki.
" Önce yasaklı tablo, daha sonra yasaklı ev? Dejavu olduğumu hissediyorum. "
Ah, ahhh... Bu adam, tablonun hikâyesini Roman yapmama izin vermeyen adamın ta kendisiydi. Adamın boğazına baskı yaptığım kola şişesinin camını, teninden çektiğim saniye o bedenini bana dönmeden ara vakitte kalan zamandan faydalanarak gözlerimi devirdim. Adamın ela renkte ki gözleri, girmemin yasak olduğu evin beyaz duvarlı iki binası arasında kalan, ela gözleri loş ışıklar altında daha farklı bir renge büründü sanki. Yüzü, mimikleri anlamsız ve sertti ta ki onun canını tehdit ettiğim nesneyi elimde dikkatle inceleyerek görene dek.
Esmer teninde, hafif sakallarında, sol göz kapağından başlayarak çenesine inen bıçak gibi çizilmiş yarasında gezinen tüm ciddiyet kayboldu bu evin kireçli duvarlarına karıştı sanki.
" Ne o? Beni içtiğin kola şişesiyle mi öldürecektin has bahçe gülü. "
Gülümsedim. Yeşil gözlerim avlunun duvarlarına asılmış yarı aydınlatma yapan, loş ışık altında devrilirken elimde ki çantayı karnına geçirdim karşımda ki Mahir isimli adam ise gülmeye devam etti.
" Has bahçe gülüymüş! Siz küçük prens kitabını çok okuyorsunuz galiba. Ayrıca, ne sinsi sinsi ardımdan geliyorsunuz? Yoksa bu ev, Bedesten bile sizin toprak altından bulduğunuz kalıntı mı? "
Avlunun, avlunun ortasında kalan ve evi süsleyen avlu çeşmesinin içerisine yayılan gülüşü tıpkı bahsettiği has bahçe güllerinin yaprakları gibi soldu. Yarı tarihi evin mermer yerini ve taşlarını aydınlatan loş ışık, bedenimle kendi bedeni arasından saygı çizgi boşluğunu oluşturmak için geriye adım attığında ışık altına giren bedeni ve yüzü ela gözlerinde ki, uzun kirpikleri daha da belli ediyor gözleri, gözlerimde uzun süre kalmaya korkuyor gibiydi.
" Ne yazık ki ben burada kazı yapmakla görevli değilim. Keşke olabilseydim belki sizi bu yasak yere girdiğiniz, sorundan ve alacağınız cezadan kurtarabilirdim. "
Aramıza çektiği saygı sınırı çizgisine girmemizin Devlet tarafından yasak kılındığı yerin, çeşme başında ki karşı karşıya duran bedenlerimizin boşluğunu aramızda esen ve ahşap kapının üzerini kaplayan büyük hurma ağacının yapraklarına dolan rüzgâr çarşının avlusunda ki turist ve satıcı seslerine içerisine alarak aramızda mutlak bir sonsuz sessizlik bıraktı.
" Merakım bedenimi buraya attı, peki sizin neyiniz bedeninizi karşımda durduran güçlü bir duygu içerisine hapsetti? "
Utançtan mı yoksa, korku veya anlamsız bir duygudan mı bilemem yüzüne bakmaya cesaretim yoktu, cesareti yoktu. Yeşil gözlerimin içerisine çektiğim sürme, siyah sürme göz pınarlarıma akmaya devam ediyor ben ise sorduğum sorunun cevabını tarihi çarşının kapanış saati gelmeden duymayı bekliyordum.
" Bu soruyu kendime bende soruyorum, ama bugüne dek hiç cevap alamadım. İnan bana, boğazımı kesmek için dayadığın kola şişesinden bile bu duygu daha saçma bir şey yazar hanım. "
Gülümsedim. Bu kez her zaman insanların gözleri önünde yaptığım gibi değil, tebessüm eden dudaklarımı elimin, parmaklarımın altına esir ederek gizlemeden gülümsedim.
" Az önce Edirne Sarayının meşhur has bahçe güllerinden birisiydim, şimdiyse gözünüzde yazar mı oluverdim? "
Gülümsedi. Bedesten tarihi çarşının girmemizin yasak olduğu 7. Ara sokağın beyaz, kireçli duvarlara sahip olan evininin avlusunda gülümsedi. Aramıza çekilen saygı sınırları, devlet izinleri ve devlet görevleri yoktu. Yalnızca Mahir, ben ve tarihi evin yıkılmaya yüz tutmuş evin duvarları vardık.
" Senin Sarayında ki insanlar. " Dedi akıncı başı, " Aynı bahçede beş bin tane gül yetiştiriyorlar. Ama aradıklarını bulamıyorlar. "
Bu hikâyeyi, bu repliği biliyordum. Müze rehberi has bahçe güllerine çizilmiş olan tabloların hikâyesini anlatıyorken, akıncı başı Mahir'in Elif'e olan, Bedestenli kıza olan aşkını o dönemde ki asırlar önce olan akıncı askeriyle aralarında geçen onlara göre basit olan bir kaç söz, Türkiye Tarih, sanat, resim birliği görevlileri için ise altın değerinde olan bugüne dek kendisine koruyarak gelen Mühimme defterine yazılmış sözlerdi.
Bu adam, karşımda çeşmenin diğer tarafında dikilen ve aramıza saygı sınır çizgisi çizebilen adam bu replikleri nereden biliyordu, bilmiyordum ama repliğe devam etmesini beklemeden dahi araya girdim.
" Bulamıyorlar dedim. Oysa has bahçede aradıkları tek bir gülde, bir damla suda bulunabilir..."
Aramızda ki boşluğu asırlar önce Osmanlı deftardarların tarihi yazan kişilerinin, defterine sayfaları arasında bulunan akıncı başı binbaşısının sözleri doldurdu.
Yakıcı, burnumun içerisine dakikalar önce tezgaha dizilmesinden dolayı çektiğim sumak kokusu gibi burnumun direğini yakıcı bir his doldurdu. Bu his, Bedesten çarşısının avlusunda ki gece içerisinde kendi kendisine boğazıma düğümler çiziyor asırlar önce halifelerin yazdığı şarkı sözlerini tarihi Çarşı çalgıları avludan yükselen sesle bu repliklerin üzerine toprak gibi kayıyordu.
" Garip dervişten duydu, adını aşk koydu.
600 sene bekledi, gönlünde yer etti.
Dile geldi ey sevda, anlattı yılanın aşk hikâyesini.
Sevenin sevdası bambaşka, yılanın zehri aşkı damlıyor işte!
Bir Küçük Türk Kızı yılandan uzaklaştı.
Akıncı yüreğine kızı koydu, yandı yüreği kavruldu..."
Efsanelerden ve yazıtlardan okuduğum efsanenin şarkısı, Bedesten tarihi çarşısı çalgılarının dudaklarından dökülerek duvar ardında kalan avlunun, ara sokak duvarına bir çocuk olmuş dizleri üzerinde atlamış ta özellikle beni, bizi bulmuş gibiydi.
Yüreğim, duygularım şarkının tınısını, sözlerini ve çalgıların elleri altında çalınan ud ve çeşitli keman seslerine eşlik eden darbuka seslerini tenime kazıdı sanki.
Bir kaç dakika içerisinde sokak çalgılarının parmakları altında çalınan, ve bütün notalarına, hassas tellerine basılan o enstrümanlar oldum sanki.
Mahir, tablonun bulunma hikâyesinin sahibi olan Mahir avlunun duvarlarından eskimekten dolayı, yıkılmaya yüz tutmuş evin duvarlarının üzerinden bile aramızda ki boşluğa dolan Bedestenli kız ve Akıncı başının aşkını temsil eden çalgıyı duyduğu saniye zaten mermer beton yere değen ahşap kapının odunlarının soyularak döküldüğü çıkış kapısına hızla yürüdü. Aramızda ki boşluğu daha da açıyor, yüzüme bile bakmayacak şekilde çarşının avlusundan yükselen şarkıdan ve benden kaçıyordu.
" Dur! "
İçimde haftalardır biriken tüm duyguları tek bir kelimeye sığdırdığım an, o basit bir kelime bile Mahir'in avludan uzaklaşan bedenini durdurmaya yetti.
" Seni, birbirimizi daha önceden tanıyor muyuz? Çünkü ben, karşımda bugüne dek görmediğim adını bile duymadığım bir yabancının her hareketini ezbere biliyor gibiyim. Mahir, adının her hecesini dudaklarım daha önceden ezber yapmış gibi. Adını o kadar fazla sesli söylemişim ki, bugüne dek dudaklarım seni gördüğü andan beridir acısını çıkarmak için diyemediği tüm yıllar boyunca demek istiyor! Neden, neden böyle hissediyorum bana cevap ver! Neden, neden sana baktığım saniye kalbim çok acı bir şey olmuş gibi sancıyor! "
Çarşının avlusundan yükselen turist, satıcı amca sesleri ve anlamsız uğultulu konuşmalar dudaklarımdan dökülen sözlerle soldu gitti. 7. Ara sokakta ki evin avlusunun duvarına ve, bakmaya nedense cesaret edemediğim avluyla bitişik odanın penceresi önüne Mahir ve benim yansımam doldu.
Sesim, avlunun içerisine dolan sesim o kadar fazla sanki asırlar önce acı çekmişim ve sol yanıma koca ağır bir kılıç darbesi alarak hayata veda etmişim gibiydi ki. Yanaklarıma ne zaman yaşlar sokuldu, ne zaman yeşil gözlerimin pınarlarına gözyaşları dolarak bakış alanımı bulanık yaptı farkında bile değildim.
Sözlerim, tuhaf, saçma ve anlamsız sözlerim kapı kulu bile olmayan evin ahşap yarı soyulmuş odunu üzerinde, kapıyı iterek açmayı düşünen sol eli sözlerimle kapının eşiğine düştü. Başımızın kubbesinde, gökyüzü üzerini kapatan büyük hurma ağacının büyük yaprakları sesimle daha fazla titredi sanki.
Gözlerimden, göz pınarlarımdan yanaklarıma o kadar fazla yaş süzülüyordu ki ağlamaktan göğsüm sıkışıyor, ağlama hıçkırıklarım boğazımı yakarak evin avlusunun duvarları üzerine salınıyordu.
Daha fazla ağladım, tüm güçlü durma maskemi, güçlü durma oyunlarımı, yazarlık yönümde ki soğuk baskıyı kenara bıraktım. Bıraktığım saniye ağlamaktan dolayı birbirine yapışmış kirpiklerim altında bedenim, kuvvetle geriye sarsılarak kendisine uygulanan baskıyı umursamadan başım, siyah uzun saçlarım kapı eşiğinde duran Mahir'in göğsüne karıştı.
Tarihi evin ahşap kapısının yarattığı boşluk,
aramızda asırlarca özenle inşa edilmiş boşluğu ne zaman doldurdu bilmiyordum bile. Yalnızca onu bugüne dek tanımadığım, ismini dahi haftalar öncesine kadar bilmediğim adamın kalbinin üzerine sığınarak kollarımı sırtına sardım. Fakir evin yıkılmaya yüz tutmuş avlusunun ortasında, birbirimizin tenine asırlar boyunca ne medeniyetler, ne devletler ne savaşlar, ne doğumlar boyunca sarılmamış gibi sokuluyor daha önce kokusunu bile koklamadığım adamın bilmediğim kokusunu burnumun sızlayan direği arasından çekerken asırlar boyunca bu kokuyu aramışım ve asırlar boyunca bu kokuya kavuşmayı beklemişim gibi saçma sapan bir his yüreğime uzanıyordu.
Kollarım, kolları sırtımı ve belimi o kadar fazla sıkı sarıyordu ki sanki binlerce yıl, efsane içerisinde geçen 600 sene boyunca kolları bedenimin varlığını arıyormuş biçimde beni sıkıca sarıyordu.
Hiç bir söz söylenmedi, hiç bir anlamsız boşluk aramızda olmadı. Yasaklar, görevler, rütbeler hiç birisi yoktu bu sefer. Özgürlük. Sanki asırlar önce uğuruna her şeyi vermiş gibi hissettiğim özgürlük vardı.
" Şhh geçti, geçti has bahçe gülüm. Ben seni nasıl tanıyamam kız bana hadi! O zaman ki gibi öfkelen bana, 1690 zamanında gibi gözlerini devir bana hadi! "
Hıçkırıklar, yanaklarıma dökülen yaşlar nefes almama dahi izin vermiyor ellerim, parmak uçlarım ve hatta kollarım akıncı başının, akıncı başımın tenine değdiği her salise şiddetle kasılarak titremeye devam ediyordu. Bu ev, bu yabancı ev bir zamanlar benim büyüdüğüm evin avlusunda, asırlar sonra özgür bir ülkede özgür bir Türkiye' de Bir Küçük Türk Kızı yeniden kendini buldu.
" Buldum seni, buldum seni Mübre. "
Daha fazla ağladım. İçimde dur durak bilmeyen gözyaşı okyanusu içimde ki tüm bu ana yazdığım yazıları kusmaya çabalıyor, tüm kitaplarıma, romanlarıma yazdığım ela göz renginin hayallerimde kime ait olduğu kendini bu fakir avlunun fakir mermer taşları üzerinde gün yüzüne çıkarıyordu. Doğruldum.
Kollarım, kolları asırlar boyunca birbirimize kavuşmamıza engel olan yasağın kolları bizi özgür bıraktı. Bedenini, bedenimi kendinden ellerimde ne kadar güç kaldıysa titremeye devam eden parmak uçlarımla, tenimin altında ezilen ve kendini belli eden sert göğsünü iterek yüzüne baktım.
Yüzüne yansıyan büyüdüğüm evin avlu duvarlarına asılan ışıklar, yarı loş ışıklar diba kumaşlarının olmadığı, dilenci babasının sonunda özgür bıraktığı tüm yüzüne vuran ışıkların altında yüzüne doya doya baktım. Padişahların, Osmanlı hanedanının yasaklarının, kadın erkek eşitsizliğinin olmadığı özgür bir zamanda, özgür bir gece gökyüzü kubbesinin altında ki yüzünün yaralı sol yanağına elim gitti...
Avucumun sıcaklığıyla ezilen yarası, sol yanağı şefkatim ve özlemimle titredi. Ela gözleri, diba kumaşlarının sıkıca sarılmadığı, sargılarının olmadığı ela gözlerini huzurla yavaşça kapadı sanki. Asırlar boyunca bu teni, bu ruhu, bu sesi kulakları, gözleri, teni ve aşkı beklemiş gibi huzurla gözlerini kapadı.
" Duydum ki, Osmanlı İmparatorluğundan getirilen güller yalnızca bu tezgahta satılıyormuş. "
Flasback sahne. 1720, Horasan İmparatorluğu. 2. Seri, 12. Bölüm.
" Duydum ki Osmanlı İmparatorluğundan getirilen güller yalnızca bu tezgahta satılıyormuş "
Ne? Daha yeni yaralarımın üzerine köhne evin içerisinde giydiğim kırmızı renkli sarinin tüllerine, akıncı başının sesi çöl vahasının gecesi içerisine bir gizli ibadet sırrı gibi doluyor bense kırmızı peçe altında kalan yeşil gözlerimle beraber bugüne dek diba kumaşlarının yüzünde hüküm saldığı gözlerine bakıyordum.
" Güllerim çok özeldir zira Osmanlı toprağında yetişen en güzel Bedesten gülü yıllar önce bir adamı özgür yapmıştır "
Zinhar diba kumaşlarının altında kalan ela gözlerini ve başını çölün kumlu yerinden ayırmayan Mahir, sesimi duyduğu salise gözlerini ve başını peçe altında kalan yüzüme kaldırdı.
" Geldin... Has bahçe gülüm isyanı başararak geldin..."
2023 yılı. (Tekrar günümüz) Bedesten çarşısı, Elif'in ev avlusu.
Avucum, sıcak avucum sol göz kapağından başlayarak çenesine kadar inen kılıç kesiğini sanki iyileştirecekmiş gibi devam ediyor Mahir, benim Mübrem ise siyah uzun saçlarım arasında diba kumaşlarının sarmadığı, bütün vücudu babasının, dilenci babasının esirinden kurtulmuş olarak yanımda durarak saçlarım arasında geziniyordu.
" Güllerim çok özeldir zira Osmanlı toprağında yetişen en güzel Bedesten gülü asırlar önce bir adamı özgür yapmıştır..."
Yazar bakış açısı.
Bugüne dek, tarih bilinmeyen insanların, bilinmeyen duygularını bir lanet ağıtı gibi yutmuştu. Bunlardan biriside, fakir bir evin, fakir bir çeşme başının yanında birbirini asırlar sonra bulan, yalnızca birbirini bulmak için yeniden dünyaya özenle getirilen iki aşığın aşkını yuttu. Ama bu aşk, bu zehirli aşk o kadar kuvvetli çıktı ki ne bir rüzgar şiddetine ne de bahsi geçilen Horasan çölünün kumlarında mezar olmadı. Has bahçe gülü yağmur gördü, kar gördü, dolu gördü, sıcaklık gördü, rüzgar gördü ama solmadı. Bir Küçük Türk Kızı ve Akıncı başının hikâyesi hiç bir zaman kolay olmadı. İmkansızlık ile başladı, imkansızlık ile bitti. İnsanlar, Bedestenli tüccarlar ve Saray halkı bile bu aşkın başlangıç noktasının imkansız olduğunu bile bile birlikte olmaları için dua ettiler. Mahir Elif'e her evrende aşık oldu, ama hiç bir evrende kavuşamadı...
Evet Elif henüz 20 yaşında olmasına rağmen öyle bir sivri zeka ve özgürlüğüne düşkün bir Türk kızıymış ki herkes ona bu aşk ve kahramanlık hikayesinden sonra yaşından dolayı Bir Küçük Türk Kızı diye lakap takmış. 1690'da Edirne'nin en büyük çöküş zamanlarında Has bahçede özgürlük için canını vermeye hazır iki Türk kökenli erkek ve kız tanışmış. Elif özgürlük için kadınlara medrese hükmü getirmek için hünkara söz vermiş ve bu sözü, bu iki aşığın sonu olmuş. Halkın dediğine göre Mahir o Bedestenli Elif için 100 kırbaç, askerini öldürme, Venedik savaşı ve akıncı birliğini kaybetme gibi şeyler feda etmiş. Şimdi ise efendimiz Timur'a esir düşerek o çok sevdiği özgürlüğünü. 1690 yılında iki aşıkta birbirlerini yıllarca görmemiş ve ölmüşler başka bir zamanda başka bir evrende yeniden birbirlerini bulmak için.
Buldular da, bazı insanlar hiç kavuşamasa, hiç tanışamazsa dahi birbirine aittir. Bazı insanlar ise, birbirine ait olduğu diğer yanını bulur ama aptallığı yüzünden asırlardır aradığı diğer yanını her zaman kaybeder. Tarih kaybedenleri yazar, kazananları değil.
Yazar Elif ve Arkeolog Mahir 2023 evreninde kavuştu.
Bedestenli Bir Küçük Türk Kızı Elif, ve Akıncı başı binbaşısı ise 1690, 1720 evreninde sürekli onlara dayatılan yasaklar içerisinde kaybolsalar dahi birbirlerini bütün evrenlerde aramaktan vazgeçmediler.
600 sene, şarkılarında geçtiği gibi birbirlerini beklediler.
Garip dervişten duydu, adını aşk koydu.
600 sene bekledi, gönlünde yer etti.
Dile geldi ey sevda, anlattı yılanın aşk hikâyesini.
Sevenin sevdası bambaşka, yılanın zehri aşkı damlıyor işte!
Bir Küçük Türk Kızı yılandan uzaklaştı.
Akıncı yüreğine kızı koydu, yandı yüreği kavruldu...


| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 437 Okunma |
9 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |