
18.Bölüm: Hayat Mahkemesi...
Barut Aslan...
Öğlen yaptığım ayılığı telafi edecek ya da kendimi haklı çıkaracak yönüm yoktu. Sevdiğim kadın, aşık olduğum kadın, öylesine güçlü ve zekiydi ki ben olmasam bile oradan sağ salim saçının teline zarar gelmeden çıkardı. Bir kadının böylesine güçlü ve çevik olması kesinlikle ve kesinlikle onur duyduğum bir şeydi. Ancak sevdiğim kadını içeride psikopatın biriyle baş başa bırakmanın kalbime yüklediği ağırlığı anlatmayı bırakın dilimin ucuna gelmesi bile ruhumu bedenimden ayıracak gibi oluyordu.
Her adam olduğunu bilen erkeğin hayali Pırıl gibi bir kadın olmalıydı bana göre. Başı sıkıştığında korkup kaçmayacak, yanındayken zamanın durması için yalvartan, güçlülük kavramının insanlara ait olduğunu ve kendini bir halt sanan sözde insanlara gerçek gücü gösterebilecek bir kadın... her adamın hayali olan kadın hayatım olmuştu. Nasıl endişelenmeyecektim?
Ama endişemi onun kalbini kırmaya kullanmam kesinlikle bir bencillikti. Ama bana da hak verin... yıllar önce biriktirdiğim parayla onun için aldığım teklif yüzüğünü tekrar cebimde taşımaya başlamışken yeniden o yüzüğü kutuda sonsuzluğa terk etmek aklımı kaçırmama sebep olurdu. Zaten bir aydır teklif edecek ortamı yakalayamıyordum. Gerçi muhtemelen biraz daha teklif etmezsem karım benim yerime kendine evlilik teklif edip nikah masasına fırlatacaktı beni. Yapar biliyorsunuz...
Gün sonu eve geldiğimde hazırlanmış masayla bana kıyamayan güzelimin yine annesinden aldığı yeteneklerini konuşturduğunu anlamıştım. Gece sonunda benim miyavlamalarım eşliğinde affedilmiş ve birbirimize sarılarak uyuma evrenine geçmiştik.
Gecenin köründe telefonlarımızın son ses çalmasıyla ikimizde hızla açmıştık. İstasyon şefimiz yirmi beş dakika içinde ekibi toplayıp hazırlanmamızı söylemişti. Söylediğine göre vatanımızın toprakları üzerinde yüksek ölçekte bir deprem felaketi yaşanmış ve tüm şehirler organize olarak bölünmüş şekilde kurtarma, sağlık ve yardım olarak programlanmıştık. Bize en yakın deprem bölgesi ve ulaşmamız planlanan bölge Bolu ve Ankara’nın üst kısımlarıydı. Bolu’daki yıkım geriye sadece ihmaller bırakmıştı. Gittiğimizde göreceğimiz manzarayı tahmin edebiliyordum ne yazık ki. Durum ne yazık ki pek parlak değildi. Bolu, Bilecik, Sakarya, Bursa, Kütahya’nın belli bir kısmı, Ankara’nın belli bölgeleri, Balıkesir...
Fakat ne yazık ki durumun tehlikeli olduğu yer yıkımlara rağmen bizim bölgelerimizden ziyade sanayi şehirlerinde olacaktı. Sanayi şehirlerinde yıkım genellikle sanayiye uzak ve yakın olarak değerlendirilir. Sanayiye yakınsa toksik atıklarla dolu olma ihtimali de aynı oranda artar. Zaten tehlikeli olan durum daha da kötü bir hale gelirdi. Ve evden çıkmadan duyduğum kadarıyla Bursa’nın depremi sanayisini büyük ölçüde yok etmişti.
Otomotiv için kullanılan patlayıcı maddeler, tarım için kullanılan ilaçlar gibi birçok faktörü kurtarmaya dahil etmek zorunda olacaklardı. Üstelik karışmaması gereken maddeler karışırsa, süreleri de kısıtlanacaktı. Seçim yapmaları gerekecekti. Tüm şehrin zehirlenme tehlikesi ve ozon tabaksından minimum beş yıl daha çalmak mı yoksa hiçbir suçu olmadan iğrenç insanların yaptığı dayanıksız mezarlarda kapana kısılan insanları kurtarmak mı? Hal buyken bu kadar riskli bir seçimle baş başa kalmadığımız şükretmeli ve elimizden gelen desteği göstermeliydik.
Ben galiba fazla şanslı bir şerefsizdim. Yoksa sevdiği kadınla tehlikeli, aksiyonlu görevlere birlikte giden başka biri daha var mıydı? Bölge hastanemiz ve itfaiyemiz benim ve diğer yüzbaşı arkadaşımın rehberliğinde önce Bolu ardından Ankara olarak ilerleyecektik. Ankara'ya bizim ekibimizden küçük bir ekip, çoktan yola çıkmıştı bile. Evden alelacele çıkmış Pamir’i Ferah Hanıma bırakmak için yola çıkmıştık.
“Anneciğim bende ayrılmak istemiyorum ama gitmek zorundayım. Biz rahatça uyursak oradaki insanlar nasıl nefes almaya devam edecek bir tanem? Güzel oğlum...”
Pırıl Pamir’i ikna etmeye çalışırken dikiz aynasından baktığımda Pamir’in Pırıl’a sıkıca sarılmış ve dolu gözleriyle başını iki yana salladığını görmüştüm. Titreyen sesiyle konuşmuştu Pamir’im. “Anneciğim... bayşka anne yok mu? Sen yeni geyldin o anne giytsin olmayz mı? Babam gidecek hem... o heykesi kurtayır. Lütfen anneciğim giytme...”
Pamir gibi gözleri dolu dolu olan Pırıl kısıkça konuşmuştu. Sesi biraz artarsa ağlamaya başlardı. “Anneciğim, bir tanem... canımın içi... böyle yapma ne olursun. Biz ister miyiz seni gecenin bir vakti anneannene bırakıp senden uzaklara gitmeyi. Barut bir şey de oğlumuza be adam.” en sonunda gelen burun çekme sesiyle biraz daha konuşursa ağlayacağını fark etmiş olan Pırıltım topu bana atıp susmuştu. Ferah Hanımın yaşadığı sokağa girmemle hafifçe yavaşlamış ve elimi arkaya uzatıp Pamir’in minik ellerini elimin içine alarak konuşmuştum. “Babam... biriciğim, böyle yaptığında hem anne hem baba üzülüyor paşam. Anne ve baban zayıf ve korunmaya ihtiyacı olan insanları korumakla görevli. Ama sen böyle yaparsan biz nasıl oğlumuzun bizi beklediğini bilerek gönül rahatlığıyla insanları kurtaracağız paşam? Hem anne seni de kurtarmıştı kötülerin elinden bir tanem. Eğer insanlar süper kahramanını paylaşmadığını görseler üzülmezler mi? Benim güzel gözlüm. Ağlama artık babam.”
Pamir’in niye böyle yaptığını biliyordum. Terk edilmekten korkan herkes böyle yapardı. Onu terk edeceğimizden korkuyordu. Haklı çocuk gerçi. Bana baba dediği günden beri kaç defa bırakıp gitmiştim acaba? Bir noktada işimi mi bahane etmiştim kendime yoksa korkaklığımı mı? Gerçekten tepeden tırnağa korkak bir adam olduğumu sadece ışık altında fark etmeye başlamıştım. Hayatımın ışığı hayatımızdan çıkmamalıydı.
“Biliyoyum ben! Gideceyksiniz işte! Terk ed...” devamını getirmesine müsaade etmemişti Pırıl. Pamir’in başını hızla göğsüne yaslamış ve beni bile hayata bağlayan bir inançla konuşmaya başlamıştı. “Biz seni terk etmeyeceğiz Pamir Ege Aslan! Nereden çıkarıyorsun çocuğum bunları? Sen bana anne dedin mi? Dedin. Sen bu adama baba diyor musun? Diyorsun. Bitti. Bir daha o güzel ağzından duymayacağım! Acı biberi sürerim bak o minik ağzına. Cıs yok bundan sonra öyle kötü şeyler söylemek.” Pamir'in konuşası varsa bile şu an boğuluyor olabilirdi. Pırıl biraz fazla bastırıyor olabilirdi göğsüne Pamir’in başını. Benim başımı bassa keşke...
Evin önüne gelip arabayı durdurmuş ve hızlıca inmiştik. Saatime bakmıştım. Hala yirmi dakikam var güzel. Ferah Hanım alel acele kapıyı açmıştı. Hızlıca Pamir’imizi öpüp koklamış ardından koşarak arabaya binmiştik. Vakit dardı. Bekleyecek zaman yoktu. Önce Pırıl’ı hastaneye bırakmış ve hızla itfaiyeye gelmiştim. Neyse ki ekibim ile fazlaca deneyime sahiptik. Yine de hızlı bir özet geçmem gerekiyordu. “Beyler! İstikametimiz Bolu’dur! Yanınıza alacağınız yedek üniformalarınızdan, büyük ölçek çantanızın tam olduğundan, ilk gün için yetecek suyunuz ve çelik halatlarınızın hazır olduğundan emin olun. On dakikaya harekete geçeceğiz!”
Hızlıca içeri gidip bahsettiğim her şeyin kendim için daima hazır tuttuğum dolabımdan almıştım. Suları çantama patlamayacak şekilde koymuş ve hastaneden gelecek hazır duyurusunu beklemeye başlamıştık. Kontrol odasından gelen onayla hızla araçları çalıştırmış ve şehir çıkışına doğru yola koyulmuştuk. Kırk dakika sonunda şehir çıkışına gelmemizle hastane ambulanslarıyla karşılaşmıştık.
Upuzun bir konvoy haline gelip siren seslerimizle son hız gidiyorduk. Aracın içindeki ölüm sessizliğini Alper bozmuştu. “Eskiden Yağız ağabeyde bizimle gelirdi. Hala iyileşmedi değil mi? Yüzbaşım... Yağız yüzbaşı gerçekten de ayrılıp sivil büroya geçecek mi? Bir daha bizimle görevlere çıkmayacak mı?” kendilerine kök söktüren sessiz makinelerini özlediklerine göre gerçekten korkuyor olmalıydılar göreceğimiz manzaradan.
“Hayırdır koçum? Ecelini özlediysen ben olurum ecelim dert etme sen hiç.” dediklerimi işitmesiyle hızlıca toparlamaya çalışmıştı bir anda. “Haşa Barut yüzbaşım! Sizden iyi azrail mi olurmuş hiç? Benimki meraktan... biliyorsunuz aracımız biraz fazla sessiz...”
“Alper? Sen iyi misin koçum? Adamın ağzından harf çıkmazdı.” diye Alper’e laf yetiştiren komuta yetkilisi Gökhan ile hızlıca toparlama girişimlerinden birini daha başarısızca savurmuştu.
“Sorunda bu ya komutam. Onun sessizliği bile ses olurdu. Güven verirdi.” hemen Pırıl’ımdan öğrendiğim taktikleri uygulamaya geçmiştim duyduklarımla. Her ortamda şu şekil hanımcı olacaksın vesselam.
“Ne yani ben güven vermiyor muyum Alper? Tamamdır koçum bunu dönünce konuşalım seninle uzun uzun.”
Kızıl kahkaha atmış ve gerginliği dağıtmaya çalışmıştı. “Sen şimdi naneyi yemedin mi Alper’im. Ne nanesi lan şemsiye götüne girdi hatta!” konuşmuş ardından hayal etmiş gibi gür ama gideceğimiz görevin vicdan yükünü sırtlanan bir sesle kısa bir kahkaha atıp iğrenmiş yüz ifadesine bürünmüştü. Aklına geleni diline göndermiş ve hızlıca bizi de aydınlatma gereği duymuştu. “Öf aman! Ne şemsiyesi ne götü be! Mümkünse hiçbir ekip arkadaşımın götünde ince uzun metaller görmek istemiyorum komutanım. Sonra çıkarırken bana travma olurlar.”
Yapabilme ihtimalimden dolayı - hanımımın bana yaşatma ihtimali daha yüksek olsa da- sessiz kaldığım esnada telsizlerimizden gelen sesler çok karışıktı. Yardım çığlıkları, siren sesleri, binaların yıkılış sesleri,... muhtemelen telsizin sahibi de enkaz altında olduğu için açılmıştı telsiz.
Saatler geçmiş ve biz bizim için planlanan bölgeye varmıştık. Askerler, polisler, itfaiye, sağlık ekibi, arama kurtarma ekipleri olarak hızlıca bölge ve kamp dağılımı yapmıştık. Hızlıca planlamalara göre ekipmanlarımızı hazırlamış ve görevimiz için dört koldan çabalamaya başlamıştık.
Pırıl Şentürk...
Hızlı kurulum çadırlarımızı, steril oda ve malzemelerimizi hazırlamış hep birlikte enkazdan çıkarılacak hayatları kurtarmak için beklemeye başlamıştık. Kendi içimizde gruplara ayrılmış ve hastaları nasıl gruplandıracağımıza karar vermiştik. Triaj gerçekten mükemmel bir varlıktı. Tabi kırmızı bana denk geldiği için bir tutuşmuyor değildim.
Bize en yakın bölgede çoğunlukla sarı ve yeşil yani açık yarası olan ama çok kan kaybı olmayan ve dış yaralanması olmayan ama travma geçirdiğinden emin olunmamışlardan oluşuyordu. Kırmızı hasta gelmediği süre zarfında yiyecek dağıtım ve planlamaya yardım etmiş ve hiçbir kurtarma, sağlık personelinin güçten düşmeyeceği şekilde ayarlamıştık. Hastalar için ayarladığımız yiyecek kamyonlarını ise ilaç depomuzun yanına konumlandırmış ve hasta bakıcıları ilaçları götürürken götürecekleri miktarları çizelgelemiştik.
Kendi bölgeme döneceğim esnada sarı bölgenin hastasını getirmiş ve şimdi kurtarmaya geri dönecek olan kocamla göz göze gelmiştik. Sabah altıda yola çıkmıştık ve neredeyse öğlen olmuştu. Yani çeyrek gündür yüzünü görmüyordum sıpanın. Özlemiştim işte kabul. Yanındaki kızıl saçlı adını bilmediğim er elindeki kutuyla bana yaklaşacağı esnada Barut Aslan Beyciğim onu durdurmuş ve kutudan siyah telsizi alıp yanıma gelmişti.
Gözlerini gözlerimden çekmeden elindeki telsizi uzattığında etrafımızdaki durumun ikimiz içinde ağır olduğunu bildiğimden komik olmasını umarak bir nebze daha işleri kolaylaştırmak için konuşmuştum telsizi elinden alırken. “Kocam bunun gümüşü ne bileyim laciverti yok mu? Siyah lacivert ojelerime hiç uymuyor çünkü de. Ama senin gözlerin tam olur bak. Gel bakayım bir.”
Burukça gülümsemiş ve yüzünü yüzüme eğmişti. Onun eğilmesiyle arkasındaki erler hızlıca arkasını dönmüştü. Sanki şeflerinin üstüne atlayacaktım canım ne bu korku. Barut'un alnını öpmüş ve kulağına yaklaşıp kısıkça konuşup kaçmıştım. “Alnına mühür kaşe imzamı bastım. Kendine dikkat et yangıncı. Bir kez daha enkazın içinde bir hemcins ve hem meslektaş görürsem... protez tırnak yaptırır gözlerini oyarım. Yerlerde süründürüp, seni kendime taht olarak kullanıp göğe yükselirim.” ya da kaçtığımı sanmıştım.
Arkamı dönüp kaçacağım esnada kolumdan tutmuş ve kendine çekip sıkıca sarılmıştı. Başını boyun girintime yaslamış ve kısıkça kulağıma fısıldamıştı. Benim taktik dönüp dolaşıp bana geçiyordu şu an. “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın. Senin içinse yerde sürünmek de sana taht olmak da şereftir Pırıl Şentürk. Omuzlarım emrine amadedir. Kendine dikkat et aydınlık gökyüzüm. Dikkat etki ne omuzlarım ne de yerleri aşındıracak bedenim sensiz kalmasın.” alnımı öpmüş ve beni onsuzluğun soğuğuyla baş başa bırakmıştı.
Kahretsin ki bu adam benim kalbimle çok fena oynuyordu. Bölgeme dönerken evde kişisel kocama ne gibi işkenceler yapacağımı planlamaya başlamıştım bile. Kimse kusura bakmasındı bu ilişkinin kadını bensem illaki o burun en ufak sebeplerle bile sürtülecekti. Eğer Barut Bey bu kadarcık, minicik, ufacık kaprislerimi bile çekemeyecekse; ilişkinin prensesi olmak için gidip aile mahkemesine dilekçe verebilirdi. Hoş aile mahkemesi onay verse bile ben onay vermezdim ya neyse.
Kırmızıyla hasta kabul yazılı özel locama geldiğimde yerime geçmiş ve gelecek hastaları beklemeye başlamıştım. Çok değil yirmi dakika kadar sonra sedyenin üstüne bacağıyla birlikte getirilen hastayla hızlıca ameliyata girmiştik. Hocam minik damarları mikrocerrahi inceliğinde dikmiş ve büyük damarlarla deri tabakasını kapatma işini bana bırakıp çıkmak zorunda kalmıştı. Yeni gelen hastanın duyduğumuz kadarıyla kafatası kemiği basınçla kırılmış ve zar tabakasını yırtmıştı. Neyse ki beyinle bir ilişkim olmadığından böyle bir manzarayı görmeme gerek yoktu Barut’a yapmadığım sürece tabi.
İlk önce içteki damarları klipslemiş ve dikmiştik. Ardından yırtılan kaslara minik destek dikişleri atmış ve deri tabakasını dikmek üzere çalışmalara başlamıştık. İki asistan doktor olarak dönüşümlü çalışmış ve olabildiğince bilgi edinmeye çalışmıştık. Normal bir doktorun maksimum iki saatte bitireceği işlemi iki kişi iki saatin üstünde tamamladığımızda toplam saati ikiye bölüp iyi bir iş çıkarttığımızı savunarak ilerlemiştik ameliyathane çıkışına.
İki günümüz aşağı yukarı böyle geçmişti. Telefonlarımız çekmediği için tüm ekip telsizlerle iletişim kurarak haberleşiyorduk. Dönüşümlü uyuduğumuz zamanın bana ait kısmına geldiğimizde hiç yattığımız yatağa gidecek hali kendimde bulamamış ve sınırlı kaynaklarla, saçlarımdaki kanların akması için aldığım hızlı duşun ardından masamda uyuklamaya başlamıştım. Bu işin sonunda bir omurga feda etmek çok da önemli olmazdı o kadar hayat kurtardıktan sonra.
Uyuklamamın bilmem kaçıncı dakikasında telsizden gelen kırmızı doktor talebiyle göçük içi müdahale olduğunu anlamış ve hızlıca hazırladığımız çantalardan birini almış, üzerime gerekli ekipmanları giymiş ve belirtilen yere gitmek üzere harekete geçmiştim. Geldiğim yerde beni karşılayan Barut’la ilerlemiş ve aşağıya indirilmek üzere hazırlanmıştık. Sırtımı Barut’un göğsüne yaslamış ve yavaşça aşağıya indirilmiştim.
Gördüğümüz hastanın yüzü neredeyse tamamen parçalanmıştı. Kol ve bacaklarında irili ufaklı açık yaralar vardı. Fakat işin kötü yanı sol göğsüne saplanmış büyük cam parçasıydı. Hızlıca yanına ilerlemiş ve cama dikkat ederek koşulların izin verdiği kadarıyla üstündeki giysiyi kesmiş ve göğsünün altındaki yazıyı fark etmiştik. ‘Akis’ yazıyordu göğsünün üstünde. Normalde akis edebi bir terim olmasına ve mısra ya da cümleyi ters düz ederek söyleme sanatı olmasına rağmen vücut organları ters insanlarda bu durumu belirtmek için kullanan bir kesim vardı.
Kesin bir şey söyleyemezdim fakat kalbinin neredeyse üstüne gelmiş kocaman bir cam parçasına ve göğsünde yazan terime göre konuşursak bu kişinin organlarının ters olma ihtimali vardı. Böyle bir vaka görmek aklımın ücra köşelerine babamı getirse de şimdiki önceliğim babamı anmak değil hastayla ilgilenmekti. Derin olan açık yaralarına müdahale etmeden önce hasarlanan akciğerine dolan kanı boşaltmak için göğüs tüpü takmış ve sıvı eksiğini karşılamak için serum takmıştım. Bu tozun içinde onarılmayacak gibi olan yaralarına turnikeyle kan akışını kesmiş ve en büyük probleme bakmaya başlamıştım. Camı tek seferde çıkarmamız daha sağlıklı olurdu literatüre göre. Olası bir cam tozu ya da parçasının başka bir yaraya sıçraması ihtimalini göz önüne aldığımızda.
Barut’ a dönmüş ve sormuştum stabil bir sesle. “Onu sarsmadan cam parçasıyla dışarı çıkarmak istiyorum mümkün mü? Zaten haliyle riskli bir durumda daha fazla riske girmeyelim.” Barut başını sallamış gözlerime bakarak tek kelimeyle cevap vermişti. “Ayarlarım.” ardından telsiziyle yukarıya durumu söylemiş ve aşağıya bir sedyenin gelmesini sağlamıştı. Camı sıkıştırmadan hastayı sedyeye almıştık. Bir anlığına bilinci yerine gelmiş ve elimi sıkmıştı.
Diğer elimle eline destek vermek için elini tuttuğumda gördüğüm saat ve bileklikle aklıma yine babam düşmüştü. Hastanın taktığı saat ve bileklik babamınkilere benziyordu. Saat benim ona ilk hediyemdi. Bileklik annemin tokasıydı. Boşansalar bile çıkarmamıştı. Kıyamamıştı. Bu adamın da sevdikleri vardı demek ki. İnleyerek bir şeyler anlatmaya çalışan adama dönerek konuşmaya başlamıştım. “Endişelenmeyin sevdiklerinize kavuştuğunuzdan emin olacağım.” hafifçe gülümsemiş ve Barut’a dönüp başımı sallamıştım. Önce hastayı yukarı çıkartmış ardından bizde çıkmıştık.
Hastayı gelen ambulansa teslim etmiş ve telsizle birimizi haberdar etmiş ve hazırlanmalarını söylemiştim. Barut'la hızlıca göz göze gelmiş ve arkamı dönüp ambulansa binip gideceğim esnada günler sonra çalan telefonumla şaşkınlıkla kalmıştım. Şaşkınlığı üstümden atar atmaz cebimden çıkardığım telefonumla arayana bakmış ve telefonu açmıştım. Annem arıyordu. Muhtemelen Pamir Ege’m beni özlemişti. Babası ağlayabilirdi.
Annemin ağlayan ve titrek sesini işitmemle olduğum yerde sendelemiştim. “Pırıl! Pırıl kızım! Baban... baban Bolu’daymış! Yıllardır memleketinden çıkmayan adamın yıllar sonra toplantıya gideceği tutmuş! Oteldeymiş ama otel yıkılmış kızım! Ne yapacağız Pırıl’ım... tamam biraz şerefsizliği vardı ama ölmesin... daha burnunu sürt...” devamını duyacak bir halde değildim. Aklımdan hızlıca film şeridi gibi geçen olayların ardından hatırladığım detay beni mahvetmişti. Babamın saatinin içinde annemin adı yazardı, akrep ve yelkovanı pembeydi. Hatta her gören dalga geçerdi kadın saati olduğuyla ilgili. Ama babam kızım aldı en güzel saatim der geçerdi... hızlıca ambulansa binmiş ve adamın bileğini kontrol etmiştim.
Biraz evvel enkazdan çıkan adamdı. Enkazın altında kalansa kırdığım kalbi ve bendim.
Herkese selam! Biliyorum biliyorum biraz uzun bir zamancık oldu ama bu kız ayt çalışmaya başladı... üstüne ayt bünyemde ters etki oldu mart başı hasta oldum (hala hasta) Uzun lafın kısası hepinizden özür aşklarım anca yazabildim bölümü (Pırıl'ı üzmeye elim gitmedi)
Bölümü geç yazmam sizi kandırmasın hepinize aşığım hepinize bol bol sevgi ve hayırlı ramazanlar aşklarımm sevgiyle kalınnn!!! <3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.2k Okunma |
400 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |