Her enkaz farklı birinin hayatına yıkılırdı. Her yıkım insanlığın biraz daha çatlamasına sebep olurdu. Her facia birilerinin solan umutları ve gözyaşları üzerine kurulurdu. İndiğimiz mezardan biraz geniş boşluklarda kurtardığımız her can, umutları solan insanlar için yeniden doğuş olurdu. Ancak biraz önce indiğimiz o ufak ve harabeye dönmüş yer ne yazık ki umuttan çok vicdan yükü sahibi yapmıştı birini. Pırıl’ımı.
Enkazın altına girdiğimiz an yüzündeki yaralara rağmen kızını görüp gülümsemişti Özkan Bey. Dünyada kim evladını gördüğü an gülümsemezdi ki. Beden diliyle yaralarına rağmen kızına kendini belli etmeye çalışmıştı. Pırıl her ne kadar fark etmemiş olsa da. Fark etmemesi birkaç yönden iyiydi ne yazık ki. En önemli iyilik, fark etmediği için tam odak bir şekilde yaralarıyla ilgilenmiş ve tüm tetkiklerini not almıştı transkripte.
Yukarı çıktığımız esnada ambulansa ilerliyordu telefonu çalana kadar. Telefonunun çalmasıyla durmuş ve cevaplamıştı. Ancak duyduğu şeyler onun hayran olunası soğuk kanlılığını kaybetmesine ve ambulansa koşmasına neden olmuştu. Babasının bileğindeki saate bakmış, tanımak ister gibi gözleriyle yüzünü taramış ve doğruladığı gerçekle ambulansın açık kapısının önüne yığılmıştı. İşte şimdi enkaz altında kalan sevdiğim kadındı. Farkında olduğum iki şey vardı. Birincisi şu andan itibaren daha fazla yanında olacak ve kendini kaybetmesine izin vermeyecektim.
Nitekim bunun için araca giden adımlarımı çevirmiş ve yığılmış Pırıl’a doğru koşmuştum. Ağlamak için bile fazlasıyla donakalmış gözleri ve zihninin odağı yerdeki birkaç damla kandı. Ambulansın gitmesi ve babasının vakit kaybetmemesi adına kollarımdan birini Pırıl’ın belime diğerini bacaklarının altına sarmış ve kucağıma almıştım. Öylesine soyutlanmıştı ki kolları cansız bir manken edasıyla sallanıyordu. Adeta bedenindeki ruhu çekilmiş gibiydi. Farkında olduğum ikinci şey ise, Özkan Beye bir şey olursa Pırıl içindeki mahkemede idam mahkumuna dönüşürdü. İçindeki büyümemiş çocuk ve yetişkin kimliğinin simgelerini babasıyla beraber gömerdi. Bunun olmaması için ne yapmam gerekiyorsa yapacaktım. Zira Pırıl Şentürk’ün ölmesi de yaşaması da hayat meselemdi artık.
Kırmızı ışıkla dolu olduğu belirtilen kapıya boş bakışlarla bakarken Barut saçlarımı okşuyordu. Güya insanlara hayat olmak için gelmiştik. Öyleyse neden kendimi enkaz altında hissediyordum? Enkaz benim yaşama stilim olabilir miydi? Neden her seferinde tek başıma aynı yerde buluyordum ki kendimi? Barut'un belimdeki kolu hafifçe hareketlenmiş ve ağzı kulağıma yaklaşarak fısıldamıştı. “Yalnız değilsin güzelim. Yalnız değilsin. Ben hep seninle olacağım Pırıl. Asla yalnız olmayacaksın.”
Aklımdaki düşünceleri işitse yine aynılarını söyler miydi acaba? Onun kalbini kıran, güvenini yıkan, kızının duygularını hiçe sayan adamın canının yanmasında kendime suç bulduğumu? O gün öyle şeyler söylemekten pişman olduğumu duysa yine söyler miydi? Ya da belki geri dönüp kalbini kırdığım adamın kalbinin kırılmaması için zamanı geri sarıp geri dönmemeyi düşündüğümü? Suçluluk duygusu, pişmanlık ama en önemlisi beni kucağından bir saniye bile indirmeyen adama duyduğum sevgi yüreğimde ağırlık yapıyordu. Ben hep korkak bir kız mıydım sahi?
Özkan Şentürk’ten haber gelmeyen her saniye yüreğimdeki ağırlık artıyordu. Sahi ya, ben babamı çok mu seviyordum ki? Seviyorsam niye kırmıştım ki onu? Niye kırmıştı ki beni?
Burnumu hafifçe çekerek Barut’un gözlerine bakmadan kısılmış sesimle konuştum. “Teşekkür ederim... sen git istersen... görev... beklemez sonuçta.” en azından birimizin işinin başına dönmesi gerekiyordu. Tamam belki birazcık ağlamak için göndermek istiyor olabilirdim ama bu önemli bir gerçek değildi. Barut saçlarımı okşayan eliyle yüzümü avcuna almış ve gözlerime bakarak konuşmuştu. “Gitsem bile aklım güzel bir kadının gözyaşlarında kalacak Pırıltım. Aklı havada bir er olduğumda çekilmez bir herif oluyorum. Seninle kalsam olmaz mı?”
Asırlar geçmesine rağmen hala kadınlar için en tehlikeli varlıklar erkeklerdi gerçekten. İki süslü lafla aşık edip iki sade lafla kaçıyorlardı çoğu zaman. Neyse ki Barut kaçmaya kalksa tuttuğum gibi yere yapıştırıp üstünden buldozerle geçebilecek bir hatundum canım orası ayrı tabi de. Ama şimdi biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Yoksa kafayı sıyırıp önüme gelene cehennem olabilirdim. Zaten daha anneme de haber vermemiştim. Tepkisi beni korkutuyordu.
“Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var... biliyorum gitmek istemiyorsun ama benim de toparlanmam gerek Barut. Bu odadan çıkacak doktor ne söylerse söylesin ben de sen de buraya bunun için değil, görevlerimizin bilincinde geldik. Yani işimize dönmeliyiz.”
Birkaç dakika yüzüme bakmış ardından başını sallayıp şakağıma minik bir öpücük bırakmıştı. Önce bir ah çekmiş ardından söylenmekle haklı bulmak arası bir ses tonuyla konuşup kalkmamı beklemişti. “Hep böyle haklı, güzel ve güçlü bir kadın olman zaman zaman içimdeki mağara adamını ortaya çıkarmaz umarım güzelim. Her zaman öyle haklısın ki sana olan aşkım kabarıyor. Zaten...” bir anda yanaklarımı sıkmış ve sırıtmıştı. Pislikti ki, bence almamalıydım nikahıma.
Benim kucağından kalkmamla o da ayağa kalkmış ve gitmeden sıkıca sarılmıştı. Daha sonrasında gelişmeleri haber vermemi istemişti. Başımı salladığımda istemeye istemeye çıkmış ve yavaşça gözden kaybolmuştu. Şimdiyse tek başıma beklediğim dördüncü saatteydim. Ameliyat hala bitmemiş onun bitmeyişiyle benim yorgun bekleyişim de sonuca ulaşmamıştı haliyle. Birden yanıma koşarak bir hemşire gelmiş ve nefes nefese geliş sebebini aktarmıştı. “Hocam kırmızı alanda doktor açığı var. Çöken bir bina enkazından yirmi iki hasta çıkarıldı on yedisi kırmızı kodlu. Acilen gelmenizi istedi Nuran Hoca.”
Kararsızlık ya da pişmanlıklarımla babama ameliyat kapısının önünde kazak örmeye zamanım yoktu. Ben doktordum. Eldivenlerime bulaşan kan, giydiğim mavi önlük benim sınırlarımdı. Üniversiteyi kazandığım gün kendime, mezun olduğum gün tüm dünyaya verdiğim bir söz vardı.
“Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime, Tehdit ediliyor olsam bile, tıbbi bilgilerimi, insan haklarını ve bireysel özgürlüklerini çiğnemek için kullanmayacağıma, Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, Ant içerim.”
Yanından çıktığım an gerçekten de aklıma sadece onun ağlamaktan kızarmış gözleri doluşmuştu. Derin nefesler alıp vererek ekip aracımızın yanına ilerliyordum. Araca yaklaştığımda üstü başı toz, kan, toprak olmuş ekip üyelerimi görmüştüm. Hepsi, hepimiz bizim için özel olanları geride bırakmış diğer insanlar için özel olanları kurtarmaya dair elimizden geleni yapmaya gelmiştik.
Beni görünce ayağa kalkmaya çalışan Alper’in omzuna elimi koymuş ve hafifçe bastırmıştım otur manasında. “Yüzbaşım yenge nasıl? Biz hallederdik kalsaydınız yanında yengenin.” sırıtmaya çalışmış ama yanımızdan geçen yaralıları görünce solan yüzümle cevap vermiştim. “Yengen kovdu beni koçum. İstediği sayıda insan kurtarmazsam beni almayacakmış nikahına. Bende koştum geldim hemen dedim Alper halletmiştir bana lazım olan kadar kurtarmayı ama...”
Hızlıca başını bana çevirmiş cevap vereceği esnada yediği ekmek boğazına kaçmış ve öksürmeye başlamıştı. Pırıl'ın ellerinin üç katı olan ellerimle hafif olduğunu düşündüğüm bir şiddetle sırtına vurmuş ve yan kolideki sulardan birini açıp uzatmıştım. “Tamam koçum ölme daha lazımsın bana sen, sakin.” suyu içmiş ve bana dönmeden konuşmuştu. “Aklımla birlikte ciğerlerimi de söktün yüzbaşım nasıl yardım edeyim ben daha?” en fazla beş dakika süren beslenme molamız bitmiş ve ekipmanlarımızı giyip yirmi dört katlı binanın enkazına yaklaşmıştık. Üstünde takım elbiseli bir adam bize doğru gelmiş ve kolumu tutup konuşmaya başlamıştı. “Yöneticileri sensin değil mi? Arkadaşım yürüyemiyor onu yeşil alana kadar bir taşısana. Bacağı ağrıyor.” tam cevap vereceğim esnada binanın üzerinde açılan boşluktan bakan bir er içeride çok sayıda kişi olduğunu bağırarak haber etmişti.
Gideceğim sırada kolum sıkılmış ve durdurulmuştum. “Hey! Sana diyorum alo! Benim vergilerim sayesinde giyiyorsun o formayı! Dediğimi yapacaksın!” sinirden elimi sıkmaya başlamış ve sert sesimle cevap vermiştim. “Acil durumda olanlar var beyefendi. Kolumu bırakırsanız dönüşte size yardımcı olurum. Önceliğim içeride alacak nefesi bile olmayanlar. Şimdi...”
Kaşlarını çatmış ve tekrar konuşmaya başlamıştı. “Sen buralı değilsin değil mi? Benim kim olduğumu da bilmiyorsun. Ben buranın ilçe başkanıyım bana böyle patronluk taslayamazsın. Dediğimi yapacaksın.” Bugün gerçekten artık son bulabilir mi? Yoksa barut olmaktansa bomba olacağım da. Son kez güzellikle durumu anlatmak için konuşmaya başladım. “Bakın beyefendi isterseniz il bakanı olun, kurtarma prosedüründe öncelik enkaz altında kalan yaşamlardır. Şimdi kolumu bırakın. Gidip yardım etmem gerek.”
Kolumu çekmiş ilerleyeceğim esnada adamın benden girip ailemden çıktığı küfürleri bardağı taşıran son damlaydı. Kimse Pırıl’ıma ve oğluma küfredemez, laf edemezdi. Tam sıktığım ellerimi yüzüyle buluşturmak için döneceğim esnada sağdan gelen bir yumrukla az evvel çenesi kapanmayan adamın çenesi muhtemelen kırılmıştı. Yumruğu atansa benim için daha şaşkınlık sebebiydi. Bir anda süper kadın Pırıl’ım ışınlansa bu kadar şaşırmazdım sanırım. Çünkü yumruğu atıp adama ürpertici bakışlar atan adam baya baya Yağız’dı. Ben en son bu herifi hastanede bacağı sargılı görmüştüm iki gün önce.
Şaşkın bakışlarımı fark eden Yağız işaret parmağı ve ortaparmağını silah şekline getirmiş ve alnına değdirip çekerek selam vermişti. Ardından adama dönerek konuşmuştu. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin arama kurtarma itfaiye erlerini oyalamak, kurtarmaya engel olmak, görev başındaki memura hakaret etmek ve itfaiye saha emniyet personeline zor kullandırtmaktan hakkınızda açılacak dört farklı soruşturmanın celp kağıtları elinize bir hafta içinde ulaşacaktır.”
Ardından gayet sakin bir yüz ifadesiyle bana dönmüş ve net ses tonuyla -aramızda kalsın bu ses tonu bu herife özel üretilmiş olabilirdi- konuşmaya başlamıştı. “Yüzbaşı Aslan, saha görevinize odaklanın lütfen. Saha alanının dışındaki her iş benim kontrolüm altında olacaktır. Endişeniz olmasın yapmanız gerekeni yapın. İyi çalışmalar.” Siktir bu herife hastanede ne nakli yapılmıştı böyle de bu derece yüksek seviyeli bir herife dönüşmüştü? Ben kıskanç bir adamım canım karımı bu pezevenkten uzak tutmalıydım yani.
Seri adımlarla kurtarma sahasına ilerlemiş ve mesleğimin gereği için çalışmaya başlamıştım. Kurtarılacak insanlar vardı. Zaman ise yok sayılırdı.
Elime tutuşturulan kırmızı çantayla hızlıca çağırıldığım yere gelmiştim. Biraz evvel sallanan yerle, içeri sıkışmış itfaiye erlerinin haberini almıştık. Geldiğim yerde neresi olduğunu anlamaya çalışırken yanıma biri yaklaşmış ve hangi yön olduğunu söylemişti. Tanıdık sesle dönmemle maymuniye eniştemi görmem aynı saniye gerçekleşmişti. Bacımın söylediğine göre artık sahada aktif görev yapamayacak olsa bile ekibini denetlemek ve olası sorunları dış müdahaleyle çözmesi için atanmıştı. Acilen kocam rütbe atlamalıydı. Yoksa bu adam benimle çok dalga geçecekti.
Belirttiği yöne doğru ilerlemiş ve çıkarılan yaralıları, yara durumlarına göre sınıflandırmaya başlamıştım. “Ay ölürken en sevdiklerimizi görmüyor muyduk? Niye yengeyi görüyorum ben şu an?” sesi bir taraflarından çıkan Alper’ e güleceğim esnada Yağız cevaplamıştı. “Ölmediğin için olmasın aslanım?” Alper’se yine kendince çok ciddi, benim fikrimce komik olduğunu düşündüğüm bir şekilde devam etmişti. “Anaa... biricik gül yüzlü şefim... Lan! Ben şey de değilim niye sizi görüyorum ki? Biraz daha zorlarsam bomba yüzbaşısımı göreceğim he.”
Bir saniye bir saniye hakikaten benim mağara ayım neredeydi? Neredeydi iki gözümün çiçeği? Neredeydi bir kerecik güler misin kurban olduğum herif? Ay adam daha kocam olamadan kayıplara karışmıştı ayol. Bir de kocam olsa eve atamayacaktım demek ki. Yeni birini çıkaran halatların gerilme sesinin durmasıyla çıkan kişiye bakmıştım. “Ana... mağa- aman kocam? Kız senin orada ne işin var?” sanırım etraftaki kıkırtılar benim cümlemeydi. Rezil olduk kocam... rezil olduk... halatlardan sıyrılıp yanıma gelmesiyle fark ettiğim yaralı bacağına bakmaya başlamıştım. Tabi bir yandan da söyleniyordum.
“Seni bu beceriksizlikle nasıl aldılar, kim aldı ulan seni bu işe? Söyle, söyle. Adres ver koçum. Bir ziyaretine gideyim bey amcanın. Hayır maden çöker karıların üstünden toplarım. Deprem olur bacağını yaralarsın, yangın çıksa popişin yanacak herhalde.” ne var canım popiş önemliydi yani. Bacağını sarmayı bitirdiğim esnada küçük kollu biri sırtıma sarılmıştı. Sırtıma bakmaya çalışırken alışık olduğum tatlı ses tınısından, hayran olduğum o kelimeyi duymuştum; anne...
Bir saniye bir saniye! Pamir’in burada ne işi vardı? Böyle tehlikeli bir yerde? Hızlıca Barut’un bacağını bırakmış ve bırakmamla hafifçe inleyişini yok saymıştım. Oğluşum varken kocam da kocam kadını olmayacak kadar meşgul bir kadın oluyordum oğlumla. “Pamir’im? Anneciğim senin burada ne işin var? Anneanne nerede bir tanem?”
Pamir aralarında boşluk olan minik dişlerini göstererek gülümsemiş ve babamın ameliyatının olduğu tarafı göstermişti. “Anneanne oyada. Ben anneyi öysledim çok ayladım. Teyse getiydi beni.” teyze dediğinin kim olduğuna baktığımda bacımı görmüştüm. Ağzını oynatarak kısıkça beni enkazın altından çıkarmıştı. ‘Baban ameliyattan çıktı. Durumu iyi.’ o anın verdiği rahatlamayla sırtım Barut’a yaslanmış, gözlerimden akmayı bekleyen yaşlar akmıştı. Bir enkaz beni sürgün etmişken bir enkaz bana ikinci şansın mutluluğunu yaşatıyordu. Yüzümdeki yaşları eliyle silip yanağıma minik dudaklarını bastıran Pamir’i kucağıma almış ve sıkı sıkı sarılmıştım.
Kollarımın üstüne hayranı olduğum kollar dolanmış ve başımın üstünde minik sıcak öpücükler kendini hissettirmişti. Bu iki adam benim hayatımı güzellikle donatmak için çabalıyorken ben nasıl olurdu da kendimi buraya ait hissetmezdim ki? Bu hayatta bana verilen kaçıncı ikinci şanstı? Ya da ben tüm ikinci şanslarımı değerlendirmiş miydim? Enkazdan çıkan insanlar da benim gibi ikinci şansa kavuşmanın buruk mutluluğunu hissediyor muydu acaba?
Ben Pırıl Şentürk, belki enkaz altında kalmamıştım ama herkes gibi ruhumdaki enkazlarda çokça beklemiştim. Her ruhsal enkaz bir gün aydınlığa açılacak. Sadece ikinci şansınızı bekleyin. Seçimleriniz sizi ona ulaştıracak. Tıpkı benim ulaştığım gibi.
Herkese selam... bu sefer fazlasıyla geç geldiğinin ne yazık ki bende farkındayım. Ancak öyle fazla takip edilmesi zor olaylar silsilesi içindeyiz ki, ne yazık ki bende de ipin ucu kaçtı. Aslında bölümü dün yayınlayacaktım yirmi üç nisan olduğu ve hikayemizde çok sevimli bulduğum bir bebek adam olduğu için. Tabi deprem planıma engel oldu biraz ama...
Umarım içimize sinen yeni yirmi üç nisanlar yaşarız. Çünkü bana göre yirmi üç nisan alelade bir çocuk bayramı değil. İzleriyle yaralarıyla acılarıyla bugüne gelmeyi başarabilen bir ülkenin temeli. O yüzden başta depremde psikolojik, fiziksel, sosyal hiçbir acınız olmamasını umuyor ve Pamir Ege'mizle 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı kutluyoruz!!!!2
Minik not: Yaşadığımız sürece ikinci, üçüncü şanslarımız vardır. Fark edelim yeter...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
4.08k Okunma |
300 Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |