
Barut Aslan...
Planım bu değildi. Planım kesinlikle bu değildi. Aynı gece Özkan Beyin hem kızı hem de kendisi tarafından kafamın yarılması kesinlikle plan dahilinde değildi. Gerçi aslına bakarsak ilginç bir şekilde kafamı sadece Pırıl yarmıştı. Sanırım Özkan Bey kızının işçiliğinden memnun kalmıştı ki kendi el atmamıştı.
Ferah annenin kahkahaları dinmiş ve benim hanımı hızlıca odasına götürmüştü. Ben... yatağın üstünde oturmuş eliyle alnını tutan Özkan Beyin karşısında Pırıl’ın sandalyesinde oturuyordum. “Bir otuz istemeye kabul ederdim ki ben bu işi... niye kızımın odasına girdin ki şimdi sen?” kısık ve son derece mutsuz bir ses tonuyla kurulmuş cümlelere bir tarafımla gülüp ‘he kesin verirdin hanımımı zaten’ demek varsa da ben uslu bir damattım, yapmazdım. Asla kızı neredeyse çıplakken kızının üstünde yakalandığım için değildi bu sessizliğim.
Rahatsızca yerimde kıpırdanırken Özkan Bey yine konuşmuştu. “Ben seni damat almazsam sen benim kızımı kaçırır gibisin. Tekinsiz bir herif oldun gözümde şu an.” babasına bak... kızını al. Pırıl tamamen ikisinin karışımıydı. Bunu fark etmek ister istemez aklıma benim kime benzediğim sorusu gelmişti. Sahi acaba ben kime benziyordum? Kime benzediğimin önemi yoktu gerçi benim için. Seven sevdiğine benzerdi ya, Pırıl’a benzesem yeterdi benim için.
İçeri elinde kahve tepsisiyle Pırıl -üzeri giyinilmiş- arkasından da Ferah anne girmişti. Pırıl kahveleri dağıtacakken Ferah anne kocasına hitaben konuşmuştu. “Özkan, biraz daha engel olursan bizim damat Pırıl’a promosyon beni de kaçıracakmış rehine olarak. İç kahveni de mani olma kıza haydi. Hem ne konuştuk adam biz seninle?” Özkan bey ilk başta anlamasa da anladığı an gözleri parlamış ve hızlıca kahvesini tepsiden kapıp tek dikişte içmişti. Bana dönüp konuşmam için hareket yapmıştı.
Şaşırsam da fırsat bu fırsattır mantığıyla hemen söze girmiştim. “Sebebi ziyaretim belli. Değerli kızınızı, değerlimi, sizin rızanızı alarak hayatıma almak ve hiç çıkartmamak isterim. Tabi eğer eksiklerime rağmen beni kabul ederseniz.” Özkan Bey konuşacağı esnada ceplerimi yoklamış ve yüzükleri aramıştım. Takımımın cebinde kaldığını hatırlamamla başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi olmuştu. Umarım yüzük sormazlardı. Sorarsalar ayvayı yerdim çünkü.
Özkan Bey cevap vereceği esnada Ferah Hanım araya girmiş ve Özkan Bey’e onaylamaz bir bakışla bakarak konuşmuştu. “Bir adamın her işi mi ters olur? Tamam anladım bana olan aşkından ölüyorsun da kızımı niye damdan düşer gibi vermeye çalışıyorsun? Eksi puanı hesabına yazdım Özkan Şentürk.” bana doğru dönmüş ve benimle diyaloğa girmişti.
“Sen bu iki kopyanın kusuruna bakma oğlum. Yarın akşam oğlunu, kendine yakın gördüğüm insanları al gel. Yarın artık bu işin adını koyalım. Benimkilere kalsa biri sittin sene boş çevirir seni kapıdan, öbürü bacadan alır atar odaya işi bitince atar kapıya.” bir an sonra dediklerine gülmüş ve devam etmişti.
“İşte bizim Şentürklerin gerçek yüzü. Ay yazık bize Barut oğlum ya. Yol yakınken başka aile mi bulsak? Ay kimi kandırıyorum ben, bulacak olsam o kadar zamanda bulurdum. Özkan! Hep senin yüzünden tutarsız, kararsız kadının teki oldum! Pis ikizler erkeği seni almayacağım bir dahaki sefere seni.”
Özkan Bey çok sakin bir şekilde vatan gülüşünü kondurduğu yüzüyle Ferah Hanım’ın kulağına eğilmiş ve bizim duymadığımızı varsayarak konuşmuştu. “Sen beni ölsem terk edemezsin fikrimin ince gülü. O gün ki gördüm seni yaktın ah yaktın beni. Gördüğümüz günden beri birbirimiz için deliyiz. Sence beni sahiden almamaya dayanabilir misin? Bence yine aynı doğruyu birlikte işaretleriz.”
Ferah Hanım Pırıl’da gördüğüm bir tonla kızardığında etkilendiğinin anlamıştım. Pırıl yanıma gelip kolumdan hafifçe çekerek odadan çıkmamızı sağlamıştı. Koridorda ilerlerken “Öpüşürlerse kusardım. Öpüşeceklerse de benim önümde yapmasınlar.” demesiyle kıkırdamış ve bana dönerek gülüşüyle aklımı yerinden oynatmıştı.
Bıraktığı kolumu beline dolamış ve göğsüme çekmiştim onu. Burunlarımız birbirine değene kadar eğilmiş ve değdiği anda sırıtarak konuşmuştum. -Galiba Pırıl benim yüz kaslarımın kontrolünü elinde tutuyordu. Aksi halde onu gördüğümde bu kadar gülmemin diğer bir açıklaması ona deli gibi aşık olmak olurdu.-
“Peki ya ben seni, hemen şuracıkta kollarımın arasındayken öpsem? Bizzat eyleme sahip olmak şahit olmaktan daha iyidir değil mi yavrum?” burnumu burnuna sürtmüş ve kapanan gözleriyle başımı yan çevirip dudaklarımızı birleştirmiştim. Belindeki kolum sıkılaşırken boştaki elimle ensesini kavramış, başını hafifçe eğmiştim.
Pırıl Şentürk...
Uyandığım sabah herhangi bir sabahtan daha renkliydi. Çünkü bugün bu kızın bir istemeli nişanı vardı. Nişanı ayrı istemeyi ayrı onu ayrı bunu ayrı yapıp sürekli uğraşamaz ve kocama kavuşma süremi arttıramazdım. -Şey... galiba konuşmadığımız birkaç gün bile beni feci etkilemişti-
Kalkmış kahvaltımı yapmış ve işe gelmiştim. Canım işim. Kocamdan sonra favori mekanım. Şimdiyse dört saatlik bir ameliyattan çıkmış ve düğün konvoyu kazasından gelecek yaralıları almak üzere acilin girişine inmiştim. En mutlu günleri en feci günleri olan çiftimiz arabanın içinde sıkıştığı için itfaiye olaya el atmış -yani kocam- ve arabayı azami dikkatle parçalayarak gelin ve damadı çıkarmışlardı.
Gelin damadın üzerine kapanması nedeniyle fazla hasar almazken ne yazık ki damadın üç kere kalbi durmuş ve beyin fonksiyonları dengesizleşmişti. Tek umudumuz kalbinin durduğu esnada beyin ölümünün gerçekleşmemiş olmasıydı.
Acil girişinde toplanan doktorlar ve doktor adayları olarak başhekimin hızlıca görev dağılımını yapmıştı. Bugün de ağır vakalarla risk alacaktık gibi görünüyordu. Ambulansların yaklaştığını işittiğimiz siren sesleriyle anlarken herkes pürdikkat hastane girişini izlemeye başlamıştı. Dört ambulans arka arkaya gelmiş ve hepimiz planlanan hastalarımızın başına gelmiştik. Sedyeyi ambulanstan çıkaracağımız esnada damadın nabız bilgilerini ölçen cihazdan gelen sesler ve ekranı kaplayan dümdüz çizgilerle hepimizi soğuk bir hava kaplamıştı.
Benim gibi pratisyen hekim olan arkadaşım Gökhan, kalp masajına başlamıştı hızla. Hastayı hızlı bir biçimde içeri, ameliyathaneye taşımamız gerekiyordu fakat kalp atışları hala yoktu. Tıpkı vaktimiz gibi. Mecburen ameliyathaneye giden yolda giderken de kalp masajına devam etmeliydik. Hocamız Gökhan’ın sedyeye çıkmasını söylemiş ve o sedyeye çıkana kadar benim kalp masajını devralmamı istemişti.
Diğer pratisyen arkadaşımız Cevher, Gökhan’ın alt bacağından tutarak sedyeye çıkması için destek olurken vakit kaybetmeden kalp masajına başlamıştım. Aradan geçen dakikalara rağmen nabız yoktu. Onu kaybedecektik. Ne olduysa o anda olmuştu. Monitörden çıkan rahatsız edici sese karışan gelin hanımın çığlıkları, damadı bir anda hayata bağlamıştı. Ellerimin altında yeniden atmaya çalışan ve başaran bir kalp vardı.
Sedyeye çıkan Gökhan her ihtimale karşı hazırda beklerken hocamın bana seslenmesiyle ona dönmüş ve dinlemeye başlamıştım. “Pırıl. Derhal nöroşirürji polikliniğine git ve Asaf hocayı ameliyat değerlendirme salonuna çağır. Hastanın kalbi uzun süredir arrest halde. Beyin fonksiyonlarının değerlendirilmesi gerekebilir.” başımı sallamış ve koşmaya başlamıştım. Koş Pırıl koş.
Ambulanslar sedyeler için kullanılacağından merdivene doğru koşarken asansör önünde bekleyen hasta ve hasta yakınlarına minik birer uyarı yaparak -koşarken konuştuğum için üzerlerine alınmamış bile olabilirlerdi- asansörleri birazcık boş bırakmalarını rica etmiştim. Bu poliklinik neden en üst kattaydı tam olarak? İnsan mı modelliyorduk canım burada ra beyin bölümleri en üst katta yani. Neyse ki sadece yedi kat vardı. Haşa ya yirmi kat olsa. Vallahi ölürdüm yolda.
Asaf hocanın kapısını tıklatıp içeri girmiş -dalmıştım- hızlıca durumu anlatıp benimle beraber çıkmasını sağlamıştım. Hızlıca dördüncü kata gelmiş ve hastanın sonuçlanmış beyin filmlerine erişim sağlamıştık. Asaf hoca bakıyor, baktıkça iç açıcılığı kalmıyordu yüzünün. Yalçın hocaya dönerek -kalp hastalıklarında uzman bir profesörümüzdü- konuşmaya başlamıştı umutsuz sesiyle.
“Hastanın beyninde zaten halihazırda bir apse varmış sanırım. İşin kötüsü apsenin oluşmasına neden olan kafatasındaki kırık onarılmamış, hasta tedavi olmamış. Üstelik şu an zaten kırık olan kafatası kemiği şiş apseye saplanmış. Şuraya baksana Yalçın. Beynin neredeyse tamamı iltihapla kaplanmış. Çok acı vermiş olmalı nasıl anlamamış ki?” Yalçın hoca bilmiyorum dercesine omuzlarını kaldırıp indirmiş ve asıl soruyu sormuştu. “Peki kurtarılabilir mi? Adam daha otuzlarına yeni girmiş Asaf. Dışarıda evlenmek üzere olduğu kadın var. Kurtarmamız gerek.”
İşte asıl olay burada başlıyordu. Doktor olarak sadece bir kişiyi kurtarmıyor ya da öldürmüyordunuz ameliyat masasında. Bir ailenin, birbirini seven insanların, bazen sadık hayvanların sevgisini ya kurtarıyordunuz ya da kendinizden bir parçayla gömüyordunuz o ameliyat masasında.
“Denemekten başka yolumuz mu var Yalçın? Elimizden gelenin fazlasını yapacağız yaşatmak için.” kararlı ama belirsiz sesiyle kurduğu cümleden sonrası su gibi geçmişti.
Ameliyatın ikinci saati...
Bir insanı hayata bağlamak için çabamızın ikinci saatindeydik. Kalp, beyin, damar cerrahları, asistanlar hep bir elden çabalıyorduk. Beyindeki iltihap seviyesi bizi zorluyordu. Neredeyse yirmi dakikada bir kalp masajı yapıyor, kan sulandırıcılarla pıhtı atma riskini önlemek için uğraşıyorduk.
Ameliyatın dördüncü saati...
Biraz evvel son kez müdahale ettiğimizi bilmeden kalp masajı yapmıştık. Dört saatlik hayata bağlama çabamız sonuçsuz kalmıştı. Dışarıda kanlı gelinliğiyle bekleyen geline bu haberi verecek olmak ne yazık ki çok ağırdı. Saatler önce evleneceğinizi düşündüğünüz adamın saatler sonra naaşına sarılarak ağlayacak olmanın yükü tahmin edilemez derecede ağır olmalıydı.
Gökhan önde biz arkasında ilerlemiş ve ameliyathane kapısına gelmiştik. Çıktığımız an gelin önümüze gelecek ve soracaktı. Biz... sadece başımızı eğip başınız sağ olsun diyecek ve onu yangınıyla baş başa bırakacaktık. Kapıdan çıktığımız an gelin dibimize gelmiş ve tek kelimeyle sormuştu. “Nasıl?” titreyen sesi, titreyen dudakları, akmaya hazır dolu gözleri...
“Başınız sağ olsun.” Gökhan’ın kısık sesiyle başlarımız hafifçe eğmiş ve bir kadının yıkılışını içimizde hissettiğimizden görmemeyi tercih etmiştik. Sevdiği adamı hayata bağlayan çığlıkları, haykırışlar olurken sevdaları mahşere kalan sevdalar arsında yerini almıştı. Bu defa sevdiği kadının çığlıklarına dayanamayarak yeniden hayata dönememişti adam. Benim empatisini bile yaparken içimin yandığı anı bir hemcinsim gözlerim önünde yaşıyordu.
Çığlıkları boğazını tıkadığı anda nefes alamamış ve krize girmişti. Hızlıca sedyeye almış ve sakinleştirici uygulamıştık. Muhtemelen bir süre vücuduna girecek son gıda vereceğimiz serum olacağı için canını yakmamaya dikkat ederek takmıştık serumunu.
Kendimi olabildiğince tutmuş ve pratisyen odasına gelmiştim. Odanın boş olduğunu biliyordum. Kapıyı açıp girdiğimde beni bekleyen Barut’u görmemle tüm kendimi tutuşlarım boşa gitmişti işte. Onu görmek duygusuz Pırıl’ı ezip geçiyordu. Hızla koşup aramızdaki birkaç adımı kapatmış ve boynuna sarıldığım gibi hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. İster istemez kendimi o kadının yerinde hayal etmiştim.
Evlenmeye yakın olduğum için miydi yoksa sevgilerimiz benzer olduğu için miydi bilmiyordum. İlgilenmiyordum da. Ama aynı olay örgüsünün başıma geldiğinin kabusunu dahi hayal etmek nefesimi kesiyordu. Daha kendimi tanımadan ondan hoşlandığım için miydi ona olan delice tutkunluğumun sebebi? Yoksa her aşk içinde mi barındırıyordu tutukluluğu? Ben yıllardır Barut Aslan’a tutukluydum. O an akan gözyaşlarıma bile sorsanız bunu kabul ederlerdi.
Barut Aslan...
Mesaim bittiği gibi soluğu onu beklemekte almıştım. İçimde ona aşık olan genç çocuk biliyordu, hissediyordu onun gözyaşlarını. Hasta ameliyat takip salonunda yaralı damadın ameliyat sonucunu görür görmez Pırıl’ın kaçıp sığınacağını bildiğim yere gelmiştim. Geçen on dakikanın ardından odaya gelmiş ve geldiği gibi sıkıca sarılmıştı boynuma. Başımı usulca onun boynuna yaslamış ve o ağlarken akan her gözyaşı için boynuna öpücükler bırakmıştım.
Onun gözünden akan yaşlar belki tenimi yakmazdı ama ruhumu cayır cayır alev kapanına çevirirdi. Kalbimdeki ormanları küle çevirirdi. Onun gözünden akan yaşlar benim kalbimin yangını olurdu. Ağlamasına engel olmadan üst bacaklarından tutup tüm bedenini kucağıma almış ve boynunu dudaklarımdan ayırmadan arkamızdaki kanepeye oturmuştum.
Kollarımı olabildiğince sıkı ama zarar vermeyecek şekilde beline sarmış ve bir elimle saçlarını okşamaya başlamıştım. Ensesindeki saçlarından gelen kokusu bana cenneti vadederken soluksuz hıçkırıkları cennetimin beni sınayışıydı. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Ne kadar süre ağladığını bilmiyordum. Tek bildiğim, ağladığı süre boyunca gözlerinden boynuma altı bin yüz on yedi gözyaşı düştüğüydü.
Bir günde altı bin yüz on yedi kez yanmış, altı bin yüz on yedi gözyaşı süresi boyunca boynundaki cenneti tatmıştım.
Ağlamaktan kıpırdamaya hali kalmadığında kollarını boynuma dolamış başını göğsüme gizlemişti. Kucağımdan indirmeden dolabına ilerlemiş, çantasını ve kabanını almıştım. Kabanını güzelce bedenine sarmış ve üşümesini en aza indirmiştim. Kimseyi umursamadan sevdiğim kadını kucağımda hastaneden çıkarmış ve geldiğimde arabayı park ettiğim yere gelmiştim.
Üstünde doktor önlüğü olan bir herif bize doğru gelmiş ve sert olduğunu düşündüğü bir sesle konuşmuştu. “Pırıl mı o? Kıza ne yaptın? Bırak kızı adi herif.” kucağımızda hanımımız uyumasa haddini bildirirdik arkadaşa ama dua etsin hanım kucağımızdaydı. Sakin ama her an sakinliği bozulabilecek ses tonumla Pırıl’ın bedenini arka koltuğa yatırırken konuşmuştum. “Evet Pırıl birader bir sorun mu var? Ayrıca karımı kucaklamak ya da bırakmak için ne zamandan beri iş arkadaşlarından emir icazet almam gerekiyor? Korumacı olman güzel ama yanlış kişiye yapıyorsun kardeşim. Benimki kimsenin korumasına ihtiyaç duymaz. Şimdi eve gideceğiz. Ne yapacağımızı da icazet vereyim mi?”
Çocuk geri çekilmiş ve elini göğsüne hafifçe vurarak başını yan yatırıp kaldırmıştı. “Yok ağabey bizde yengeye yanlış olmaz. Saygılar ağabey.” demiş ve kaçmıştı. Komik çocuktu. Belki gülerdim ama şartlar el vermiyordu. Boynumdan ruhuma hala bir dolu yangınım vardı.
Arabaya binip Pırıl’ı eve götürmek için sürmeye başlamıştım. Arada dikiz aynasından yangın sebebimi kontrol ediyor ve uyanmadığını gördükçe rahatlıyordum. Bana kalırsa şu an ona iyi gelecek iki şey vardı. Biri arkadaşı -ki kocası olan salak yeni iyileştiği için ona dırdır etmekle meşguldü- diğeri oğlumuzdu. Ben artık seçenek bile değildim bence. Ben direk vardım yanında.
Önce benim eve uğramış Pırıl’ımın bulduğu bakıcıya haber verdiğim için hazır olan Pamir’i almış ve Pırılların evine doğru sürmeye başlamıştım. Evleri sadece bir sokak arkada olması biraz kırıcı olsa da yapacak bir şey yoktu.
“Baba... anne neden üsgün?” hala bazı harfleri tam söyleyemese bile gelişme gösteren oğlumun sorusuyla arabayı durdurmuş ona dönmüş ve gülümseyerek konuşmuştum. “Anneyi bugün işinde üzmüşler paşam. Bende dedim ki benim aslanım annesinin moralini düzeltir. Hem özlemiştin anneni. Bu gece anneyle uyu olur mu? Babanın yerine de sarıl anneye kocaman ama.”
Süt dişlerini göstere göstere gülümsemiş ve başını sallamıştı. Ardından bacaklarının yanındaki Pırıl’ın başına bir öpücük kondurmuş ve eliyle saçlarını sevmişti. Benim oğlan babasından fena annesini sevecek gibiydi. Arabadan inip arka kapıya gelmiş ve Pırıl’ı olabildiğince dikkatli bir şekilde kucaklamıştım. Pamir'e göz kırpıp Pırıl’ın çantasını işaret etmiş ve onun çantayı da alıp inmesini beklemiştim. İkisinin de üşümesinden korkarak hızlıca kapıya gelmiş ve tıklatmıştım. Benim hemen ardımdan Pamir de kapıyı tıklatmıştı. Yerdim mesela bu veledi.
Kapıyı Ferah Hanım açmış ve açtığı gibi sessiz olması için Pamir’den uyarı almıştı. Pırıl’ı odasına kadar taşımış pijamalarını giydirmesi için annesine teslim etmiştim. Pamir’le aşağıda beklerken Özkan Bey gelmiş ve baştan aşağı üstümü süzmüştü. Gerçi normaldi. Bugün normal şartlarda Pırıl’ı istemeye gelecektik. Konuşmasına izin vermeden hızlıca konuşmuştum.
“Bugün onun için zordu Özkan Bey. Vazgeçtiğimden değil yanlış anlaşılmasın. Kızınızı elbette isteyeceğim. Ama bunu onun yukarıda kötü bir gün geçirdiği için enerjisi tükenmişken yapmayacağım.” ardından Özkan Bey bir şey dememiş ve Pamir’ e bakmaya başlamıştı. Pamir tanımadığı adamdan saklanmak için bacağımın arkasına geçerken Özkan Bey beni şaşkınlıktan utanmasam mezara gireceğim bir şekilde şaşırtacak o cümleleri kurmuştu.
“Delikanlı, çok ayıp. Dededen saklanılır mı? Annenin babasıyım ben. Gel tanışalım.” Pamir çekinerek ona adımlarken Özkan Bey, Pamir’in başını okşamış ve bana bakmadan konuşmuştu. “Vermesem de vazgeçmeyeceğini anladım zaten. Kızımı mutlu edeceğine de güvenmeyi öğreneceğim... damat.”
Herkese Selam! Sonunda sınav bitmiş olsa bile her şeyin belirsiz olduğu o aylardayız... yine. Öncelikle hepinize çok çok teşekkürler. bu sürecimde beni anlayışla karşıladığınız ve sabırla beklediğiniz için.
Sevgili bacılarım ve erkek kişileri (varsanız) ayda en az iki bölüm yayınlayan yazarınız geri dönüyor! Yaza bomba gibi girerek bomba gibi patlamayız umarım.
Bu arada ne yazık ki son günlerde çok fazla ormanlık alanımızda yangın var... umarım en kısa zamanda tüm yangınlarımız diner ve daha güçlü ormanların olduğu mükemmel yeşillikler ülkesi olan eşsiz coğrafyamıza yeniden kavuşuruz. Umarım herkes iyidir, umarım hayvan dostlarımız yangınlardan kurtulma şansı bulurlar.
Bir de... sizlere Kalbimdedir Yangın ailesi olduğunuz için, onları terk etmediğiniz için teşekkür ederim. <3
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.2k Okunma |
400 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |