
Mete Çağın...
Kız İsteme Anları...
Kahveler dağıtılmıştı. Elbette ki Burçak bana kıyamayacağı için tuz koymazdı. Onun gibi sürekli kitap okuyan nazik bir ruhun eski Osmanlı adetlerinin yanlış yorumlanışı olma sonucu oluşan tuzlu kahvenin yeni yorumu yapacağını düşünmüyordum. Benim bildiğim kadarıyla Osmanlı'da tuzlu kahve damada kızın 'Seni istemiyorum.' Deme şekliydi. Tabi Burçak beni istemiyorsa o ayrıydı. Ay benim gibisini nereden bulsundu bir daha canım? Yakışıklıyım, hanımcıyım, aşırı aşığım, efendime söyleyeyim hayırlı evladım, doktorum, Burçak kalbimin atma şekli. Ay daha ne olsundu değil mi?
'kardeş benim bile kendimi pohpohlama seviyem bu kadar değildi...'
'Ay iç ses sen ne anlarsın ayol kendini pazarlamaktan?'
'Unuttuysam hatırlatayım Mete Çağın ben senim? Sen bilmiyorsan bende bilmem ya hani? Kendi aptallığını bana bulaştırma hadi uza.'
Arkadaş insan iç sesinden de posta yer miydi be? Zannedersiniz acıların çocuğuydum. Önümdeki kahveyle bakışmayı bırakıp siyah fincanı yavaşça elime aldım. O sırada göz göze geldiğim Gonca bir tuhaf bakıyordu.
'Şey gibi bakmıyor değil mi Mete ben yanılıyorum 'işin bitti dostum'?'
İç sesime nadir hak verdiğim anlardan birindeydik ve şuan tek dileğim kahvemi mutlu mutlu içmekti. İlk yudumu almak için dudaklarıma götürdüğüm bardaktan aldığım acıyla karışık sirke kokusuna midem tarafından gelen uyarılarla güler yüzlü kalmaya çalışarak tekte içtim. Maalesef kahvemde Gonca'nın parmağı vardı. Şuan bunu umursayacak değildim çünkü MİDEM YANIYORDU. Sirke, limon, tuz, acı pul biber, karabiber, nane, kimyon ve bilmem kaç çeşit daha koyduğu baharat vardı Allah bilir. Bir an evvel bu istemenin bitmesi ve benim gidip midemi yıkatmam gerekiyordu. Babam Burçak'ı istemiş olacak ki Burçak da Gonca da Oflaz da ayaklanmış büyüklerin elini öpmek için sıraya girmişlerdi. Hızlıca bende ayaklandığımda dönen başımı umursamamaya çalışarak sıraya katıldım ve tek tek tüm büyüklerimizi dolaştık.
Fakat benim midem hiç iyi değildi. Bilincimin yavaş yavaş kaydığını hissederken. Bayılmadan önce son hatırladığım şey Burçak'ın yüzüne gözlerinin içine bakarak bir şeyler dediğimdi. Sonrası ise tamamıyla karanlıkta geçirdiğim anlamsız ne kadar olduğunu bilmediğim zaman dilimiydi.
Burçak Vatanoğlu...
Mete'nin ciddi anlamda ayaklarımın dibine bayılması ve ardından bilinçsiz halde kusmaya başlamasıyla bizim panik hali tabi ki kendini kapıdan içeri sıvıştırmıştı. Oflaz gerekli müdahaleleri yapmış ve ambulansı aramış ardından da gıda zehirlenmesi belirtileri olduğunu söylemişti. Tabi bununla eş zamanlı başım Gonca'ya çevrilmiş ve sorgularcasına bakmıştım. Gonca ise tedirgin gülümseyerek şöyle demişti. "Sadece kahvesine biraz bir şeyler eklemiştim. Bizden kolay kız alınmayacağını anlasın diye kanka." Bunun üzerine Oflaz'ın ne ekledin güzelim sorusuna ise yanıtı gereğinden uzun olmuştu. "Yani...aslında başlangıçta sevdiğinin elinden kahveydi. Sonra ben sirke, limon, limon suyu, nar ekşisi, kimyon, nane, zerdeçal, karabiber, acı pul biber tozu, tuzu bir kasede karıştırıp eser miktarda kahvesine ekleyene kadar."
Size yemin ederim bu kombinasyonla teröristlerin inine sızsaydık hiç öyle üç beş ay uğraşmazdık. Direk mide fesadından öbür tarafa yollamanın kısa yoluydu resmen. Bunu umursayacak bir anda değildim neyse ki. Mete ayaklarımın dibinde öylece baygınken umursayacağım son şey terörizmdi. Ne de olsa her insan böyle değil miydi?
'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı deniyordu Burçak?'
'Üstüne bastın ayağını kaldır iç ses.'
Aradan geçen on beş yirmi dakikanın sonunda gelen ambulansla hastaneye kaldırmıştık Mete'yi. Ambulansta Mete ve Oflaz giderken kalabalık yapmamak adına ambulansa binmemiştim. Oysa tabi ki onun yanında olmak isterdim. Ama kuması olduğum benden önceki Mete'nin gelini bey sağ olsun doktor olduğu için bana gerek yoktu orada. Arkadan Mete'nin ailesiyle beraber arabayla geliyorduk. Ön koltukta Devrim Bey, sürücü babam, arkada ortaya alınan Sevilay Hanım ve kenarlarını tutan ben ile annem olarak tam kadroyduk. En yakın hastaneye varmamızla biten dip dibe yolculuğumuzun sona ermesiyle Mete'nin yanına yolculuğa geçmiştik. Kendisi şuan bir mide yıkama seansındaydı öğrendiğimize göre.
Şaka maka başıma gelmez dediğim her şey başıma geliyordu bu aralar. Mesela Gonca'yla bir gün oturup konuşurken konu evlilik, aşk işlerine geldiğinde ona şey demiştim 'Ben sen miyim hayatım sevgili eşimi istemede zehirleyeyim?' o ise gülmüş ve bana 'Sen kıyamazsın zaten ama ben kıyarım hayatım. O mide yıkanacak Oflaz efendi!' demişti. O zamanlar ne de güzel gülüyordu. Ne kadarda mutluydu halbuki. Kim derdi ki hamile kalacak, Oflaz' la onun geleceği için ayrılacaklar, yeğenim olacak. Evleneceğim mutlu olacağım ve babamın geri döneceği de söylenmemişti gerçi.
Aradan geçen dakikalar saatlere dönüşürken Mete'nin içeriden çıkmadığı her dakika ortamın gerginliğini arttırmaya yetiyordu. Kimseden çıt çıkmayan geçen ne kadar olduğunu bilmediğim zaman sonunda Mete'm ameliyathanenin kapısından normaldeki yakışıklı olduğunu düşündüğüm doktor ameliyat önlüğü yerine, sedye de hasta önlüğüyle olması tuhaftı tabi.
Sevilay Hanım ve Devrim Bey Mete'nin yanına yaklaştığında kalabalığı önlemek adına uzak durmuştum. Sevilay Hanım oğlunun alnını yavaş yavaş okşuyordu. Devrim Bey ise Mete'nin elini tutmuş ve destek verir gibi hafif hafif sıkıp sıkıp bırakıyordu. Yüzü beyazlamış dudakları hafif ölümün rengine yaklaşmış sevdiğimin inip kalkan göğsüyse tek sığınağımdı. Fakat şimdilik kalbinin attığını bilmek yeterliydi. En azından o tamamen sağlıklı olana kadar.
Ameliyat kapısının öbür tarafındaki saate baktığımda ise yeni güne geçtiğimizi görmüştüm. Yeni güne geçmiştik ve resmi olarak yirmi dokuz yaşına girmiş bulunuyordum. Bugün günlerden o gündü. 26.08.2021 Perşembe. Normalde olsa bugünü Mete' siz yirmi birinci yılımın başlangıcı olarak işaretlemem gerekirdi fakat Mete henüz yeni önümden odaya doğru yola çıkmıştı. Yirmi yıl sonra Mete'yi on yıl sonra ise babamı bulmuşum. İlk kez doğum günümde hayatımdaki en önemli şeyler bir arada olacaktı. Abim hala ama hala hastane odasında müşahede altında tutuluyordu. Bir an evvel iyileşmesi en önemli dileğimdi aslında. Onsuz bir isteme de hayal etmiyordum, düğünde. Fakat Mete'nin habersiz istemesiyle biri gitmişti. Geriye kalan birinin ise mutlaka olması gerekiyordu.
Yavaş adımlarla ilerleyerek hasta odalarının bulunduğu kata giden merdivenlere doğru hareket ediyordum. Bir yandan zihnimi işgal eden Mete Çağın'la baş etmeye çalışırken öte yandan da bana zorunlu görev olarak verilen ve hazırlık süreci bir buçuk yıl olan görevin başlamasına neredeyse bir yıl kaldığını ve henüz saha araştırmasına bile ekip göndermediğimi fark etmiştim. Komutanıma mail göndererek güncel durumumuzu izah etmiştim.
Komutanıma attığım mailde şunları bildirmiştim;
· Burak abimin durumunu,
· Benim evlenmek üzere olduğumu ve şayet evlenirsem göreve katılma şartlarımda bir değişim olup olmayacağını,
· Göreve bağlı ekipten saha araştırması için üç kişiyi bu hafta içinde tayin edeceğimi ve gerekli altyapıyı hazırlamalarını,
· Ve son olarak da görev için gerekli olan her türlü silah, bomba, bomba imha makinesi, mayın, gerekli askeri giysi ve yemek ihtiyaçlarının olduğu bir liste
Hazırlayıp ek dosya olarak göndermiştim. Cevap olarak ise evlendikten sonra görev günü ve tarihinde olası bir hamilelik durumum dahi olsa görevi iptal etmemin imkansız olduğu zira bu görevin bizim üssümüz için ne kadar tehlikeli ve önemli olduğunu ve bundan yaklaşık altı ya da yedi ay önce bu görevi ölsem dahi iptal etmeyeceğime dair bir sözleşme imzaladığımı tekrar tekrar dinlemiş ve okumuştum. Henüz Mete'ye bu görevden bahsetmemiştim. Ve muhtemelen de hemen bahsedemezdim. Neden diye sormayın lütfen çünkü öyle kolayca ölüme gideceğimi sevdiğim adama anlatmak pek de mümkün değildi. Bu görev sonunda ölebileceğim olasılığı varken ve göreve bir yıl varken onun da ruh halini düşürüp mutluluğunu bozmak istemiyordum.
Merdivenleri çıktığımda odanın hangisi olduğunu sormaya gerek duymuyordum. Pek sevgili Oflaz Matem Ayyıldız sağ olsun oda numarasının kaç olduğunu ve odayı benim için boş tuttuğunu öğrenmiştim. Hızlı hızlı Mete'ye karşı kabaran özlemimle koşmamak için zor durarak bahsi geçen odayı bulup içeri girdim kapıyı hafifçe aralayarak. Mete henüz uyanmadığı için oda sessizdi. Oflaz sanırım Sevilay Hanım ve Devrim Beyi kantine götürmüştü kendiyle beraber. Yavaşça refakatçi sandalyesine oturup Mete'nin elini ellerim arasına aldığımda baygın olmasına rağmen sıcacık olan eliyle sıcaklığını kıskandığımı fark ettim. Neden bu sıcacık elleri yüzüme değmiyordu? Neden bu güzel kıvrımlı yüzü hep benden uzaktaydı? Neden kalbi hep kendi bedeninde çarpıyordu? Halbuki ben onun yanımda yaşamasını kalbimde konaklamasını isterdim.
Elini alıp her anımızı fırsat bilmek istediğim için kalbimin üzerine koyma kararı almıştım. Belki kalp atışlarım elini döverse göğsüm yerine bu onu mutlu ederdi. Kafamın ağırlığını vermeden hafifçe karın boşluğuna kafamı yasladığımda eli hala kalbimin üstündeydi. Dokunmaya kıyamayacağım kadar güzeldi. Kanlı ellerimin dokunmayı hak etmediği bir büyüydü. Ondan önce ölümden korkmayan ben, kendine dair hiçbir umudu kalmamış ben, onunlayken kendimi yaşamaya doyamıyordum. İçimde o varken kalbimin atması zoruma gitmiyordu...
Mete Çağın...
Karmaşık anılar sokağında dolaşırken aldığım tuhaf kokuyla gözlerimi aralama isteğimi bastıramadan yavaşça araladım. Gözlerimin hizasına giren kumral saç tutamlarıyla bezeli yüzü ve görmeye aşık olduğum gözleri kapalıydı. Elim kalbinin üstündeydi. Fakat ne onun ne benim evimde değildik. Bu rahatsız edici yer en fazla bir hastane odası olabilirdi. Ki kanımca öyleydi de. elimi yavaşça geriye doğru çektim. Zira uyandığında utanıp rahatsız hissetmesini istemiyordum. Büyüleyiciydi. Güzeldi. Hatta çok güzeldi. Bakmaya, dokunmaya, hissetmeye kıyamayacağım kadar güzeldi.
O değil de ne olmuştu sahi bana? Ah... Gonca. Bende diyorum boğazım neden yanıyordu meğer Gonca tarafından zehirlenmiştim doğru ya.
Sıcaklığı sobanın yanına yaklaşmış kedinin yaşadığı hissi bana iteliyordu. Yavaş yavaş göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Vücudumdaki yorgunluk hissi geçeceğe benzemiyordu. En iyisi birkaç saat uyumalıydım. Gerçi zaten aksi hali gözlerim ve kapaklarının kabul edeceği bir durum değildi.
Birkaç Saat Sonra...
Yazardan...
Oflaz'ın neden onu oğlundan uzaklaştırdığına anlam veremeyen Sevilay Hanım bir yandan oğlunun yanında olmayı düşünürken bir yandan da oğlu hastane odasında kalırken müstakbel gelininin nerede olduğunu düşünüyordu. Gelininin her ne olursa olsun oğlunu bırakmayacağını biliyordu ama... tabi ya! Oflaz onu odadan baş başa kalmaları için uzaklaştırıyordu. Sonuçta baş başa kalırlarsa rahat ederlerdi. Fakat bunu söyleselerdi ya keşke. En azından boş yere kantinin rahatsız edici koltuklarında oturmazlardı. Oflaz'ın seslenmesiyle herkes Oflaz'a dönerken Oflaz, hafif bir tebessüm etmiş ve konuşmuştu. "Evet sevgili aile fertlerim ve müstakbel aile fertlerim olan yengemin ailesi. Muhtemelen Metoşum Götoşum- ay yani Mete uyanmıştır. Hadi gidip başının etini yiyelim!" heyecanla çıkan sesiyle konuşmasını bitirdiğinde karısının koluna girmiş, oğlunu kucağına almış ve karısıyla seke seke asansörün olduğu alana ilerlemişlerdi. Diğerleri de rezil olmamak adına onların ardından biraz bekleyip ilerlerken Armut hanım içinden kendini telkin ediyordu.
'Bu çocuğu sen yapmadın Armut. Bu çocuk tamamen babası. Senin katkın yok herhalde.'
Hastanenin kalabalığı yüzünden neredeyse on beş dakikaya yakın bekledikleri boş asansör sonunda geldiğinde binmiş ve ardından Mete'nin yatışının yapıldığı odanın bulunduğu katın düğmesine basmışlardı. Yavaş yavaş kapanan kapının ardından usul usul hasta katına çıktıklarında Oflaz'lar yine seke seke herkesten önce gidiyordu. Biraz yürümenin ardından vardıkları odanın kapısının önünde Oflaz herkese dönmüş ve "Daha uyanmamış ya. Hadi geri inelim biz!" demişti.
Sevilay hanım ise oğlunun hasretine daha fazla tahammül edemeyecek şekilde sitem etmişti. "Oflaz! Çekilsene çocuğum şu kapının önünden. A kızıyorum ama artık. Çocuk oyuncağı ettiniz bizi. Karın oğlumu zehirledi. Sen oğlumla arama giriyorsun. Bak vallahi sen küçükken yaptığım gibi kepçeyle popona vururum. Hem Armut' um da mutlu olur. Değil mi hayatım?"
Armut Hanımın onaylayıcı kafa hareketinin ardından Oflaz'ı omzundan iterek kapıyı aralamış ve içeri girmişti. Girdiği gibi de gülerek dışarıdakilere seslenmişti. "Devrim Bey, bizim gelin bizim oğlana fazla aşık herhalde. Birkaç saat ayrı kalmaya dayanamamış bak." Neşeli kıkırtılarını ortama koyuvermiş ve Aybüke Hanım ve Alphan Beye dönerek sevimlice konuştu. "Dünürlerim gelin biz bunların düğününü öbür ayın ikinci haftası yapalım. Baksanıza şu sevimliliğe. Ayırmaya kıyamıyor insan."
O sırada yarı uyanıklıkla uyuma arasında olan Mete Çağın Sevilay Hanımın onun için planlamaya çalıştığı düğün için sırıtmamaya çalışıyordu. Uyumadığının anlaşılması demek bir ton utandırıcı lafla uğraşmak demekti ve o buna hazır olduğundan emin değildi.
Burçak'la hayatını birleştirme düşüncesi mutlu ediyordu onu. Ama şimdi uyanık olup annesine anne iki hafta çok dayanamam ben o kadar demek istese de isteme ve düğünün arasında iki hafta olması hazırlıklar için az bir süreydi. Buna rağmen tek dileği Alphan Beyin ve Aybüke Hanımın bunu kabul etmesiydi. Uzun bir sessiz bekleyişin ardından Alphan Beyin sesine dikkat kesildi Mete. Hatta öyle bir heyecanla dikkatini vermişti ki az kalsın göz kapaklarını oynatıp gözlerini açıyordu. Alphan Bey tane tane konuştu usulca.
"Ben on yıl boyunca biliyorsun zaten kızımın hayatında olamadım. Kızım... Burçak on yıl boyunca babasız kaldı. Sırf benim vatana olan sevdam yüzünden kendi öz kızım babasız büyümek zorunda kaldı. Hayatının belki de en güzel anıları olacak zamanı benim yüzümden en kötü anıları oldu. Belki de benim kızımdaki en büyük etkim genlerine aşılı vatan aşkıdır. Bu yüzden son on yılında yanında olamadığım için, onun hakkında karar verme yetkisine sahip olan kişi ben değilim." Alphan Bey Aybüke Hanıma döndü yavaşça ve gülümseyen gözlerle konuştu tekrar.
" Ne dersin feryadım? Kızımızın düğününü iki hafta sonra yapalım mı? Mutluluğunun sebebi olalım mı?" Aybüke Hanım ise andan soyutlanmıştı. Ayrı kaldıkları zaman çok uzun bile olsa Alphan Beyin Aybüke Hanım için değeri zerre eskimemişti. Alphan Bey tıpkı on yıl öncesi gibiydi. Kararlarını adil verirdi, severdi, güven verirdi, huzuru hissettirirdi ve belki de en önemlisi Aybüke Hanımın kalbinin feryadı oluşunu her daim hissettirirdi. Hitaplarında bile. Tıpkı biraz evvelki gibi. Girdiği transtan çıkan Aybüke Hanım sevdiği adamın gözlerinin içine bakarak konuştu. "Madem kızımız bu iyi huylu çocukla aile olmaya razı. O halde iki hafta sonra gelin ve gelin alın kızımı. Lakin oğlunuza güvenim sonsuz neticede kızım güvenip en önemli değerini sevgisini vermiş, ama eğer oğlunuz veya herhangi biri oğlunuz yüzünden kızımın kalbini kırar, gözünden üzüntüden bir damla yaş akıtmasına izin verirse o vakit oğlunuz Vatanoğlu ailesinin can düşmanıdır."
Sevilay Hanım Aybüke Hanımın niyetinin tehdit olmadığının bilincindeydi. Aybüke Hanımın amacı biricik kızının iyi olduğuna, olacağına emin olmaktı sadece. Öyle ki Sevilay Hanımda zamanında Mete'nin iyiliği için ona zarar verecek kararlar bile almamış mıydı zaten?
Kaderin çarkı dönecek ve mutluluğun devri hüküm sürecekti...
Burçak Vatanoğlu...
Mete'nin odasından sessizce çıktıklarında göz yaşlarımın yanaklarımı ıslatmaya başladığının bilincindeydim. Babamla ilişkimiz öyle yarım ve öyle güçsüz bırakılmıştı ki. Çenemden tutan elle ne olduğunu anlamadan yüzümün yukarı çevrilişiyle gözlerim Mete'min gözlerine sabitlenmişti.
"ne bu göz yaşları, bu kızarık gözler Burçak Vatanoğlu? Baban zaten zar zor ikna oldu seninle evlenmeme. Sen daha evlenmeden caymak mı istiyorsun ayol? Hem hiç yakıştıramadım insan kocası olacak adamın can düşmanı olmasını ister mi hiç?"
Hafif sitemkar bir tonla dile getirdiği cümlelerle bende gülümsemeye yol açarken gülmemle mutlu olmuş gibi o da gülmüştü.
Benim ise yaptığım tek şey hafifçe doğrulup bir anda naif olmasını amaçlayarak dudağından tüy kadar hafif şekilde öpmekti.
Hemen öpüp çekildiğimde çoktan belime sardığı kollarıyla gülümsemiş ve "Çok Burçak Vatanoğlu kollarımdasınız ve ben bitti demeden bitmez." Dedikten hemen sonra yumuşak ama tutku dolu bir şekilde öpmeye başlamıştı. Tabi birkaç dakika sonra Oflaz içeri girmeseydi.
"Metoşum Götoşum! Hastaneden taburcu olma vakti kocacığım!"
Akşam Saat Dokuz Civarı...
Mete Çağın...
Bir saat önce evinden aldığım kadınla birlikte yaşayacağımız eve götürüyordum onu. tabi henüz haberi yoktu. Üstünde siyah derin sırt ve göğüs dekolteli yarım boydan yırtmaçlı bir elbise vardı. Cesur görüntüsüne tutkuyu da eklemişti anlayacağınız. Eli elimde, bedenlerimiz arabanın içinde hiçbir yeni ve yaşayan ağaca kıymadan yapılmış ahşap, ormanın içinde fakat arkasında denize ev sahipliği yapan evimize götürüyordum sevdiğim kadını. İç dekorasyonunun tamamını bitirmemiştim açıkçası. Zira evin dokularının tamamen benden ibaret olmasını istemiyordum.
İçeriye girdiğimizde restoran olmadığının bilincindeki zeki sevgilim bana dönmüş ve "Sevgilim madem evden eve geçecektik söyleseydin ya pantolon giyerdim. Böylelikle Gonca Hanım'ın zoruyla elbise giymiş olmazdım." Demişti.
Oysa haberi yoktu onu neden buraya getirdiğimden. Sevgili nişanlım Burçak Vatanoğlu doğum gününde ona evimizi hediye edeceğimden habersizdi. Aslına bakarsanız bu ev benim için maddi açıdan çok manevi olarak önemliydi. Düşünsenize sevdiğiniz kadın veya adamla çocukluk hayallerinizi gerçekleştiriyorsunuz. Geçmişi tamamlamamın bugünüme mutluluk getireceği düşüncesi öyle güzeldi ki.
Kolumu Burçak'ın beline sararak hem onu yönlendirdim hem de konuşmaya başladım. "Güzelim hele bir girelim eve. Hem söz veriyorum bayılacaksın ve hatta keşke gelinlik giyip gelseydim diyeceksin. Güven bana."
'İnşallah o da olacak be Mete.'
'Olacak iç ses olacak. Olmazsa da olduracağız artık.'
Kapıya vardığımızda ceketimin cebindeki anahtarı çıkartmış ve kapının kilidine geçirip kapıyı hafifçe bize doğru geçerek kapıyı açmıştım. Önünde hafifçe eğilerek elimle içeriyi işaret etmiştim. O ise hafif tebessümü eşliğinde içeri girmişti. Tabi girer girmez anılarımızın fotoğraflarını görmek afallatmış olsa gerekti. Elleriyle ağzını ve burnunu kapatıp bana dönerek yaşadığı şoku tarifsiz bırakmaktan çekinmemişti. Titreyen sesiyle konuşup elleriyle de destekledi kendi cümlelerini. "Mete inanmıyorum, inanamıyorum. Ben... ben bir şey tahmin ediyorum ama bu... bu doğru mu?" gerçekten sürprizim bu kadar anlaşılır mıydı ya? Halbuki ben bunun için kaç aydır ustaların başının etini yiyordum, mağaza mağaza geziyordum. Tüh. Yapacak bir şey yoktu. Karım fazla zekiyse bunun suçunun bana ait olduğunu düşünmüyordum.
Gülümseyerek başımla onayladım Burçak'ı. Başımla onaylamamın yetersiz geleceği korkusuyla da sözlerimde tekrar onayladım. "Burçak Çağın. Bu kadar zeki olursanız Sevilay Çağın gün sonu beni damadı yapıp sizi kızı olarak almaya kalkabilir haberiniz olsun diyorum." Sonlara doğru ortamdaki gergin ve tuhaf havayı yok etmek ister gibi esprili kişiliğimi konuşturmuştum yine.
'konuşturmaz olsaydın be Mete. İki ucu boklu değnek gibisin oğlum. Nereden tutsam elimde kalıyorsun.'
'Teşekkürler iç ses çok naziksin.'
'Rica ederim kocacığım.'
Galiba iç sesim de artık Oflaz tarafından kontrol ediliyordu. Neyse ki iç sesimi umursayacak kadar vaktim yoktu. Burçak'a yaklaşıp ona evi gezdirmek istediğimi gözlerimle belli ettiğimde başını aşağı yukarı sallamıştı. Arkadaşlar hatun asker. Mübarek zeki fışkırıyor ayol. Ev iki katlı etrafında başka ev olmayan ve uzun yıllar önce ağaçları kesilmiş ve ağaç ekim yasağı olan bir konumdaydı. Bir cephesi ormana bir cephesi denize ev sahipliği yapıyordu.
İlk katta;
Mutfak, banyo, salon, iki adet boş oda -ki odaların boş olma sebebi olası bir çocuğumuz olursa Burçak yorulmasın üst kata çık in yapmaktan diyeydi.- , mutfağın içindeki kapıdan girilen bir de kiler vardı.
İkinci yani aslında asıl katta ise;
Ebeveyn odası, üç çocuk odası -tabi odaların çocuk odası olduğu belli değil.-, iki banyo, bir banyosuz lavabo, merdivenden dümdüz ilerlendiği takdirde ise cam kapılar ve cam kapıların açılması halinde kocaman bir teras bulunuyordu.
Ah tabi birde bodrum kat vardı. Bodrum katta ise;
Doğal afet sığınağı -ki içerisinde ilk yardım malzemeleri, tarihleri 2025-2026 olan kuru gıdalar, yemek kitleri, battaniye, fener ve benzeri olası durumda önem taşıyan eşyalar-, arabalarımız için minik garaj gibi bir yer ve eğer çocuğumuz olursa diye sıkılmaması için taşınıp kurulabilir park aletleri vardı.
Aslına bakarsanız evin bu kadar geniş olmasının nedeni hem işlerimizin zamansız olması, hem herhangi bir doğal afetin bizi ne zaman ne şekilde yakalayacağını bilmememiz hem de belki de ailelerimize olan bağlarımızın içindi. Merak etmeyin odalar ses ve ısı yalıtımlıydı. Sevdiğim kadını hasta edecek değildim yani.
Evin neredeyse her yerini gezdikten sonra aklıma gelen Burçak'ı çağırma bahanem olan yemek ile ona döndüm. Muhtemelen açtı. Sonuçta yemeğe çağırmıştım. En azından o öyle biliyordu. Doğum günü olduğunu bildiğimden habersiz gülümseyerek beni izliyordu. Elimi uzatıp tutması için avucumu gün yüzüne çıkardığımda önce yüzüme sonra elime bakmış ve parmaklarını parmaklarıma kilitlemişti. Sabahtan buraya gelip hazırladığım yemekler şimdi buzdolabındaydı. Geriye yapacağım tek şey Burçak'ı masaya oturtup yemekleri getirmek ve bu geceyi şahane bitirmekti.
Giriş katımızdaki mutfağa bağlı yemek odasına girerek tabakların yerleştirildiği masaya Burçak'ı bırakmış ve yanağından öperek buz dolabına adımlamıştım. Buzdolabındaki israf olmasın diye iki kişilik hesaplamalarla yaptığım yemekleri çıkarmış ve ısıtmaya başlamıştım. Aybüke Hanımdan öğrendiğim Burçak'ın sevdiği yemek olan sebzeli lazanyayı da fırına ısınması için koymuştum. Ocakta ısınan çorbayı Burçak'ın yanına götürmüş ve tabaklarımıza servis etmiştim. Anlaşılan o ki Burçak tek başıma bunları yapmamdan rahatsız olmuştu. "Mete yemekleri zaten sen yapmışsın, üstüne bugün bir de hastaneden yeni çıktın. Gel bak inat etme yemek servisini ben yapayım. Hiç değilse beraber yapalım." Demişti. Aslında kabul etmezdim fakat bana attığı yavru kedi bakışlarına dayanamıyordum. Başımı hafifçe aşağı yukarı sallayıp onay verdiğimi belirten cümleler kurdum. "Tamam... ama beraber yapacağız. Şimdi iç bakalım çorbayı. Beğenecek misin görelim."
Başını sallamış ve önündeki balkabağı çorbasını içmeye başlamıştı. Asker olduğu için zaten genellikle sebze ve et üzerine yemekler yediği için bunu yadırgayacağını düşünmüyordum. Düşündüğüm gibi de yadırgamamıştı. Çorbalarımızı içtikten sonra tabaklarımızı alıp beraber mutfağa ilerlemiştik. Biliyor musunuz tam bir aptaldım. Onun gibi bir kadınla hayatımı geçirmek için bir yemek masasına ihtiyacımız olacağını onun mutfakta yemek istemeyeceğini düşünecek kadar. Onunla beraber yemek yemek için mutfaktan ayrı bir yemek masasına ihtiyacımız olacağını düşünecek kadar. Çünkü Burçak öyle bir kızdı ki kimseye iş çıkartmayı, yük olmayı, kimsenin kendinden ödün vermesini ve kendini kısıtlamayı sevmezdi. Bunu bir kere daha anlamıştım. Çünkü mutfağa geldiğimizde bana şöyle demişti.
" Aşk olsun Mete. Mutfakta zaten masa varmış niye içeri getir götür yaparak kendini yordun ki. İtiraz istemiyorum şimdi içeri gidiyorum ve kaşık çatallarımızı bardaklarımızı alıyorum, buraya geliyorum. Böylelikle ne sen yoruluyorsun ne de daha fazla yeri kirletiyoruz." Parmağını kaldırıp anlaşıldı mı dercesine göstermesiyle gülümseyip başımla onaylamıştım.
O içeri giderken ben de tabaklarımıza altın günü etkisi yaratmıştım. Bir kısmına lazanya, bir kısmına ondan gördüğüm şekilde yaptığım türlüden, kalan kısmına da yaptığım diğer yemeklerden. Merak etmeyin tüm yemekleri iki kişilik olarak ayarladığım için hiçbir yemekten artmamıştı. Artsa bile yerdik gerçi orası ayrı konu ama.
Gülüşüp sohbet ederek yediğimizi yedikten sonra masadakileri toplamaya başlamıştık. Tabi henüz bir sürprizim daha vardı. Masaları topladıktan sonra salona geçip oturduğumuzda kahve yapma bahanesiyle mutfağa geçmiş ve pastasına mum dikmeye başlamıştım. Elbette ki baş başa olduğumuz ve çöpe gitmesine gönlümün razı olmayacağını bildiğim için tek kişilik o minik pastalardan almıştım. Üzerine mumu koyduktan sonra iki bardak kahvemi de yapmış ve mumu yakıp içeri gitmiştim. O sırada bize film seçen Burçak olacaklardan habersiz film kasetlerine bakarken yanına yaklaşıp herkesin bildiği o şarkıyı söylemeye başlamıştım. "İyi ki doğdun Burçak... İyi ki doğdun Burçak... Mutlu yıllar sana... Mete' li yıllar sana..." gülerek sonlandırdığımda duygusal sevgilimin gözlerinin doluluğu gözümden kaçmamıştı. Fısıltıya yakın sesiyle "Bilmiyorsun sanmıştım." Demesiyle gülümseyerek "Bir Mete Çağın canlısı sevdiği kadın olan Burçak Çağın'ın doğum gününü hafızasını kaybetse dahi unutmaz efendim." Demiştim.
Gülümseyerek mumu söndürmesini işaret ettiğimde beni dinleyerek mumu söndürmüş ve hızlıca kollarını boynuma dolamıştı. Allah'tan tepsiyi masaya koymayı akıl edebilmiştim. Sımsıkı boynuma dolanan kollarına karşılık beline dolanan kollarım olunca gülümsediğini hissetmişti nedensizce altıncı hissim. Sarılmak çok güzeldi ama kahveler soğuyordu. Belinden hafifçe geri çekip gözlerine baktım -Burçak'ın dudaklarına kaymamasını dilediğim gözlerimle- ve belki de en yeni ses tonumla konuştum. "Hadi artık sonra sarılırız pasta soğuyor- aman kahve soğuyor." Görüyordunuz işte ben Burçak'ın yanında tamamıyla etkisiz eleman kalıyordum. Kız resmen tüm hislerimi ele geçiriyor ve bana aptallığı yaşam stili yapıyordu.
Pastayı yemeye başladığında çatalını bana da uzatmış ve "Mete Çağın Bey bu güzel sürpriziniz için size ödülüm doğum günü kızından pastadır. Afiyet olsun efendim." Demişti. Sırıtmaya yakın gülümsememle uzattığı çataldaki pastayı yediğimde pastayla beraber tattığım şeftalili ruj tadıyla gülümsedim.
Daldığım rüya aleminden ayılmamı sağlayan çocuksu kıkırtılarla Burçak' a döndüğümde yüzüme bakıp güldüğünü gördüm. Kafamı ne oldu der gibi salladığımda eliyle yanağıyla dudağı arası bir yeri gösterip beni işaret etmişti. Öpmemi mi istiyordu? Hayır canım öyle bir şey istese söylemez yapardı. O zaman ne istiyordu ki? Anlamadığım için aradan geçen dakikaların ardından peçeteyle yaklaşmış ve kendinde gösterdiği yüz bölgemi silmeye başlamıştı. tek sorun silme eylemini çok yakından yapmasıydı. Onun tek bakışı bile beni uçurumdan atmaya yeterken şimdi bu kadar yakın olması... tehlikeliydi.
Sesi, bakışları, gözleri, gülüşü, kalbi, dudakları,... her şeyiyle tamamıyla aşık olduğum kadındı, aşık olduğum o küçük kızdı. Belki biraz büyümüştü, belki biraz olgunlaşmıştı, belki de biraz daha kalbinde yerim artmıştı. Lakin her halükarda o benim sevdiğim kadındı. Tek bir mimiğiyle içimde bilinmeyen ne var ne yoksa uyandırabilecek güce sahipti. İçimdeki hislere daha fazla dayanamayarak gözlerimi gözlerinden çekip başka yöne bakarak konuştum. "Bu yakınlık... Burçak ben özür dilerim ama... bu kadar yakın olmamız sağlıklı değil. Yanlış anlama tabi ki bunu seviyorum ama senin yanındayken düştüğüm uçurum zaten çok derinken beraber düşmemizi ve canının yanmasını istemiyorum."
İyice yakınlaşıp " Ya ben seninle beraber o uçurumdan atlarsam? Sonuçta atlamadan kimin canının yanacağını bilemeyiz." Der demez elini yanağıma koyup yüzümü yüzüne çevirerek yavaş ama tutkulu bir şekilde öpmeye başlamıştı. yumuşak ve dolgun dudaklarından dudaklarıma bulaşan şeftali tadı an be an beni etkisi altına alıyordu. Tekrar hafifçe belindeki kollarımla Burçak'ı geri çekmiş ve "Emin misin bundan? Geri dönüşü olmayacak bir hayatı yaşamak olacak bizim için sonuçta. Ya uçurumdan atlarken paraşütümüzün ipleri koparsa?" demiştim.
Bunları söylememle Burçak iyice yaklaşıp elini yanağıma koymuş ve konuşmaya başlamıştı. o geceki son cümlelerimizin Burçak'ın ağzından çıkan cümlelerdi belki de. "Paraşütlerimiz bizim kalbimiz sevgilim. Sana yemin ederim bizzat ben şahidim o paraşütler yirmi yıldır sapasağlam bizim kavuşmamızı bekliyorken emin ol hiçbir şey olmayacak. Ne pişmanlık, ne acı, ne de korku." Bu defa öpüşmemizi başlatan bendim.
Belki de tüm gece ikimizde birbirimizle ilgili tüm gerçekleri kapı dışarı etmiş ve sadece baş başa kalmıştık. O gece bir o kadar yasaklı ve bir o kadar özgürdü ki...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.71k Okunma |
163 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |