
Sızı ruhumdaydı. Yavaşça benliğime sızan acı ise beni yavaş yavaş tüketmeye yemin etmişti. Kaburgalarımın altında atmaya devam eden yorgun savaşçı ise bu acıyla başetmesini daha küçük yaşta öğrenmişti.
23 KASIM 2024 İZMİR
Buğulu gözlerim, annemin soğuk mezar taşında oyalandı. Yeşil gözlerim, önce beyaz mermere düşen ve oradan da ince bir çizgiyle yol alıp, toprağa hüzünle kavuşan yağmur damlalarını hüzünle takip etti.
On beş yıldır; her yıl aynı gün, aynı yalnız ve soğuk kaderi yaşıyordum. Yılda bir kere ellerimin arasında olan beyaz kasımpatıları mezarının üstündeki ıslanmış toprağa koydum.
Bu ıssız ormana gelip, ne zaman annemin mezarına baksam, göğsümün ortasında karanlık bir boşluk oluyor ve o boşluktaki sızıların hepsi kanamaya başlıyordu. Bu sızıların tek kaynağı annemim o soğuk toprağın altında olmasından değildi.
O karanlık, koca boşlukta; küçük Katre beyaz elbisesi, uzun saçları ve ıslak yeşil gözleriyle bir köşeye saklanmış, onu hiç sevmeyen ve asla gelmeyecek olan babasını bekliyordu.
Yirmi üç kasım benim için, son on beş yıldır içimde kapanmayan taze bir yara olarak izini zihnime çoktan kazımıştı.
Yüzümü gökyüzüne doğru kaldırdığımda, hafifçe yağan yağmur yüzümü okşayıp beni biraz olsun rahatlattı ve zihnimin beni, küçük bir kız çocuğuna çevirmesine izin verdi.
Ben yine dört yaşındaki kız çocuğu olan Katre’ye dönüyor, yağmurun altında bembeyaz kasımpatıların arasında kıkırdayarak koşturuyordum. Çıplak ayaklarım soğuk yağmurla her buluştuğunda kıkırdamam daha da artıyor, minik bahçemizin her yerinde yankılanıyordu.
Annemin melodi gibi gelen zarif ve naif sesi, kulaklarımı terk edeli çok olmuş ama zihnimden hiç gitmemişti.
Katre kızım hadi içeri hasta olacaksın artık.
Sesini bile çok özlemiştim.
Sana dair anılarım o kadar sınırlı ki anne, bazen seni bir gün hatırlayamamaktan öyle çok korkuyorum ki bu korku beni günden güne karanlığa gömüyordu.
Artık senden bana kalan birkaç cümle, her daim sevgiyle bakan yeşil gözler ve gördüğüm tüm kırmızı lalelerdi anne.
İnce, uzun parmaklarım soğuk mermerdeki kırmızı lale oymasında gezindiğinde, buruk bir gülümseme geçti dudaklarımdan.
Lale Çelik, adı gibi zarif ama hafif boynu bükük oymanın bir eşi de sol bileğimin içinde; nabzımın attığı yerle aynı kaderi paylaşıyorlardı.
Güçlü bir kadındı annem. Hastalığına rağmen, babama rağmen güçlüydü.
Yılda sadece bir kere gelebildiğim bu mezarlık beni, hem hüzünlendiriyor hem de babamı hatırlamak zorunda kalmak kalbimde amansız bir öfkeye, sonra da sonsuz bir kırgınlığa neden oluyordu. Annemle birlikte son on beş yıldır, onu da hiç görmemiştim.
Babam Kıraç Çelik, annemin bana hamile kalması ile apar topar evlenip İzmir’in Beydağ ilçesine yerleşen acımasız bir adam.
Ben doğduktan dört yıl sonra, anneme ALS teşhisi konmuştu. Hastalığı ben iki yaşındayken başlamış aslında ama o zamanların şartlarında hemen tanı koyamamışlardı. Ben dört yaşına geldiğimde ise o yıllara ait hatırladığım nadir anılarda; annemin sürekli yatakta yatan yorgun ve solgun yüzü vardı. Öleceği yıl tanı koyulmuş ama her şey için geç kalınmıştı.
Babam ve annem, kesinlikle birbirini severek evlenmemişlerdi. Bunu şimdi daha iyi anlıyordum. Eğer babam, annemi seviyor olsaydı hastalandığı zaman onu, yalnız bırakıp öldükten kısa bir süre sonra da başkasıyla evlenmezdi. Onların ki bir zorunluluktu ve o zorunlulukta minicik kalbi olan küçük Katre‘ydi. Babam beni hiç istememiş, hiç sevmemişti. Nedenini hiçbir zaman anlamadığım amansız bir nefreti vardı. Ben olmasam annem, babamla evlenmek zorunda kalmayacak kim bilir hayatı nasıl olacaktı?
Babam, annemin hastalığını bilerek teyzeme söylememiş, hasta karısını aldatan bir adam olarak görülmek istememişti. Çünkü teyzem annemi öğrenip yanımıza gelseydi eğer babam ve Senem Hanım denen o kadın rahat rahat görüşemeyecekti. Pekala babam da bunu düşünmüş Senem’den ayrılmamak için ölecek olan karısından, tek akrabasını sakınmıştı. Babam sadece kötü değil ayrıca vicdansız da bir adamdı.
Hastaneye pek uğramayan adam, annemin durumu daha da kötüleşince zamanının kalmadığını anlayarak teyzemi sonunda aramış,
Ablan ölüyor gelip onu çabuk al.
Demişti öfkeyle. Küçük Katrenin yüreği onu, derken kendisinden bahsettiğini anlamayacak kadar babasını habersizce seviyordu. Çünkü kız çocukları, babaları ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, onları severlerdi. Çünkü onlar hayatlarında ki ilk adamdı. Küçük kızlar babalarında: ilk sevgiyi görür, ilk şefkati hisseder ve ilk onlara nazlanırlardı. Ama küçük Katre bunların hiçbirini ondan görmemiş ona hiç nazlanamamıştı ama minik yüreği yine de onu, o zamanlar sevmekten hiç vazgecmemisti.
Bir gün sonra teyzem telaşla hastaneye gelip direk benim olduğum koridora girmis hemen babamı sormuştu. Bense küçücük omuzlarımı kaldırıp indirmiş, dudaklarımı üzgünce bükmüştüm. Babamı, Senem Hanımla yaşadığım o karanlık evde de burada da sık görmüyordum artık.
Teyzemin sıcacık elini çenemde hissetmiş, nazikçe minik yüzümü kendisine çevirmişti. Çikolata kahvesi gözlerindeki öfke dağılmış, yerine kara bir özlem çökmüştü. Onun beyaz tenini çevreleyen düz kahve saçları bana annemi hatırlatmış, iri yeşil gözlerim anında dolmuştu.
Teyzem, annemin yattığı odaya girmeden karamel saçlarımın üstünden öpmüş, beni de artık aşinası olduğum bu koridordaki sandalyede tek başına bırakmıştı. Zaten dolu olan yeşil gözlerimden yavaşça akan yaşlarla, teyzemin kapattığı kapıya bakakalmıştım.
Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum ama o zaman, ağlamaktan yorulan küçük bedenimin çok uykusu geldiğini hatırlıyordum. İçeriden ağlama sesleri gelmesiyle yerimden kalkıp kapıya doğru adımladığım zaman, Melek teyzem kapıyı açmış, elleriyle hızla yanaklarını silmeye başlamıştı.
Teyzem bana,
hadi Katre kızım annen içeride seni bekliyor.
Dediğinde, uykumdan beni hızlıca sıyıran sevincimi hala hatırlıyorum. Günlerdir annemi bana göstermemişlerdi. Şimdi boğazımda bir yumru ile hatırladığım bu anı, küçük Katre için o zamanlar kalbinin sevinçle attığı son gündü. Annemle o küçük hastane odasında görüştükten sonra teyzemle hastanenin bahçesine çıkmıştık. Annemi son görüşüm olduğunu bilsem, o odadan hiç çıkmaz, annemin göğsüne yatar ve sonsuza kadar orada, onun koynunda kalırdım.
Babamın sert bir ifadeyle bizi bahçede beklediğini ve teyzemle yaşadığı tartışmayı artık hayal meyal hatirliyordum ama bana orada sırtını dönüp gitmesini bir türlü unutamıyordum.
Küçük Katre’nin içinde umutla açan kasım çiçekleri de o gün öylece solup gitti. Beyaz kasımpatılar bana hem acıyı hem özlemi bıraktı o gün.
Teyzem beni bu şehirden beş yaşında, annesi ölmüş, babası küçük kızına sırtını dönmüş, yaralı bir kız çocuğu olarak çıkarmıştı. Şefkatle bakan çikolata kahvesi gözleri, kocaman yüreği, merhametli elleriyle bende ki birçok yarayı kapatmış ama asla babası tarafından sevilmediğini ve istenmediğini unutturamamıştı.
Bu unutulmayan anı göğsümün en derininde kilitliydi ve anahtarın yerini artık ben bile bilmiyordum.
Gri gökyüzünün sertçe gürlemesiyle, derin düşüncelerimden sıyrılmak zorunda kaldım. Hava biraz daha kararmaya başlamış, yağmur şiddetinin arttırmaya başlamıştı.
Yaklaşık on adım arkamdaki korumam, boğazını temizleyip “ Alara Hanım artık gitmemiz gerekiyor.” Dedi hızlıca. Sert sesi, burada olmaktan hoşlanmadığını haykırıyordu. Bana seslendiğini biliyordum, bu ıssız ormanda ikimizden başka kimse yoktu.
Bana verilen bu yeni ismime hala alışamamıştım. Son altı aydır Katre Koroleva adını kullanamıyordum. Bu zaman zarfında hep Alara Çeliktim. Benimle hiç alakası olmayan alelade bir isim seçmişlerdi.
Islak ve soğuk elim istemsizce boynumdaki kolyeye gitti. İnce parmaklarım bana ağır gelen ve hayatımı değiştiren soğuk alyanslarımızı kavradı. Annemin yanına bu gelişimde evli biri olmak, benim de beklediğim bir şey değildi.
Arkamdaki korumamın sabırsız nefesleri hızlandı. Bugün, diğer günlere oranla daha farklıydı. Üzerinde anlayamadığım bir gerginlik vardı.
“Alara Hanım beni duydunuz mu? Artık gitmeliyiz, fırtına başlamadan yola çıkmamız gerekiyor.”
Korumamın bu uyarısıyla elimi kolyemden çektim ve başımdaki sırılsıklam olmuş siyah şalı omuzlarıma indirdim. Karamel rengi uzun, dalgalı saçlarım fazlasıyla ıslanmıştı.
Başımı arkama çevirmeden önce üzgün ve kırgın bakışlarımı hemen toparlayıp omuzlarımı dikleştirdim.
“Tamam gidelim” diyen sesim bana ait olamayacak kadar sert çıkmıştı. İndirdiğim maskem buraya kadardı, kimsenin bana üzülmesini veya acımasını istemiyordum. Hayatım, sürekli bu bakışlara maruz kalkmakla geçmiş, artık birilerinin gözlerinde acımak yerine, nefreti görmek bana daha kolay gelmeye başlamıştı ama bir tek hayatım boyunca onun koyu gri gözlerdeki nefrete alışamamıştım. Sanırım ben babamın nefretine asla alışamayacaktım.
Korumama tamamen yönümü dönüp ona baktığımda, onun da benim gibi fena bir şekilde ıslandığını gördüm.
Uzun boyuyla giydiği siyah kaşesi ıslanmış, koyu kahve saçları alnına yapışmıştı. Yağmur şakağından sakalsız çenesine doğru damla damla düşerken burnundan sert bir nefes verdi.
Ona doğru adımlamaya başladığımda, içimden tarifsiz bir ürperti geçti. İşte, yine olmuştu. İki haftadadır sanki birisi, beni gözetliyormuş gibi rahatsız edici bir his oluyordu içimde.
Korumam, yüzümdeki rahatsız edici ifadeyi fark etmemişti. O, bu havada rutinimin dışına çıkıp, kimin mezarına geldiğimi bilmiyor, soğuk mermerdeki lale oymasına kaşları çatık bir şekilde bakıyordu.
İçimdeki bu his; mideme yakıcı bir asit göndermişçesine midem yakmış, tüm vücudumu germisti.
Etrafa bakınıp birilerinin varlığını aramaya başladım. Mezarlık ıssız bir ormanda, şehrin baya uzağındaydı. Tedirgin gözlerim birinin varlığını ararken korumamın sol omzunun üstünde aniden bir hareketlilik fark ettim.
Sarı ve kahvenin hakim olduğu bu mezarlıkta, siyah bir siluet vardı. Yağmurdan dolayı yönünü çözemiyordum ama hiç kıpırdamadan durması bize baktığını düşündürmüştü. Yakalanmanın verdiği rahatsızlıkla omurgamdan aşağıya doğru bir elektrik dalgası geçti.
“Mert…” Ona adıyla seslenmem onu şaşırtıp, uzun bedenini hemen bana çevirmesini sağladı. Yüzümdeki telaşlı ve gergin ifadeyi görünce hemen benim baktığım yere döndü ama yağmurun altındaki siluet, çoktan çamların arasına sızmıştı.
“Mert orada biri vardı. Bize bakıyordu.” Dedim telaşla. Konuşurken hızla Mert’in yanına doğru gittim. Zemin balçık gibi olmuş botum çamurda zor ilerlemişti. Mert hala ormanlık alana bakıyor, orada birinin varlığını arıyordu.
“Sende gördün değil mi?” dedim. Sesim gereğinden fazla pürüzlü çıkmıştı.
Mert sonunda bakışlarını bana çevirip açık kahve gözlerini, beyaz yüzümde gezdirdi.
“ Hayır Alara Hanım sanırım yağmurdan dolayı yanlış gördünüz.” Sesi sakindi ama gür kaşları olabildiğince çatıktı. Onun kesin ve kararlı sesi, gördüğüm siluetin eminliğini sorgulamama neden olmuştu ama bu rahatsız edici his oradaki birinin varlığını doğrular nitelikte, hala benimleydi.
İnce kaşlarımı bende onun gibi çatıp onun yüzüne bakmak için biraz kaldırdım.
“Onu gördüm bizi izliyordu.”
Sesim tahmin ettiğimden biraz yüksek çıkmıştı. Pes etmeyeceğimi anlayan Mert, derin bir soluk alıp yavaşça bıraktı. Kahvenin en açık tonu olan gözlerini iki üç saniye kapatmış, gür siyah kirpiklerin birleşmesine izin vermişti.
Belli ki bana inanmaya niyeti yoktu. Ben tam bir şey söylemek için yağmurdan ıslanmış dudaklarımı aralayacağım zaman, “Tamam Alara Hanım siz arabada beni bekleyin, ben hızlıca kontrol edip geliyorum.” dedi.
Kalın ve aceleci sesiyle konuşarak yanımdan uzaklaştı. Giderken siyah, dağ yolu arabası olan jeep'in kilidini açmayı unutmamıştı.
Mert yolun karşısına giderken bende yağmurdan bayağı ıslanmış halde arabanın yanına gittim. Arabanın kapısını açıp sağ ön koltuğa oturduğumda ne kadar üşümüş olduğumu yeni fark ediyordum. Ellerim ve burnumun ucu kızarmış, ıslak saçlarım, yanaklarıma buz gibi değiyordu. Derin bir nefes alarak Mert’i beklemeye başladım.
Arabadaki tek ses, benim sesli çıkan nefesim ve arabanın camına inen sert yağmur damlalarıydı. Yağmur artık toprağa acımıyor, elinde ne varsa hepsini sertçe yere çarpıyordu. Yüzümü cama çevirip, Mert’in gittiği yöne bakmaya başladım ama onu bu yağmurda seçmem bir hayli zordu.
Bu defa değişen korumayı sevmiştim. Beni fazla bunaltmıyor, üstüme diğerleri kadar gelmiyordu. Üniversite, kütüphane ve birkaç sık gittiğim yere, beni daha çok uzak mesafeden izliyor, pek müdahale etmiyordu. Ne yazık ki bu ayın sonunda değişecekti.
Son altı aydır, iki ayda bir korumam değişiyordu. İlk başlarda bunu sorgulamamıştım. Hükümet ne derse tamam demiştim ama bir hakkım varsa bunu Mert’in benim daimi korumam olarak kalmasında yana kullanmak istiyordum.
Yaklaşık iki dakika sessizlikten sonra Mert, hızlı adımlarla arabaya doğru gelmeye başladı. Yağmur artık bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Bir elini alnına siper ettiği için yüzünün ifadesini göremiyordum. Arabanın kapısını açıp hızlıca siyah, deri koltuğa oturdu. Şakaklarından çenesine doğru damlalar hızla düşüyor, nefes nefese kalan göğsü, siyah gömleğinin altında hızla hareket ediyordu. İri elini koyu kahve saçlarının arasın daldırıp alındaki saçları arkada doğru tarayınca su damlaları bu seferde ensesinden siyah gömleğin yakasına doğru akmaya başladı.
Mert hala konuşmayınca, sabırız bakışlarımı yüzüne çevirdim. Bana acil tatmin edici bir cevap vermesi gerekiyordu. Rahatsızca boğazımı temizlediğim zaman sonunda onun dikkatini çekmiştim. Mert, düz ve ifadesiz bakışlarını direkt bana çevirdi.
“Alara Hanım orada kimse yok, yağmurdan dolayı sanırım yanlış görmüşsünüz.” sesi fazlasıyla sertti. Ben tam ağzımı açıp bir şey soyleyecekken devam etti.
“Sadece bir avcı köpeği vardı.” dedi artık ölçülü bir sesle. Cümlenin sonuna doğru yüzünü benden çekip karşısındaki yağmurun sertçe düştüğü cama çevirdi. Kaşları çatık, çenesi sertçe sıkılıydı. Sanki bir şeye kızgın gibiydi.
Bende bir müddet ona bakıp, yüzümü artık kararmış olan yağmurlu gökyüzüne çevirdim. Aradan bir iki dakika geçmişti ki Mert arabanın içinde bana doğru dönmeye başladı. Sol elini direksiyona yaslayıp, sağ elini de benim oturduğum koltuğun arkasına koydu. Bir süre bana baktığını, onu direkt görmesem de hissetmiştim.
“ Bakın, endişe etmenize gerek yok Alara Hanım. Aynı durum, geçen hafta kütüphane bahçesinde de olmuştu ve sonuç; yanılmıştınız öyle değil mi?”
Sesi biraz önceye göre daha ılımlıydı.
“Kabuslarınız yüzünden hala uyuyamıyor musunuz?” kalın sesinde gizli bir merak vardı. Bazı soruları diğer korumalarımdan farklıydı ama bu, aramızdaki diğerlerinde kuramadığımız iletişimden kaynaklandığını düşünüyordum.
Beynime şüphe tohumları ekileli çok olmuştu. Bazı anlarda filizlenip, herkesten gereksiz yere şüphelenmeme sebep oluyorlardı.
Yüzümü karşımdaki yağmurlu camdan alıp, Mert’in yüzüne çevirdim. Ona, bazen gördüğüm kabuslar yüzünden uyuyamadığımı söylemiştim.
Bana ilgiyle bakan gözlerine daha fazla bakıp, kabuslarım hakkında konuşmak istemiyordum. İçimdeki rahatsız edici his hala geçmiş değildi. “Hayır… Gayet iyi uyuyorum.” diye homurdandım.
Onunla daha fazla konuşmak istemediğimi anlamış üstüme gelmemişti. Beyaz yüzümde göz altlarımın morluğu oradaydı ve ona, yalan söylediğimin zaten belgeliyordu.
Mert bunu fark etmiş olacak ki, önüne dönüp arabayı hızla çalıştırdı. İki saat sürecek olan sessiz yolculuğumuzun başlayacağı zaman uzaktan gelen iki el silah sesi duymamla damarlarındaki kan hızla çekildi ve dudaklarimdan minik bir çığlık kaçtı.
Panikleyen bir yüzle hemen Mert’e döndüm. Kısıkça homurdandığı küfürlerini işitmem beni şaşırtmıştı, daha önce onun bu kadar sinirlendiğini görmemiştim. Yüzü resmen öfkeyle kasılmıştı.
“Avcılar Alara Hanım. Korkmayın” dedi gözlerim onun bal rengi kahvelerine sabitken devam etti.
“ Ben yanınızdayken hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok artık ben varım Alara Hanım.” görüntüsünün aksine sesi ondan beklemeyeceğim kadar sakin ve ilgiliydi. Arabanın loş ışığında gördüğüm çatık kaşları yavaşça düzeldi.
Korkum biraz gecmisti ama bedenim hala sakinlemiş değildi. Artık kurşunun patlayan sesi ve ince vızıltısı bende gömdüğüm kanlı geçmişi su yüzüne çıkariyor neden İzmir’de olduğumu bana acı bir şekilde hatırlatmasına neden oluyordu.
Yüzümü, beni daima koruyacağını söyleyen korumamdan çekip karanlık ormana çevirdim. Sarsılan bedenimi oturduğum deri koltuğa gergince yaslayarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
MİT beni İzmir Buca’ya yerleştirmiş, üniversite öğrencisi olduğum için bu bölge seçilmişti.
On beş yıldır teyzemle Antalya’da kalıyor, orada yaşıyordum. Akdeniz Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı kazanmıştım ama ne yazık ki teyzemin hastalığı nedeniyle okula pek gidememiştim. Üniversiteyi dondurup, tamamen yarı zamanlı işlere geçmiştim. Teyzem de annemi bitiren hastalığın ağına düşmüş, bu genetik geçişli hastalığı başından atamamıştı.
Teyzem artık temizliğe gidemiyor evde istirahat ediyordu. Ona, evde hiç iş yaptırmıyor, hepsini kendim yapmaya çalışıyordum. Bazen yanmış bir pilav, bazense sulu bir çorba oluyordu ama oluyordu bir şekilde işte. Temizlik yaparken ki biriktirdiği para belli bir süre yetmişti.
Bende, okul çıkışları ufak tefek çalışmaya başlamıştım. Aylar bu şekilde birbirinin üzerine devrilirken teyzem de giderek kötüleşiyor, bana annemin son yılını hatırlatıyordu. Onu, böyle günden güne erirken görmek onu tükettiği gibi, beni de yavaşça tüketiyordu. Bir gün eve geldiğimde teyzem yerde baygın yatıyordu. O anki yaşadığım telaş hala aklımda. Artık ayakta bile kalamıyor, kasları eriyip gidiyordu. Hemen apar topar ambulansı arayıp hastaneye gitmiştik. Teyzem o gün girdiği hastaneden hala çıkamamıştı.
Artık teyzem evde olmadığı için, gündüz başka işlerde, akşamda belli bir saate kadar bir gece kulübünde bulaşık kısmında çalışıyordum.
Bu işi bile arkadaşım Besra’nın araya girmesiyle zor bulmuştum. Beni, eleman sayısı yetmediği yerde hem garson olarak hem de barın temizliğinde çalıştırıyorlardı.
Yoğun çalışma hayatım böyle devam ederken bu kısır döngü, bir gün Kerem Koroleva’nın hayatıma girmesiyle son bulmuştu. O barda çalışırken bir gece ansızın deniz gözleriyle hayatıma hızlı bir giriş yapmıştı Kerem, sanki beni görüyor gibi tam zamanında yetişmişti.
Kerem ile hayatım belli bir süre düzene girip, yeniden normal hayatıma dönmüştüm. Onunla geçirdiğim zamanlar hayatımın en güzel anları olmuştu. Elim yine istemsizce boynumdaki alyanslarımıza gitti.
Birbirimize, asla aşk ile bakmamıştık. Kerem’in deniz mavisi gözlerinde hiçbir zaman aşk, arzu, şehvet görmemiştim. Ona, nasıl güvendiğimi bilmiyorum ama teyzemin hayatını kurtarması; onun, her dediğini sorgusuz sualsiz yapmama neden olmuştu. Çünkü o, bana en değerlimi geri vermişti.
Bir gün bana Rusya’da ki lojistik şirketlerinin hisseleriyle başının dertte olduğunu söylemiş ve sadece,
Kağıt üstünde evli olabilir miyiz?
diye sormuştu. Hayatımda aldığım ilk evlenme teklifim böyleydi. Bunu o kadar havadan sudan sohbet ediyormuşuz gibi konuşuyordu ki, sanırım bir beş dakika boyunca gülmüştüm. Onun, ciddi olduğunu anladığımda ise gülüşüm dudaklarımda solmuş, sadece kocaman güldüğümde çıkan gamzelerim yavaşça kaybolmuştu. Ona ne diyeceğimi bilememiş, öylece bakakalmıştım.
O sıralarda teyzemin, tanesi yirmi milyon doları bulan ilaçlarının son dozları yapılıyordu. Ona, nasıl hayır derdim bilmiyorum. Kerem gözlerimdeki tereddüdü görmüş o, güven verici sesiyle konuşmuştu.
Sadece iki yıl Katre, iki yıl evli kalmamız yeter. Sonra istersen boşanırız. Sana hiç farklı bir gözle bakmadım bunu biliyorsun bakmam da merak etme, eğer bana evet dersen büyük bir iyilik yapmış olacaksın Katre.
Söylediklerini daha mantık süzgecimden geçirmeden yüreğim benden önce davranmış, ağzımdan kelimeler istemsizce çıkmıştı.
Elbette Kerem belli ki zor durumdasın. Sen, bana en çaresiz anımda geldin, yardım ettin. Şimdi sıra bende, sana yardım ederim evlenirim seninle. Demiştim ama;
Bu evlilik, Kerem KOROLEVA’nın sonu, benimse cehennemim olacağını bilemezdim.
İlk bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diğer bölümler daha uzun bunu giriş bölümü olarak düşünebilirsiniz.
Haftaya Cuma görüşmek üzere…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.3k Okunma |
2.83k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |