
Ölüm bana bu kadar yakınken, yaşamak için çabam bana dayatılan ölümden daha hırslı. Umutsa içimde, iliklerimin her bir hücresinde filizlenen güçlü bir tohum.
Dağıstan - Rusya
Hissettiğim ilk şey, sırtımda ve kollarımda dolaşan keskin ağrıydı. Göz kapaklarım tonlarca yükü omuzlamış gibi kalkmaya çalışıyor, aralanan kirpiklerimin arasından ışık yerine loş bir huzme, yeşil harelerime sızıyordu. Boynum kucağıma doğru eğilmiş, ensem de ağrıdan nasibini almıştı. Kirpiklerimi aralamayı başarınca gördüğüm ilk şey gece mavisi geceliğimin açıkta bıraktığı bacaklarımdı. Uzun saçlarım her iki yanımdan bir perde gibi kucağıma dökülmüş perçemlerim bir kısmı kirpiklerimle buluşmuştu. Bir sandalyeye oturmuş, loş ve karanlık bir odadaydım.
Ellerimi kıpırdatmaya çalıştığımda ise arkamda bileklerimden sıkıca bağlı olduğunu anlamam bana soğuk duş etkisi yaratmış, bedenimden bir elektrik akımı geçmişçesine tüylerim diken diken olmuştu. En son ne yaptığımı hafızama hatırlatmak zorunda kaldığımda tüm gerçekler yüzüme bir tokat gibi çarptı. Yatak odamdaki üç Rus adam, zihnimin karanlık sınırlarından çıkıp, hafızamda yer edinmesi kalbimin korkuyla kasılmasına neden oldu. Kerem yüzünden gelmişler ve benden istedikleri bilgiyi alamayınca, beni bayıltıp bilmediğim rutubetli, loş bir odaya getirmişlerdi. Sandalyeye sıkıca bağlanan ellerim ve ayaklarım şimdiden ağrımaya başlamıştı.
Çıplak ayaklarım beton zemine değiyor, içime bir buz kütlesi salınıyordu resmen. Ayak bileklerimden sıkıca kalın bir halatla bağlanmış, ipin sert çıkıntıları derime batmıştı. Ayakuçlarıma doğru basıp mümkün olduğunca beton zeminle temasımı kesmeye çalıştım. Ağrıyan sırtımı ise beni bağladıkları sandalyeye götürüp biraz sızlamasını hafiflettim.
İlacın etkisiyle ne kadardır baygın kaldığımı bilmiyordum ama göz kapaklarım aşırı derecede şişmişti. Gözlerimi etrafta gezdirince sağda üst tarafta, küçük bir pencere vardı. Pencerenin önü yarısına kadar bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Ay ışığının bana izin verdiği kadarıyla gördüğüm kar birikintisiydi. En son İzmir’e kar yağmak şöyle dursun sonbahar yeni yeni gelmişti. Beni bu kadar karların olduğu nereye getirmiş olabilirlerdi ki? Patron dedikleri adama götürülecek olmamı hatırlıyordum sadece.
Kafam karışmış bir biçimde odaya göz attığımda, küf kokan ve oldukça pis bir depoya kapatılmış olduğumu anladım. Önümdeki paslı, gri masanın üstü metal çizikleriyle dolmuş yer yer rengi atmıştı. Karşımda bir sandalye daha vardı. İki kişilik masa, üstünde yemek yenilsin diye yapılmadığını anlamak zor değildi. Sağımda kalan pencerenin altına denk gelen mavi demir bir yatak vardı. Paslı yatağın üstünde, kirden sararmış battaniyeyi görmek midemi bulandırmıştı. Bu odadaki en yeni eşya, karşımdaki çelik, büyük kilitleri olan kapıydı. Sanki daha dün takmışçasına, diğer eşyalara oranla oldukça temizdi.
Oda bayağı soğuk olduğu için açıkta kalan bacaklarım ve sabahlığımın açılan kısmındaki gerdanım üşümüş, burnumun ucu kızarmıştı. Her nefes verişim sanki sigara tiryakileri gibi gözlerimin önünü bir sise boğuyordu.
Kapının arkasında adım seslerini duymamla birlikte ellerimi son bir gayret tekrar oynatmayı denedim ama bileklerimde keskin acıdan başka bir şey hissetmedim. Öyle sıkı bağlamışlardı ki parmak uçlarım uyuşmaya başlamıştı. Yüzümü kaldırıp kapıya baktığımda kalbim korkuyla tepinmeye başladı. Çelik gri kapının kilitleri hızlıca açıldı. Kapı, arkasındaki duvara şiddetle çapmış, tiz ses kulaklarımı çınlatmıştı.
Kapıdan ilk giren adam; kurnaz çelik mavisi gözleri olan Mikhail’di. Yılan dövmesi olan elinde bir silahla odaya girmiş, kapının soluna geçip itaatkar bir köpek gibi patronlarını beklemeye başladı. Mikhail’in ardından hemen Sergei girdi. Mikhail’in aksine siyah bir takım yerine altında bir kot, üstünde de önü boğazına kadar çekili aynı saçları gibi kahve deri bir mont giyerek kapının sağına geçti.
Sergei’nin bakışları hemen benim dağınık, karamel saçlarımda hızlıca dolaşmış, önünde her iki elini birleştirmişti. Sağ elinin parmakları, sol bileğindeki eski açık kahve deri bir saatin üstünde narince dolaşıyordu. Onun gibi bir adamın bayağı eski bir saat takıyor olması biraz tuhaftı. Onun için önemliydi sanırım.
İgor bulunduğum odaya girmemişti. Yıkılmaz iri duruşuyla, kapının ilerisinde karanlık koridorda duvara yaslanmıştı. Siyah deri eldivenli elleri her iki yanında yumruk olmuş, bir robottan farksız bataklık yeşili gözleri ile bana bakıyordu.
Loş ve soğuk odaya en son gelen sert adımların sahibi, beni yaka paça kaçırarak getirdikleri patronlarıydı. Beni görür görmez sert adımları durmuş, kaybettiği bir hazineyi bulmuş gibi, buz mavisi gözlerinde saklamadığı bir pırıltı geçmişti. Uzun boyuyla bulunduğum odaya zor sığmış, yüzünün sol tarafındaki derin çizikle oldukça ürkütücü görünüyordu. Koyu kahve saçlarını arkaya taramış, üzerindeki siyah takımıyla bana olan aç bakışları, bağlandığım sandalyede rahatsızca kıpırdanmama neden oldu.
Buz mavisi gözleri önce boynumdan aşağı sallanan alyanslara baktı, kirli sakallarının arasında kalan ve oldukça ince olan dudağının sağ köşesi zevkle yukarı kalktı. Gözleri daha sonra korkudan kireç gibi olmuş yüzüme, en son da yukarı çıkarıp yeşil gözlerimde incelemesi son bulmuştu. Gümbürdeyen kalbim odaya her adımını attığında adrenalin yüzünden daha fazla çarpıyor, göğüs kafesim şiddetle titriyordu.
Karşımdaki sandalyeye rahatça oturup sağ ayak bileğini sol dizine attı. Sağ elini aramızda bulunan paslı masaya sakince koydu. Nefesim odadaki tek gürültülü ses değildi. Buna eşlik eden diğer ses ise; iri her birinde ayrı bir dövme olan parmaklarının, masaya ritmik bir şekilde inmesiyle çıkan sesti.
Buz mavisi gözleri, endişeli çehreme bakıp, “Miss. Koroleva pozhalovaf” dedi. Bayan Koroleva hoş geldiniz. Derinden gelen kaba sesi, ortama bir sis bulutu gibi dağıldı.
Koroleva olmak beni, tehlikelerin en büyüğüne getirmişti. Şimdiye kadar sorgulandığım en illegal ve ürkütücü yer burasıydı.
“Benden ne istiyorsunuz “ sesimdeki hafif titremeye engel olamamıştım. Bu adamların şakası yok gibiydi. Beni bir iğneyle bayıltıp, bambaşka bir yere getirmişlerdi. Şu an silahı kafama sıksalar, cesedimi bile bulamazlardı. Hele ki Mert gibi bir işbirlikçileri varken. Nasıl anlamamıştım onun hain olduğunu. Nasılda görmezden gelmiştim her şeyi. Bana sorduğu farklı soruları hep aramızdaki iletişimden olduğunu düşünmüştüm ama fena yanılmıştım.
Aslında biraz mantıklı düşününce her şey ortadaydı. Mezarlıkta ve kütüphanede gördüğüm ve beni izleyen adamlar gerçekti ama Mert olanların üstünü kapatıp, benim kabuslarım ve psikolojime bağlamıştı.
“Herkesin senden istediği, Kerem’in bizden çaldığı çip istiyor. ” Parmakları ritim tutmayı kesmiş, yüzü ciddiyetle gölgelenmişti. Ağır Rus aksanlı Türkçesini anlamak baya zordu. Evime giren adamların, çipin çalındığını iddia ettikleri kişi Anton Orlov’du. Karşımda ki kişi muhtemelen oydu.
“Siz kimsiniz “ dedim yutkunarak. Gözleri bu sorumu beklemiş gibi içindeki buz taneleri dans etmeye başladı.
“Blagodarya tebe ya yedinstvennyy, kto budet vladet’ mirom.”
Senin sayende dünyanın sahibi olacak tek kişiyim.
Kirli sakallarının olduğu çenesini biraz yukarı kaldırıp devam etti.
“Ya Vladimir Orlov, yedinstvennyy naslendnik bratva.” Dedi.
Ben bratvanın tek varisi Vladimir Orlov’um.
Sert Rusça sözlerinden sadece onun Anton’un oğlu olduğunu anladım. Kaşlarımı çatıp bakışlarımı Sergei’ye çevirdim.
“Dilinizi bilmediğimi söyledim” başımla karşımdaki karanlık adamı gösterip, “Onun söylediklerini anlamıyorum.” Dedim. Sesim bu sefer titrememişti. Bu bana biraz cesaret vermiş bağlandığım sandalyede omuzlarımı dikleştirmeme neden olmuştu.
Vladimir bu hareketimi fark etmiş, sinirle derin bir nefes almıştı. Dövmeli parmaklarını yumruk yapıp, ortamızda ki eski, demir masaya sert bir şekilde indirdi. Sakin halleri buraya kadardı. Buz mavisi gözlerinde amansız bir hırs ateşi yandı. O ateşin beni bu soğukta bir çırpıda yakacağını görüyordum.
Yaptığı bu hareketi beklemediğim için biraz irkilmiş, paslı masadan çıkan sesle gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Küçüklüğümden beri yüksek ses beni her zaman korkutmuş ve sonsuz bir karanlığa hapsetmişti.
“Ya tebe ne veryu, skazhi mne pravdu!” Sana inanmıyorum bana gerçeği söyle! Genizden gelen sesi bağırmasa da ne kadar sabırsız ve öfkeli olduğunu gizlemiyordu. Bu söylediğini anlamıştım ama benim onların dilini biraz bile bildiğimi öğrenmelerini istemiyordum.
“Anlamıyorum seni dedim.” Tane tane konuştuğum kelimelerin, her bir harfin üstüne itinayla basarak söylemiştim. Bu tonla konuşmam, onun arkasındaki Mikhail’in bana doğru hareket etmesine neden oldu. İki adımda patronların yanına gelip iğrenç çelik mavisi gözlerini üzerimde gezdirdi. Vladimir hiç konuşmadan sağ elini kaldırıp işaret verdi.
Bundan sonrası çok hızlı gelişmişti. Vladimir’in dirseği hala masaya dayalı eli işaret verdiği şekilde duruyordu. Mikhail arkama geçmiş, geçerken de uzun, dağılmış karamel saçlarımı tek eline toplayıp, arkaya doğru asılmıştı. Yüzüm direk yukarı kalkıp, ağzımdan acı bir yakarış koptu. Boynumun geriye kıvrılmasıyla enseme bir ağrı saplanmıştı. Gözlerim acıdan kapanmış, saç diplerim kökünden ayrılacak gibi olmuştu. Ellerim halatın arasında acıyla kasıldı.
“Çip nerede “ Vladimir bunu söylerken sandalyesinden kalkmış olmalı ki gür sesi yüzümün çok yakınındaydı. Onun sert nefesinden çıkan alkol kokusunu duyumsuyordum.
“Ben…Bilmiyorum.” Acı içinde çıkan sesimde istediği cevabı duymayan Vladimir, Mikhail’e sertçe homurdanıp ağzının içinden kaba sesiyle bir şeyler geveledi. Mikhail saçlarımı mümkünmüşçesine biraz daha asılmış, ağzımdan acı bir inleme daha kaçmıştı. Vladimir’in iri eli boğazıma yapıştığında, korku tüm bedenimi hapsetti. Gözlerimi sonuna kadar açıp, onun buz mavisi karanlık gözlerine baktım. Göğsüm şiddetle inip kalkıyor, bedenim onun elinin altında titriyordu.
Yüzü öfkeyle kasılmış, sol yanağındaki derin çizik daha da belirginleşmişti. Boğazımdaki elini biraz daha sıkınca hızlı ve cılız soluklarım aniden kesildi. Biraz nefes almak için onun elinin altında debelenmeye başladım.
“Skazhi mne gde chip!” Bana çipin nerede olduğunu söyle! Vladimir neredeyse ağzından tükürerek sorduğu soruya, gözlerine bomboş bakarak sessiz bir cevap vermiştim. Şimdiye kadar Kerem hakkında çok kez sorguya çekilmiştim, artık onların sorularına yüzümdeki boş ifadeyi yapmak zor olmuyordu. Ama sorguların en zoru ve tehlikelisi buydu. Belki birazdan ölecektim ama gerçekten de bilmediğim ve daha önce duymadığım çip hakkında ona söyleyecek bir şeyim yoktu. Yüzüm oksijensizlikte şişmiş ve kızarmış, yeşil gözlerim ise buğulanmıştı.
Arkada sağ tarafta bir hareketlenme oldu. Sergei’nin olduğunu tahmin ettiğim adımlar Vladimir’e yaklaşmış, oldukça sakin çıkan bir sesle konuştu.
“devushka ne znayet nash yazyk.” Kız dilimizi bilmiyor. Buz mavisi gözler hala öfkeyle bana bakmaya devam ediyordu ama boğazımdaki elini biraz gevşetmiş böylece bir balığın okyanusla buluşması gibi oksijen ciğerlerimle buluşmuştu. Aldığım derin solukların arasında Sergei’nin onu ikna eden sesini duydum.
“Pozvol’te mne prodolzhit! Voprps. Boss.” Sorguya ben devam edeyim patron.
Sergei’nin kurduğu cümle içimde bir umut filizlenmesine neden olmuştu. Şu an Vladimir’in ve sadık köpeği Mikhail’in buradan çekip gitmesini her şeyden daha çok istiyordum.
Vladimir, öfkeyle Sergei’ ye bakıp boğazımdaki elini açıkta kalan göğsüme doğru indirdi. İri elini yavaşça üzerimden çekip, buz parçalarının olduğu gözlerini son bir kez üzerimde gezdirerek, “Sadece bir gün süre. Sonra söyleyecek çip nerede” dedi karanlık sesi bu sefer bir fısıltı gibi çıkmış, ağır aksanı olsa da fazla zamanımın olmadığını anlatmayı başarmıştı. Sağ eliyle arkamdaki adama işaret verip hızlı ve sert adımlarla karanlık koridora çıkıp kayboldu.
Mikhail, sonunda uzun saçlarımdan elini çektiğinde hemen ağrıyan boynumu düz getirdim. Acıdan yaşla dolan ıslak yeşil gözlerimi öfkeyle, yanımdan geçen Mikhail’e çevirdim. Kapıya gidecek olan adımları ona olan öfkeli bakışlarım yüzünden, karşımda ki sandalyeye yöneldi. Onun da gideceğini düşünen tarafım hayal kırıklığına uğramıştı ama bu hayal kırıklığı uzun sürmedi. Sergei’nin sert sesi bu düşüncelerime ket vurmuş, patronun bu işi ona verdiğini Mikhail’ hatırlatıp adeta onu bulunduğum odadan kovmuştu.
Aralarında anlayamadığım bir rekabet vardı. Buradan çıkmadan öfkeli çelik gözlerini üzerimde gezdiren Mikhail, sonunda karanlık ve loş koridorda kayboldu. Çelik kapıyı kapatıp karşımdaki adamı; İgor’u görüş açımdan çıkardı.
Sergei derin bir nefes aldı. Eski saatin takılı olduğu elini kahve saçlarından geçirip karşımdaki sandalyeye kendini yorgunca bıraktı. Boğazına kadar çektiği deri, kahve ceketin fermuarını açıp onu aramızda ki masaya bıraktı. Karşımda artık v yaka siyah ince bir kazakla kalmıştı. Ben hala gece mavisi geceliğimleydim. Ben ona dikkatle bakarken o, adeta bana bakmamak için her şeyi yavaştan alıyor gibi masaya bir elini koyup beklemeye başladı.
Yorgun düşen omuzlarımı gevşetmemek için kendimi zor tutuyordum. Sonunda yüzünü bana dönüp koyu kahve gözlerini, yüzümde ve asice alınama dökülen perçemlerde gezdirdi.
“Katre Koroleva nerede olduğunu biliyor musun” dedi sakince. Bu sorusuyla yüzümü küçük pencereye çevirdim. Ay ışığının belirsizliğinde bile dışarda yavaşça yağan karı görebiliyordum. Soğuk o kadar fazlaydı ki çenemim titrememesi için onu sertçe sıkmak zorunda kaldım.
“Ya da hangi ülkede olduğunu” Sergei’nin bu sorusuyla yüzümü aniden ona çevirdim. Kirli sakallı çehresi gayet ciddiydi. Koyu kahve gözlerinin hedefi benim afallayan yüzümdü.
Doğru mu duymuştum ben? Beni ülkeden kaçıracak değillerdi herhalde. Bunu yapabilecek güçleri var mıydı?
“Ne demek bu?” dedim sesimi ayarlamayarak. Biraz yüksek çıkan sesim loş odada yankılandı. “Türkiye’deyiz. Beni ıssız bir dağ başına getirip kandırabileceğinizi mı sandınız!” söylediklerimle Sergei biraz duraksamıştı ama ona yüksek sesle konuşmama hiç kızmamıştı.
Koyu kahve gözlerinde gördüğüm gölgeler artarak hüzünle sarmalanmasına neden oldu. Bana özlemle bakan koyu kahve gözleri daha öncede yakalamıştım. Bu bakışını beni kaçırmadan önce evimde beni ilk gördüğü zamanda görmüştüm. Geçmişi gizleyemeden baktığı kadın sanırım ben değildim. Çünkü onu daha önce görmemiştim. Bana gösterdiği sabır ve sakinlik benim, onun geçmişindeki birine olan benzerliğimdi sanırım. Bu onda yakaladığım ilk çatlaktı ve buradan çıkışım olabilirdi.
“Emin misin Katre? Vladimir’in isteyip de yapamayacağı bir şey yoktur.” Dedi biraz daha öne eğilerek. Vladimir’i anınca gözlerinde ki hüzün kaybolmuş, yerine ifadesiz koca bir boşluk kalmıştı.
Aklıma gelen şeyle, göğüs kafesimin içine sıkışan kalbim neredeyse atmayı bırakmıştı.
Mikhail’in boynuma verdiği ilaçtan sonra eve gitmekle ilgili o gurur duyan sesinin hatırlamak kanımı dondurmuş, dehşetle titrememe neden olmuştu. Dışarısı hala karanlıktı ben kaçırılırken de gece olduğuna göre nerdeyse bir gündür baygındım ve ben bu yirmi dört saati hatırlamıyordum.
Sergei yüzümdeki dehşeti fark etmiş, bakışları titreyen omuzlarıma takılı kalmıştı. Birden oturduğu yerden kalkıp üzerime doğru eğilince bana vuracağını düşünmüş, yüzümü ondan sakınmıştım. Dalgalı saçlarım önüme gelmiş, bağlı olduğum sandalye de gelecek olan o darbeyi beklemiştim. Sonunda gelmeyen o darbenin neden gelmediğine bakmak isteyen yeşil gözlerim, taş kesilen geniş göğsü ve sıkılı gergin çenesiyle onu görmeyi beklemiyordum. Biraz daha çenesini sıkarsa dişleri kırılacak gibi görünüyordu.
“Sana vurmayacaktım Katre” dedi pürüzlü bir sesle. Başımı ona kaldırınca bana yakın duran kirli sakallı yüzü ifadesiz bir hal almıştı. Kaşlarını çatıp elindeki ceketi uzatacakken, “İstemiyorum!” diye bağırdım. “Neden bana vurmayasın ki biraz önce patronun beni az daha boğacaktı ve sende izlemekten keyif alıyor gibiydin.” Onunla bu kadar uzun konuşmamı beklememişti. Ya da biraz önce ondan küçük de olsa bir adım beklemiş, beni görmeyi. Neden ondan böyle bir adım beklediğimi kendimde bilmiyordum.
“Vladmir’in neden çipi bu kadar istediğini biliyor musun Katre?” dedi yerine yavaşça otururken.
“Umurumda değil beni sırf bu yüzden kaçırdıysanız eliniz boş demektir.” Dedim sinirle beni sırf bunun için kilometrelerce uzaklıktaki, evimiz dedikleri Rusya’ ya kaçırmış olmaları delilikti.
“Tüm bratva Kerem’in peşindeyken, onun Türkiye’ye gelip seninle evlenmesi pek inandırıcı değil Katre ha.” İki elini de aramızdaki masaya koydu.
“Kerem’le birbirimizi seviyoruz, onun arkasından yas tutmama bile izin verilmeden apar topar şehirden gönderildim ben.” Sesimin titremesine mani olamamıştım. Kerem’in öldürüldüğü gün gözümün önünden hiç gitmiyor, her gün kabuslarıma giriyordu. Ne kadar da birbirimizi bir şekilde kullanmış olsak da, ona değer veriyordum. Ona ihanet etmeyecek kadar değerliydi benim için.
“Bak, Vladimir babası Anton’u gururlandırıp bratvanın başına geçmek için hırsından yapmayacağı şey yok. Babası ancak çipi bulması karşılığında onu kabul edip varis göstereceğini söylüyor.” Dedi hızlıca.
Vladamir’in gözlerinde gördüğüm hırsı nerede görsem tanırdım. Babası tarafından görülmeyi, sevilmeyi ve kabullenmeyi beklemiş bir çocuğunun hırs ateşi vardı buz mavilerinin içinde. “Tek bu da değil Katre çip kimin elindeyse dünyanın hakimiyeti ondadır.” Bu yaptığı uzun soluklu açıklama buradan çıkışımın olmayacağı anlamına geliyordu. Çünkü çip bende değildi. Kerem çipi aldıysa bile nerede olduğunu bilmiyordum. Bana diğer yüzünü göstermeyerek yaşadığı dünyaya oldukça yabancıydım.
“Nasıl bir işe bulaştığının farkında mısın Katre?”
Sergei gözlerime dikkatle bakıp benden çip hakkında olumlu bir şey söylememi bekliyordu. Nasıl bir işe bulaştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kerem’in kimseye güvenme diyen son sözleri aklımda hızla dolaşıyor, beni uçurumun kenarında yapayalnız bırakıyordu.
“Bilmiyorum.” Dedim pes etmiş bir sesle. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sergei nasıl bir insandı onu da bilmiyordum ama ona bir şeyler söylemem gerekiyordu.
“Kerem ve benim hayatım normal çiftler gibiydi. Bazen baş başa sahilde uzun yürüyüşler yapardık. Bazense birlikte sinemaya gider eğlenceli bir şeyler izlerdik. Kerem, benim yanımda gayet sakin, eğlenceli ve bu eğlencesine beni de dahil eden düşünceli ve güvenilir bir adamdı. Asla onların bahsettiği gibi soğukkanlı bir ajan, bir katil gibi davranmamıştı ki. Onun çift taraflı bir ajan olduğunu öğrendiğimde kesinlikle bir yanlışlık olduğunu düşünmüştüm. Buna ikna olmam biraz zor oldu. Kerem hakkında bildiklerim sadece bunlar.” Dedim hüzünle. Yeşil gözlerim onu ve birlikte geçirdiğimiz zamanları hatırlayınca ıslanmış, boğazım düğümlenmişti.
Ağrıyan omuzlarımı artık bırakıp, üzerindeki ağır yükü bırakmalarına izin verdim. Sergei, sol elini çenesine atıp kirli sakallarını karıştırınca onun da aklının karıştığını fark etmiştim. Çipi ve Kerem’in karanlık hayatını bilmediğimi umarım anlamıştır. Onun bu kafa karışıklığını kullanmak için tam doğru zamandı.
“lütfen Sergei.” Dedim ona ilk defa adıyla seslenerek, “Bırakın beni gideyim. Size söyleyebileceğim bundan fazlası yok bende.”
Sergei elini sakallarından çekip. Sıkıntıyla kahve saçlarına daldırmıştı bu seferde. Bana bakan çikolata kahvesi gözlerinde küçücük de olsa endişe tohumları belirmişti.
“Vladimir’in seni buradan canlı çıkaracağını mı sanıyorsun!” dedi sıkıntıyla sesini yükselterek. Masaya biraz daha eğilip, yüzüme yaklaştı.
“Hele ki ona vereceğin hiçbir bilgi yokken” dedi sertçe. Kızgınlığı bana mıydı yoksa başıma gelecekleri bildiği için kendine miydi bilmiyorum. “Onun ne kadar acımasız bir adam olduğunu daha görmedin Katre” dedi ayağa kalkarak. Bu konuşmamızın sonlanmış olduğunu gösteriyordu. Arkasındaki çelik kapıyı açıp bana son kez baktı. Koyu kahveleri yine saçlarımda dolaşmış, gözlerini sıkıntıyla kapamıştı. Daha fazla beklemeden, artık karanlık olan odadan hızlıca çıktı.
Artık emindim bana baktığı zaman geçmişine ait bir kadın görüyordu. Öyle ki uzun karamel saçlarım o kadınla benzerdi. Değilse dağınık ve baya karışmış olan saçlarıma ilgiyle bakabilecek bir erkek tanımamıştım daha henüz.
Aradan geçen yaklaşık yarım saat sonra lavaboya gitmek istediğimi fark ettim. Şu iki gün çok fazla bir şeyle yiyip içmediğim için şimdiye kadar bir şey hissetmemiştim ama şimdi mesanem baya dolmuş kasıklarım sızlamaya başlamıştı. Çıplak ayaklarım soğuk betona değdikçe burada onların yüzünden değil de hastalıktan öleceğimi garantiliyordum.
Tavanda yenice yanmaya başlayan kirli ampulün sarı cılız ışığı, odayı aydınlatmayı pek başaramamış ama yine de karanlık odada oturmaktan iyi gelmişti.
Çelik kapının arkasında duyduğum ayak sesleriyle oturduğum sandalyede biraz dikleşip dışarıdan gelecek olan sese odaklandım ama hiç konuşma sesi yoktu. Kapı açılıp Sergei’yi elinde küçük bir sandviç ve suyla görünce biraz şaşırmıştım. Gözlerim onun arkasına kaydığında, İgor’un ruhsuz yeşil gözleri, direk yüzüme bakıyordu. Ona daha fazla bakmak istemediğim için bakışlarımı tekrar Sergei’ye çevirdim. Elindeki malzemeleri masaya koyup tekrar loş koridora yöneldi, bu sefer elinde biraz büyükçe bir ısıtıcıyla içeri girdi. Sol tarafa koyduğu ısıtıcıyı görünce burada ne kadar üşüdüğümü fark ettim. Kesinlikle bizim iklimimizle alakası yoktu.
“Elimizde pek bir şey yok” dedi sakin kalın sesiyle. “Bunlarla idare et Katre” diyerek kapıyı İgor’un suratına kapatmıştı. Ellerindeki tozu çırpıp, arkama dolandığından beni çözeceğini anlayan kalbimdeki kuş kanatlarını çırpmıştı. Önce yere eğilip ayak bileklerimdeki halatı kesmiş, acıyan ayak bileklerim serbest kalmıştı.
Eğildiği yerden kalkıp bu seferde ellerimi çözmeye çalıştı. Bileğimde hissettiğim demirin soğukluğu keskin bir bıçaktı. Bileklerim o kadar sıkı bağlanmıştı ki halatı keserken daha çok canım acımıştı. Sonunda serbest kalan ellerim önce her iki yanıma düşmüş, saten geceliğimin dokusu bileklerime temas etmesiyle bile üzerindeki yaralar acımıştı.
Sergei daha arkamdan çekilmeden masaya acıyan ellerimi koyup ayağa kalkmaya çalıştım. Kapıya adımlamak istemiştim ama uzun süre aynı pozisyonda kalan vücudum bana ihanet etmiş, iki adım bile atamamıştım. Tam düşmek üzereyken Sergei kollarını arkadan belime doladı. Bu hareketine sızlanacak takati bile kendim de bulamamıştım.
“Nereye gidiyorsun Katre? Seni çözdüğüme beni pişman etme “ dedi sinirle. Nefesi karamel saçlarımın arasına sızıyordu. Beni yavaşça tekrar sandalyeye oturttu. Kendisi de karşımda oturmak yerine ayakta kalmayı tercih etti.
Açlık ve susuzluktan halsizleşen bedenimden bu soğuk havada bile bir ter boşalmıştı. Yüzüm muhtemelen bembeyaz olmuş, dudaklarım kurumuştu. Masadaki suya uzanmak isteyen elimi zor kaldırmıştım. Yaralar bileğimi çember şeklinde saran kırmızı bir iz oluşturmuştu. Ne kadar zorladıysam, halatlar da o kadar canımı yakmıştı.
Benim su şişesini açamayacağımı anlayan Sergei, eğilip ben şişeye daha ulaşamadan onu alıp kapağını açtı.
“Kendin içebilecek misin?” dedi gür kaşlarını kaldırarak. Gözlerinde gördüğüm ilgi bazen beni şaşırtıyordu. Onun hangi tarafta olduğuna karar vermemi zorlaştırıyordu. İyi miydi? Kötü müydü? Vladimir’in adamı olması onu çoktan kötü yapmalıydı ama onda farklı bir şey vardı.
“Evet” dedim hissizce. Elinde açık olan şişeyi yavaşça ondan alıp, dudaklarıma götürdüğüm de kuruyan boğazımdan geçen su; sanki sıcak bir çölde soğuk bir göle giriyormuş gibi hissettirmişti. İki dakika sonra suyu bitirmiş, biraz kendime gelmiştim.
“Tam olarak neredeyiz?” sesim içtiğim suyla daha canlı çıkmıştı. Sergei hala oturmamakta ısrarcı sanki hemen gidecekmiş gibi bir ifadesi vardı. Kirli sakallı kumral yüzü biraz sıkıntılıydı.
“Dağıstan’da” dedi tek hamlede. İnce kaşlarım anında çatıldı. “ Vladimir’den başka kimsenin bilmediği depoların birindeyiz.” Bunu duymak benden alaylı bir nefes vermeme neden oldu. Delirmişti bunlar bu imkansızdı ama maalesef ki bu dışarıdaki yoğun karı ve soğuk iklimi açıklıyordu. Ne kadar kabullenmek istemesem de onların avucunun içindeydim. Dağıstan’ın Rusya topraklarında olduğunu biliyordum. Mikhail’in eve gidiyoruz diye gururla tabir ettiği evin burası olması korkunçtu. Beni ülkemden bu kadar kolay çıkarabilecek güçlerinin olması onların ne denli büyük bir mafya olduğunun kanıtıydı. Kerem’in neden onlara bulaştığını anlayamıyordum. O çipi Orlov’lardan neden alıp kendine bela ettin ki Kerem?
“Aradığınız çipi bilmediğimi söylemiştim. Neden beni buraya getirdiniz ki?” Üşümem ısıtıcı sayesinde biraz iyi olmuştu ama yine de kollarımı önümde birleştirerek kendimi daha fazla ısıtmaya çalıştım.
“Çipi bilmediğini anladım Katre” dedi bu defa kaşlarını çatarak “Yüz ifadenden çipin varlığından haberinin olmadığı belli ama ” sağ kaşını kaldırıp devam etti. “Ya da çok iyi bir oyuncusundur Katre Koroleva. Aynı Bay Koroleva gibi olamaz mı?” Sesi bu odadan daha soğuk çıkmıştı.
“Hayır!” diyen sesim biraz yüksek çıktı. Sergei ellerini masaya koyup üzerime doğru eğildi.
Onu görmek için başımı biraz kaldırmak zorunda kaldım. Çikolata kahvesi gözleri sorularla doluydu.
“Çipi bilmiyorsan bile Katre, Kerem’in seni seçmesi, peşinde oldukça tehlikeli adamlar varken senin yanında farklı bir kişiliğe bürünmesi ve deli saçması evliliğiniz bunları açıklayabilecek misin peki.” Benim masum olduğuma dair aklının karışmış olacağını düşünmüştüm ama tamamen yanılmıştım. Burada benim değil Kerem’in davranışlarını çözmeye çalışıyordu.
Hayatıma birden bire giren Kerem ile tesadüfen karşılaşıp birbirimizi sözde sevebileceğimiz ihtimalini hiç düşünmüyordu. Onunla ne kadar konuşursam konuşayım anlaşılan bu düşüncesini değiştirmek oldukça zor olacaktı. Vladimir’e olan bağlılığı, benim ona ektiğim şüphe tohumlarımdan hep üstün gelecekti.
Kasıklarımdaki mesanemim basıncı, suyu da içince artmış artık patlayacak raddeye gelmişti. Sorularına cevap vermek istemiyordum çünkü Kerem öldükten sonra sorgulandığım zamanlar bunu bende kendime çok sormuştum. Beni neden seçip hayatıma girdiğini? Tesadüf müydü, planlı mıydı? Ama artık Kerem’in yaşamıyor olması, cevaplarının olduğu mürekkepli kağıtların, derin bir suya atılmış gibi bulanıktı.
“Tuvalete gitmek istiyorum.” dedim benden farklı bir cevap bekleyen Sergei bir an söylediğimi anlamamış, gür kaşlarını çatıp yüzüme afallayan bir suratla bakmıştı. Ona Kerem’le ilgili bir şey söylemeyeceğimi anlayan Sergei sonunda derin bir nefes alıp, pes etmek zorunda kalmıştı. Bana arkasını dönüp gidince odadan çıkıp gideceğini sanmıştım ama kapıda uzun boyuyla durunca beni beklediğini anladım. Yavaşça sandalyeden kalkıp ona doğru çıplak ayaklarımla adımladım. Açıkta kalan bacaklarım fena halde üşümüş tane tane olmuştu. Artık gece yatarken polarlı, uzun gecelikten başka bir şey giymeyeceğime dair kendime söz verdim.
Sergei önümde ince siyah kazağıyla dururken omuzlarının bu kadar geniş olduğunun yeni farkına varmıştım. Zayıf ama atletik bir vücudu vardı. Çelik kapıyı açınca, bir robottan farkı olmayan iri cüsseli İgor’u görmek beni hiç şaşırtmadı. Loş koridorda siyah askeri kıyafete benzer forması onu daha da iri göstermişti. Karşımızda, omzundaki büyük uzun silahıyla yıkılmaz bir robot gibi duruyordu.
Sergei benimle birlikte odadan çıkacağı zaman, İgor onun önüne geçmiş, bataklık yeşili gözleri üstümde gezinmişti.
“Ne vmeshivaysya v moi dela İgor” İşlerime karışma İgor. Sergei’nin oldukça sert çıkan emri, İgor’un yine aynı karanlık yerine dönmesine sebep oldu. Bu odadan her istediğim zaman çıkamayacağımı anlamıştım. Loş koridor, bulunduğum odadan daha soğuk ve basıktı. Tavanda bulunan florasanların çoğu bozulmuş, sadece bir tanesi çalışıyordu. O da bazen yanıp, bazense sönüyor, koridoru tamamen aydınlatamıyordu. Çıplak ayaklarımın ucuna basarak zor yürüyordum. Her an bir böcek çıkacakmış gibi temkinli hareket ediyordum.
Sergei, önümde postallarının sert vuruşlarıyla ilerliyor, benden iki adım önde gidiyordu. Küf kokan koridorda sola döndüğümüzde ayağım takıldı ve elim Sergenin koluna yapıştı. Benim dokunmamla adımları sekteye uğrayan Sergei, başını sağ omzuna atıp, bana şaşkın gözlerle bakmaya başladı.
“Ayakkabım olmayınca ayağım kaydı.” Dedim fısıltıyla. Neden açıklama yaptığımı bilmiyordum ya da neden fısıltıyla konuşmam gerektiğini ama sanki öyle yapmam gerekmiş gibi hissetmiştim. Bir cevap vermeden ayaklarıma baktı. Koridordaki ışık az bile olsa, kaşlarını öfkeyle çattığını fark etmiştim.
Başıyla bana soldaki ilk kapıyı gösterip, “ Tuvalet burada işini hemen hallet. Seni bekliyor olacağım.” Dedi sesi İgor’la konuşurken ki kadar sert değil ama yine de kızgın gibiydi. Temkinli bir şekilde yürüyerek, bana gösterdiği kapıyı açıp lağım kokan yere girdim. Şansıma sağda, duvarda zor bulduğum ışığın düğmesi beni fazla uğraştırmamıştı. Işık açıldığı zaman, gördüğüm manzara pis bit tuvaleti gözlerimin önüne serdi. Musluğun olduğu yer tamamen küflenmiş ve paslanmıştı. Yerler en son ne silinmişti Allah bilir. Kasıklarımın zonklamasıyla daha fazla tutamayacağımı anladığım için klozete yöneldim.
İşimi hemen bitirip lavaboya geldiğimde ise aynada gördüğüm kızla donup kalmıştım. Kendimi bu kadar hırpalanmış görmeyi beklemiyordum. Yeşil gözlerimin rengi solmuş bir yaprağı andırıyordu. Gözaltlarım morarmış yanaklarım kaşık kadar kalmıştı. Karamel saçlarımın dalgaları kabarmış perçemlerim birbirine girmişti. Üstümde ki gece mavisi sabahlığın önünü sıkıca bağladım. Boynumda kurdumun hemen üstünde Vladimir’in parmaklarının izi hafifçe belli oluyordu.
Ellerimi ve yüzümü soğuk suyla yıkayıp kabaran saçlarımı düzene sokmaya çalıştım. Yüzümde hala ıslak damlalar varken daha fazla bu kapalı ve pis yerde durmak istemediğimden kendimi dışarı attım. Koridora çıktığımda, Sergei karşıdaki duvara sırtını dayamıştı. Ellerinde tuttuğu şey ile ağzım şaşkınlıkla açıldı. Sırtını, dayadığı duvardan ayırıp yavaş adımlarla kaşıma geçip bana siyah küçük botları uzattı.
Aslında ondan bir şey almak istemiyordum ama üşüyen ayaklarım artık isyan etmek üzereydi. Yine de merakıma engel olamadım. Uzun saçlarımı kulaklarımın arkasına geçirip ona baktım.
“Nereden buldun bunları” dedim merakla. Burada başka kızların da olup olmadığını bilmiyordum ya da zorla tutulduklarını ama bu kesinlikle bir erkek için küçücüktü. Benim ayaklarım otuz altı numaraydı, ayakkabı seçerken bazen numara yüzünden sıkıntı çekiyordum. Bu botlarda en fazla otuz yedi numara gibi duruyordu.
“Sandığın gibi değil. Her hafta kız kaçırmıyoruz” dedi muzip bir sesle. Ayakkabıları ondan almayacağımı sandığı için önümde eğilince, bu sefer ağzım gibi gözlerimde irice açıldı. Ben olduğum yerde hareketsiz kalırken o sakince botların iplerini çözüyordu. Sanki bunu her zaman yapıyormuşçasına rahattı.
“Vladimir’le kızların arası iyidir. O yüzden buraya kızlar genelde eğlenerek gelirler. Senin aksine.” dedi sol elini ayak bileğime uzatarak. Vladimir için buraya bile geliyorlar mıydı yani? Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.
“Hadi Camilia.” Ağzından alışkanlıkla çıkan isim beni şaşırtıp, onu ise hareketsiz bıraktı.
“Camilia kim?” dedim doğru duyduğuma emin olmak için. “kız arkadaşın mı?”
Sorularımla toparlanıp bana cevap vermedi. Sırasıyla botları ayağıma geçirmiş, karşımda eğildiği yerden kalkmıştı. Yine yüzüme uzun sayılacak bir süre baktı. Parmakları yine bileğindeki saate gitmişti. Anlaşılan o da bazı konuları içinde konuşup, dışarı bu konu hakkında sessiz kalmasını öğrenmişti. Kolumdan canımı acıtmayacak şekilde tutup beni yine İgor’un bulunduğu koridora getirdi. Koridorda, giderken kapalı olan diğer kapı, şimdi ağzına kadar açıktı. İçerisinde tavandan sarkan koca bir zincir ve ucunda biraz paslanmış kelepçe vardı. Ortadaki masada üzerinde anlamadığım çeşitli aletlerin olduğu siyah, kirli bir örtü seriliydi.
Benim tutulduğum odanın yanında kalan oda, tüylerimi diken diken etmiş, damalarımda gezen kan, kristalleşmiş gibi her yerim karıncalanmıştı. Benim yavaşladığımı anlayan Sergei, kafasını usulca çevirince neden durduğumu anladı. Sadece düz bir sesle, “Hadi Katre acele et.” Demekle yetinmişti.
İgor geldiğimizi duysa da robot halinden hiç çıkmamıştı. Deri eldivenli eli silahından hiç ayrılmadan nöbetine devam ediyordu. Sergei, beni esir tutulduğum odaya getirdi ama kapıdan içeriye adımını atmadı.
“Geç oldu, sana getirdiğim yemeği ye ve yat. Yarın zorlu bir gün seni bekliyor olacak.” Sesi yine karanlık bir tona bürünmüştü. Bakışlarındaki değişim onun hakkından ne düşünmem gerektiğini zorlaştırıyordu. Daha beş dakika önce önümde diz çöküp botları giydiren o adam, bana yarın Vladimir’in sorgusunu hatırlatıyordu.
Benim cevap vermemi beklemeden kapıyı üstüme kapatıp, kilitlemeden gitti. Adım sesleri uzaklaştığında kapıyı açıp gitmek isteyen bedenimin göreceği tek şey iri cüssesiyle beni bekleyen, İgor’du. Ayağıma sonunda bir şeyler giymiş olmak beni biraz rahatlatmıştı. Kendimi bir nebze daha güvenli hissettiğimde gözlerim, kirinden sararmış battaniye ve yatağa çevrildi. İstemsizce yüzüm buruştu. Dışarıda ki karlı hava tipiye çevirmişti. Rüzgarın uğultusu bedenimi titretti. Odada ki kıytırık ısıtıcının pek bir etkisi yoktu. Seçme şansım yoktu ve hava resmen buz gibiydi. İnce saten geceliğimse beni hiç ısıtmıyordu.
Yatağa botlarımı çıkarmadan geçip, kirli ve havasız kokan battaniyeyi üstüme örtmüştüm. Gözlerim tavandaki örümcek ağlarında gezerken, odanın ışığı kapatılmıştı. Şimdi sadece küçük pencereden gelen hafif ay ışığı vardı. Gözlerimin görebildiği kadarıyla gece tamamen beyazdı. Buradan nasıl çıkacağımı, çıksam bile bu dağ başından nasıl kaçacağımı düşünmek, beni derin düşüncelere sokuyordu.
Uyumaya direnen gözlerim artık aklımla olan savaşı kaybetmiş, beni uykunun tedirgin kollarına bırakmıştı. Sevmediğim kirli battaniyeye sıkıca sarılıp, vücudumun kendi ısısıyla gevşemesine izin verdim.
Uykunun hangi evresinde olduğumu anlamadan kapı gürültüyle açılınca, zaten tedirgin yatan sırtım yataktan bir ok gibi ayrıldı. Oda hala hafif karanlıktı. Bu uğursuz gece bitmemiş, uzadıkça uzamıştı.
Vladimir kaşımda tüm heybetiyle kapıda bekliyordu. Hala kabus gürüp görmediğimden emin olamamıştım. Odaya sert adımlarıyla giren Vladimir’in elinde bir bez parçası vardı. Onun arkasından odaya giren Mikhail ise elinde büyükçe bir su şişesi taşıyordu.
Gecenin bir vakti elindekilerle bu odada ne yapacağını anlayamadığım karanlık ikili pek sohbet için gelmemişti. Bedenim savaş ya da kaç prensibinden kaçmayı seçmiş yataktan ayaklarımı indirecekken Vladimir iri bedeniyle birden üstüme atladı. Bacaklarımın üstünde oturan bedeni canımı yakmıştı. İri dövmeli ellerini omuzlarıma bastırıp, beni yatağa sıkıştırdı.
“Çekil üstümden! Dokunma bana sakın!” bağırmam ne kadar şiddetli olsa da sanki beni hiç duymamış gibi, yaralı olan kirli sakallı yüzünü bana yaklaştırdı. Karanlık, soğuk nefesi yüzümü uyuşturuyordu.
“Benim çip nerde?” sesi öfkeden çok, daha fazla sabır olmadığını niteler gibi keskin çıkmıştı. Ellerimle onu göğsünden ittirip, yumruk atmaya çalıştım ama bu onu daha da kızdırmıştı. Zaten acıyan bileklerimi tek eline alıp, başımın üstüne sabitledi.
Bileklerimin acısıyla ağzımdan kaçan inleme onu hiç durdurmamış, üstüne bilelerimi daha çok sıkmıştı. Şimdi yüzü yüzüme daha çok yakındı. Buz mavisi gözleri kırık bir camı andırıyordu.
“Nerede dedim? söyleyecek sen bana hemen .” dedi dişlerinin arasından. Mikhail’in yüzünü göremiyordum ama yanımda eğlenen bir suratla durduğuna emindim. Onlara bilmediğimi kaç kez söylemiştim ama bana hiç inanmaya niyetleri yoktu.
“Bilmiyorum” ağzımdan acıyla çıkan bu söz beni onlardan kurtarmaya yetmeyecekti ama başka onlara ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Yüzüme son kez öfkeyle bakıp, “Göreceksin.” Diye tıslamasıyla olaylar başladı. Bir eli bileklerimdeyken bir eliyle getirdiği sert kumaşla yüzümü kapattı. Sadece, panikle açılmış yeşil gözlerim açıktaydı. Beynim bana yapacağı şeyi yeni anlayıp çoktan alarmlarını vermişti. Altında debelenebildiğim kadar hareket edip onu üstümden atmaya çalıştım ama üstümde ki doksan kiloluk varlığı hareket bile ettirememiştim. Boğazımdan çıkmaya çalışan çığlıklar onun elinin altında kayboluyordu.
Mikhail elindeki şişeden buz gibi akan suyu, yüzümdeki kumaşa döktüğünde tüm bedenim titremişti. Sular buzdan bir kamçı gibi yüzümden saçlarıma doğru akmaya başladı. nefesimi tutarak suyu ciğerlerime almayı reddettim ama yeşil gözlerim bir damla nefes için irileşip kocaman açılmıştı. Kalbimin zorlu atışını kulaklarımda ve tüm bedenimde hissediyordum. Vladimir’in buz mavisi gözlerinden kendi yansımamı gördüğümde daha fazla nefesimi tutamamış, ciğerlerime soğuk suyu çekmiştim.
Acı çok fazlaydı, sanki bedenime giren su değil asitmişçesine beni yakmıştı. Boğazımdan çıkan boğuk seslerle yüzümü hareket edip, sudan kaçmak istedim ama iri dövmeli eli bir pençe gibi yüzümü kavramıştı.
Ciğerlerime havayla karışık su girmesi onların, sanki her bir hücresine iğne batırılıyormuş gibi can çekişmesine neden oluyordu. Sudan daha fazla boğazıma gidince kalbim daha fazla oksijen taşımak için kendini son bir umut çalıştırıyor, göğsümün içine sığamıyordu. Öksürmeye çalışıp suyu atmaya çalışan bedenimin her hücresi kasılıyordu. Tırnaklarım avuçlarıma öyle bir saplanmıştı ki ılık bir sıvı avucuma doğru aktı. Buz mavisi gözleri artık sisli bir perdeden görmeye başladım.
“Çip nerede?” diyen Vladimir’ in kulaklarıma ulaşan öfkeli sesi artık çok uzaklardan geliyordu. Duyduğum tek ses benim boğuk ıslak inlemeye benzer çıkardığım kısa kısa seslerdi. Sonumun acısız bir ölüm olacağını ummak benim hatamdı. Bedenim suyu her karşılayışında geriliyor belim havaya kalkıyordu. Akciğerlerim bu basınca daha fazla tahammül edemeyeceğini anlamış, kalbime durmasının emrini veriyordu.
Gözlerim buz mavisi gözlerden ayrılıp kaymaya başlayınca soğuk su kesilmiş, ağzımdaki ıslak kumaş daha çekilmeden öksürüklerim başlamıştı. Ağzımdaki kumaşı da alıp üzerimden inen bu zalim adam, benim sefilce çıkarmaya çalıştığım suları izliyordu. Nefesimi kesik kesik alan ciğerlerim sanki cehennemden çıkmışçasına yanıyordu. Yataktan aşağı sarkan başım her öksürükle zonklamaya başlamıştı.
İnce ellerimle yatağın kenarına sımsıkı sarılmış, ciğerlerimde ki son suyu öksürmeye çalışmıştım. Saçlarım bir perde gibi kırmızı yüzümü çevrelemiş, onların sadece siyah botlarını görüyordum. Mikhail birden beni saçlarımdan tutup yatağa çevirince boğazımda pürüzlü bir çığlık firar etti. Görüşüm hala bulanıkta olsa Mikhail’in sinsi gözleri yüzüme değil, boğuşma sırasında açılmış çıplak bacaklarımdaydı. Patronun yanına giderken beyninden geçen düşünceleri duyabiliyordum.
“Sabah bana verecek o bilgiyi Katre.” Yarım yamalak Türkçesiyle kurduğu tehdit beni sabah başka bir çeşit sorgunun beklediğini gösteriyordu. Düzene girmeyen kalbim ve acıyan ciğerlerimle halsiz bir şekilde yatakta uzanmış, bakışlarım boş tavandaydı. Hala her nefes alışımda su girecekmiş gibi temkinli davranan bedenim sanki binlerce çivinin üstünde uzanıyormuş gibi gergindi.
Vladimir odadan hızla çıkacakken Mikhail’e kurduğu cümle, soğuk ve ıslak yatakta daha fazla kasılmamı sağladı. Kız benim. Sakın dokunma.
Yarısı ıslak saçlarımın bir kısmı hala yüzümdeydi. Geceliğimin üst bölgesi sırılsıklam olmuş sabahlığımın önü açılmıştı. Mikhail elindeki şişeyi gürültülü bir şekilde odanın köşesine atarak çelik kapıyı sertçe kapattı. Loş odadaki sessizlikle onun gittiğini düşünmüştüm ama onun yavaş adımlarla bana doğru geldiğini duyunca kalbim endişeyle sıkıştı. Eğer patronunu duymuşsa bana dokunmaya kalkmazdı. Yataktan biraz hareket edip doğrulmak istedim ama bedenimdeki hiçbir kası oynatamadım. Sanırım bayılmanın eşiğine gelmiştim, başımdaki dönme artmış, nefeslerim sığlaşmıştı.
Mikhail’in nefesini sol yüzümde hissedince korkudan donup kaldım. Nefesinden aldığım alkol kokusu oldukça fazlaydı. Şu an kafası yerinde miydi onu bile bilmiyorum. Uzandığım yerden sırtımı kaldırıp onu ittirmeye çalıştım ama biraz önceki işkence tüm bedenimi yorgun bıraktığı için kollarım oldukça güçsüzdü. Beni soğuk yatağa tek eliyle itince bir bez bebek gibi yığıldım. Görüşüm hala net değildi ama onun kirpi gibi açık sarı saçlarını ayırt edebiliyordum. Kirli elleri önce bacaklarımda soğuk bir yılan gibi dolaşmaya başladı. Dokunduğu yerlere buzdan bir iz bırakıyordu.
Ağzımdan çıkan sessiz fısıltı içimde bir çığlık koparmış, beni gerçek ve kabus arasına sıkıştırmıştı. Sesimi daha fazla çıkarıp , “Yapma” diye bağırmam soğuk ellerini bacaklarımdan çekip açıkta kalan ıslak gerdanıma getirmesine sebep olmuştu. Vücudum kaskatı olmuş midem bulanmaya başlamıştı. Ellerimi üstüme çıkmaya çalışan bedene bastırıp ittirmeye çalışmam tam bir fiyaskoydu. Başımın dönmesi yavaş yavaş azalırken ayın vurduğu, kirli sakallı yüzünün yüzüme doğru yaklaştığını gördüm. Bedenini tamamen bana bastırmış, midemin ağzıma gelmesine sebep olmuştu.
Son bir güç ile başımı hızlıca kaldırınca alnım onun burnuna çarpmış ve küçük bir kırılma sesi gelmişti. Acıyla üstümde böğüren Mikhail, sol yüzüme öyle bir yumruk geçirmişti ki patlayan dudağımdan kan yastığa sıçramıştı. Bende acıyla çığlık attığım zaman kapı açılmış sert adımların sahibi, alkol kokan leş adamı üstümden bir hışım aldı. Onu, arkasındaki duvara yapıştırmıştı. Üzerine doğru eğilen kahve saçların sahibini tanıyordum.
Yüzümün sol tarafında bir yangın çıkmışçasına yanıyor ve uyuşuyordu. Sergei ona bağırarak bir şeyler söylüyor, onu duvara daha çok bastırıyordu. Onun söylediklerini anlayamayacak kadar kendimden geçmiştim. Darbeyle başımda şiddetli bir ağrı başlamıştı.
Odadan yaka paça dışarı atılan Mikhail gitmiş, geriye öfkeyle soluyan bir Sergei kalmıştı. Ağzıma gelen metalik tat dudağımın hala kanadığını gösteriyordu. Yatakta yan dönmüştüm. Baygın gözlerle bakan bitik bir kadın görmek onun ellerinin yumruk olmasına neden oldu. Dudağıma uzanan elini görünce kafamı geri çekmeye çalıştım, “Dokunmayın bana!” diye bağırmam onun bu hareketini bir bıçak gibi kesti. Gözyaşlarım akmaya hazır yeşil gözlerimi doldurmuştu ama o gitmeden tek bir damla bile dökmek istemeyen bedenim kaskatı bekliyordu. Uzanıp kirli battaniyeyi üzerime örten Sergei, sağ kulağıma yanaşıp, “Bu sefer yetiştim Camilia.” Demişti. Sessiz fısıltısı onun, kız arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim kadına yetişemeyen pişman bir yakarış gibiydi.
Sergei odadan gözlerimi kapattığımdan gitmiş, o gider gitmez de yorgun gözlerim acıyla açılmıştı. Sabahın olmasına az kalmış, şafak sökmüştü. Dışarıdaki rüzgar sesi kulaklarımda korkunç bir uğultu bırakıyordu. Sessizce akan gözyaşlarımın ardı arkası kesilmiyor, hala bacaklarımda dolaşan o soğuk elleri hissediyordum. Kalbim göğüs kafesine sıkışmış bir kuş gibi çırpınıyor, nefesim bana yetmiyordu.
Sergei yetişmeseydi sarhoş Mikhail’le neler olacağını düşünmek istemeyen beynim bir daha onunla karşılaşmak bile istemiyordu. Sabah olunca ne olursa olsun buradan kaçmaya çalışacaktım. Kaçarken ölmek bile burada onlarla bir gece daha geçirmekten daha iyiydi.
Aradan saatler geçmiş, hava çoktan aydınlanmıştı. Kar tipiden kurtulmuş sakince yağıyordu. Camın önüne birikmeye devam eden karlardan dolayı yakında oda tamamen karanlığa gömülecekti. Yatakta dizlerimi karnıma çekmiş, sırtımı soğuk duvara dayamıştım. Dizlerimin üstüne örttüğüm kirli battaniye ile bekliyor, eğer dışarı kaçmayı başarırsam bu kıyafetlerle nasıl hayatta kalırım onu hesaplıyordum.
Her yerim ayrı sızlıyor ama ruhumdaki yaralar daha çok canımı acıtıyordu. Elim sol bileğimdeki lale dövmesinde gezerken bugünün son günüm olduğunu düşünüyordum. Ya kaçacaktım ya da ölecektim. Günün sonunda ölürsem anneme kavuşacak, kaçmayı başarırsam dışarıdaki beyaz kaderle savaşacaktım.
Ne yapacağımı kara kara düşünürken kapı yavaşça açılıp odaya iri vücuduyla İgor girdi. Onu, geldiğimden beri bu odaya geldiğini hiç görmediğim için şaşırmıştım. Büyük ellerinde her zaman ki gibi siyah deri eldivenleri vardı. Kumral omuzlarına gelen yağlı saçlarını ona küçük gelen siyah bir bereyle zor kapatmıştı.
Hiçbir şey söylemeden kalın kafasıyla kapıyı gösterdi. Bataklık yeşili gözlerini üzerime dikip benim hareket etmemi bekledi. Beni bir yere götürmek için gelen İgor ben kalkamayınca bana doğru yavaşça adımlamaya başladı. Eldivenli elini koluma doğru uzatınca bana dokunmasını istemediğim için oturduğum yataktan hemen çıkıp kapıya doğru hızlıca yürüdüm. Loş koridorda biraz ilerleyince arkamdan gelen iri bedeni beni tutulduğum odanın yanındaki korkunç odaya yönlendirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.3k Okunma |
2.83k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |