
O vahşet odasına girmek istemediğim için ayaklarım durmuş İgor’un sert geniş göğsüne çarpmıştım. Beni tek eliyle sırtımdan sertçe kaktırınca ortadaki masaya çarpmama neden oldu. Sert adım sesleriyle arkamdan geldi. Sağ kolumdan hızlıca tutup zincirin sarktığı tarafa sürüklemeye başladı.
“hayır!... hayır! Dur!” paniklemiş bedenimle ondan kurtulmak için vurmaya başladım. “Bırak beni lütfen dur diyorum!” Bağrışlarım bu terk edilmiş gibi duran depoda yankılanmış beni duyan kimde olmamıştı. İgor ellerimi tek hamlede yukarıdan sarkan zincirdeki kelepçeye geçirdi. Boyum biraz kısa kaldığı için botlarımın ucuna basarak zor durmayı başardım. Ellerimi kelepçeye geçirmek için bana çok yakın duran bu iri adam beni ürkütmeye başlamıştı. Mikhail’den sonra bu adamla baş etmem kesinlikle imkansızdı.
Aklımdan geçen korkunç düşünceler onun beni bağladıktan sonra arkasına bile bakmadan gitmesiyle son buldu. Kollarım şimdiden ağrımış bileklerimdeki eski yaralar hafif kanamıştı. Ayaklarımı her indirişimde bileklerimdeki kan dirseklerime doğru ılık bir yol çiziyordu.
Çok geçmeden kapı açılıp, Vladimir ve arkasında sadık köpeği Mikhail içeri girdi. Vladimir aynı kendi gibi karanlık bir takım giymişti. Bu pis ve izbe yerde bile üzerinde tek bir toz tanesi bile yoktu. Masaya yaklaşan adımları durup, yüzüme uzun uzun baktı. Gözleri dudağımın kenarında yaraya takılınca, buz mavisi gözlerindeki cam kırıkları hareketlenmeye başladı.
Mikhail onun hemen solundaydı. Yanağındaki hafif morlukla bana öfkeli bakışlar atmaya devam ediyordu. Dün Sergei’nin ona yumruk attığını hayal meyal hatırlıyordum.
Vladimir yavaş adımlarla karşıma geçti. Odanın aydınlattığı ışığın altında yüzündeki derin çizikle korkunç görünüyordu. Gözlerinde gördüğüm ve anlam veremediğim bir açlıkla bana bakıyordu. Bu odadan, içimdeki Katre ölmeden çıkamayacağımı bilmek kirpik diplerimi dahi titretmişti. Eğer kurşun sıkarsa bedenimi, bana dokunmaya kalkarsa ruhumu öldürecekti. Elini siyah kumaş pantolonun cebinden çıkarıp, uzun saçlarıma yaklaştırınca kafamı geriye atıp bana dokunmasını engelledim.
Bu hareketime öfkelenen buz mavisi gözlerindeki cam kırıkları, her an bana saplanacak gibi keskinleşti.
“Katre… Katre .” dedi kafasını iki yanına sallayarak. Koyu kahve saçları yine özenle taranıp arkaya doğru yapıştırmıştı. Suratındaki kendini beğenmiş ifade, bende ona yumruk atma isteği uyandırıyordu. Ellerim başımın üstünde zincirlenmiş, karşısında zor dururken o çok rahat konuşmaya devam etti.
“ Konuşacaksın sen?” soru eki yoktu ama bu onun, tehlikeli sorgularından biriydi.
“Ne istiyorsun? Daha ne yapacaksınız! Bilmiyorum dedim size!” sesim yıpranmış sinirlerimden yüzünden keskin çıkmış onu afallatmıştı. Mikahail onun yanından, arkama doğru geçti. Bulunduğum konum yüzünden kafamı ona çevirmemiştim. Karşımdaki buzdan küreler beni kendi cehennemine hapsetmiş, üzerine de en karmaşık kilitleri vurmuştu.
“İki seçenek sana.” Dedi benim bağırmama cevaben sesi hala sakindi ama gözlerinde ki öfkeyi zaptettmekte zorlanmıştı. “ İlki senin konuşmak için” dedi masadan küçük bir bıçak aldı. Onun, beni bıçakla keseceğini düşünmüştüm ama onun sözleri beynimden vurulmama neden oldu. “ Seni değil merak etme üzerindekiler keseciğim.” Dedi karanlık sesi bulunduğum odayı buz gibi yaparak. Gözlerim korkuyla açılmış boğazım kurumuştu. Dün gece suyla yaptığı işkence değil ama Mikhail’in yaptığı şuursuzluk aklımı neredeyse kaybetmeme neden oluyordu. Bunu bir şekilde anlayan Vladimir bu kozu kullanmaktan hiç çekinmeyecekti. Onların karşında çıplak kalmaktansa ölmeyi seçerdim.
Onun devam etmesini beklemeyip, “ diğer seçenek ne?” dedim aceleyle. Gözlerinden geçen karanlık ifade onu tek hamlede reddetmiş olmamdandı. Yaralı yüzüne tiksintiyle bakıp, “öldür beni.” Dedim. Bunun onu rayından çıkarıp belindeki silahla, tek kurşunla kalbimden ölmeyi hedeflemiştim ama o daha çok sinirle soluyup boynunu sağa sola yatırmakla yetinmişti.
Arkamda kalan Mikhail’e bakıp işaret verince, oda da süzülen ses havayı hızla yaran bir ok sesi gibi bir vızıltı çıkardı. Önce belime uzanan karamel saçlarım havalanmış sonra sırtıma sertçe inen ateş gibi sıcak olan şey. Bir kırbaca aitti. Çığlığım Vladimir’in yüzünde dağılmış, boğazım yırtılırcasına tahriş olmuştu.
Sırtıma inen kırbaçla belim kasılıp, ayaklarım tamamen boşluğa geldi. Bileklerim demir kelepçede daha çok kesilirken, gözlerimden istemsiz düşen yaşlar görüşümü bulanıklaştırıyordu.
“Çipim Katre nerede?” Tane tane sorduğu soruyu sırtımın zonklamasıyla beynim kabul etmemiş ben cevap bile veremeden Mikhail’ e tekrar işaret vermişti. Gelecek olan darbeye kendimi hazırladığımı düşünmüştüm ama havayı yaran kırbaç saten geceliğimi resmen yırtıp çıplak tenime ateş gibi çarpmıştı.
Tekrar çığlığım kaşımdaki acımasız adamın suratına çarptı. Yüzünde tek bir mimik dahi oynamamıştı. Sırtımı sanki bıçakla oyuyorlar gibi acıdan içe çökmüş göğsüm Vladimir’in göğsündeki sert kumaşına değiyordu. Bedenim şiddetle titrerken nefeslerim kesik kesik çıkıyordu.
Başım öne eğilmiş, uzun saçlarım yüzümü kaplamıştı. Ellerim yukarıda asılmaktan gerilmiş dirseklerimde yukarısına kramp girmeye başlamıştı. Vladimir eliyle çenemi tutup kaldırdı. Islak yeşil gözlerime ifadesizce bakıp benden bir cevap bekledi. Dudaklarım istemsizce titremişti. Dövmeli başparmağını kuruyan alt dudağıma sertçe sürtmesi, ağzımdan bir hıçkırık firar etmesine neden oldu. Gözlerimi sıkıtıyla kapatıp başımı arkaya attım ve onun dokunuşundan çıkardım.
Arkamda ki Mikhail’den gelecek olan üçüncü darbeyi beklerken kapı aceleyle açılıp duvara çarptı. Çıkan sesle gözlerimi açıp gelenin Sergei olduğunu görmem gözlerimden akan yaşları hızlandırdı. Burada ne yaptıklarını sonradan anlayan Sergei istemsizce kaşlarını çatıp, Vladimir’in yanına geldi. Kahve saçları nemlenmiş, omuzlarında hala karın beyazlığı vardı. Dışarıdan yeni geldiği belliydi. Kapının girişinde daha önce görmediğim siyah, maskeli üç adam daha hareketsizce bekliyordu.
Sergei’nin sessizce Vladimir’e söylediklerini duymamıştım ama buz mavisi gözlerin nasıl alev aldığını görmüştüm. Onun için kötü bir haber getiren Sergei bana kısa bir bakış atıp, patronlarının cevap vermesini bekledi. Arkamda, sırtımdan ılık bir yol çizip en son yere damlayan kan, Sergei’nin bakışlarını öfkeyle Mikhail’e çevirmesine neden oldu.
“Kto posmeyet eto sdelat !’.” Buna kim cesaret edebilir! diye kükreyen Vladimir ellerini masaya sertçe vurdu.
“Tvoy otets zhdet tebya v Moskva.” Babanız Moskova’da sizi bekliyor. Sergei’nin söylediğini bu sefer anlamıştım. Vladimir’in buradan gitmek zorunda kalacağını duymuştum.
“Volkov eto sdelal?” Volkov mu yapmış. Elleri hala masanın üstünde, duvara sabit bakan Vladimir’in yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş, omuzları gerilmişti.
Sergei’nin Vladimir’i sakinleştirmek için söylediği uzun cümleyi anlamak için baya uğraşmış sonunda anladıklarımdan ne çıkaracağımı bilememiştim. Kararan gözleri biraz sakinleşen Vladimir, elini çenesine götürüp sakallarını yavaşça karıştırmaya başladı. Sergei’nin; Anton Orlov ve Rus hükümetinin bir anlaşması olduğunu ve sorumlunun Volkov olmadığını söylemişti.
Vladimir’in dişlerinin arasından, “ Volkov. Ty kak privideniye.” Volkov hayalet gibisin. diye tısladığını duydum. Elini çenesinden çekip buz mavisi gözlerini bana çevirince, onları anladığımı fark etmemişti. Çatık kaşlarıyla benimle ne yapacağını düşünüyordu. Sonunda Sergei’ye sessizce, kısa olan talimatları verdi. Bana arkasını dönüp, kapıdaki üç maskeli adamla hızlıca gözden kayboldu.
Mikhail’e kafasıyla dışarıyı gösteren Sergei, hızlıca masadan demir kelepçenin anahtarını alıp benim yanıma geldi. Arkamda Mikhail’in sertçe kırbacı yere attığını duydum. Yanımızdan sert adımlarla uzaklaştı. O kapıdan çıkana kadar sessizliğimi korudum.
Mikahil’in çıkmasıyla çözülen ellerim gibi dilimde çözülmüştü.
“Neler oluyor Sergei o gidiyor mu?” heyecanlı sesim Sergei’yi afallatmış yüzüme uzun bir süre konuşmadan bakmıştı.
“Konuştuklarımızı anlıyor musun Katre.” Sergei’nin kahveleri şüpheyle kısıldı.
“Okuduğum bölüm sayesinde dilinizi çok az biliyorum o yüzden anladıklarım hep yarım şeyler.” dedim. Söylediklerim doğruydu tüm konuşulanları anlamamıştım. Çözülen ellerim aşağı inince biraz rahatlamıştı. Titreyen bacaklarımın üstünde durmak ise zordu. Dengemi sağlayamayacağımı anladığım an ellerimi Sergei’in deri montunun ıslak omuzlarına koydum. Bu hareketimi yadırgamayan Sergei yüzümdeki saçlara uzanmış ama dokunmadan beklemişti. Yüzüme bakıp benden onay bekleyen çikolata kahvesi gözleri benim hala buğulu olan gözlerimde gezindi.
Gözlerimi yavaşça kapattım. Geçmişten hasreti olduğu kadında da aynı renk olduğunu düşündüğüm karamel saçlarıma yavaşça dokunup onları özenle arkaya doğru atmasına bir şey demedim.
“ Vladimir acilen Moskova’ya gitmesi gerekti.” dedi sakince. Gözlerimi açıp ne söyleyeceğini merakla bekledim. Elleri hala saçlarımdaydı. “Babası onu çağırıp bir düzine deposunu patlatan adamı bulmasını istiyor. O önden diğer adamları da alıp çıkıyor. Daha hızlı gitmek için de hava ulaşımıyla gidecekler.” Dedi ellerini artık saçlarımdan çekip kendi beline koydu. Sıkıntılı yere gelmişti. Onu sabırla dinleyip neler olduğunu öğrenmem lazımdı o yüzden lafını hiç bölmedim.
“ Seni burada bırakmıyor Katre.” Kahveleri biraz endişeliydi . “Mikhail, igor, ben ve sen dördümüz dağ yolundan arabayla gideceğiz.” dedi. Gözlerinde geçen kararsızlık söyleyeceklerinin daha bitmediğini gösteriyordu. Ağzım duyduklarımla şaşkınca açılmıştı. Bu benim için son fırsattı.
“ Sergei! Lütfen bana yardım et.” Dedim telaşla. Hareket edince sırtımın acısıyla yüzüm buruştu. Çizgi şeklinde kırbacın izleri hala ateş gibi yanıyordu.
“Katre sana nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum.” Elini sıkıntıyla nemli kahve saçlarına daldırdı. “Kafam o kadar karışık ki.” Sergei’nin karasız olduğunu hep hissetmiş ama beni seçmesi için aslında hiç uğraşmamıştım. ama bu sefer farklıydı buradan çıkacaktık beni Moskova’ya götürdüklerinde, işte orada kaçabilirdim.
“Eğer beni ona götürürsen bu sefer ölürüm ben Sergei, lütfen.” Sesim içimdeki küçük umutla titredi. Sağ gözümden küçük bir yaş taşıp yanağıma düşmüştü. Yeşil gözlerim üzüntüyle çökmüş, dudaklarımdan küçük bir hıçkırık firar etmişti. Elleri yine saçlarıma çıkmış beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Katre Moskova’da izini kaybettirebilir misin?” Sergei’nin meraklı kahveleri yüzümde gezindi.
“ Evet, evet hem de hiç yaşamamış gibi ortadan kaybolurum. Yeter ki beni Vladimir’e teslim etme.” Sesim biraz yüksek çıkmış, kalbim bir kuş gibi özgürleşmişti artık gözlerim daha canlı bakıyordu ona.
Sergei yüksek çıkan sesimle arkasındaki kapıya bakıp beni yavaşça belimden destekleyerek bu vahşet odasından loş koridora çıkardı. Eli kırbacın çizdiği yere dokunca ağzımdan acıyla bir inleme kaçtı. Uzun dalgalı saçlarımdan kırbacın keskin izini fark edememişti.
“Üzgünüm canını yakmak istemedim.” Dedi sıkıntıyla koridorda benim esir tutulduğum odaya götürürken aklıma takılan şeyle ona yüzümü çevirdim.
“Volkov kim?” dedim merakla. Ona bakan yeşillerim, sıkıntılı yüzünde dolandı.
“Rus hükümetinin hayalet yüzbaşısı.” Dedi sesindeki hafif öfkeyi anlayamamıştım.
“Neden hayalet diye bahsediyorsunuz ki .” onun hakkında bu kadar soru sormama şaşırmış, hafif karanlık koridorda kaşlarını biraz çatmıştı.
“Çünkü onu kimse göremez sadece yaptığı başarılı operasyonları duyulur.” Dedi sertçe. Beni kaldığım odaya getirip, Yavaşça yatağa oturttu.
Ağzımı açıp bir soru daha soracağım zaman gür kahve kaşlarını daha da çatmış olunca ağzımı hemen kapatmıştım. Volkov hakkında konuşmak istemediği belliydi. Gözlerinde gezen küçük kıskançlık tohumları onun da belki bir zamanlar asker olmayı isteyip yolu nasıl bu hale geldiğini kabullenememiş olmasıdır. Yalnız iyi salladın katre kızım ha. İçimdeki sesle de konuşmaya başladıysam artık hepten deliriyorumdur.
Sergei beni burada bırakıp yaklaşık on dakika sonra elinde bir yığın kıyafetle geri gelmişti. Kullanılmış olduğu belli olan kırışık kumaşları beğenmeme gibi bir lüksüm yoktu.
“Hangisinin olacağını bilemediğimden birkaç parça getirdim, ben dışarıdayım. Hemen giyin yirmi dakikaya yola çıkacağız.” Hızlıca konuşan Sergei acele edip hızlı adımlarla kapının dışına çıkıp beni beklemeye başladı.
Kıyafetler genelde koyu renk ve içleri yumuşacık pamuktu. Botlarımı çıkarmak için eğildiğimde sırtımın derisi ayrılıyor gibi hissetmiştim. Acı çok fazlaydı. Gözlerim biraz sulanmış ama hemen kendimi toparlayıp, ayağıma bir beden büyük gelen botları çıkardım. Ayaklarım içinde nemden buruş buruş olmuştu ve hala buz gibiydi. Yatağın ayakucuna bıraktığı kumaş yığınından oldukça kalın siyah çorapları hızlıca ayağıma geçirdiğimde mutluluktan ağlayabilirdim.
Bacaklarımdaki artık nefret ettiğim gece mavisi saten şortu yırtarcasına çıkarıp odanın en ücra köşesine fırlattım. Bir daha saten bir şeye dokunmak bile istemiyordum. Yerdeki önce ince siyah taytı giyip sonra daha kalın olan taytı onun üzerine geçirdim. Buraya gelen kızların kalçaları benimkilere göre minicikti sanırım taytın kalça kısmı biraz bana dar gelmişti. Üstüme giyecek ince halter yaka bir atlet vardı ama sütyen yoktu.
Onu boş verip Saten geceliğin kuşağını çözüp üstümden hızla sıyırdım. İnce askılı geceliği de yırtıp hızlıca çıkarmıştım bile. Atleti acıyan ve açık yara olan sırtıma geçirirken epey zorlanmış, ecel terleri dökmüştüm ama sonunda sırtımdaki yaralara yapışan atlet ince belimi sıkıca sarmıştı. Üstüne kahverengi kalın örgülü hafif uzun kazağıda giyince tamamen ısınmıştım. En son siyah dizlerime gelen şapkalı sayah kürkü giyip ellerime de kumaş siyah eldivenleri geçirdim.
Kapıya doğru adımlayıp yavaşça kapıyı açtım. Sergei duvara dayanmış ellerini de göğsünde birleştirmişti. Benim aksime üzerinde sadece deri kahve bir mont vardı. Beğeni dolu bakışları saçlarımda ve üzerimde gezindi. Ona kocaman gülümseyip, “Hadi gidelim.” Dedim. Ona gülümsemem onun nefes alan göğsünü hareketsiz bırakmıştı. Çikolata kahvesi gözleri yanaklarımda hafifçe beliren gamzelere takıldı.
“ Gamzelerini daha önce görmemiştim.” Dedi sesindeki minik hayranlıkla. Gamzelerim sadece ben kocaman gülümsersem öyle çıkardı. Şimdiye kadar acıdan ve zulümden başka bir şey görmeyen yüzüm bunları değerli bir pırlanta gibi saklıyor, çok nadir otaya çıkarıyordu.
Ona cevap vermeyip gülümsemeye devam ettim. Loş koridorda İgor’un nerede olabileceğine bakınırken Sergei, kime baktığımı anlamış gibi, “Onlar araba bizi bekliyor.” Dedi. Uzun ve rutubetli koridorda hızlı adımlarla o önde bende arkada onu takip ederek yolun sonuna kadar ilerledik sağ da kalan bölüme geçip hızlıca dar ve karanlık merdivenlere ulaştık.
Sergei’nin ezbere bildiği bu karanlık yapı, bir labirentten farksızdı. Kaç kere döndüğümüzü sayamamıştım bile. Sonunda gri, çelik, büyük kilitli bir kapıya vardığımızda çıkışa geldiğimizi anladım. Önümde ki kapıyı tek hamlede açınca dışarıdaki karlı rüzgar direk yüzümüze çarpmıştı. Soğukla resmen nefesim sekteye uğradı. Sergei önümden karlı zemine adım atınca gördüklerimle göğüs kafesim nefes almayı bıraktı.
Gözlerimin görebildiği her yer bembeyaz hemen önümdeki ormanlıkta sadece koyu yeşiller seçiliyor, o da karların altında kalan çam ağaçlarının rengiydi. Bakışlarım daha uzaklara kaydığında küçük küçük tepecikler yoğun karın altında belli belirsiz gözüküyordu. Daha ilerisi kar yağışından tam seçilmiyor, beyaz soğuk bir sisin içinde gibi hissettiriyordu.
Sergei ben hareket etmeden etrafa baktığımı fark edince sol kolumdan tutup beni karların arasında duran ve benim sonradan fark ettiğim siyah jeep’e doğru götürdü. Dışarısı buz gibiydi verdiğim nefesler yüzümün önünde küçük bir sis dalgası oluşturuyordu. Sergei’nin bana bu kadar kıyafet getirmesinin asıl neden belli olmuştu. Hava bilemem kaç eksi dereceydi. Rüzgarla arkaya giden şapkam açılmış, uzun saçlarımın yüzüme savrulmasına neden olmuştu.
Botlarım karlı zeminde bata çıka ve birkaç defa tökezleyerek sonunda arabaya ulaşmıştık. Mikhail sağ ön koltuğa oturmuş bize kaşları çatık çelik mavisi gözlerle bakıyordu. Onun arkasına da İgor bedenini zor sığdırmış dizleri biraz havada kalmıştı. Direk karşıya bakan bakışları sabit bir noktayı hedef almış gibi hiç kıpırdamıyordu.
Beni jeepin arkasından dolaştıran Sergei, kapımı açıp oldukça yüksek olan arabaya binmeme yardım etti. Arabanın içi dışarıya göre bayağı sıcaktı. İgor’un bedeni o kadar büyük duruyordu ki ben yanında küçücük kalmıştım. Sergei sürücü koltuğuna geçip dikiz aynasından bana bakmıştı.
“Botlarının altında küçük bir sırt çantası var Katre o senin.” Dedi rahat bir şekilde. Sergei’nin konuşması bitince hemen önüme eğilip küçük sırtı çantasını söylediği yerden aldım. Sağ çaprazımdaki Mikhail’in sinirli homurtular çıkararak Sergei’ye arabayı sürmeye başlamasıyla ilgili bir şeyle gevelediğini duydum.
Sergei jeepi çalıştırınca kalın zincirleri olan tekerler öne gitmiş, motor şiddetle kükremişti. Araba birden hareket edince öne gidip elimdeki çantayı ayaklarımın ucuna geri düşürdüm. İgor’un ilk defa bana yaşam belirtisi gösterip alayla baktığını son anda fark ettim. Hızlıca çantayı kucağıma alıp arkamdaki kemeri takmıştım. Yanımdaki dev başını iki yana sallayıp neredeyse gözlerini devirecekken, benden bakışlarını alıp karlı yola bakmaya devam etti.
Arabada bende başka kemer takan yoktu. Aralarında ölmekten en çok ben korkuyor gibi algılansa da aslında öyle değildi. Arabanın engebeli yolda her hareketinde midemin beni terk edeceğini biliyordum. En azında kemerle belki biraz daha sabit durabilirdim.
Çantanın içinde ne olduğunu merak ettiğim için fermuarı çok az açıp göz ucuyla şöyle bir baktığımda içinde su ve erzak olduğunu gördüm. Bu demek oluyordu ki uzun yolculuğumuzda hiç mola vermeyecektik.
Bakışlarımı tekrar dikiz aynasına çıkardığımda Sergei’nin kahveleriyle buluştu. Ona gözlerimi kapatıp sessizce teşekkür ettim. O da bunu anlamış, sıcak bakışlarıyla bana karşılık vermişti.
Mikhail önde elindeki küçük kağıda sanki bir şeyler not alıyor gibi arada kalemi hızla oynatıyordu. Yanımda ki iri cüsseli adamda geniş kollarını önünde birleştirmiş gözleri kapanmıştı. Başını oturduğu yerin arkasına hafifçe dayamış uyuyor gibi bir hali vardı. Benim ona baktığımı fark edince sol kaşını kaldırıp gözünü birden açtı. Onun biraz insanlık belirtisi gösterip uyuduğunu düşünmüştüm ama o tam bir demir yığınıydı.
Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyorum, durmaksızın ilerlediğimiz bu engebeli beyaz yolculuğumuz beni bir hayli düşündürüyordu. Yolun sonunda özgürlüğüm vardı. Bakışlarımı İgor’dan çekip arabadaki saate çevirdim. Beyaz bir yolculuğa çıkalı tam iki saat olmuş, şu an saat on biri biraz geçmişti. Manzara hiç değişmemiş karlar hızlıca yağmaya devam ediyordu. Sanki bu beyaz ormanda sürekli daire çiziyormuşuz gibi görüntüler hep tekrar ediyordu.
Hayatımda bu kadar kar ve soğuğu görmeyen ben arabanın içinde gayri ihtiyari titremiştim. Moskova’ya ulaşmamıza yaklaşık yedi saat daha vardı ve araba beni fena halde sallamıştı. Kemer takmama rağmen midem bulanmaya başlamış, yüzüm dikiz aynasından sapsarı görünüyordu.
Dikkatimi dışarı vererek ucu bucağı olmayan karla kaplı Dağıstan topraklarına baktım. Hiç yaşam belirtisi yoktu. Dumanı tüten bir kulübe veya yoldan geçen başka bir araç tamamen uygarlıktan uzak bir dağın başındaydık.
Aklımdan hiç çıkarmağım ve çok şükür güvende olan teyzemi düşünmek bana bu yolcukta kendimi yalnız hissetmememi sağlıyordu. Yolculuğun sonunda nasıl yapacağımızı bilmediğim bir kaçış planımız vardı. Moskova’da izimi nasıl kaybettireceğimi bilmiyorum ama hemen bir Türk elçiliği bulup durumumu anlatmam gerekiyordu. Türkiye’ ye ulaştığımda ise teyzemi de alıp kayıplara karışmak istiyordum. Yeni bir kimlik alıp daha küçük bir kasabada dikkat çekmeden beraber yaşar giderdik.
Telefonum dahil tüm kişisel eşyalarım İzmir’deki evimde kalmıştı. Artık Mert onları yok mu etmişti yoksa hala beni orada yaşamaya devam mı ettirmişti orası bir muammaydı. Mert’ten sonra Sergei’ye nasıl güveneceğimi bilmiyordum ama burada ondan başka çarem yoktu.
Ne zaman kapattığımı bilmediğim gözlerimi, kafamı şiddetle arabanın camına vurunca açmıştım. Korkuyla açılan gözlerime gümbürdeyen kalbimde eşlik etmişti. Sergei’e baktığımda hala hıza araba kullanıyordu. Mikhail arkasına yaslanmış çıkardığı sesten dolayı derin bir uykuya daldığını anlamıştım. Yanımda ki devin de bataklık yeşili gözleri kapalı ama sol eli bacağında ritim tutuyordu. Biraz toparlanıp önümdeki çantayı sıkıca tuttum. Saat öğleden sonra üçe yaklaşmış hava biraz daha sislenmişti. Görüş mesafesi bayağı düşük olan havada arabayı hızlı kullanan Sergei’nin kaşları çatık derin düşüncelere dalmış gibi bakışları sabitti.
Tam bu esnada önümüze gri postu olan iri cüsseli bir kurt çıktı. Arabanın beyaz farını gören kurt ne yapacağını şaşırıp kenara gidecekken hızlı giden arabadan kaçamamış gürültüyle gri kurda çarpmıştık. Tiz çığlığım arabanın içinde yayılmış herkes uyanmıştı. Sergei gri kurdu sisten dolayı son anda görmüş ama direksiyonu sağa kırmakta geç kalmıştı. Gürültüye İgor hemen silahını çıkarıp karışa uzatmış Mikhail anlamadığım küfür olduğunu düşündüğüm kelimeleri Rusça bağırmaya başlamıştı.
Sergei arabanın hızı olmasından dolayı önünü toparlayamamış arkada olduğumuz yer sağa sola doğru zikzak çiziyorduk. En son solumuzda kalan açıklıktaki uçuruma, direksiyon hakimiyetini kaybedip oraya çevirince şiddetli bir şekilde araba o tarafa doğru yuvarlanmaya ve camlar kırılmaya başladı. Boğazımdan kopan sesler sanki bana ait olamayacak gibi feryat içeriyordu. Taktığım kemerden dolayı diğerleri gibi arabanın içinde bir top gibi sekmiyordum ama kulaklarım uğuldamaya kalbim göğsümü delip çıkacak gibi atmaya başladı. Bilincimi kaybetmeme az kalmıştı. Diğerlerinin acıyla bağırmaları ve kemiklerin kırılma sesi zihnimden asla silinmeyecek bir harabe bırakmıştı.
Araba sonunda ters bir şekilde durduğunda ortamda sadece kalbimin hızla atan ritmik sesi ve benim telaşla verdiğim nefesler vardı. Gözlerim korkuyla kapanmış, bağırmaktan boğazım tahriş olmuştu. Kırık camlardan giren buz gibi karı arabanın tavanında duran ellerimde ve saçlarımda hissettim.
Gözlerimi yavaşça açtığımda bulanık gözlerimin ilk gördüğü Mikhail’in ters duran bedeniydi. Başından tavana doğru akan kırımız küçük bir birikinti kandı. Bez bir bebek gibi vücudu değişik bir hal almıştı. Hemen Sergei’ baktığımda onun bedeninin üst tarafının camı kırıp karlara uzandığını gördüm. Bacakları hala içerideydi.
Beynim hala yapmış olduğumuz kazanın şokunda hiçbir komutu dinlemeden kendini kapatmıştı. Koca cüsseli İgor arabada bile değildi. Onun bulunduğu taraftaki kapı yuvarlanırken kırılmış onu, arabadan dışarı savurmuştu. Bulunduğum konumdan sadece onun koca postallarını görüyordum.
Kendimi derin nefesler almaya itip tavandaki ellerimi oynatmaya çalıştım. Kemerin olduğu tokaya elimi uzattığımda çarpmanın etkisiyle sıkışmış olan tokayı üçüncü deneyişte anca açmıştım. Kemeri çözdüğüm gibi tavana yapışan bedenim acıyla inlememe neden oldu. Benden bir hareketlilik duyan Sergei’de kendine gelmiş o da kısıkça inlemişti.
Onun yaşadığını anladığımda derin bir nefes aldım, “Sergei iyi misin?” Sesim bir poşetin büzüşürken çıkardığı sese benziyordu. Serbest kalan bedenimi kırık camdan ileriye zorlayıp karlı zeminde biraz sürüdüm. Bu sırada sağ üst bacağımda keskin bir acı hissettim.
“Aaahhh!.. bacağım.” Elimi bacağıma götürdüğümde ılık kanı hemen hissettim. Tenime giren kırık camın etrafından kan damla damla karlı zemine akmıştı.
“Katre.. Katre iyi misin?” Sergei’nin dişlerinin arasında acıyla sorduğu bu soru onun bende daha kötü olduğunu gösteriyordu.
Camı bacağımdan dikkatle birden asılıp, daha çok bağırınca Sergei üst bedeninin kaldırmaya çalışmış ama o da acıya dayanamayıp yine yere yığılmıştı.
Elimdeki camı fırlatıp biraz daha süründüğümde üst bedenimi tamamen karlı soğuk zemine bıraktım. Yüzümü karlara gömmüştüm. Soğuk bana şok etkisi yaratmış tüm bedenim titremişti. Biraz hareketlenip en son bacaklarımı da dışarıya çıkardım. Ters duran arabadan tamamen çıkmıştım. Bacağımdan küçük küçük damlayan kan taytımın üst bölgesini hafif ıslatmıştı.
Hemen Sergei’nin yanına emekleyip , “Sergei…Sergei iyi misin?” diyerek ona yaklaştım. Gözleri kapalı hareketsiz yatan bedeninde burnu fena kırılmış kan kahve sakallarının arasına karışmıştı.
Benim sesimi duyunca başını biraz kaldırıp, kahve gözlerini açtı. Sıcak çikolatayı andıran gözleri görmek göğsümün ferahlamasını sağlamıştı.
“Beni duyuyor musun?” dedim biraz daha sesli bir şekilde.
“Evet” dedi acıyla yüzünü buruşturup bacaklarını gösterdi. “Sol bacağım kırıldı.”
“Sana yardım ederim o bacağına yüklenmeden beraber arabadan çıkabiliriz.” Dedim onun yaşıyor olması bana yetmişti. Onu buradan çıkardığımda yavaşça buradan gidebilirdik.
“Katre benim buradan, bu kırık bacakla çıkmam imkansız” dedi sesi acıdan biraz boğuk çıkmıştı. “Arabadaki gbs kaza yaptığımızı çoktan Vladimir’e iletti bile buraya adamlarını göndermesi uzun sürmez.” Duyduğum cümle yüzümün hayal kırıklığıyla düşmesine neden oldu. Ellerim onun omuzlarını kavradı. “Ne yapacağız Sergei burada onları mı bekleyeceğiz?” dedim onu biraz asılıp o arabadan çıkarmak istiyordum.
“Katre..” dedi onun sözünü bölen, arabanın diğer tarafında gelen, keskin inlemeydi. İgor yaşıyordu ve şu an kendine gelmeye başlamıştı. Panik vücudumda kol gezerken bulunduğumuz karlı düzlüğe baktım. Her yer ormanlıktı ne yapacağımı bilemeden Sergei’nin çikolata kahvesi gözlerine baktım. Gözlerinin yansımasından karamel saçlarım dağılmış yüzüm karmakarışıktı.
“Katre kaç” dedi nefesini sıkıntıyla verirken. “Kaç buradan Vladimir’in adamları gelmeden git.” Gözlerine bir süre baktım. Ciddiydi. Nefesimden çıkan buhar aramızdaki tek hareketti.
“Nereye” dedim etrafa bakarak. Kar taneleri yavaş yavaş üzerimize düşerken “Nereye gideceğim ben Sergei” dedim çaresizce. Elini yavaşça hareket ettirip beline getirmeyi istedi ama bulunduğu pozisyonla bunu yapamadı. “Onu al Katre” dedi sesi fısıltıyla çıkmıştı. Neyi almam gerektiğini anlamayarak onu acı çeken yüzüne baktım. “Silahımı al ve git buradan bu bacakla sana zaten Moskova’da yardım edemem” dedi benim hareketsiz duran bedenime bakıp “Hadi Katre durma öyle birazdan gelirler. Acele et”
Konuşmasının ardından yorgun başını karlara geri koydu. Söyledikleriyle hareketlenen bedenim kontrolü yeniden ele aldı. Elimin karların içinden belindeki soğuk metala ulaşması zor olamamıştı. Sergei biraz kıpırdayınca silahı bulunduğu yerden çekip aldım.
Arabanın arkasında yatan İgor’dan gelen acı inleme sesleri artmaya başlamıştı. Elime aldığım bu soğuk metalle ne yapacağımı bilmiyordum. “ Emniyet kilidini açmasını biliyor musun?” dedi Sergei aceleyle o da fazla zamanımın kalmadığını biliyordu. “Daha önce silah tutmadım bile” dedim paniklemiş bir sesle. Bu silahı kullanmak istemiyordum. Hatta yanımda taşımak bile istemiyordum.
Eldivenli elimden silahı hızlıca aldı. Bana gösterdiği talimatlar basit gibi duruyordu ama onu elime alınca her şeyi unutacağımdan emindim. Kahveleri bana dönünce halimi anlamış ve bana emniyet kilidini açık bir şekilde vermişti. Onu elimde tutmak istemediğim için o soğuk demiri hemen montumun cebine koydum.
İgor’un çıkardığı seslerden artık ayaklanması an meselesiydi. Bende dizlerim üstüne gelip ayağa kalkmak istedim. Son anda aklımı kurcalayan soruyla Sergei’ye baktım. Kahve dalgalı saçlarının arasına beyaz karlar düşmüş, çehresi gergindi. “Neden” dedim. “ Neden bana yardım ettin.” Yeşil gözlerim merakla bana vereceği cevabı bekliyordu.
“Camilia” dedi ilk kez bana ayakkabı giydirirken duyduğum ismi tekrar söylemişti. “Küçük kız kardeşim için” dedi kahve gözleri buğulanmıştı. Elim istemsiz onun eski saatine gitti. “ Onun hediyesi mi?” dedim fısıltıyla. Başını aşağı yukarı zor hareket ettirmişti.
“O öldü mü” sorum bu ıssız ormanda fısıltıdan çok bir çığ düşüyormuş gibi gürültülü çıkmıştı.
Acı kahvelerini sıkıntıyla kapattı. Sanki böyle yapmasa gözyaşları ondan bağımsız firar edecekti. “Bana bu saati aldıktan bir hafta sonra, ölesiye dövülüp yol kenarına atılmıştı. Onu bulduğumuzda çoktan..” dişlerini sıkarak konuşması onu, yine o ona götürmüş gibi sesi nefretle dolmuştu. Benim yeşil gözlerimden ise çoktan inciler dökülüp karlı zemine düşmüştü bile.
“Sergei çok üzgünüm sen” dedim boğuk sesimle “ İyi bir abisin” çikolata kahvesi gözleri açılmış benim söylediklerimle daha da koyulaşmıştı. Eli yine özlem duyduğu saçlarıma çıkacağı zaman İgor’un siyah postalları uzandığı yerden hareketlenmeye başladı. Daha fazla beklemeden ayaklandım.
“ Keşke başka şartlar altında seninle karşılaşsaydık Sergei” dedim onun acı kahve gözlerine bakıp. Onu burada bırakmayı istemiyordum ama benimle gelemeyecek kadar kötü yaralanmıştı.
Sırtıma benim için hazırladığı çantayı aldım. Silahın ağırlığı sağ cebimdeydi. Perti çıkmış jeep’in önünden geçerken Mikhail’in kapalı gözlerinde hiç hareket yoktu. Umarım ölmüştür. Sapık herif
Biraz daha karlı zeminde ilerleyince İgor’un sağ dirseğinle yerinden doğrulmaya çalıştığını gördüm. Silahı elinde değil, bir metre ileriye savrulmuştu. Sol eli ise, Tanrım! Çok kötü kırılmıştı. Anatomik açıdan oldukça farklı bir duruşu vardı ve onu hiç kullanamıyordu. Belli ki canını fena yakıyordu.
Kafasını kaldırınca bataklık yeşili gözleriyle göz göze geldim. Adımlarım durmak yerine daha da hızlandı. Onu arkamda bırakıp karlı zemine bata çıka yuvarlandığımız yamacı çıkmaya başladım. Arkamdan kısık küfür olduğunu düşündüğüm kelimeleri durmaksızın söylüyordu. İlk denememde yamaçtan geriye düşen bedenim, aldığım travmadan kaynaklı bayağı acımıştı. Geriye dönüp baktığımda İgor’la aramızda az bir mesafe kaldığını görünce daha çok paniklemiştim.
Aksayarak bana doğru gelen İgor asla pes etmeyecekti. Silahını özellikle kullanmıyor onlara canlı lazım olduğumu biliyordu. Onun yaklaşıyor olduğunu görünce daha hızlı tırmanmaya başladım. Karlı zeminde, rotamızdaki yola çıkmak epey zor olmuştu. Hava buz gibiydi ama ben ter içinde kalmıştım. Önümdeki perçemler hafif ıslanmış, alnıma yapışmıştı. Nefes nefese kalan vücudum bir parça dinlemek istiyordu ama İgor’un hemen peşimde olması bunu yapmamamı imkansız kılıyordu.
Uzun saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp yoldan mı gitmeliyim yoksa karşımdaki ormanlığa mı girmeliyim onu düşünmeye başladım. Eğer yoldan devam edersem İgor beni açık ve net bir şekilde hemen fark edecekti. O yüzden hemen karşımdaki ormanlığa koşmaya başladım. Ciğerlerim işkenceden sonra en ufak eforum da bile yanmaya başlıyordu.
Gür çam ağaçlarının arasına dalınca, aydınlık yavaşça kendini sakladı. Arkama baktığımda İgor’un yamacı yeni çıkan iri bedenini gördüm. O, beni daha fark etmemişti. Önce yola bakan gözleri hızla bulunduğum ormanlığa baktı. Ben bir ağacın arkasından ona bakıyordum ama beyaz zemindeki ayak izlerim ona burada olduğuma dair işaretleri vermişti bile.
Buradan bile dudağının alayla kıvrıldığını görebiliyordum. Hemen önüme dönüp uzun bir süre arkama bakmadan beyaz ağaçlarla kaplı ormanda koşmayı denedim ama ayağımdaki botlarla kaç kez yere düştüğümü sayamadım bile. Karda koştuğum mesafe, düz yolda yürüdüğüm mesafeye eş değerdi. Saçlarım hala yağan karla ıslanmış burnumun ucu kızarmıştı. Dudaklarımı artık hissetmiyordum bile.
Hava artık biraz daha kararmış görüş alanım düşmüştü. Kar yağışının yoğunluğu bayağı bir artmıştı. Arkamı dönüp baktığımda, eğer İgor oradaysa bile onu görmem artık çok zordu. Onun hala peşimden geldiğini düşünüp daha da uzağa gitmem gerekiyordu. Bacağımdan çıkardığım camın sızısı yeniden başlamış, kan hafifçe taytımdan aşağı ilerlemeye başlamıştı. Zorladığım bacağım, durmuş olan kanı yeniden akıtmıştı.
Önümü zor gördüğüm karlı ormanda hangi yöne gittiğimi asla bilmiyordum. Bakışlarım yerdeki küçük ayak izlerime tekrar takılınca ağzımdan yorgun bir inleme çıktı. Elimdeki eldivenleri çıkarıp sol cebime tıkıştırdım. Zaten soğuk olan parmaklarımı uzun saçlarıma geçirip önümden çektim. İki elimde başıma çıkmış, panikle ne yapacağımı düşünmeye başladım. Sessiz ormandaki tek ses gürültülü çıkan nefeslerimdi. İgor’dan tek bir ses bile duyulmuyordu. Belki de yola devam edemeyecek kadar kötüydü.
Artık tamamen karanlığa gömülen karlı ormanda tek başına olmak beni korkutmuştu. Önüme dönüp ilerlemekten başka çarem yoktu. Kazanın üstünden saatler geçmişti. Vladimir’in adamları çoktan gelmişlerdir. Onlarda beni arıyor mudur acaba? Bunu düşünmek beni daha çok hızlandırdı. Ağrıyan bacaklarım ne kadar dayanırdı bilmiyorum ama onlara teslim olmayacaktım. Hem yoğun kar yağışı çoktan arabanın olduğu yerdeki ayak izlerimizi kapatmıştır.
Karanlık ve soğuk ormanda ilerlerken arkamda duyduğum çatırtıyla hemen o yöne döndüm. Yüksek olan çam ağacının dalından kar kütlesi gürültüyle yere düşmüştü sanki dalından bir kuş aceleyle kalkmıştı. Ya da birisi oraya bir şey atmıştı.
Panikle önüme döndüğümde dibimde gördüğüm iri beden korkuyla bağırmama neden oldu. Karşımdaki bataklık yeşili gözler İgor’dan başkası değildi. Onu görünce çığlığım sessiz ormanda bir çığ gibi büyüyüp bazı çamlardaki karların yere düşmesine neden oldu. Ellerimi öne doğru uzatıp onu kaktırmak isteyen bedenimi bir hışım karlı zemine itip düşürdü. Üzerime kendisi de atlamış, ilk defa eldivensiz gördüğüm sağ eli direkt boğazıma soğuk bir kelepçe gibi yapışmıştı.
Dizlerinin üstünden, üzerime eğilen koca bedeni benim dört bir yanımı rehin almıştı. Bacaklarım onun dizlerinin arasında kalmıştı, ona bacaklarımla tüm gücümle vurmaya başladım.
“Konuş Katre” pürüzlü ve kalın sesini ilk defa duyuyordum. Hırıltılı sesi bu karanlık ormandan bile daha ürkütücüydü.
“ Bilmiyorum. Bırak beni” her konuşmamızda aramıza düşen karlar birbirimiz görmemizi zorlaştırıyordu.
Boğazımda sıkıca tuttuğu elini daha fazla sıkınca nefesimi alamadım. Aradan saniyeler geçerken karlı soğuk ormanda gökyüzünden düşen beyaz taneler oksijensizlikten açılan yeşil gözlerime düşüyordu. Üstümde yüzüme doğru eğilen kumral saçlı iri adam beni öldürecekti.
Vladimir’in aksine benim konuşacağımdan ümitsizdi. Ellerimle onun yüzüne vuramaya ve çizmeye başladım. Bu hareketimle başını benim ellerimden uzaklaştırmış ama uzun kolu hala boğazımı şiddetle sıkmaya devam ediyordu. Sol elini arkasına almıştı. Kırık olan eline darbe indirebilseydim eğer onun bir şekilde dikkatini dağıtırdım.
Boğazımdaki elin baskısı artınca göğsüm bir parça nefes için yukarı kalkmış, belim havalanmıştı. Ayak parmağıma kadar her yerim uyuşmaya başladı. Yüzüm şişmiş, ellerimden can gitmişti. Çıkardığım sesler yavaş yavaş azalmaya başlamış, üzerimdeki adamın yeşil gözlerini artık bulanık görmeye başlamıştım. Kalbimin düzensiz atımları birazdan kesilip derin bir sessizliğe bırakacaktı. Sağ elim ceketimin üzerine düşünce tenim ağır, soğuk metali anında hissetti.
Üzerimde boğazıma abanan İgor’u arık belli belirsiz seçiyordum o benim için sadece karanlık bir silüet olarak görünüyordu. Son bir gayretle hareketlenen elim cebimdeki silahı ona doğrultmuştu bile. Bir saniye bile düşünmeden tetiğe basan elim şiddetle titremiş, boğazımdaki baskı geçene kadar ona ateş etmiştim. Ta ki tetiğe bastığımda kurşun çıkamayana kadar.
Elinin baskısı geçince kesik kesik aldığım nefeslere kan kokusu eşlik ediyordu. Onun göğsünden tam dokuz kere vurmuştum. Bu silahta dokuz kurşun olduğunu Sergei emniyet kilidini bana gösterirken bir ara söylemişti. Kan üzerime poşetten yırtılarak dökülen bir su gibi fışkırmıştı. Yüzüme dahi gelen ılık kan yanağımdan aşağı süzülüyordu. Gökyüzünden düşen beyaz karlar İgor’un kanlarının üzerine beyaz kristal gibi düşüp erimeye başlıyorlardı.
Bataklık yeşili gözleri önce küçülüp sonra yeşili kalmayacak şekilde simsiyah oldular. İgor’un sallanan ağır bedeni üzerime doğru devrildi. Başı başımın yanına karlara gömülmüş göğsünden akan kanı boylu boyunca üzerime dökülmüştü.
Elimde sıkıca tuttuğum boş silahı bırakıp ellerimi onun omuzlarına getirerek onu üzerimden yan bir şekilde atmaya çalıştım. İkince denemde onun ağır bedeni benim yanımda boylu boyunca uzanıyordu. Onu vurduğum silah ben ve ölü bedeniyle İgor karların üzerinde hareketsizce uzanıyorduk. Gökyüzünden üzerimize düşen kar taneleri birimizin ölmüş bedenine, birimizin de gözyaşlarının üstüne düşüyordu.
Midemin hareketlenmesiyle kusacağımı anlayıp hemen dizlerimin üstüne geldim saçlarım önüme gelmiş. Her öğürüşümde sallanıyorlardı. Tahriş olan boğazımdan çıkan acı safra midemin boş olmasındandı.
Birini öldürmüş olduğuma inanamayan bedenim kendini kapatmıştı. Karlarla kaplı beyaz gece kanla bitmişti. Orada ne kadar kalıp ağladığımı bilmiyordum ama uzaktan duyduğum kurtların sesi beni kendime getirmişti. Kan kokusunu çoktan almışlardı. Bu vahşi ormandan hemen çıkmak istiyordum. Toparlanıp ayaklandığım zaman bacaklarım şiddetle titriyordu.
Çantadaki suyu boş mideme gönderdiğim zaman biraz olsun kendime gelmiştim. Bir şeyler yiyemeyecek kadar kötüydüm. İgor’u kanlar içinde orada bırakıp çam ağaçlarının biraz seyrekleştiği tarafa doğru titrek adımlarla yürüdüm. İlerdeki küçük tepeye kadar arkamı dönüp bakamadım. Kar yağışı artık durmuştu. Karlı tepeye geldiğimde arkamı döndüm ama ormanın ve sık ağaçların içinde kalan İgor’u göremedim.
Orman bitmiş artık geniş bir düzlüğe gelmiştim. Kar yağışı durduğu için bulutlar aralanıp ay ışığını göstermişti. Gözlerimin görebildiği kadar tüm yerler bembeyazdı ileride solda daha yamaç bir ormanlık başlıyordu. Sağda ise engebesiz orman başlıyordu. Bedenim soldaki yamacı kaldıramayacak kadar yorgundu. Üzerimde ki kıyafetlerin beni uzun süre sıcak tutmayacağını biliyordum. Montun şapkasını üşüyen kulaklarıma geçirip örttüm. Sol cebimdeki eldivenleri takıp kıpkırmızı olan ince parmaklarımı kapattım. İleriye sağdaki ormana doğru yavaş yavaş yürüdüm.
Aradan saatler geçmiş gibi hissediyordum ama ben yaklaştıkça sık orman sanki uzaklaşıyordu. Bacaklarım uyuştuğu için artık tökezleyerek ilerliyordum. Yorulduğum için kalbimin atışları düzensizleşmişti. Nefeslerimi kesik kesik alıyor, ciğerlerim yanıyordu. Boynumda hala İgor’un buz gibi olan ellerini hissediyordum. Ağırca yutkundum. Bu his hiç gitmeyecek gibi bedenime ağır geliyordu.
Sonunda ormanın girişine gelen bedenim artık yorulmuştu. Karla kaplı soğuk zeminde tökezleyerek yığıldım. Yan bir şekilde düşmüş, sızlayan bedenim rahat bir nefes almıştı. Ayın ışığında orman fazla sürmüyor gibiydi ama adım atacak halim kalmamıştı. Çok üşümüştüm.
Elim, bileğimdeki kıyafetlerin altındaki lale dövmesine gitti. “Anne” dedim yorgunca “beni yanına al artık” sesiz yakarışım bir dilekti. Karanlık, karla kaplı ormanda uykunun serin suları beni çağıran en soğuk uykuydu. Bu çırılçıplak bir şekilde buz gibi, sonsuz okyanusa dalmak gibiydi.
Lakin beni durduran şey, yeşil gözlerimin gördüğü minik bir ışık huzmesiydi. İleride ormanlık alanın sonundan gelen minik sarı ışığı, gözlerimin yanlış göreceğini düşünüp onları kapayıp tekrar açtım ama ışık hala orada kıpırdamadan yanmaya devam ediyordu.
Karlı zeminden başımı kaldırıp ışığa doğru baktım. Eğer buradan kalkmazsam derin, soğuk bir uykuya dalacaktım. Kendimi zorlayıp ağrıyan bacaklarımın üstünde zor durdum. Sırt çantamı taşıyamayacak kadar bana ağır geliyordu. Onu orada bırakıp sık ormana doğru sallanarak yürüdüm. Bana saatler gelen ormana sanırım yirmi dakikada ulaşmıştım. Işık artık daha belirgindi. Sarı ışık koca çam ağaçlarının arasında büyükçe bir kulübeden geliyordu. Kulübenin etrafını saran uzun çitler, biraz ileride hemen başlıyordu.
Yorgun adımlarım karlı zemini adeta sürüyerek ilerliyordu. Soğuktan uyuşan bedenim yalpalayarak ayakta durmakta zorlanıyordu. Çitlere tutunan elimle dengemi zor sağladım. Kafamdaki ağır şapkadan nefes alamadığımı hissettiğimde onu tek seferde arkaya ittim. Elim çitlerde titriyor, saçlarım rüzgarla yorgunca yüzümde geziyordu.
Ahşap kulübeye yaklaşınca pencerelerden çıkan sarı ışıkları dört bir tarafı aydınlatmaya başladı. İçeride büyük bir aile yaşıyor olmalıydı. İki katlı bu büyük kulübe bizim oralardaki dağ evlerinden oldukça farklıydı. Dört beş katlı merdivenden sonra başlayan büyük bir verandası vardı. Üstü kapalı verandanın altında altı kişilik bir masa sandalye takımı vardı. Kulübeye gelmeden çitlerin hemen arkasında, sol tarafımda küçük ahşap bir yapı vardı. Sanki bir köpek için gibiydi ama bir köpek kulübesine göre de büyüktü.
Çıkardığım seslerden dolayı köpek kulübesinden bir kıpırtı geldi. İçinden çıkan siyahla karışık beyaz postu olan iri bir kurt çıktı. Onu görünce çığlığım beyazla kaplı ormanda fazlasıyla ses çıkardı. Adımlarım geri geri giderken kurdun mavi gözleri ayaklarıma indi. Ben daha fazla hareket edemeden tahta çitleri aşıp üzerime atıldı. Ağzımdan çıkan ikinci çığlıkla ilerideki kulübenin kapısından bir ses geldi. Üzerime atılan gri kurtla arkaya doğru giden bedenim karlı zemine düştü. Başımın arkasını sert bir şeye çarpmıştım sanırım acı çok yoğundu. Üzerimdeki kurdu bulanık görmeye başlamıştım. Ön ayakları omuzlarımdaydı. Pençelerini çıkarmadan bekliyordu.
Görüşüm kararmaya başlarken ileriden adım sesleri gelmeye başladı. “Korsha otoydi.” Korsha çekil.
Duyduğum kalın ve gür ses göğsümün ortasında titreşti. Gözlerim tamamen karanlığa gömüldüğünde tek hissettiğim bedenimi saran sert ve sıcak kollardı. Beni kendi göğsüne çektiğinde duyumsadığım koku, taze çam kokusuyla karışık kehribar kokusuydu. Başım onun geniş göğsüne teslim olur gibi düşüp, beni tamamen karanlığa gömdü.
Evettt üçüncü bölümün sonuna geldik Katre artık Dmitri’nin kulübesine sonunda geldi.
Yıldıza basmayı unutmayın ve yorumlarınızı merak ediyorum.
Neler düşünüyorsunuz?
2 hafta sonra Cuma görüşmek üzere…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.3k Okunma |
2.83k Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |