6. Bölüm

4. BÖLÜM Nefretin Acı Tadı

Zehra Sezgin
valekizi

Gri gözler hep mi nefretle bakar anne, bu yeşil gözlere? Hiç sonu olmayan bu nefret, büyük bir dehliz ve bende bu karanlık dehlizde habis olan küçük bir ışık.

 

Kabardey- Balkar, Kuzey Kafkas Dağları - Rusya

 

Karanlık, zihnimi ele geçirmiş beni çoktan fethetmişti. Ne zaman karanlığın içinde yolumu kaybetsem tüm yanlış yollarım bir tek o koyu gri gözlerin sahibine; babama çıkıyordu. Kıraç, adı gibi çorak toprakları olan o adamın benim gibi; Katre adının anlamı bir damla su olan kızını bilerek çorak topraklarına kabul etmek istemiyordu.

Oysa ne çok sever toprak bir damla suyu, ne hasretlerle bekler sıcak bir yaz günü gökyüzünden gelecek o yağmuru. Güneş en tepedeyken beklenen o yağmur toprağı sevince boğar ve tekrar buluşmak için sözleşirler. Biz babamla hiç buluşmamıştık. Benim bir damla suyum, onun çorak topraklarına hiç değmemişti. Onun nefretle bakan gözleri beni hiçbir zaman o beklenen yağmur gibi beklememişti.

Küçük katre, bu adamdan sadece saçlarının sevgiyle okşanıp o üç kelimeyi duymayı ne çok istemişti. Seni seviyorum kızım. Nefretle bakan koyu gri gözlerin ne zaman özlemle, sevgiyle, hasretle bakacağını merakla beklemiş ama o gri gözlerde bunların bir tanesini bile asla görememişti. Tek gördüğü soğuk bir nefret olan o gözler, şimdi bu karanlık odada karşısındaydı.

Artık beş yaşında hatırladığım o genç adam değildi. Koyu gri gözlerinin etrafında küçük çizgiler oluşmuş, koyu kestane saçlarına ak düşmüştü. Alnı derin düşüncelerinden biraz kırışmış, yüzüne derin bir özlem oturmuştu. Yıllardır rüyalarıma bile girmeyen bu ıssız adamı şimdi nasıl görüyordum anlam veremedim.

Bedenim bu karanlık soğuk odada bile ateş gibi yanıyordu. Kalbimin atışı hızlanmış, hissiz soluklarım kesik kesikti. Onu görmek bana hiç iyi gelmemişti ama içimdeki küçük kız yılmadan onun kollarına koşmayı çoktan istiyordu.

“Baba” diye seslenen sanki ben değildim. Kuruyan dudaklarım oynamış ama hiç ses çıkmamıştı. O da zaten beni duymamış gibi, koyu gri bakışları benim arkamda bir yere odaklanmıştı.

Gür kaşlarının altındaki gri gözler arkamda ne gördüyse nefreti uzaklaşıp, grilerin içine özlem oturmuştu. Benim yıllardır hasretle beklediğim bakışları arkamda ne varsa ona armağan ediliyordu. Arkamı dönüp bakmak isteyen bedenim milim yerinden oynamadı. Hatta vücudumun belli yerlerinde olan soğukluk beni titretmişti bile. Gerçek ve rüya arasına sıkıştığımı hissediyor ama bir türlü uyanamıyordum.

Arkamdan hızla çıkan sapsarı saçlı bir kız çocuğuna hayretle baktım. Kırmızı elbisesiyle sekerek koşan kızın düz sarı saçları o sektikçe havalanıyor minik dudaklarından şen bir kahkaha yükseliyordu. Babama doğru sekerek koşan kız çocuğu, onu kollarına almak için diz çöken babama sarılmasıyla durmuş şen kahkahaları artık onun sert göğsünde devam etmişti.

Bu gördüğüm mutlu kız çocuğu kesinlikle ben değildim, doğduğumdan beri karamel saçlarım bu renkti ve ben asla babama böyle sarılmamıştım. Gözlerimden benden habersiz akan yaşa, ağzımdan çıkan küçük bir hıçkırık eşlik etti. Kesik nefeslerimin arasından,

“Neden baba?” kelimeleri çıkmıştı sadece.

Kasılan bedenim, boynumdaki kurt dövmemin üzerine dokunan ılık dokunuşlarla önce biraz gerildi ama dokunuşları dövmemi yavaşça okşamaya devam edince gerilen kaslarım tek tek gevşemeye başladı. Boynumdan, uzun saçlarıma çıkan ve onların arasında nazikçe dolaşan eller beni derin bir uykuya çekiyordu. Karşımdaki babam ve şen kahkahalarının sahibi sarı saçlı kızın görüntüsü bir buz gibi parçalara ayrılmaya başladı.

Taze çamların arasından sızan kehribar, buz parçalarını zihnimden itinayla uzaklaştırdı. Zihnim beni kokunun kaynağına doğru daha fazla sokulmamı emretti. Yavaşça kaynağa sokulan bedenimde kalbimin atışları normale dönmüş, rahat bir uykunun kollarına çekilmiştim. Derince soluyan göğüs benim miydi bilmiyorum ama şu an ömrümde ilk defa huzurla uyuyordum.

 

                                                                                                                         ***

 

Göz kapaklarımın üstündeki ağırlık; tonlarca beton dökülmüşçesine ağır ve sertti. Onları kaldırmak imkansız gibiydi. Kirpiklerimi aralamak için uğraştığım enerjim, sırtımın yumuşacık yatağı hissetmesiyle tamamen gitmiş beni tekrar uykunun kollarına çağırmıştı. Bu yumuşak yatakta bile başımın arkasında keskin bir acı hissetmiştim. Bu ağrıyla göz kapaklarım açılmış vücudumun her yeri ağrımaya başlamıştı. Direk ahşap tavana açılan yorgun gözlerim, iri tomruklarda gezindi. Nerede olduğumu anlayamamıştım ya da en son ne yaptığımı.

Kulağıma gelen şöminenin harlı çıtırtısıyla gözlerim alev alan odunlara gitti. Tavana doğru uzanan taş duvarın zemininde parlayan turuncuları saç diplerimi terletmiş, odayı fazla ısıtmıştı. Yumuşacık yataktan sırtımı kaldırmayı deneyince ağrı sırtımda bir kamçı gibi gezinmeye başladı.

Kaza mı yapmıştım? Düşmüş müydüm? Elim başımın arkasındaki acıyan yere gittiğinde, üzerinin bir bantla kapatılmış olduğunu fark ettim. Sanırım düşmüş ve başımı çarpmıştım. Ama ben neredeydim? Başımı sağdaki Fransız cama çevirdim. Dışarıdan geniş bir teras vardı ve üzeri tamamen beyazdı. Gözlerim daha uzağı, karşıdaki karlı dağları görünce yutkunamadım. Hatta nefes bile alamadım manzara tam da böyleydi; Nefes kesici.

Karşıdaki karlı dağlara varana kadar yerdeki geniş ormanlık alan eşsizdi. Karlarla kaplı çam ağaçlarının görüntüsü beni küçükken gördüğüm o şirin simli kartpostallara götürmüş, yüzümde hüzünlü bir gülümseme bırakmıştı. Ben şu an İzmir’in neresindeydim de böyle karlı bir ormandaydım.

Siyah, saten yorganı üzerimden atmamla yüzümdeki hüzünlü gülümseme donup kaldı. El ve ayak bileklerim yara içindeydi. Ayak bileğimdeki yaralar biraz geçmişti ama ellerimdeki yaralar kıpkırmızıydı. Bağlanmışım gibi oluşan izler kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Sağ üst bacağımda da ince, beyaz bir sargı vardı. Üzerimde sadece geniş ve bana bayağı bol gelen siyah bir tişörtün içindeydim.

Yataktan sarkıttığım ayaklarımın üzerine beklemeden kalkmamla başım feci şekilde dönmüş, camın önündeki koyu gri küçük koltuğa kendimi zor atmıştım. Kulaklarım şiddetle uğuldayınca, göğsüm nefesini içeriye zor aldı. Nerede olduğumu hala anlamamıştım. Bir dostun evinde mi yoksa düşmanın ininde miydim bilmiyorum ama bileklerimde bulunan izler temkinli hareket etmemi tembihliyordu.

Oturduğum koltuğun başı tavana kadar uzanan kitaplığa dayanıyordu. Üzerinde ki yazıların hepsi Rusçaydı. Kafam karışmıştı. Çatılan kaşlarımla yavaşça ayağa kalktım. Bu sefer daha dikkatli davranıp hemen adım atmak yerine durduğum yerde derin nefesler alıp vücudumu hareket etmeye hazırladım. Sırtımdaki çizik şeklindeki sızı her nefes alışımda içime batmıştı, sanırım düşerken sırtımı da darbe almıştım.

Yavaşça yerdeki grili beyazlı yumuşak halı da ilerledim. Kapıya yaklaşan bedenim hemen yanındaki ahşap elbise dolabını görünce durdu. Üzerindeki büyük aynaya doğru gelip baktığımda, donup kaldım. Aynaya bakan başka bir kız görüyordum sanki.

Neredeyse kendimi tanıyamayacaktım. Karamel uzun saçlarım dağılmış, solgun yüzümün her iki yanına cansızca düşmüştü. Yanaklarım çökmüş, yüzümün sol yanı morarmıştı. Dudağımın solunda da küçük bir yara vardı. Gözlerim boynuma indiğinde yutkunamadım.

Birisi boynumda beş parmağının da izi kalacak kadar sıkmış, izler bordoya benzer bir renk almıştı. Kurt dövmemim hemen üstündeki iz rahatsız edici derece de korkunçtu.

Birisi beni boğmaya çalışmıştı ve ben hatırlamıyordum. Panik vücudumdan geçen elektrik akımı gibi her sinir hücreme uğrayıp beni nefessiz bıraktı. Neredeyim ben?

Aynadaki korkunç görüntümü orada bırakıp dikkatlice kapıya doğru gittim. Yavaşça açtığım kapı beni uzun açık bir hole çıkardı. Üst katta olduğum odadan çıkıp ahşap tırabzanların olduğu yerden aşağı baktığımda geniş bir mutfak alanı görünüyordu. Ahşap bir kulübeye göre gayet lüks eşyalar vardı. Burada bir ailenin tatile geldiğini düşünüyordum ama bu devasa büyük kulübe, içimde tedirgin bir his bırakıyordu. Merdivene gidene kadar bu katta bir oda daha olduğunu gördüm.

Bu kadar hareket bile bedenimi yormuş beni nefes nefese bırakmıştı. Merdivene ulaşan yorgun bedenimle on beş katlı basamağı nasıl ineceğimi kara kara düşünüyordum. Derin bir nefes alıp önüme gelen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım ama önüme gelen biraz uzamış perçemlerim için yapabileceğim bir şey yoktu.

Yavaşça merdivenleri indiğimde alnımda boncuk boncuk terler oluşmuştu. Basamakların hemen bitiminde sağda ahşap bir kapı vardı. Etrafta kimseyi görmeyince şansımı deneyerek birilerini görmek umuduyla kapıya uzandım. Elim kapı kulpundayken biraz ileriden bir camın kırılma sesi geldi. Ürperen bedenim ne göreceğine hazır değildi. Biraz daha ilerleyip köşeden, büyük ve geniş olan salona baktım. Tavana kadar uzanan camın önünde bej rengi geniş bir köşe takımı vardı.

İki adam, askeri bir kıyafetle oturmuş kendi aralarında kısıkça konuşuyordu. Bu mesafeden ne söylediklerini anlamıyordum.

Biri diğerine göre daha iriydi. Omuzların başlayan dövmeler bileklerine kadar geliyor, onları daha iri gösteriyordu. Açık kumral, sarıya yakın saçlarının önleri biraz uzun kenarları ise oldukça kısaydı. Çatık kaşları ile ondan daha genç olan askere bir şeyler söylüyordu.

Açık kahve saçlı, koyu mavi gözleri olan sakalsız oğlana söylediği şeyler çok mühim olmalıydı ki genç asker, yüzünde ciddi bir ifadeyle ona bakıyordu.

Bakışlarım, cama sırtını vermiş ve direk benim olduğum tarafa bakan orman yeşili gözlerin sahibine çevrildi. Beni görünce göğsünde buluşturduğu kollarını çözdü. Koyu kumral uzun saçları kulaklarını kapatmış, aynı renk kirli sakalıyla diğer iki askerden daha farklı duruyordu. Üzerinde mavi gömleği ve kumaş pantolonuyla asker gibi değildi.

Israrla çıtırdayan şömine bulundukları alandaki tek sesti. Önündeki berjerde oturan adama kısaca beni işaret etti. Orman yeşili gözleri tekrar üzerimde gezinmeye başladı. Berjerdeki son adamın yüzü görünmüyordu. Siyah postallı ayağının biri, dizinin üzerindeydi. Üzerindeki beyaz gömleğini dirseklerine kadar kıvırmış, sağ eli berjerden aşağı sarkmıştı.

Yerde biraz önce duyduğum sese ait kırık kadeh parçaları renksiz sıvının içinde parlıyordu. İri parmaklarının arasındaki kolyeden aşağı sarkan bir çift alyans, onun parmaklarının arasında çaresizce sallanıyordu. Alyansları görmemle elim boş boynuma gitti. Kolyemin yerinde olmadığını anca o son adamın elinde görünce fark etmiştim.

Kerem öldüğünden beri onları hiç çıkarmamıştım. Yavaşça işaret parmağında döndürdüğü kolyemin ucundaki alyanslar birbirine çarpıp gergin salonda sessizce çığlık atmaya başladı. Neden kolyemi çıkarmıştı bu adam?

Yüzüklerin içinde sadece Kerem ve benim baş harflerimiz vardı. Hem adımızın baş harflerini hem de soy isimlerimizin ilk harfini simgeliyordu. Kerem yine akıllıca davranıp her şeyi açık etmemiş ama ben hiçbir şey fark etmemiştim.

 

K&K

 

Alyanslarımı alan adamın sadece asi ve siyah dalgalı saçlarını görüyordum. Camın önündeki orman yeşili gözlerin sahibi bana doğru bir adım attı. İkinci adımı, şöminenin başındaki siyah saçlı adam tarafından, işaret ve orta parmağını kaldırarak durdurulmuştu. Alyanslarım bu sefer avucunun içindeydi.

Bu hareketlenme ile bende saklandığım köşeden çıkıp odaya doğru bir adım attım. Koltuktaki iki adam beni görünce konuşmayı kesip hemen ayaklanmıştı. Elleri hızlı bir hareketle bellerindeki silaha uzandı. Onların bu hareketi bedenimde ani bir panik dalgası uyandırmış, boşluklu hafızamda bulanık görüntüler oluşturmuştu.

Tehlikede olduğum sinyalleri, beynimde ki komutları çoktan oluşturmuştu. Çatılan ince kaşlarımla etrafa panikle bakarken iki adım ilerimde, küçük sehpanın üzerindeki çelik silah dikkatimi çekti. Başıma giren hafif ağrı bulanık hafızamda bana görseller sunuyor ama kişiler karanlık bir siluet gibi kafamın içinde dönüp duruyordu. Saç diplerim terlemiş bedenim halsizleşmeye başlamıştı.

Şöminenin önündeki siyah saçların sahibi oturduğu koltuktan yavaşça kalkıp bana geniş sırtını sununca daha fazla düşünmedim. Ayaklarım benden habersiz silahın olduğu yere gitmişti bile sağ elimle kavradığım soğuk metal mideme biri yumruk atmışçasına, midemi dehşetle kasmıştı ama onu tutmak sanki her zamanki yaptığım bir şey gibi avucumun içine yerleşmişti. İşaret parmağım otomatik olarak tetiğe gitti. Geniş camın önünde ki hafif uzun, kumral saçlı adam “Dmitri!” diye bağırıp ona doğru bir adım attı.

Çelik silah sahibini biliyormuş gibi, hemen adının Dmitri olduğunu öğrendiğim adama nişan aldı. Ayağa kalkmasıyla odayı kaplayan iri bedenin sırtını hedef alan silah, ince parmaklarımın arasına ağır gelmişti. beyaz gömleği dirseklerine kadar kıvrılmış olan elleri rahat bir şekilde alyanslarımla birlikte siyah kotunun cebine gitti. Silahı ona doğrultmamla diğer üç adamın silahlarının hedefi direkt bendim.

Genç askerin sesi uğuldayan kulaklarımda yankılandı.

 

“Kapitan, bud'te ostorozhny” Yüzbaşım dikkatli olun.

 

Onun ne dediğini anlayacak durumda değildim. Başımdaki ağrı artmış hafızamdaki görüntüler netleşmeye başlamıştı. Loş bir depoda ellerim ve ayaklarım bağlı bir şekilde sandalyede oturuyordum.

 

İri yeşil gözlerimi hızla kırpmaya başladım. Çelik silahı tutan elim titremeye başlamış, bedenim hafifçe sallanıyordu. Geniş sırtıyla şöminenin önünde duran Dmitri, yavaşça dönerken eliyle diğerlerine kısa bir işaret verdi.

“Uspokoit’sya Niko.” Sakin ol Niko. Kalın sesi dışarıdaki kardan bile soğuktu. Silahlarını indiren diğer adamlar, her an yine silahlara uzanacak gibi tetikte bekliyorlardı.

Karşımdaki adama doğrulttuğum silah artık onun geniş göğsünü hedef alıyordu. Gür, siyah çatılı kaşlarının altında iki çift gri göz; sanki onu hayal kırıklığına uğratmışım gibi yavaşça parçalanıp kırıkları beni kesecek kadar sivrildi. Gri gözlerine oturan katıksız nefreti, kırık parçalarının aralarına hızla sızdı.

Onu tanıyor muydum? Neden bana böyle bakıyor? Gri gözlerindeki nefret bana birini hatırlatmıştı.

Vücudum artık alarmlarını vermeye başladı. Şakaklarımdaki ağrı artık çok fazlaydı sol elimi kaldırıp ağrıdan çatlayan başımı tuttum. Hafızamdaki görüntüler o kadar hızlanmıştı ki o görüntülere yetişemiyordum.

Görüntülerin birinde, parçalanan bir arabadaydım. Diğer bir görüntüde karlı bir ormanda. Görüntülerin istilası beni savunmasız yakalamıştı. Silahı doğrultmakta artık zorlanıyordum. Adımlarım geri geri gitmeye başladı. Hafızamdaki en son ki görüntüyle sırtım ahşap duvara dayandı. Nefes alamadım.

Beyaz bir ormanda elimde bir silah, karşımda ise bataklık yeşili gözlerin sahibi kanlar içindeydi. Yavaşça üzerime düşen bedeninde kan oluk oluk benim göğsüme akıyordu.

Elimdeki silahı hızla yere atmamı kimse beklemiyordu. Adının Niko olduğunu öğrendiğim genç hemen onu alıp Dmitri’ye verdi. İki elimi de başıma çıkarıp dayandığım duvarda kaybolmak istedim. Kaşımda ki beyaz gömlekli iri adamın gözlerindeki nefret bir an kendini şaşkınlığa bıraktı. Onun kısık gözlerine baktım.

“Onu öldürdüm.” Fısıltım çıtırdayan şömineyi bile susturdu. Diğer üç adam şaşkınca birbirine bakmaya başladı. Onunsa siyah, uzun kirpiklerinin arasındaki gri gözler bendeydi. Üzerime doğru gelen siyah postalları sisli bir perdeden görüyordum. Bedenim buradaydı ama ruhum Beyaz gece’de yerde kanlar içinde yatan İgor’un yanı başındaydı. Sırtımdan aşağı akan ter değil sanki onun kanıydı.

“Onu öldürdüm.” Kaç defa daha tekrar ettiğimi bilmiyorum ama en son karşımda olan Dmitri yanıma gelmiş, taze çam kokusuyla karışık kehribar burnuma nüfuz etmişti. Kesik kesik aldığım nefeslerle göğsüm sızlamaya başladı. Dmitri’nin iri sıcak ellerini yanaklarımda ve boynumda hissettim. Saçlarımın arasına sızan parmaklar bende tanıdık bir his bırakmıştı.

“Sakin ol.” Derinden gelen kalın ve pürüzlü sesi içimdeki sızlayan göğsüme ulaştı. İgor’un kanlı bedeninin yanına çökmüş olan ruhum onun sesiyle hareketlenmeye başladı. Elleriyle başımı kaldırıp bana yön verince nemli yeşil gözlerim, nefreti biraz gizlenmiş gri gözlerine kilitlendi.

“Ben öldürdüm onu.” Kuruyan dudaklarımdan çıkan itirafa bu kez şaşırmadı. Çatılı duran siyah kaşları biraz daha çatılmıştı sadece. Bedenim daha fazla ayakta duramayacak kadar hissizleşmişti. Dönen başım midemi bulandırmış, gri gözler etrafımda dönmeye başlamıştı.

“İyi misin? Hey!” onun sesi artık uzaktan gelen bir mırıldanma gibiydi. Duvardan aşağı kayan bedenim onun geniş kollarının arasında yerini çoktan almıştı. Beyaz gömleğinin olduğu geniş göğsüne düşen başımı saçlarım takip etmiş onun açıkta kalan koluna bir örtü gibi serilmişti.

“Dmitri, sen silahını orada unutacak adam değilsin” uzaktan duyduğum sesler kime aitti seçemiyordum.

“Silah dolu değildi.” dedi kucağında olduğum kehribar kokan adam.

“Onu denemek için koydum. Bir daha asla bir kadına dolu bir silah vermem biliyorsun” dedi beni daha sıkı tutarken.

“Onun nesi var” dedi meraklı başka bir ses gözlerim çoktan kapanmış algılarımsa artık durmuştu.

“Sanırım şok geçiriyor. Tam zamanıydı.” Kucağında olduğum Dmitri’nin son sözleri bu olmuştu sonrası bedenim tekrar kehribar kokan karanlığa gömüldü.

 

                                                                                                         ***

 

Gözlerimi ikinci defa açtığım bu karlı manzarayı artık zihnim yadırgamıyordu. Karlar gökyüzünden yavaş yavaş düşerken her şeyi hatırlıyordum. Vladimir ve onlardan kaçışımı beyaz bir kaderle nasıl bu kulübeye geldiğimi hatırlıyordum.

Ona silah doğrultmuştum. Bana zarar verenlerin onlar olduğunu düşünmüştüm bulanık hafızamla. O devasa aptal kurt üstüme gelmeseydi başımı çarpmayacak, hafızamı kaybetmeyecektim. Direkt onlardan yardım isteyecektim.

Gerçi hala geç değildi. Onlara kaçırıldığımı ve ülkeme geri dönmek istediğimi hemen söyleyip bir yardım ekibini beklemem gerekiyordu.

Kehribar kokan siyah yorganı üstümden atacağım zaman çıtırdayan şöminenin yanındaki ahşap kapı açılmış, yoğun buharın ardından Dmitri iri cüssesiyle kapıda belirmişti. Lakin bir sıkıntı vardı, üzerinde sadece belinden aşağısını kapatan koyu gri bir havluylaydı. Sular damla damla göğsünden başlayıp aşağı doğru yuvarlanıyordu.

Küçük çığlığım birden onun odasında gezindi. Benim ayılmış olmamı beklemiyordu sanırım ki tiz çığlığım yüzünden, kaşlarını çatıp gözlerini kısmıştı. Bana bakan gri gözleri dümdüzdü. O benim aksime gayet rahat bir tavırla aynanın önüne gelip bana arkasını döndü. Geniş sırtında gezinen yeşil gözlerim bir an aynada onun bana dümdüz bakan çehresine denk geldi. Ona hemen arkamı dönüp hafif kızarmış yüzümü karlı manzaraya geri çevirdim.

“Ne yaptığını sanıyorsun sen?” dedim panikle uzun saçlarım yüzümü perdelediği için kızaran yüzümü Allahtan görmüyordu. Aklımda kalan sadece geniş kaslı sırtındaki kurşun iziydi ve onun üzerinde yer alan küçücük bir deniz dalgası dövmesi. Kurşun iziyle neredeyse bitişik duran dövmesi iç içe geçmişti.

“Ne yapıyormuşum.” Sesindeki umursamazlık tını resmen bağırıyordu.

“Ayrıca evli bir kadına göre fazla utangaçsın” dedi derinden gelen kalın sesiyle. Onu görmesem de arkamda elbise dolabını açtığını ve askıların birbirine çarpan sesini duyuyordum. Üstünde ki tek parça havlunun düşen sesini duyduğumda ise gözlerimi onu görmesem de sıkıca kapattım.

Ne alakaydı yani evlilikle bunun, ben hiçbir zaman Kerem’i bu şekilde görmemiştim ki.

“Burada ne işin var. Hem de bu şekilde.” Sesim biraz pürüzlü çıkmıştı. Üstümde olan siyah tişörtün uçlarını sıkıyordum, bir yandan da çıplak bacaklarım görünmesin diye aceleyle kalçamın altına alıp oturmuştum. Üst bacağımda olan sargı bu hızlı hareketimle hafifçe kanamaya başladı. Giysilerin tenine değen sesini ve en son kemerini sertçe taktığını duydum. Sanırım giyinmişti.

“Burası benim odam” dedi benim derken kullandığı baskın dil içimde küçük bir titreşim oluşturdu.

“Duş aldım ve kesinlikle sana da tavsiye ederim.” Son kelimesini duymamla başımı hızla ona çevirdim. Karamel dalgalı saçlarım savrulmuş belime dökülmüştü. Allahtan üstünü giyinmişti. Sadece siyah tişörtü kafasından aşağı geçiriyordu.

Şimdi tüm karın kasları siyah tişörtün içine hapsolmuş, nemli siyah dağınık saçlarıyla karşımda duruyordu. Çenemi kaldırıp omuzlarımı dikleştirdim,

“O zaman benim, senin odanda ne işim var?” titremeyen kararlı sesime imrendim.

Neden onun odasındaydım?

Onun gri gözleri açıkta kalan kurt dövmemde gezindi ağırca. Gri gözlerindeki ifade yavaştan değişmeye başladı. Griler biraz koyulaşınca, başını sertçe iki yanına salladı. Sonra aklına ne geldi bilmiyorum ama yüzüme çıkan bakışları nefretle dolmuştu.

En son beş yaşındayken gördüğüm nefret dolu ve bundan daha koyu gri gözlerin bir benzeri yine karşımdaydı, içimin sızlamasına engel olamadım. Ama bu sefer karşımda ki öfkeli adamın nefretini hak edecek ne yapmıştım bilmiyordum.

İri kollarını, geniş göğsünde birleştirince gözlerim istemsiz kollarında dolaştı. Bu belki bir iki saniyelik bir bakıştı. O bunu fark etmemişti bile, hemen kendimi toparladım.

“ Bunu sana sormak lazım. Neden buradasın acaba.” Dedi alayla. Sesi sanki bir şeyler ima ediyor gibi kinayeli çıkmıştı. Ona güvenebilir miydim bilmiyorum ama aşağıda sabah gördüğüm iki askerle onlarında asker olduğunu düşünüyordum. Bu kulübede bir aile yaşıyor diye düşünmüştüm ama onlar aile olmaktan çok uzak gibiydi yine bana yardım edeceklerini düşünüyordum.

Cevabım gecikince Dmitri yatağa doğru gelmeye başladı. Gri gözlerinde gördüğüm nefrete eklenen tiksintiye bir an afalladım. Bana iğrenç bir şeymişim gibi bakıyor olması ona anlatmak istediklerime ket vuruyordu.

Üstüme doğru gelmesiyle zaten en uçta oturan bedenim kasılmıştı. Biraz daha hareket edersem yataktan aşağı düşecektim. İri gözlerim avına yavaşça yaklaşan avcıda gezindi. Kapının tıklatılması onun bana yaklaşan bedenini durdurdu. Öfkesi yeni tıraş olmuş sakalsız yüzünde gezinip onu habis aldı.

Öfkeyle bana arkasını dönen Dmitri kapıya iki adımda varmış çoktan açmıştı. Kapıyı, dışarıdaki adama beni göstermeyecek şekilde yarım bırakıp iri bedenini de o açıklığa sığdırdı.

“Volkov. Polkovnik khochet pogovorit' s vami. Bylo dano novoye zadaniye”

 

Volkov. Albay aradı seninle konuşmak istiyor. Yeni bir görev verildi.

 

Sesinden onun aşağıda diğer sivil giyimli adam olduğunu anladım. Onun Dmitri’ye Volkov demesi direkt beynimde şimşeklerin çakmasına neden oldu. Aklıma gelenlerle kalbim sıkıştı. Derin düşüncelerim beni karanlık ve soğuk depoya geri götürdü. Onların hem asker olması hem de onun Volkov olması sadece kötü bir tesadüften ibaret olabilir miydi?

 

Eğer o Sergei’nin bahsettiği hayalet askerse benim işim çoktan bitti demektir. Bu koca dağ başında onun kaldığı kulübeye denk gelmem sadece benim kötü kaderimdendi. Vladimir’in babası; Anton’la anlaşması olan bu adam, eğer benim Vladimir’den kaçtığımı öğrenirse beni ona geri göndermekten hiç çekinecek gibi durmuyordu. Gözlerindeki nefret beni burada zaten istemediğinin bir kanıtıydı.

 

Yatakta dağılmış zihnimle onların daha fazla ne konuştuğuna odaklanamadım. İçimdeki filizlenen umutlarım tamamen çürümüştü. Parçalar birleşince ortaya başka ihtimal çıkmıyordu. Başım öne eğilmiş, omuzlarım çökmüştü. Saçlarım yüzümü gizlerken onun sesini daha yakınımda duydum.

“Sana diyordum adın ne senin?” sanırım bana birkaç defa seslenmişti. Sabırsız sesi adımı öğrenmek için değil, sadece bana hitap edecek öylesine bir kelime arıyor gibi meraktan uzak, düzdü. Eğdiğim başımı kaldırdım. Yeşil gözlerim kararsızlıkla gölgelendi.

Onlara hiçbir şey anlatamazdım ve burada daha fazla kalamazdım. Eğer Vladimir’den kaçtığımı anlarlarsa beni hemen geri onlara teslim ederlerdi. En yakın zamanda buradan gitmem gerekiyordu.

“Katre. ” dedim hissizce. Derin düşüncelerimin arasından ne ara adımı söylediğimi hatırlamıyordum bile. Yok olan yardım umutlarım yüzünden kafam allak bullak olmuştu.

“Aşağıda seni bekliyorum giyin gel” dedi. Arkasındaki elbise dolabından bana siyah uzun bir kumaş fırlatırken. Elim refleks olarak attığı eşofmanı havada kapmıştı. Bedenimi onu kapmak için kaldırdığım zaman siyah tişört biraz açılmış açık olan bacaklarım biraz daha açılmıştı.

Gri gözler yüzümden başka hiçbir yere kaymamış, düz bir ifadeyle bana bakmaya devam ediyordu.

“Amacın benim zaten. Adamlarıma şov yamana gerek yok” tiksintiyle bakan gözler, sert sözleriyle birleşmiş, içimde derinlerde bir yeri yıkmıştı. Onu tanımıyordum, o da beni tanımıyordu ama buraya gelmemi sanki bekliyor gibiydi.

Nasıl oluyordu da beni tanıyor gibi hakkımda direkt kendi yargısını utanmadan bana söylüyordu. Ben cevap vermek için ağzımı açtığım sıra bana geniş sırtını dönüp kapıya ulaştı. Sertçe açıp kapattığı kapı içimde bir odayı kapatıp beni de içine hapsetti. Küçük katreyle aynı yerde olan şimdiki halim şefkat bekleyen küçük kıza, gözleri ıslak bakıyordu.

Bir süre sertçe ısırdığım dudaklarımla onun yüzüme kapattığı kapıya baktım. Derin bir nefes alıp daha ilk dakikadan bozulan sinirlerimi yatıştırmaya çalıştım. Ne yapacağımı adam akıllı düşünmem gerekiyordu.

Kendimi toparlayıp geçmişe bir set çektim. Kimsenin bana acımasına istemiyordum. Ne demek amacım zaten oymuş, deli mi bu adam buraya sanki bilerek gelmişim gibi beni yargılaması delilikti.

Bana attığı nefret dolu bakışlar bu yüzden miydi? Adamlarıma şov yapmaymış. Ben sana şovun alasını gösterirdim de şu an sadece hedefim buradan gitmekti.

Kafamda türlü sorularla boğuşurken bir yandan da bana attığı eşofmanı yataktan kalkıp üzerime geçirdim. Bacağımda ki sargı hafif kanamıştı ama şu an ona yapabileceğim bir şey yoktu. Ona ait olan bu eşofman bana adeta çuval gibi gelmişti. Neydi bu adam dev mi? Bekindeki lastiği o kadar çektim ki onun tekrar belime dolayabilirdim. Sıkıca attığım düğüm eşofmanın zayıflamış ince belimden düşmesine izin vermiyordu. Sıra uzun paçalara gelmişti. Eğilip onları da üç tur kıvırdıktan sonra hazırdım.

Önünden geçtiğim şömine artık sönmeye yakındı ama kısa kollu durmak bile beni üşütmüyordu. Vladimir’in soğuk depolarına kıyasla oldukça sıcak bir yerdeydim.

Elbise dolabında gördüğüm aksim oldukça farklıydı. Bir erkeğe ait olduğu ilk bakışta belli olan bu kıyafetlerle kendimi tanımakta zorlanmıştım. Üzerime evli olduğum Kerem’in kıyafetlerini bile geçirmemişken burada ki halime alışmak oldukça zordu.

Üstümdeki uzun tişörtü eşofmanın içine katıp biraz katlamıştım. Bakışlarım yukarı çıktığı zaman iç çamaşırsız olan göğüs uçlarım adeta ben buradayım diye bağırıyordu.

Şov yapmamam gereken adamlarına bu şekilde çıkamazdım tabi ki.

Uzun saçlarımı hemen önüme getirip onları kapattım. Yüzümün rengi biraz daha iyiydi ama darbe izleri üzerimde oldukça belli oluyordu.

Aynayla bakışmamı kesip kapıya yöneldim. Nereye gideceğini bilen adımlarım artık bu hole daha aşinaydı. Merdivenlerden indiğimde solda açıkta kalan mutfakta altı kişilik masada hepsi oturmuş beni bekliyordu. Dmitri en başa oturmuş, onun solunda ise kolları iri dövmelerle kaplı sarışın saçlı asker oturuyordu. Onun yanında ise daha genç ve yüzü tek gülen ikinci asker Niko oturmuştu. Dmitri’nin sağında ise diğer sivil adam vardı. Onun ağzından çıkan tek kelime ile onlardan yardım isteme talebim çöp olmuştu.

Ona Volkov demeseydi ben onlara her şeyi anlatmıştım. Belki şu an Vladmir’e beni almasını söylüyor bile olabilirlerdi.

Aralarından ilk beni fark eden Dmitri’ydi. Geldiğimi görmüştü. Bana kısa, umursamaz bir bakış atıp, uzun ve iri parmaklarının arasındaki sigarayı dudaklarına yaklaştırmaya devam etmişti. Ben masaya yaklaşınca diğer adamlarda sırayla bana bakmaya başladı. Gerilen bedenim kaskatıydı. Dmitri’ye silah doğrulttuğum için hepsi de beni görünce kısık konuşmaları aniden kesip hemen yüzleri ciddileşti. Sivil olan adam eliyle yanındaki boş sandalyeyi gösterince, istemeye istemeye bende o masaya oturdum. Tüm gözler artık bana çevrilmişti. Herkes ağzımdan çıkacak kelimeleri bekliyor gibiydi.

Onlara ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Vladimir’i anlatamazdım. Buraya gezmeye geldiğimi söyleyemezdim ki beni kanlar içinde kulübenin dibinde bulmuşlardı. Kerem’in son sözlerinden biri, kimseye güvenme Katre olmuştu. Bu adamlara ne anlatacağım gerçekten muammaydı. Onlara hiçbir şey hatırlamadığımı söylemek en uygun seçenek gibi görünüyordu. Dmitri’den bazı şeyleri saklamam gerekti. Yoksa o soğuk depoya dönmek bu sefer sonum olurdu.

“Chto ty zdes’ delayesh’? Burada ne yapıyorsun? Dmitri’nin bu sorusuna boş gözlerle baktım. Ne sorduğunu anlamıştım ama onların dilini bildiğimi anlasınlar istemiyordum geçen sefer bu yöntemle Sergei benim hayatımı kurtarmış sayılırdı. Yanımdaki kumral saçlı adam bana dönerek,

“ Dilimizi biliyor musun?” Dedi benim dilimde. Gergin bedenimi ona çevirerek cevap verdim.

“Hayır, yani pek bilmiyorum” dedim fısıltıyla. Dmitri sanki zaman kaybıymış gibi burnundan sertçe nefesini verdi.

“Bu bölgede ne işin var.” Dmitri’nin kalın ve keskin sesi ortamdaki gergin havayı daha da sıkıştırdı. Direkt Türkçe olarak konuya dalan Dmitri’nin sabrı yok gibiydi. Yanımdaki adam elini ağzına götürüp boğazını temizledi. Gözleriyle Dmitri’ye bir uyarı vermek istemiş gibiydi.

Onun ise, gri düz bakan gözleri benim üstümden bir an olsun ayrılmamıştı. Arkadaşının ne demek istediğini anlamış mıydı bilmiyorum ama o, avına odaklanan bir avcı gibi dış etkenlere kendini tamamen kapatmıştı.

“Bilmiyorum.” Dedim pürüzlü çıkan kısık sesimle bakışlarımı ahşap masaya çevirdim. “Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.” Şu an Rusya’nın neresinde olduğumu bilmiyordum

pek de yalan değildi neticede.

Çaprazımdaki kolları dövmeli sarışın asker araya girmek için ağzını açmıştı ki Dmitri ondan önce davranıp, “Viktor işime karışma.” Diyerek verdiği emir sigara dumanın arasına karıştı.

Masaya sertçe inen eli ise benim istemsizce titrememe neden oldu, sanki birazdan Vladimir ve sapık Mikhail beni sorgulamak için gelecekti. Yeşil gözlerimi usulca ona çevirdim.

“Buna inanacağımızı sanmıyorsun değil mi Katre?” kaşları çatılı sorduğu bu soru içimde, göğsümün derinliklerinde titredi. Adım dudaklarından aynı nefretle çıkmıştı. İlk defa babamdan duyduğum nefretle harmanlanmış adımı bu defa aynı nefretle karşımdaki adamdan duyuyordum. Adım hiçbir zaman sevgiyle yan yana gelemeyecek beş harfli bir kelimeydi.

Elim istemsiz boş boynumda gezindi, alyanslarımın bu adamda olduğunu fark etmek beni daha çok geriyordu. Onları neden almıştı ki? Bana ait olan alyansları ondan alıp bu kulübeden defolup gitmek istiyordum. Ona hemen cevap vermem gerekiyordu yoksa daha çok şüphe çekecektim.

“Hatırlamıyorum ama birinden kaçıyordum sanırım ve onunla ormanda denk gelince…” sesim sonlara doğru kısılmıştı. Cümlemi tamamlayamadım. İgor’u öldürdüğümü bir kez daha sesli telaffuz edemezdim. Çoktan onlara birisini öldürdüğümü itiraf etmişken bunu saklayamazdım.

“Onu öldürdün Katre. Hiç tereddüt dahi etmeden.” Sesi imalıydı. Sanki her gün adam öldüren bir tetikçiydim. Ardı arkasına çektiği sigara iri parmaklarının arasında küçücük kalmıştı. Dudaklarına yaklaştırdığı sigarayı derince içince çektiğinde yanaklarında oluşan boşluk, karnımın tekme atılmış gibi kasılmasına neden oldu. Biten sigarasını önündeki küllüğe hızla bastırdı.

“Söyle bakalım bir katili neden evime alayım.” Dedi biraz öne eğilip. Karanlık ve haklı sözleri beni incitmemeliydi. Onu tanımıyordum ama ağır sözleri göğsümün içindeki uçurumdan teker teker aşağı atlarken yüreğim sıkıştı. Diyecek sözüm yoktu. Katil değilim diye bağırmak isteyen dudaklarım birbirine sertçe bastırılmıştı.

Kucağımdaki parmaklarım bu sefer de sol bileğimdeki lale dövmesine doğru hareketlendi. Onları dövememe değmeden elimi yumruk yaptım. Yutkunamadım. Kanlı parmaklarımı annemin tek hatırasına dokunduramazdım. Bana saf sevgiyi hatırlatan kırmızı lale, böyle sevgiyle kalmalıydı. Annem katil olduğumu asla hissetmemeliydi bile.

Daha fazla Dmitri’ye bakmak istemedim. Bu adam beni evinde bir dakika bile görmek istemiyordu. İçimdeki kırık parçalar birleşmiş daha keskin bir hal almıştı. Onunla konuşmak yerine yanımdaki kumral uzun saçlı, ondan daha sakin duran adama döndüm. Orman yeşili gözleri ve kumral saçlarının çevrelediği yüzü hemen bana döndü. Gözlerinde küçük bir endişe kol geziyordu.

“O haklı ben bir katilim” dedim derin nefes alarak sesim içimdeki öfkeyle titrememişti. “Ben burada daha fazla kalmak istemiyorum. Hemen gitmek istiyorum.” dedim hızlıca. Dmitri’yi görmüyordum ama öfkeli soluklarını duyuyordum. Dmitri’yle değil de onunla konuşmam, onların liderlerini epey kızdırmıştı.

Kaşımdaki adam ne söyleyeceği hakkında kararsız bakışlarıyla bana bakıyordu. Sertçe yere düşen sandalye bu bakışmamızı bir bıçak gibi böldü. Dmitri’ye döndüğümde heybetli vücuduyla ayağa kalkmış, ellerini masaya dayamıştı. Boynundaki damarlar belirginleşmiş masaya dayanan kolları öfkeyle şişmişti.

Ben daha ne olduğunu anlamadan bir adımda yanıma gelip iri eliyle sol kolumu sıkıca tuttu. Beni sertçe sandalyeden ayağa kaldırınca onun sert göğsüne çarptım. Uzun saçlarım aramızda dalgalandı.

“Sen bir gelsene benimle” dedi sertçe çekiştirerek.

Masadaki herkes bu hareketiyle ayağa kalmıştı. Yanımdaki sivil adam elini Dmitri’nin koluna koyup,

“ Sakin ol Dmitri kız yeterince hırpalanmış.” Dedi onun konuşmasıyla Dmitri’nin beni sıkıca tutan eli biraz gevşemişti ama dip dibe olan vücudum onun gergin ve hiç te sakin olmayan kaslarını hissediyordu.

“Daha önce ne olduğunu biliyorsun Alexei.” Dedi öfkeyle. Kasılı çenesi gözlerimin önündeydi. Onunsa sert bakışları adının Alexei olduğunu öğrendiğim; kumral kirli sakallı adamdaydı.

Öyle öfkeliydi ki giydiği siyah tişörtün kısa olan kolları, öfkeden kabaran kasların arasında sıkışmıştı. Sert göğsünden aldığı sinirli solukları başımın üstündeki saç diplerimi uyuşturuyordu. Daha önce ne olmuştu da, o böyle nefretle dolmuştu bilmiyorum ama ben onun nefretini hak edecek bir şey yapmamıştım.

Sadece yardım için bu kulübeye gelmiştim ama bambaşka bir şekilde bambaşka bir olayın içine düşmüştüm.

“Kimse işime karışmasın! Siz burada bekleyin.” Kalın sesinden cümle biter bitmez beni mutfaktan hızlıca çıkardı. O önümde bense onun arkasında merdivenlere doğru karışan adımlarımla adeta beni sürükledi. Merdivenleri hangi ara çıkmıştık anlamamıştım bile, başım dönmüş, aç ve susuz midem bu hengameyle karışmıştı.

En son beni, sertçe açıp kapattığı odaya çekti. Olayları takip edemeyen vücudum en son kapanmış kapıya dayalıydı. Onun iri bedeniyle kapı arasına sıkışan yaralı ve yorgun bedenim artık titremeye başlamıştı.

Boyu benden epey uzun olduğu için gözlerim onun siyah tişörtün altındaki sert göğsündeydi. Perçemlerim dağılıp, titreyen kirpiklerime dokunuyordu. Sol kolumdaki sıktığı elini bırakıp birden yüzüme çıkarınca gözlerimi sıkıca kapattım. Başımı o elden uzaklaştırmak için omzuma eğdiğim sıra ağzımdan çıkan sessiz fısıltım aramıza buz gibi mesafelerin girmesine neden oldu.

“Yapma.”

Benden birden uzaklaşmasıyla sıkılı gözlerimi yavaşça açıp ona baktım. Karşımdaki adamın yüzü bozguna uğramış gibiydi. Şaşkın yüzünde ki gri gözler bulutlanmış arasında çatlaklar oluşmuştu. Bakışları, yüzümde geçmekte olan morluğa ve boynumdaki el izinde dolandı hızlıca. Çenesi gerilip, hızla siyah kaşlarını çatmaya başladı.

“Sana asla vurmam Katre.” Dedi sertçe yutkunarak. Sesinden damlayan güven ona ait olumsuz düşüncelerime hızla sızıyor onların hepsine kilit vuruyordu ama onun hakkındaki yargılarıma müsaade etmesine izin veremezdim.

“Neden. Onlardan farkın ne?” hafifçe titreyen sesimle istemeden ağzımdan çıkan bu itiraf onun bana bir adım atmasına neden oldu. Uzun bacakları sayesinde attığı bir adımla bile çok yakınımdaydı. Ondan buram buram gelen taze çam kokusuyla karışık kehribar kokusu şimdi tüm bedenimi sarmalamıştı.

Onu görmek için başımı biraz yukarı kaldırdım. Yeşil gözlerimi, ifadesiz bakan bir çift gri göz karşılamıştı. Bir müddet dağılmış saçlarıma ve endişeli yüzüme baktı. Bir şey söylemek için açılan dudakları kararsızla kapandı. Sağ elini siyah kotunun arka cebine götürdü. Yavaşça aramıza çıkardığı eli şimdi yumruk olmuştu. Kapalı avucunu açınca alyanslarım aramızdaydı, uzun zincirde sallanıyordu. Onları almak için elimi uzattığımda ise onları daha yukarı kaldıran iri kolu, alyanslara ulaşmamı engellemişti.

İnce kaşlarım çatıldı. Yüzümü onun düz çehresine çevirdim. Gri gözlerinde şimdi hiç çatlak yoktu, tamamen buzlu bir cam gibi sağlamdı. Çabuk değişen ifadelerine yetişmekte zorlanıyordum. O okumaya çalıştığım en karmaşık kitaptı.

“Evlenmek için yaşın küçük değil mi?” yüzünde meraktan hiç iz yok gibiydi ama kalın karakteristik sesindeki gizli merakı bastıramadı.

“Onu seviyorum.” Yutkunamadım. Kaşlarım daha da çatılmıştı. Bunu daha önce beni sorgulayan herkese söylemiştim ama şimdi söylerken sesim titremişti. Onun gri gözlerine bakarak bunu söylemek göğsüme bir ağırlık oturmasına neden oldu.

Kerem’in beni neyin içine sürüklediğini düşünmeden edemedim. Rusya’nın karlı dağlarına sıkışan ruhumu buradan nasıl kurtaracağımı bilmiyordum. Tökezleyen ruhumu ayağa kaldırmam gerekiyordu. Onun nefretle tekrar kararan gri gözlerine bakarak, elimi ikinci kere alyanslarıma uzattığım sıra arkamızda ki kapı şiddetle tıklatıldı. Elim alyans yerine onun geniş omzuna kapandı.

“Patron İvan iletişime geçti. Bir sıkıntı var.” Aşağıda bir tek dövmeli iri adamın sesini duymamıştım. Adının Viktor olduğunu öğrendiğim iri asker sanırım Dmitri’ye kötü bir haber getirmişti.

Karşımdaki adam bana o kadar yakındı ki yüzünü görmesem de kısık bir şekilde Rusça homurdandığını işittim. Dikkati dağılan Dmitri’den alyanslarımı almanın tam zamanıydı. Ayakuçlarıma çıkan bedenimi mecbur ona doğru yaslayarak uzattığımda tüm bedeni kaskatı kesildi. Omzundaki elimi kaldırıp hemen bana ait alyanslarımı tek hamlede aldım.

Ondan uzaklaşmak için hemen eski yerime; kapıya iyice sindim. Yüzünde beliren şaşkınlık hemen dağılıp, sonradan onda görmeye alıştığım nefrete ve tiksintiye döndü. Nefrete alışabilirdim ama bana tiksintiyle bakan gri gözler, benim sonum olurdu ve o; hiç çekinmeden bana öyle bakabiliyordu.

“Sen burada bekle ve hiçbir yere kıpırdama.” Dedi sesi dümdüzdü. Benden biraz uzaklaşıp başıyla bana işaret edince kapıdan çekilmem gerektiğini anladım. Kapıyı hemen açıp dışarıda bekleyen adamın yanına çıktı. Benim kapıyı kapatmama müsaade bile etmeden kendisi onu sertçe çekti.

“Sıkıntı neymiş Viktor” Gür sesi kapalı kapıdan bulunduğum odaya yayılmıştı.

Neyin içine düşmüştüm ben, sadece eve dönmek istiyordum ama çıkışı bir türlü bulamıyordum.

Ne yapacağımı bilemez halde camın önündeki koltuğa ilerleyip uzun camdan beyaz ormana baktım. Kar taneleri içimdeki fırtınayla eş değer gibi şiddetle savruluyordu.

Kar yağışı şiddetini daha fazla artırıp kendini tipiye çevirmişti. Dışarıdaki soğuk, ılık odanın içinden hissedilebilir gibi titremiştim. Yan taraftaki berjerde sarkan turuncu battaniyeyi alıp omuzlarıma örttüm. Bu odadaki tek renkli eşyaydı sanırım ama o soğuk adamın olamayacak kadar canlı bir renkti.

Yavaşça camın önündeki koltuğa oturup sonsuz beyazlığı izlemeye koyuldum. Ne yapacağım hakkında bir fikrim yoktu ama Teyzeme yakın bir zamanda mail atmam gerekiyordu. Onu çok yalnız bırakmıştım. Biliyorum ki maillerim bile yakın zamanda birbirimize yetmeyecekti; ona sarılmayı, sıcacık kollarının arasında olmayı çok istiyordum. Onu çok özlemiştim ama peşimde Vladimir gibi bir etken varken teyzemin adını bile anamazdım.

Eğer kaza yapmadan Moskova’ya gitseydik, şu an belki de ülkeme dönmüş, teyzemle çoktan kayıplara karışmıştık. Kazayı hatırlamam istemsizce onu da hatırlamama neden oldu.

Sergei’nin nasıl olduğunu merak ediyordum. Vladimir onun hain olduğunu anlamış mıydı acaba? Kırık bacağı nasıl olmuştu? Onun çikolata kahvesi gözlerindeki özlem beni bile yakmıştı. Nasıl dayanmıştı kız kardeşini o şekilde görmeye? Nasıl dayanmıştı onun ölümüne? Tek bildiğim benim yüzümden kendi hayatını riske attığıydı.

Aklımdan geçen bin bir düşünce, gittiğim her yere yaşam yerine ölüm getirdiğimdi. Birinin şansı değil belasıydım sanki.

Aradan geçen dakikalar sonra aşağıdan gelen, onların telaşlı adım seslerini duydum. Dışarıdan bir motor sesi gelip aşağıdaki dış kapı açılmıştı. Kulübeye biri gelmişti sanırım. Şen ince bir ses aşağı katta dolaşmaya başladı. Sesi duymamla birlikte oturduğum yerden kalktım. Omuzlarımdaki battaniyeyi koltuğa koyup kapıya doğru adımladım. Tam kapıyı açacakken birisi benden önce davranıp bulunduğum odanın kapısını açtı.

Kaşımda benim boylarımda ve benimle aynı yaşlarda duran bir kız vardı. Kısacık kesilmiş kahve saçları ve yeşille mavinin karışık olduğu iri gözleri olan minyon yüzlü bu kız, yüzünde kocaman gülümsemesiyle bana bakıyordu. Altında siyah kargo pantolonu ve üzerine giydiği siyah yarım atletle sanki bahar havasındaydı. Karlı bir havaya göre sanırım üşümüyordu hele dışarıdan gelen biri için.

Gözlerim, her iki elinin bileğine doladığı siyah bilekliklere gitti onda farklı bir hava oluşturmuştu. Ben onu incelerken onun şen sesi odayı kapladı.

“ Merhaba ben Elena ama herkes bana Lena der.” Dedi şen sesi kaç gündür duymadığım ve görmediğim bir neşeye ev sahipliği yapıyordu.

İlk başta nasıl davranmam gerektiğini bilemedim ama onun gülümseyen yüzüne kayıtsız kalmakta istemedim.

“Merhaba ben de Katre.” Sesim onun sesinin yanında dışarıdaki kar kadar soğuk çıkmıştı. Tanımadığım insanlarla iletişim kurmakta iyi değildim ama burada benden başka bir kız görmek aslında iyi gelmişti.

“Katre” dedi biraz düşünüp devam etti “Daha önce Türkiye’de böyle bir isim pek duymamıştım.” Derken bana doğru adımladı. İnce kolunu benim koluma geçirdi. Onun hemen benimle yakın temas kurmasına şaşırmıştım. Sanki beni tanıyormuşçasına hareketleri doğaldı. Bu kız kimdi bilmiyorum ama bu evin sahibine silah çektiğimi sanırım bilmiyordu. Diğerleri beni bu evde hain ilan etmişken bu ilgi bani biraz şaşırtmıştı.

“Tanıştığıma memnun oldum Katre.” Dedi beni kapıya yönlendirirken. “ Bu evde tek kız olmaktan sıkılmıştım. Seninle burada eğlenceli vakit geçireceğimizden emin olabilirsin.”

Hole çıkan adımlarımızı merdivene yönlendirdi. “Sende mi burada kalıyorsun?” dedim merakla eğer o burada kalıyorsa ben de onun odasında kalabilirdim. Şimdiye kadar neden Dmitri beni kendi odasında tutmuştu ki?

“Bazen burada kalıyorum. Viktor benim erkek arkadaşım. Buraya geldiğim zaman onun odasında kalıyorum.” Şen sesi ondan bahsedince hoş bir melodiye dönüştü. Viktor gibi iri, kaba bir adamın yanında böyle narin ve minyon bir kızı biran düşünemedim. Hem onunla burada eğlenceli vakit geçireceğimiz kadar kalacağımı sanmıyordum. Bu karlı dağdan çıkmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu.

Birden Dmitri’nin bana, yerinden bile kıpırdama, dediği o emredici cümle geldi ve adımlarım yavaşladı. Arkasını dönen Lena, bana meraklı iri gözleriyle bakmaya başladı. Neden durduğumu anlamaya çalışıyordu.

“O, bana odadan çıkmamamı söylemişti.” Dedim Dmitri’den bahsederken adımlarım çoktan durmuştu.

“Ben onunla karşılaşmak istemiyorum.” Tereddütlü çıkan sesim Lena’nın iri mavimsi gözlerini devirmesine neden oldu. Kimden bahsettiğimi hemen anlamıştı. “Dmitri her zaman böyledir. Merak etme şu an evde değiller zaten.”

Demek İvan denen adamla sıkıntı büyüktü, hepsi gitmişti. Bir katili evde tek başına bırakmak istememişlerdi anlaşılan. Hazır onlar evde yokken buradan gitmek iyi bir fırsattı ama hem bana bakıcı olarak gönderilen Lena hem de dışarıdaki kar fırtınası buna engeldi.

Umarım Vladimir beni aramak için buralara kadar gelmezdi ama Onun buz mavisi gözlerinde gördüğüm hırs, cehenneme bile gitsem gelecek türdendi.

Ahşap merdivenlerden o önde, ben de hemen onun arkasında inmeye başladık. Arkasındaki saçlar kısacıktı. Ensesindeki dövmeye gözlerimi kısarak baktım anladığımda ise dudaklarımda kısa bir gülümseme oldu. Ayı Winnie dövmesi kesinlikle Viktor’u ifade ediyordu.

Adımları direkt mutfağa yönelince bende onu takip ettim. Masadaki izmaritler hala duruyordu. Dmitri’nin varlığı o yokken bile buradaydı. Beni sandalyeye yönlendirip kendisi de mutfaktaki çift kapaklı buzdolabına gitti.

“O kadar açım ki sanırım üç kase çorba içebilirim.” Dedi buzdolabının içine eğilirken. Ona hayretle baktığımı görmedi bu kadar minyon bir kızın üç kase çorba içeceğini hiç sanmıyordum. Çıkardığı tencereyi solumda kalan siyah ocağa koydu ve altını en sona getirip açtı.

Lena’nın bu mutfağa olan rahat tavırları bunu çoğu kez yapıyor olmasındandı sanırım, tezgahtaki ahşap kutudan ekmekleri çıkarıp doğramaya başladı.

O arada bende Lena’dan gözlerimi çekip ahşap mutfağı incelemeye başladım. Gri büyük buzdolabının yanında çift kapaklı ahşam bir dolap vardı muhtemelen erzakları koydukları yerdi. Lena’nın hemen solunda beyaz büyük bir lavabo vardı ve önündeki küçük pencereden dışarıdaki karlı fırtına görünüyordu.

Üstteki ahşap dolaptan çıkardığı iki kaseyi, ocağın yanına getirip hızlıca onları servis etti. Bu yaptıkları on dakikasını bile almadı. Tezgahın altındaki çekmeceden çıkardığı kaşıkları ve son alarak doğradığı ekmekleri de alıp masaya geldiğinde her şey hazırdı.

“Evett yemekler benden kahveler senden.” Dedi melodiyi andıran sesiyle. Şu an o kadar açtım ki ona cevap bile verememiştim. Biran bile düşünmeden sıcak çorbayı içtim. Rengi kırmızı olan çorba ne çorbasıydı bilmiyorum ama tadı çok lezzetliydi. Derin bir sessizlikle içtiğimiz ikişer kase çorbayla midem tamamen dolmuştu. Üzerine de içtiğim iki bardak suyla mutluluktan ağlayabilirdim şu an.

“Teşekkür ederim sıcak çorba o kadar iyi geldi ki.” Dedim ona minnetle bakarak. Ben bunu söylerken Lena, üçüncü kasesine geçmişti gerçekten. Yanakları şişmiş gözleri kısılmıştı. Maşallah baya iştahı vardı.

İnsanlara güvenmemem gerektiğini çoktan anlamam lazımdı ama bende böyle bir insandım. Yapılan bir iyiliğe kötü yaklaşamıyordum. Nankörlük benim hamurumda yoktu.

“Teşekkür etme sende bize şu kırk yıl hatırı olan kahveden yaparsın ödeşiriz” dedi. Artık çorbasını tamamen bitirmişti. İri mavimsi gözleri benim yüzümdeydi. Türkiye ve bazı adetlerimiz hakkında bilgisi beni şaşırtmıştı. Gerçi aksansız bir şekilde konuştukları benim dilimi ana dilleri gibi hakimdiler.

Hakimdiler ama kimdi bunlar?

Bana açken kahve yapmakla ilgili bir şeyler demişti değil mi? Onu, çorbaya odaklandığım için pek fazla dinlememiştim. Ama şimdi karşımda bana ihtiyaçla bakan bir çift iri göz vardı. Burada bizim kahveden olacağını hiç sanmıyordum.

“Burada o kahveden olacağını hiç sanmıyorum Lena.” Dedim. Maalesef istediğini yapamayacaktım. Hiç üzülmemiştim o adamın eşyalarına dokunmak dahi istemiyordum. O ise bana kocaman gülümseyip hemen ayağa kalktı. İnce bedeni erzak dolabı diye tahmin ettiğim yeri açıp sıralı kavanozların arasından bir kavanozu, beyaz mermer tezgaha koydu. Gerçekten vardı.

Kısa kahve saçlarıyla aynı renk olan kaşları beklentiyle havaya kalktı. Kaçışım yoktu sanırım, bana yemek hazırlayan bu kızı geri çeviremezdim neticede.

“ Sen onu dert etme Katre” dedi şen sesiyle. “Ben olduğum sürece bu evde Türk kahvesi hep olur.” dedi kocaman gülümsemesinin ardından. Bende ayağa kalkıp yanına ilerledim.

“Tüm malzemeleri çıkarırsan yaparım, ben onun dolaplarını kurcalamak istemiyorum çünkü.” Dedim sakince o ise hemen bana anlayışla bakıp alt dolaplardan cezveye benzer bir şey çıkarıp uzatmıştı bile.

“Aslında özünde çok iyi bir adamdır Dmitri.” Dedi Lena sesine yansıyan bir hayranlıka. “O ve ekibi olmasaydı şu an ben nerede olurdum bilmiyorum.” Dedi bu sefer sesine kederde harmanlandı. Mavimsi iri gözleri hemen buğulanmış bakışları ince bileğini saran siyah bileklerde gezinmişti.

Benimde gözlerim, Lena’nın buğulu gözleriyle bileklerindeki siyah ince şeritlere kaydı. İnce kaşlarım çatılmıştı. Tahmin ettiğim şey miydi? Bunu ona sormak istedim ama daha ilk gördüğü kız hakkında meraklı biri gibi anılmak istemedim.

Ayrıca Dmitri’den bir kahraman gibi bahsetmesi biraz tuhaftı çünkü benim gördüğüm adamla, Lena’nın tanıdığı adam oldukça farklıydı. Cezveye gibi olan şeye uzanıp onu aldığım sıra aklımı kurcalayan soruyu sordum.

“Ülkemi bu kadar iyi tanıyıp nasıl ana diliniz gibi iyi Türkçe konuşuyorsunuz.” Dedim kahve ve suları ayarlayarak. Lena cevap için hiç gecikmedi

“Biz kendi dilimiz dahil beş dil biliyoruz” dedi hızlıca. “Üç yıl kadar bir görev için Türkiye’de kalınca örendik adetlerinizin çoğunu.”

Bakışlarımı direk onun minyon yüzüne çevirdim. Lena ağzından kaçan kelimeler yüzünden biraz gerilmişti. Onunda boşluğuna gelmişti sanırım.

“Sende mi askersin?” diye sordum şaşırarak. Mavimsi iri gözlerinden geçen kararsızlığın sebebi sanırım Dmitri’ydi.

“Dmitri sana bir şey anlatmadan benim söylemem uygun olmaz Katre.” Dedi tarafını seçerek. Ona kızmıyordum. Dmitri onların liderleriydi ve onsuz bir şey söylemek istememesi gayet doğaldı. Onun daha fazla Dmitri hakkında konuşmayacağını anladığımda ocağa cezveyi koymuştum.

Lena hemen yanıma sokulup, “Benim yaptıklarım pek köpüklü olmuyor nasıl yapıyorsunuz siz bunu” dedi şen ve meraklı sesi olduğumuz ortamı ısıtıyordu resmen. Onun bu sıcak tavırları beni; eğer bir kız kardeşim olsa nasıl olurdu diye düşünmeye sevk etmişti. Lena’yı tanımıyordum ama kanım ona o kadar hızlı karışıyordu ki sanki yıllardır beraberdik.

“İçine tükürüyoruz çünkü.” Dedim Lena’nın yüzü bana çevrildiğinde gözleri kocaman olmuştu. Yüzü giderek beyazlaşmaya başlayınca şakanın dozunu ayarlayamadığımı anladım.

“Sadece şaka yaptım.” Dedim hemen. Ben kim, tanımadığım kıza şaka yapmak kim? Şaka yaptığımı söyleyince yüzü hızla normale döndü. Sanırım ülkemde bolca Türk kahvesi içmişti ve hepsinin içine tükürüldüğünü sanmıştı.

“Önce ocağı kısık açacaksın yavaşça ısınıp üstünde köpükler oluşacak” Lena’nın çıkardığı bardaklara yavaş yavaş cezvenin üzerinden aldığım köpükleri koyuyordum. Lena bir kız çocuğunun merakıyla dikkatle bana bakıyordu. Bu istemsizce kıkırdamama sebep oldu. Meraklı bakışları bana döndü.

“Gülme Viktor’la ikimiz bu kahveyi sevdik ama ona sürekli köpüksüz kahve yapıyorum. Sevgilime daha iyisini yapmak istiyorum sadece.” Gözleri Viktor’dan bahsedince bile parlıyordu. Yüzündeki bu tatlı merak, sevgilisine daha iyisini vermek için çabalayan sevgi dolu bir kadına aitti. Sanırım aşk böyle bir şeydi; mutluluk ve sevginin getirdiği tarifsiz hediyelerdi.

Bir an kendi yaralı ruhumu düşündüm. Annem ve babamı hiç böyle görmemiştim. Ya da birisi benim için hiç çabalamamıştı. Kerem’le birbirimizden hep bir çıkarımız olmuş ve bu onun sonu benimse cehennemim olmuştu.

Son olarak kaynayan cezvede ki kahveleri yavaşça bardaklara döküşüme baktı. Kahvenin o aromatik kokusu tüm salona yayılmıştı. Gergin bedenimle tekrar mutfaktaki sandalyelere oturduk.

Tanımadığım bir evde tanımadığım bir kız için kahve yapmıştım. Olaylar benim kontrolümden tamamen çıkmıştı. Şu an Dmitri gelse acaba benim hakkımda ne düşünürdü diye düşünmeden edemedim.

Lena bol köpüklü kahveden ilk yudumunu aldığı an çıkardığı ses, kahveyi tam kıvamında yaptığım anlamına geliyordu. Bir eli bardaktayken bir eli de ensesindeki küçük ayı dövmesine gitti. Kırmızıya yakın dudakları muzipçe kıvrıldı.

“Dövmen çok hoş.” Dedim bende kısaca. Onunla ne konuşacağımı bilemiştim. İstenmeyen bir yabancı olarak bu yaptığım kahveyi de içmeye niyetim yoktu.

“Evet, Viktor ondan pek hoşlanmıyor ama ben çok seviyorum.” Viktor’un neden sevmediği belliydi; öyle iri, sert bir adamın onu minik bir ayıya benzetmek sanırım onurunu zedeliyordu.

“Ama seninki daha dikkat çekici. Dmtiri’nin kurdunu andırıyor” dedi sakince. Buraya geldiğim ilk gün o siyah kurtla karşılaşmıştım. Lena’nın iri mavimsi yeşil gözleri benim boynumdaki alyanslarıma takıldı. Geldiğinden beri aslında o soruyu sormak istiyordu. O daha sormadan söyledim.

“Evet evliyim ve o burada değil.” Dedim hemen. Aslında bu konuyu konuşmak istemiyordum. Kerem’in öldüğünü onlara söylemek istemedim. Onun bana sorması muhtemel soruların önüne geçip hızlıca konuyu kapatmak istemiştim.

“Sana bunları o mu yaptı.” Eliyle boynumu ve ellerimi gösterdi. Bana bunları yapanın muhtemelen evlendiğim adam olduğunu sanmıştı. Kerem kesinlikle böyle bir şey yapmazdı. Bana sesini bile yükseltmemiş bir adamı karalamasını istmedim.

“Hayır… Hayır o böyle bir adam değildi. Bana asla vurmazdı.” Dedim. Geçmiş zamanlı konuşmamı Lena sanırım fark etmemişti. Gözlerimi önümdeki hiç içmediğim kahveden çekip tezgahın üstündeki küçük pencereye çevirdim. Hava kararmaya başlamıştı. Kar fırtınası hiç dinmeden devam ediyordu. Beyaz Gece üstümüzü kaplamış bizi kendine hapsetmişti. Bugünlük kaçma planlarım böylece bitmişti. Buradan çıksam bile nereye gideceğimi bilmiyordum. Tekrar beyaz ormandan sağ salim çıkacağımdan da emin değildim. Hele ki dışarda ben arayan adamlar varken.

Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki Lena’nın sorusunu bir an anlayamadım.

“Katre kocan nerede? O yapmadıysa sana bunları kim yaptı?” Kerem’i hiçbir zaman kocam olarak görmediğim için bazen kimin hakkında konuştuklarını anlayamıyordum.

Lena’nın meraklı soruları, Dmitri’nin sorularının devamı niteliğindeydi. Onların bu dağ başına tatil için geldiklerini sanmıyordum. Lena, Dmitri’den farklı olarak bana daha ılımlı yaklaşıp, beni öyle sorguya çekiyordu. Sanırım o da asker veya polisti ve çok iyi rol yaptığını düşünüyordum. Şimdilik gerçekleri ona da söylemek istemedim.

Ben cevaplarından nasıl kaçacağımı düşünürken dış kapıdan gelen sesle ikimizde hareketsiz kaldık. Lena’nın ince kahve kaşları anında çatıldı. Siyah kargo pantolonun cebinden çıkardığı küçük silahı eline almasıyla, bende sandalyeden hızlıca kalktım. Ona şaşırarak baktığımı görünce parmağını kırmızıya yakın dudaklarına götürdü ve sessiz olmamı işaret etti.

O, kapıya doğru dikkatle adımlarken bende en köşeye geçmiştim, eğer gelen Vladimir ve adamlarıysa ne yapacağımı düşünmeye başladım. Tekrar onun eline düşmektense ölmeyi seçerdim.

Tekrar beni o soğuk depoya hapsedip bana türlü işkenceler yaparsa bu sefer dayanabileceğimi sanmıyordum. Mutfağın bir köşesinde fırtınayla uğuldayan pencerenin altında gözlerimi kapatıp derince bir nefes alarak kapıdan gelecek olan o haberi beklemeye başladım.

 

 

 

 

Evettt 4. Blümün sonundayız Katre Dmitri ve Gazap ekibinin birazı ile karşılaşıyor ama önce Dmitri’nin amansız nefreti ile tanışıyor.

 

Hikaye nasıl gidiyor memnun musunuz gidişattan?

 

 

Haftaya görüşmek üzere…

Bölüm : 07.03.2025 09:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...