5. Bölüm

3. BÖLÜM

Vesile Berra Özçelik
vesileninruyasi

Selamün aleyküm canlarım.

Nasılsınız bakayım? Şahsen ben şu an kendi yazma rekorumu kırdığım için çok mutluyum ve o rekor bu bölümde kırıldı. bu bölümün bir sahnesini yazarken evde misafir vardı ve ben tabii ki misafir olsa bile kitap yazmaya devam ettim :)

neyse ben yazarken istemsizce bir gülme krizi geldi. elimi ağzıma kapatıp gülmeye başladım ama yazdığım sahne komikte gelmedi. sahne biraz o an bana garip değil de işte bir şey geldi gülesim geldi.

sizi seviyorum ve öpüyorum ayrıca btün öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyorum.

iyi okumalar...

oy yorum ve takip/ BİR UMUT IŞIĞI adlı kitabıma beklerim...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir insan kendini tanıyorsa hayatta asla yenilmezdi. Kendinde sevdiği ve sevmediği özellikleri bilmeliydi. Sevdikleri ile gurur duymalı, sevmediklerine ise ayar verip sevmeli. En iyisi her özelliğini sevmekti. Dünyaya bir kere geliyorduk. E o zaman şu geçirdiğimiz bir dakikayı geri alabilir miydik? Hayır. Bu yüzden insan kendini sevmeliydi. Aldığı nefesin hakkını vermeliydi. Yere bastığı her adımda dünyaya ben buradayım demeli, kendinden emin adımlar ile ilerlemeliydi.

 

Ben Şimal’dim. Elimden geldiğince aldığım nefesin hakkını sonuna kadar vermeye çalışıyordum. Allah bile ezmeyin ezilmeyin diyorsa acımasız insanların elinde harcanmaya gerek yoktu. Başımız dik ilerlemeliydik. Zalim de olmamalıydık, mazlum da.

 

Gözlüğümü gözüme taktım. Açık kahve diz kapağıma gelen trençkotumu İspanyol paça siyak kotumun ve gözlerimin yeşilini ortaya çıkaran kazağımın üstüne geçirdim. Hastaneye gidiyordum. Ama bu topuklu giymeme engel değildi. Yanıma terliklerimi alıyordum sonuçta. Zorlanırsam değiştirirdim. Siyah topuklularımı da giydikten sonra çantamı alıp evden çıktım.

 

Gözlük, trençkot ve topuklu vazgeçilmezimdi. Kar kış kıyamette olsa gözlük takardım. En azından beş dakika o gözlük gözümde olmalıydı. Gözlük benim ifadesizlik zırhımdı. Trençkotu sadece ilk ve son baharda giyerdim. Trençkot ise koruyucu kalkanım gibi bir şey olmuştu. Topuklu ise özgüvenimin simgesiydi. Topuklu giysem de giymesem de sorun yoktu. Ama giyince kendimi İngiliz prensesi gibi hissetmiyor değildim.2

 

Nisan ayındaydık. Mardin esintiliydi. Doğu işte ne bekliyorsam. Ama esen rüzgar bile tatlıydı. Tatlı demişken aklıma Balım geldi. Herkese kolay alışamazdım. Ama ilk alıştığım kişi hastanede o olmuştu. Kız yürüyen masumiyetti. Kötü bir şey aklıma gelmiyordu yanında. Sanki kızın yanına şeytan hiç uğramıyordu. Maşallah.

 

Apartmanda asansör yok! Bu yüzden merdivenler ile yola devamdı. Bir kat inmiştim ki Yusuf abiyi gördüm. Geçen seferki karşılaşmanın ardından daha sık görür olmuştum. Gülümsedim ona. Yusuf abiyede ısınmıştım. Aslında ben sanırım askerlere hızlı alışan biriydim. Babamdan dolayı alışkanlıktı. Çünkü onların olduğu yer güvenli yer demekti benim için. “Günaydın,” dedim. Gözlüklerimi çıkardım.

 

“Günaydın,” dediğinde arkasından gelen Sümeyye abla ve kızları Zehra’yı gördüm. Sümeyye abla tam benim kafa dengimdi. Kadının karasularına girdiğiniz anda gülümsemeye başlıyordunuz. Çok güzel kadındı vesselam. Saçları kumral gözleri kahve tonlarındaydı. Yüzünde makyajın m si yoktu ama pırıl pırıl bir cildi vardı. Din öğretmeni olmasından kaynaklanıyor olabilirdi. Tertemiz bir kalbi vardı. Ve tahmin edileceği gibi ona da ısınmıştım.

 

Zehra ise aynı bendi. Aynı tatlılık aynı inatçılık aynı merak ve konuşkanlık. Beni bıraksanız üç gün konuşurdum. Ama karadeniz genleri sağ olsunlar, inadım tuttuğunda ise bırak üç günü ömür billah konuşmayabilirdim. Tehlikeliyim yani. Sevgilim olduğunda hepsi ya inadımdan ya konuşkanlığımdan ayrılmışlardı. Göt laleleri. Benim gibisini bulmuşlar öpüp başlarına koyacaklarına yaptıklarına bak!

 

Çok konuşuyorsun Şimal!

 

Çok inatçı birisin Betül, sana yaptıklarımı başkasına yapsaydım şu an nikah dairesindeydik!

 

Senin kadar konuşan ve senin kadar susanı hiç görmedim! Bir ayarın yok mu senin?

 

Güzel olman berbat bir kişiliğe sahip olmanı örtmüyor!

 

Bana bunları iki kişi söylemişti. İki sevgilim olmuştu. İkisi de üniversitede yaptığım hatalardı. Ama alt kalmamıştım o göt lalelerine karşı. İlk önce en sertinden bir tokat ve tekme, sonra sövdüm de sövdüm yüzlerine. Yetmedi evin altını üstüne getirdim. En kıymetli eşyalarına zarar verdim. Tekvando derslerini boşuna almamıştım. Kullanmalıydık yani.

 

Sonra ise özel alan işgali falan derken gidip şikayet ettiler beni. İtler! E bende onları hakaretten ettim. Onlar benim inadıma karşı gelemeyip şikayetlerini geri çekerken ben çekmedim ve tazminat aldım. Bir şeye benzedikleri de yoktu. İyi oldu o mallara.1

 

Sümeyye abla ile gülümseyerek birbirimize bakarken Zehra bacaklarıma sarıldı. “Şimay abla!” diye bağırmıştı. Gülerken eğilip saçlarını karıştırdım. “Miniğim, nasılsın bakayım?” dediğimde kafasını kaldırıp bana baktı ve dudaklarını büzdü.

 

“Okul çok sıkıcı bir yer Şimay abla. Ev de kalsam olmaz mı?” okula gidecekti. Sabahın yedi buçuğunda uyanıp hazırlanmasının başka açıklaması olamazdı. Sümeyye abla kızına kınayıcı bakışlar atarken Yusuf abi bu görüntüyü büyük bir sevgi ile izliyordu.

 

“Olur mu öyle şey Zehra? Okula gitmezsen nasıl öğrenebilirsin? Hem okula gidersen daha çok soru sorabilirsin,” Yusuf abi ve Sümeyye ablanın delici bakışlarını üstümde hissediyordum. “Ama sadece okulda sor olur mu miniğim? Öğretmenler çok soru soranları severler,” külliyen yalandı. Hocalar sırf çok soru soruyorum diye bile benden nefret ederlerdi. Temennim Zehra’nın öğretmeninin öyle olmamasıydı.

 

Ayaklandım. “Yusuf abi, Yiğit ne zaman geliyor?” miniğimi buraya getiriyorlardı. Koruma altına alacaklarmış. Ama çok izin vermeye niyetim yok açıkçası. Ben alsam daha iyi olurdu. Bana da yoldaş olurdu.

“Yarın gelir. Sen yarın müsait isen askeriyeye gel istersen. Hem Yiğit’i de görürsün,” hemen kafamı aşağı yukarı salladım. İstemek ne kelimeydi. Dünden razıydım. Yiğit bana daha doğrusu bize vatanın emanetiydi. “Yusuf abi, Yiğit benle beraber kalsa olmaz mı? Ben koruma altına alayım. Hem sende buradasın,” dediğimde yavru köpek bakışlarımı kuşandım. Her zaman işe yarardı.

 

Başını aşağı yukarı salladı. “Öyle bakmasan olmazdı,” gülümsedi burada. “İnsanları etki altına alabiliyorsun.” Gülümsedim. Sümeyye ablaya döndüm. Pıtı pıtı ilerledim ve sabah sarılma mesaimizi tamamladık.

 

“Şimal, şunlarla hastaneye gitmek ne kadar mantıklı?” diyen Sümeyye abla topuklularımdan bahsediyordu. Güldüm. “Bir şey olmaz ya,” Yusuf abinin alaycı kahkahasını duydum.

 

“Siz kadınları anlamak zor,” ve Sümeyye ablanın ters bakışları kocasını buldu. Yutkundu belli belirsiz. “Yok, yani öyle demek istemedim Sümeyye’m,” yanına ilerleyip elini beline attı. “Seni anlamasamda sevgimiz yeter bize.”1

 

Bu kadar romantik olmaları daha doğrusu sevgilerinin gözlerinden bile okunması çok tatlıydı. Annem ve babam aklıma geliyordu. Asker eşi olmak zordu. Annemin ben küçükken ağladığını bizden kaç defa sakladığını hatırlıyordum. “Sümeyye abla, nöbetimin olmadığı gün bir şeyler yapalım,” dedim. Tripliydi.

 

“Olur tabii. Biz kadınları sadece kadınlar anlar zaten,” kocasının kolundan kurtulup kızını alnından öptü ve dışarı çıkıp kapıyı kilitlemeye başladı. “Erkek milleti işte. Taş kafalılar. Neyimizi anlasınlar? Zeki olmadıkları için anlaşılmazsınız deyip kurtulmaya çalışıyorlar işte.”

 

Bıyık altından gülüyordum ama Yusuf abi baya dertliydi. Beraber ilerlemeye başladık. “Sümeyye’m, yapma ama böyle ay ışığım!” Sümeyye abla havalı bir şekilde saçlarını savurdu. “Biri bir şey mi diyor Şimal? Duyamadım sanki,” gülmemek için zor tutuyordum kendimi.

 

“Sümeyye’m! Allah aşkına yapma be. Hadi kız,” çok gülesim geliyor Rabbim. Bu kadar tatlış bir çift ilkti. Kavgaları bile tatlıydı.

 

“Şimal, kulaklarımda bir problem var sanırım. Akşam okuldan sonra kızımı alıp uğrayayım mı yanına?”

 

“Olur abla uğra,” Yusuf abinin kınayıcı bakışlarını gördüm. Dudaklarımı büzdüm. Binadan çıkmıştık. Onlar arabaya ilerlerken durdum. “Siz gidin, ben hallederim.” Sümeyye abla anında kolumdan tutup kendine çekti. İlerletmeye başladı.

“Çok konuşma. Yürü bırakalım işte!” çaresiz ilerledim. Arabaya bindik. Yol boyunca atıştılar durdular. Bense gülmemek için elimden geleni yaptım. Zehra sorular sordu. Hastaneye geldiğimizde ikisine de görüşürüz dileyip, Zehra’yı öptüm. Hızla hastane girişine ilerledim. Hastaneye girerken tanıdık hemşirelere selam verdim. Gördüğüm ve bana el sallayan hastalarıma el salladım.

 

Hastaneye girince düz geniş ve uzun koridorda ilerleyip acile girdim. Sağa döndüm. Hemen ileride oturduğumuz masa vardı. Yanındaki dolaba ilerledim ve trençkotumu asıp önlüğümü giydim. Steteskopumu boynuma taktım. Üstünde iki tane çıkartma vardı. Geçenlerde gelen iki çocuk vermişti. Biri yeşil bir kalp diğeri ise bal rengi bir kalpti. İlerleyip masaya oturdum. Daha hastalara bakmaya başlamadan kapıdan gelen Balım’ı gördüm. Gülümsedim, o da bana gülümsedi ve hemen yanıma geldi. Çantayı masaya bırakıp önlüğünü giydi.2

 

Sarı saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı. Mavi gözleri ortaya çıkmıştı. Pembiş dudakları ise ayrı bir tatlılık katmıştı. Hafif çilleri vardı. Şu an fark etmiştim bunları. İlerleyip yanıma oturdu. “Günaydın,” dediğinde başımı salladım. “Günaydın,” bize doğru gelen Kahraman’ı gördüm. Sırıtışı yerli yerindeydi. Eğlencesi tavandı. Hoşuma giderdi. Eğlence tam benlik olmuştu her zaman. Ama işte artık büyüyoruz. Eman! Büyümek kimin umrunda!

 

“Günaydın kızlar,” evet milli günaydınlarımız başlamıştır, hadi hayırlı günler. “Günaydın,” dedim. Balım ise hafif bir baş selamı ile kestirip attı. “Şimal, güzelliğimizi neye borçluyuz?” Allah vergisi canım.

 

“Allah vergisi Kahraman,” dediğimde kocaman bir kahkaha attı. Bacak bacak üstüne attım, elime gelen ilk tükenmez kalem ile saçlrımda dağınık bir topuz yapmaya çalıştım. Ama olmuyordu! “Yardım edeyim mi?” diyen Kahraman’ın sesi ile kalemi yerine koydum.

 

“Gerek yok. Kendi işimi kendim yaparım. Yine de sağ ol,” sözlerim sertti ama sesimin neşesi sözlerimi törpülüyordu. Sabah neşe dozumu Evgi ailesinden yeterince almıştım. Gülümsedi Kahraman. “Güçlü kadın imajı. Severiz,” dediğini duydum. Sessiz kalmayı tercih ettim. Acil kapısından giren yaşlı bir teyze ile ayaklandım. Tebessümüm ile teyzeye ilerlemeye başladım. Yazmasını çenesinin altından bağlamış etrafa bakarak hızlı adımlarla geliyordu.

 

“Teyzecim, gel seni şöyle alayım,” elini de git başımdan der gibi bir hareket yaptı. Ellerini arkasında bağlayıp ilerlemeye devam etti. Peşinden gittim. “Teyzem, gel bakalım neyin var!” durdu. Baktı bana. “Ez Şimal dizwazim!” anladığım tek şey adımdı. Kaşlrım belli belirsiz havalanırken Simge’yi gördüm. Baktığımı anlamış gibi gözleri bana döndü. El işareti yapıp gelmesini işaret ettim. Hızla geldi yanıma.

 

“Bir şey mi oldu?”

 

“Teyze bir şey dedi ama anlamadım. Sadece adımı anladım o kadar,” gülümsedi. Omzuma hafif bir şamar attı. “Seni istiyordur. Maşallah kız, tek gülümsemeyle hastaları iyleştiriyon heralde? Gelen seni sormaya başladı.”

 

Gülümsedim. Mütevazilik şu an içime kurulmuş bir ateşti. “Yok kız,” çok mütevaziyiz canım. “Belki yanlış bir şeyim olmuştur? Ondan sormuştur,” kınayıcı bakışlar attı bana. Teyzeye döndü. Kürtçe bir şeyler konuştular. Eliyle beni gösterdiğinde tezenin yüzündeki huysuz ifade yerini büyük bir huzur ve endişe kapladı. Tekrar bir şeyler söyledi. “Ne diyor?”

 

“Az özne sana bir hareket yapmış ya, özür diliyor. Seni arıyormuş, köyde dillere destan olmuşsun,” yüzümün kızardığını hissettim. Edep sen ne güzel şeysin! Anında her yerimi kapladı valla.

 

“Önemli değil, hasta sonuçta. Haklıdır,” bakışlarında vay seni gidi vay ifadesi oluşmuştu. Teyzeyi sedyeye oturttum. Tansiyon aletini koluna taktım. Tansiyonunu ölçerken yüzüme vuran nefesle teyzeye döndüm. Dudakları kıpırdıyordu. Gözleri kapalıydı. Mırıldandığı şeyler ayetlerdi. Anladığım kadarıyla Felak ve Nas surelerini okumuştu. Okudukça yüzüme üflüyordu. Duygulandım. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. İnsanların sevgisini kazanmak zordu. Ama bunu başarmak gurur verici bir şeydi benim için. Hele ki hastalarımın sevgisini kazanmak benim için büyük gururdu.

 

Gözlerini açtı. Tansiyonu yükselmişti. Yapması gerekenleri Simge aracılığıyla teyzeye söyledim. Bana gülümserken ilerlemeye başladı. Arkasından bakarken dönüp dönüp bana bakıyor gülümsüyordu. Tam çıkmak üzereyken el salladı. Kalbim sıcacık oldu. İnsanların tek gülümsemesi kalbimi ısıtıyordu. El salladım. Teyze gözden kaybolurken masaya döndüm. Balım hastalara bakıyordu. Çantamdan törpümü çıkardım. Tırnaklarımı törpülemeye başladım.

 

“Şimal,” diyen Nur’un sesini duyduğumda kafamı kaldırdım. Şaşkın bakışlar eşliğinde ilerledi ve yanıma bıraktı kendini. Saçlarını geri attı. “Topuklular ile nasıl geldin kızım sen?” sesindeki şaşkınlık fark edilemeyevcek gibi değildi. Kahkaha attım. Tırnaklarımı törpülemeye devam ettim.

 

“Meslek sırrı canım,” dediğimde elindeki kağıtları masaya bırakıp arkasına yaslandı. “Nasıl oluyormuş o?” dediğinde gülümsedim. Küçüklüğün verdiği tecrübe ve annemin genleri diğelim.

 

“Ben daha altı yaşımdayken bile topuklu giyiyordum Nurcuğum. Bu yaşta kendi ayağımmış gibi oldular artık,” şaşkın bakışları bendeydi. Elindeki kalemi döndürmeye başladı.

 

“Kızım, biz küçükken sümüğümüzü yiyorduk. Sen kraliyet ailesindeymiş gibi ne diye topuklu giyiyordun?” ikimizde kahkaha attık. Balım’ın geldiğini gördüm.

 

“O sizin sorununuzmuş canım. Ben giyiyordum valla. Ama sonra günlerce morlukla geziyordum,” güldü hem de en alaycısından ve kocamanından. Gülmeden edemedim. Aklıma yine Sevil düştü. Morlukları görünce çok kızardı. E haklıydı. O yaşta annemin ayağıma on kat büyük olan topuklularını giyersem olacak olan buydu.

 

“Balım,” dediğimde kendini Nur’un yanına attı. Saçındaki tokayı açtı. “Valla pertim çıktı. Sabah sabah bu kadar hasta normal değil benden demesi,” saçlarını tekrar bağlıyordu. Nur aynasını çıkarmış rimelini tazeliyordu. Elinden kaptığımda attığı bakışa birazcık korkmuştum. Her an üstüme atlayıp götümü yırtacakmış gibi bakıyordu.

 

Aynamı çıkardım. Kendi rimelimi tazelerken yandan ona baktım. Huysuz çocuğu yine ortalığı karıştırmış anneler gibi dertliydi. “İişimiz var bizim bu deliyle Balım,” diyen sesine sırıttım. İşim bitince geri uzatma zahmetinde çok şükür ki bulundum. “Evet desem boğar mı?” diyen Balım’ın sesi ile kahkaha attı.

 

“Korkma, korurum ben seni bu deliden,” kınayıcı bakışlar atarken ikisi de gülerek bana bakıyordu. “Birazdan ben sizi deli edecem ha!” Nur ağzını açmış konuşacakken ortamda başka bir ses yükseldi. Bir erkek sesi.

 

“Güzelliğin ile mi?” diyen ses Kahraman’dan başkasına ait değildi. Ortama anında bomba atılmış gibi ölüm sessizliği kuruldu. Geçen saniyeler ile gerginlik artarken Nur zorla güldü. Ortamı dağıtmaya çalışıyordu. “Yine esprilisin be Kahraman,” dedi.

 

Başını hayır anlamında sallarken sırıtıyordu. “Espri olduğunu söylemedim,” gözleri bana döndü. “Gerçeklerden bahsettim,” valla şu an şuraya gömülmek istiyordum. Daha geleli bir buçuk ay olmuştu. Bismillah demeye kalmadan adam yürümeye başlamıştı. Hem alerjim var artık benim erkeklere. Allah’a yakın bana uzak. Onlardan darbe yemiştim zaten. En azından benim darbem daha vurucuydu.

 

Nur ayaklandı. Gözündeki muzirlik okunuyordu. “Ben Simge’nin yanına gideyim bi,” git tabii git. Hemen anlat olayları zaten. Bulduk bir tane dedikoducu oh mis. Dinler dinler dururuz. Kıvıra kıvıra ilerlerken zoraki bir gülümseme eşliğinde kapıdan içeri giren dayıya şükürler ederek ayaklandım. Balım’ı kolundan tutup kaldırdım. Gülmekten ağzım yamulacak demiş miydim?

 

“Sonra görüşürüz Kahraman. Hasta geliyor ilgilenmemiz lazım,” yürürken yanımdaki Balım’ı da çekiştiriyordum. “Hemşireler bakardı,” diyen sesi ile biraz daha hızlandım. “Yok, biz bakalım. Hemşireler çok yoğundur,” önümden geçen ve gülerek konuşan iki hemşireye kınayıcı bakışlar attım.

 

“Dayıcığım,” dedim sevecen sesimle. Balım hemen yanımdaydı. Dayı bana döndü. “Gelin şöyle bakalım neyiniz var?” dayı arkasında ellerini bağladı ve sedyeye ilerledi.

 

“Neyiniz vardı dayıcığım?”

 

“Kalp çarpıntısı,”

 

“Başka?”

 

“Mide bulantısı,”

 

“Başka?”

 

“Sözlü mü oluyoruz evladım. Her yerim ağrıyor valla,” gülümsedim. Ellerimi cebime attım. “Son zamanlarda stres yaptınız mı? Ya da üzücü bir haber,” adamın gözlerine düşen kara bulutlar ile benimde kalbime büyükçe bir öküz oturdu. Üzmüştüm sanırım.

 

“Oğlum, vefat etti kızım,” kalbime ince bir sızı dolarken bakışlarım dalgalandı. Evlet acısı çok kötü bir şeydi. Evlat acısı belki de dünyadaki en kötü şeydi.

 

“Başınız sağ olsun,”

 

“Vatan sağ olsun,” kalbimdeki sızı artarken kafamı kaldırıp baktım adama. Hüzünlü bir gurur vardı o gözlerde. Bedeni ise üzüntünün etkisi ile çökmüştü. Şehit kelimesi benim için her şeyi anlatırdı. Vatanı, acıyı, özgürlüğü, bayrağı, feryadı…

 

Bu ülke binlerce şehit vermişti. Bayrağımıda bayrak yapan şehidimin kanı değil miydi? Bu vatanın her karış toprağı benim şehidimin kanıydı.

 

Beyefendi ile ilgilendikten sonra kantine ilerledim. Aklım hala dalgındı. Acaba evli miydi? Evliyse çocuğu var mıydı? Evin en büyük çocuğu muydu yoksa en küçüğü mü? Ya da evin tek evladı mıydı? Belki nişanlıydı. Belki…

 

Hayat belkilerle doluydu. Çoğu cümlemiz, çoğu duygumuz belki ile başlardı. Çünkü belki içinde her şeyi barındırırdı. İyiyi de kötüyü de.

 

Amcanın kontrolünü bitirdim. Amca bana en samimi gülümsemesini gönderip uzaklaşırken telefonuma gelen bildirimle elimi cebime attım. Telefonumu çıkardığımda mesaj atanın Sümeyye abla olduğunu gördüm.

 

Bugün müsaitsen kafede buluşalım mı?

 

Bugün şansa bakın ki nöbet yoktu. Sanırım hayatımdaki bütün şansı burada kullanmıştım. Ama yanımda birilerini götürmeliydim.

 

Yanımda birilerini getirebilir miyim abla?

 

Olur tabii ki ne demekJ

 

O zaman akşam beş gibi buluşalım.

 

Tamamdır Şimal.

 

Hemen masaya ilerledim. Balım oturuyordu. Nur ise Simge ile bize doğru geliyordu. Simge’nin yüzündeki sırıtışı görmemek imkansızdı. “Sakın, sakın konuşmayın. Ben mi dedim adama gel THY gibi uç diye!” Simge büyük bir kahkaha atarken kendimi masaya bıraktım.

 

“Alemsin Şimal valla. Nereden anladın bunu diyeceğimi?” diyen Simge’ye küçümser bir bakış attım. Bin metre öteden anlaşılıyordu gelişi. Etrafa dedikodum var diye bağırmasa da bağırmış gibi bir enerji salıyordu.

 

“Kızım, sen gelmeden dedikodu geliyor lan! Ne sanıyon sen?” dediğimde sırıttı ve kendini sandalyeye bıraktı. Nur hemen önüme kurulurken asıl olaya girdim.

 

“Akşam beş gibi kafede alt katımdaki Sümeyye abla ile buluşucam. Sizde gelin. Valla Sümeyye abla o kadar minnoş insan ki çok seveceğinize eminim.”

 

“Geliriz gelmesine de nöbet var mı bilmiyorum?” diyen Nur’a en üzücü bakışlarımı attım. Lakin benim yoktu. Sanırım hayattaki bütün şansımı burada kullanmıştım.

 

Aklıma Yiğit düştü. Gelmişti. Ama hala alamamıştım. Bugün Sümeyye abla ile kafeden sonra askeriyeye gidip o dangaloz ayıyla konuşmam gerekenler vardı. Adam ne zaman aklıma gelse ilk o silahı geliyor gözümün önüne. Neymiş efendim, sıkarmış kafalarına. Rabbim, sen bazı kullarına akıl ve fikir ver.

 

Adam bordo bereli Şimal! Evet kendi kendimizi sorguladığımız ana hoş geldiniz, şöyle en önden biletiniz ayrılmıştır. Adam benden bile zekidir lan o zaman! E bordo bere olmuşsa zekidir. Bir zahmet. Bence değil ama neyse.

 

Hastalar geldi gitti. Kahraman ile uğraştım tüm gün. Kızlarla sohbet muhabbet derken saati beş yapmış bulunmaktaydım. Hemen ayaklandım. Önlüğümü çıkarıp elmasmış gibi özenle katladım. Bu önlük için altı yılımı vermiştim. Elmasta neymiş? Benim emeklerim elmastan bile kıymetliydi. Şu an bu hastanede çalışabiliyorsam emeklerimin sayesinde. Ne demişler: emek olmadan yemek olmaz!

 

Çantamı aldım, trençkotumu giydim ve kapıya doğru ilerledim. Balım önce eve uğrayacaktı öyle gelecekti. Nur’un nöbeti vardı. Simge ise işlerini bitirebilirse yetişecekti. Hastane kapısından çıktığımda beni ılık bir hava karşıladı. Saçlarım arkama doğru havalanırken gülümsemeden edemedim.

 

Kendime bir araba almalıydım. Birikimim Denizli’deki evde kalmıştı. Babamdan ve abimden alacaktım artık. Zaten ben birikimime dokunmak istesem elimi keserlerdi. O birikim önemliydi onlar için. Çünkü benim gibi bir insanın nadir görülebilecek bir şekilde biriktirdiği bir paradan bahsediyorduk. Yani, elime para geçtiği an harcama potansiyelim yüzde iki yüzdü. E doğal olarak kendi çapımdaki birikimime dokunmama izin vermiyorlardı. İşime gelmiyordu bu durum. Kendi ayaklarım üzerinde durabilecek yaştaydım ve kendi paramı kazanmaya başlamıştım. Bu yüzden baba parası yediğimiz günler geride kaldı.

 

Sümeyye abla işten çıkmış olmalıydı. Önce eve uğrardı muhtemelen. Bu yüzden bende uğrayacaktım. Lojman hastaneye uzaktı. Bu yüzden yürüme gibi bir şansım yoktu. El mecbur minibüs durağına yürüdüm. Yaklaşık beş dakika beklemenin sonunda bineceğim minibüs geldi ama binmeye korktum bir an. Bir ay önce yaşadığım otobüs olayı geldi aklıma.

 

Psikolojim aslında çok güçlüdür. Hemen her şeye psikolojimi bozmazdım. Ama o anlar bazen de olsa gelip huzursuz ediyordu. Allah’a sığınmayı tercih ettim. Bindim minibüse. Paramı verdim. Boş bulduğum bir yerde tutunarak camdan dışarıya bakmaya başladım. Etraf insanlarla doluydu. Ya işten çıkan yetişkinler ya da okul çıkışı eve giden çocuklar vardı.

 

Bugüne kadar yaşadığım bütün olayların üstesinden inancım sayesinde geldim. Bir insan Allah’a güveniyorsa ve ona sonsuz sevgi duyuyorsa her türlü şeyin üstesinden geliyordu. Benim gülümsememde ve dik duruşumdaki en büyük pay Rabbim’eydi.

 

Yarım saat sonra lojmana beş dakika uzaklıktaki bir yerde indim. Yürümek istiyordum. Etrafta topuklularımdan çıkan ses ve doğadaki canlıların çıkardığı sesler vardı. Bir çekirgenin sesi, kuşların cıvıltısı, yaprakların rüzgarda sallanırken çıkardığı hışırtı. Hepsi insana huzur veriyordu. İnsan doğa ile iç içe olunca kendini bir başka huzurlu hissediyordu. Bu tıpkı kılınan bir namazdan alınan zevk gibiydi. Ama huşu içinde kılınan bir namaza eş değer olur muydu bilinmez?

 

Lojmanın içine girip apartmana ilerledim. Anlık bir uyku basmıştı. Ama söz vermiştim daha. Hızla eve girdim. Hemen elimi yüzümü yıkadım. Odama uçtum diyebilirim. Kahverengi, diz kapağımın az üstünde biten triko boğazlı elbisemi giydim hemen. Kahve çizmelerimi çıkardım dolaptan. Çelik uzun küpelerimi taktım. Hafif bir makyaj yaptım. Minik kol çantamı aldım. Trençkotumu tekrardan üstüme geçirdim ve kapının oraya gelip çizmelerimi giyip tekrar evden çıktım. Lojmana gelip yirmi dakika sonra çıkıyordum. İşte hayat ve mükemmelliği.

 

Bir alt kata indiğimde Sümeyye ablayı ve Zehra’yı gördüm. Zehra tıpkı kendi gibi minnoş bir pembe kazak ve siyah pantolon giymişti. Saçları açıktı ve çok tatlıştı. Sümeyye abla tıpkı Zehra gibiydi. Siyaj İspanyol paça pantolon ve pembe boğazlı kazak giymişti. Peri masallarından çıkmış gibiydi. Bu kadından aldığım huzurlu enerji insanı dinginleştiriyordu. Kadın birde çok güzeldi. Kızı da kendi gibi hem tatlı hem güzeldi. Yusuf abi çok şanslıydı.

 

“Sümeyye abla,” dediğimde kapıyı kilitlemeyi bırakıp bana döndü. Gülümsedi hemen. Zehra ise “ŞİMAY ABLA!” diye bağırıp bana koşmuştu. Eğilip saçlarına kocaman bir öpücük kondurdum. Sümeyye abla kapıyı kilitleme işini bitirdikten sonra yanımıza geldi.

 

“Şimal,” dediğinde ayağa kalkıp sarıldık. Zehra annesinin elini kavramıştı. Birlikte merdivenlere yöneldik. “Sümeyye abla, okul nasıldı?” dediğimde bir eli kızında bir kolu benim kolumdaydı. Kol kola ilerliyorduk.

 

“Güzeldi. Sınavlar başlayacak işte onları hazırlamaya çalışıyoruz. Senin işler nasıldı?” dediğinde aklıma Kahraman geldi. Göz kırpıştırdım. Onun dışında iyiydi. Aslında yakışıklıydı ama ne bileyim? Çokta iyi bir enerji alamamıştım. Bilemiyordum.

 

“Güzeldi. Biraz yoruldum ama önemli değil,” hafif bir kahkaha attım. “Bakıyorum ana kız uyumlusunuz.” Zehra neşe ile sıçraya sıçraya yürümeye başladı.

 

“Tabii. Tek varlığım, bu yüzden uyumlu olmak geldi içimden,” gözlerimi kıstım. Sanırım sabahki olayı unutmamıştı. Yusuf abiye hala tripliydi.

 

“Yusuf abiye triplisin sanırım hala?” dediğimde omuz silkti saçlarını arkaya savurdu. “Akşama belki geçer. Ama şu an evet tripliyim.”

 

Şey Sümeyye abla, peki bundan onun haberi var mı? Yusuf abinin. “Peki Yusuf abi bunu görüyor mu?” dediğimde şeytani bir gülümseme ile bana baktı. Şok şok! Melek gibi kadından korkutucu gülümseme.

 

“Görmüyor, ama hissediyor.”1

 

 

 

Kartal timi her zamanki gibi kendi koğuşlarında bir şeyler yapıyorlardı. Kurtuluş nişanlısı ile konuşmak için bahçeye çıkmıştı. Asaf ve Salih bir şeyler konuşuyor arada Berrak, Burcu ve Derman dahil oluyordu. Berrak ve Burcu daha çok Yiğit ile ilgili konuşuyordu. Çünkü bugün iş çıkışı Yusuf ile Şimal’in yanına gidip Yiğit hakkında konuşacaklardı. Kuzey komutanları böyle emretmişti. Derman ise dermandı. Derde derman olmak yerine ızdırap oluyordu.

 

Yusuf ise garip duygular içindeydi. Nedenini düşünüyor, sadece aklına sabah geliyordu. Sümeyye’sini kızdırmıştı. Uğruna yandığı kadının şu an tribini hissediyordu. Çünkü aralarındaki sevgi ne olursa olsun asla azalmadığından en ufak bir şey oldu mu hissederlerdi. Canları yandı mı, çok mutlu olduklarında, çok üzüldüklerinde ve trip attıklarında bile hissederlerdi. Aşk onların içinde aşk kelimesini geçmiş sevda olmuştu. Gözlerinin içine bakarlardı. Kalplerini asla kırmamışlardı bugüne kadar. Ve bundan sonrada kırmazlardı.

 

Göreve gidip aylarca gelmediğinde o ayları karısının ona olan sevgisi ile geçirirdi. Çünkü o anlarda hissettiği ona karşı olan sevgisiydi. Görevden dönünce sessizce sarılıp saçlarını okşamaları bile sevgilerini kelimelere dökerdi. Sessizce severlerdi çoğu zaman. Ama güzel ve tatlı severlerdi.

 

“Komutanım! Yine yengemin kara sularında gemileriniz mi battı ne oldi?” diyen Derman’a yandan yandan baktı Yusuf. Hiç çekemeyecekti. Canı burnundaydı zaten. Biliyordu akşam her şeyin unutulacağını ama her zaman böyle hissetmesinin önüne geçemezdi.

 

“Battı lan belki. Sana ne oluyor oğlum?” dediğinde hepsi bıyık altından gülüyordu. Yusuf ise ayrı dünyaların ayrı aleminde.

 

“Yok, baktım çok durgun duruyorsunuz ondan sordum be komutanım. Sizde hemen celalleniyorsunuz,” dediğinde Asaf söze girdi.

 

“Evet komutanım. Bu aralar biraz daha fazla celalleniyorsunuz. Bence bir şey var sizde. Demedi demeyin,” dediğinde artık Yusuf’un ters bakışlarının hedefiydi.

 

“Dedi hiçbir boktan anlamayıp her boka yorum yapan dangaloz!” dediğinde hepsinden kocaman bir kahkaha yükseldi. Berrak ise konudan ayrı bir alemden soru yöneltti.

 

“Komutanım, yengem börek yollayacak mı?” dediğinde konu anında oraya döndü.

 

“Evet komutanım. Askeriye yemeklerinden dolayı ev yemeklerini unuttum artık,” dedi Burcu. Burcu genellikle sessizdi ama konu ilgisini çekerse konuşurdu. Berrak ise ona kardeşini hatırlatırdı ve Berrak’a daha fazla bir göz kulak olurdu.

 

“Ispanaklı veya kıymalı olursa çok daha güzel olur komutanım,” dedi Salih. Berrak kafasını salladı. “Ispanaklı börekten yana oyumu kullanıyorum.”

 

“Komutanım, Kurtuluş patatesli istiyor haberiniz olsun. Bende patatesliden yana oy kullanıyorum.” Derman’ın sözlerine de boş bakışlar ile baktı Yusuf. Koyun can kasap et derdindeydi. Yusuf içinde çatışma yaşarken onlar boğaz derdindeydi.

 

“Bana fark etmez,” dedi Asaf. Burcu hafifçe elini kaldırdı. “Banada,” dediğinde Yusuf gözlerini kapattı.

 

“Ulan siz börekçiye sipariş mi veriyorsunuz? Karım sizin aşçınız mı?” dediğinde bu sözleri tınlayan olmamıştı. Aksine sanki az önce söylenen cümleler hiç söylenmemiş gibi devam ettiler.

 

“Akşam Şimal Hanım’ın yanına gidiyoruz. O zaman söylerim ben yengeme,” dedi Berrak. Hepsi hemen ona isteklerini söylerken Yusuf la havle çeke çeke dışarı çıktı. Kuzey’in yanına gidiyordu. Yani ne zaman rahat nefes almak istese.

 

Kuzey başını evraklardan kaldırdı. Yüzünü avuçladı. “Allah’ım, şu an beni rahatlatacak bir şey olsun!” dediği an kapısı tıklandı. Ellerini yüzünden çekip iki saniye kapıya bakakaldı. Herhalde başka bir şey dilese olacaktı. “Gir,” dediğinde kapı açıldı ve gelene baktı.

 

Yusuf. En yakın dostu. Dert ortağıydı. Yılların verdiği bir dostluk vardı. “Komutanım, müsait misiniz?” dediğinde ayağa kalktı Kuzey. “Gel Yusuf. Bende ara vermek için bahane arıyordum.”

 

Yusuf ilerleyip yatağa oturdu. Kuzey gibi kocaman omuzları yoktu. Onun kadar heybetli değildi. Zaten Yusuf Kuzey’den iki yıl önce mezun olmuştu harp okulundan. Ama arkadaş olmuşlardı. Ve kader onları ayırmamıştı. Kuzey ilk görevinde Yusuf ile aynı taburdaydı. Birlikte çok fazla göreve gitmişlerdi. Ve şimdi aynı timdeydiler.

 

“Yoğun mu işler komutanım?” dediğinde Kuzey yanına oturmuştu. Kollarını dizlerine koyup kafasını elleri arasına aldı. Başı fena zonkluyordu. Acil bir derman bulmalıydı. Ama bu derman çok konuşan tim arkadaşı değildi. Sinir ederlerdi ama hepsini ayrı ayrı severdi.

 

“Hem de nasıl yoğun abi. Başım fena ağrıyor!” dediğinde saçlarını karıştırıp kafasını kaldırdı.

 

“E güzel asker olduğun için kitliyorlar sana işleri Kuzey,” derken rütbeyi kenara almıştı. Aralarında zaten hep bir abi kardeş ilişkisi olmuştu. Kuzey suç işlemiş ama bunu saklayan çocuklar gibi baktı Yusuf’a.

 

“Ama abi, albayın verdiğinden nasıl kaçayım?” dediğinde ters bakışlar hedefindeydi.

 

“Oğlum, diğer yüzbaşılar nasıl kenardan köşeden kaytarıyorsa sende arada kaytar. Sen yapmazsın biliyorum ama sağlığını düşünmek zorundasın,” dediğinde bal rengi gözler tekrar önüne döndü. Askeriyede Fırtına olarak anılırdı. Ama bu fırtına söz konusu vatan ise hafif bir rüzgar olabiliyordu.

 

“Ne yapayım abi?”derken Yusuf sözünü kesti. “Dinlen! Dinlen oğlum. Sen Fırtına’sın. Böyle her bokun altına girip sonra o boktan sağ çıkamazsan nasıl Fırtına olacaksın? Senin yüreğindeki vatan sevdasını anlıyorum. Ama şunu unutma ki her yüreğin bir kapasitesi var. Sen bu kapasiteyi zorluyorsun. Bir gün kaldıramayacağın bir sevdaya tutulur altında kalmak istemiyorsan aklını başına toplada şu işleri öbür yüzbaşılara kitle!” dediğinde sıkıntılı bir nefes bıraktı Kuzey.

 

“Bende girmem o zaman abi o sevdanın altına. Bugüne kadar girmedim bundan sonrada girmem,” dediğinde başını hayır anlamında salladı Yusuf.2

 

“Büyük konuşma. Bugüne kadar girmemiş olabilirsin ama bu girmeyeceğin anlamına gelmez. Vatanını çok seviyorsan kendini de düşünmek zorundasın,” dediğinde artık Kuzey bir şeyleri kafasında oturtuyordu. Bugüne kadar o sevdanın altına girmemesinin nedeni vatanı çok sevmesi değildi. O büyük sevdadan korkmasıydı. Çünkü o büyük sevdalara kapılırsa aklı dağılabilirdi ve asıl görevine odaklanamazdı. Ama artık çok yorulmuştu. Bu yaşta yorulmuştu. Ama Yusuf haklıydı. Gerekirse gözü kapalı yaşardı ama yine de boyundan büyük işlere kalkışmaz kendini de yormazdı böylece.

 

“Aslında, haklısın abi. Kendimi bu kadar zorlamamalıyım. Ama işte,” devamını getiremedi. Ama Yusuf bal rengi gözlerden anlamıştı ve devamını getirdi.

 

“Dediğin gibi bir sevdaya kapılmaktan korkuyorum. Ve o sevdaya kapılıp görevime fazla dikkat gösteremem,” Kuzey kafasını kaldırıp yeşil gözlere baktı. Ama yeşil gözler ona değil karşıya bakıyordu. “Ama şunu unutma kardeşim. Sen neyden çok korkarsan o seni gelip bulur.”

 

Kuzey tekrar yüzünü avuçladı. Başının ağrısı gitmişti ama uykusu vardı. Yusuf tıpkı eşi gibi insana huzur veriyordu. “Abi, Yiğit hakkında Şimal ile konuştunuz mu?”

 

Başını hayır anlamında salladı Yusuf. “Akşam kızlar benle gelip konuşacaklardı,” dediğinde başını salladı Kuzey. “Bu akşam size gelsem olur mu?” Yusuf arkadaşının omzunu sıvazladı.

 

“Sorman ayıp! Kapım sana ve diğerlerine her zaman açık. Zaten kızlarda bizde kalacak,” dediğinde başını hayır anlamında salladı Kuzey.

 

“Gece kalmam abi. Size çok rahatsızlık olmasın. Yengem sabah işe gidiyor,” dediğinde kaşlarını çattı Yusuf. “Ne rahatsızlığı oğlum. Kızlarda kalacak diyorum!”

 

“Ben kızları da alır gelirim abi. Hem kızlar ne kadar konuşacak ki? Yılların birikmişliği mi var?” Yusuf kahkaha attı.

 

“Sen merak etme. Onlar Yiğit diye başlar kozmetik diye devam edip takı diye çıkarlar. Sümeyye’mden biliyorum yani,” dediğinde Kuzey’de gülmüştü. Kapının tıklatılıp içeriye bir askerin girmesi ile iki dost yine ski düzene dönmüşlerdi.

 

 

 

 

Eve dönüyorduk. Yaklaşık kafede iki saat oturmuş ardından kalkmıştık. Bu iki saatte her türlü şey konuşulmuştu. Artık Sümeyye abla ile daha yakın bir bağım olmuştu. Lojmandan içeri girdiğimizde bizimle birlikte bir araba daha girdi içeri. Bu Sümeyye ablaların arabasıydı. Araba park edildikten sonra içeriden Yusuf abi ile üç kişi daha çıktı. Çok tanıdıklardı. Bu üçlü beni ve diğer sivilleri kurtaranlardı.yyyyy

 

Kuzey, Berrak ve Burcu. Berrak ve Burcu siyah kazak ve pantolon giymişlerdi. Kuzey ise kahve kazak ve siyah pantolon giymişti.

 

Yanımıza ilerlediler. Yusuf abi kamuflajlıydı. “Sümeyye’m!” diye yaklaşıp kolunu eşine doladı Yusuf abi. Sümeyye abla başını hafifçe yana çevirdi ama fark etmesi çok zor bir adımda eşine doğru attı. Aralarındaki sevgi ve bağlılık beni bile etkilemişti.

 

“Şimal,” diyen ses ile tatlı çiftimden çektim gözlerimi. Seslenen Kuzey’di. Beklemiyordum açıkçası. Ve şunu söylemem gerekirse onun sesini her duyduğumda içimde ufak bir korku oluyor. Babam askerdi ve bu yüzden silahlar ile büyümüştüm resmen. Babamdan silah eğitimi almıştım ama onun o anı beni korkutmuştu.

 

“Kuzey,” dedim sakin bir ses tonu ile. Gözlerimiz kesiştiğinde bal rengi gözlerde sinir veya ateş yoktu. Anlayış ve sakinlik vardı.

 

“Hayret, nasıl oldu da o uzun çubuklu ayakkabıları giymedin?” derken gözleri ayaklarımdaydı. Hemen yüzüme çıktı. İstemsizce ayaklarıma baktım. Topuklu çizmelerim Denizli’de kalmıştı. Eğer yanımda olsa giyerdim.

 

“Bir, uzun çubuklu ayakkabı değil topuklu. İki, seni ilgilendirir mi?” dediğimde dudağının bir kenarı yukarı kıvrıldı ve göz devirdi. Başımı diktim ellerimi trençkotumun cebine attım.

 

“İlgilendirmez ama garip geldi ve adının topuklu olduğunu biliyorum,” göz deviren bendim. Madem biliyorsun ne diye demiyorsun o zaman dangaloz!

 

“Garip olan topuklu giymem mi? Giymemem mi?” bunu cidden sormuştum. Neden sormuştum? Soğuk başıma vurdu heralde. Ama, hava soğuk değil. O zaman, o zaman yok.

 

“Giymemen,” ağzımın çok ufak açılmasına engel olamadım. Soruyu soran mal, cevap veren ayrı maldı.

 

“Ne zamana kadar sizin konuşmanızı bekliyeceğiz?” diyen Sümeyye abla ile hemen ona döndüm. Allah’ından bul Kuzey!

 

“Bitti, şu an bitti,” dediğimde Berrak ve Burcu ilerlemeye başladı. Gözlerim Kuzey’e saniyelik kaydı. Etrafa bakıyordu. Ama ağzının içinde bir şeyler mırıldandığını fark ettim. Önemsemedim.

 

“Yusuf abi, Yiğit’i alabiliyor muyum?” dedim eve ilerlerken. Sümeyye ablanın yanında ilerliyordu. Zehra ise eline yapışmış bir şeyler diyordu.

 

“Kuzey, sendeyiz abicim,” yok olmayalım. Korkutuyor komutanınız beni. Kendini bir şey sanıyorda.

 

“Evde konuşalım,” apartmana girmiş yukarı çıkıyorduk. Tek ses Yusuf abi ve Zehra’ya aitti.

 

“Baba, ne zaman ikinci sınıf olacağım?” okuma yazmayı çözmüş sayılırdı. Biran önce ikinci sınıf olmak istiyordu. Sabırsızdı. Yani anne ve babasına çekmemişti. Tabi tanıdığım kadarıyla.

 

“Birinci sınıf bittiğinde,” tebessüm ettim. Zehra Yusuf abinin bacağı kadar bile değildi. Ve çok tatlı görünüyorlardı.

 

“Birinci sınıf ne zaman biticek?”

 

“Yaz tatili başladığında,” artık cidden gülesim geliyordu. Çünkü Zehra inatla soruyor babası sabırla cevaplıyordu.

 

“Yaz tatili ne zaman?”

 

“Haziran’da,” sesi artık bıkmış gibi duruyordu ama sabırla cevaplıyordu kızını.

 

“Kurtuluş abinin düğününde mi?” yeni bir gelişme var. Kurtuluş’u hatırlıyordum. Demek evlenecekti. E bende çağırırlarsa giderim.

 

“Ondan sonra,”

 

“Hemen sonra mı?”

 

“Üç ay sonra,”

 

“Yani daha çok var,”

 

“Evet, daha çok var.”

 

Evlerinin önüne gelmiştik. “Şimal bize gel sonra geçersin evine,” dedi Sümeyye abla. Olur anlamında salladım kafamı. Çizmelerimi çıkarmak için eğildim. Sırayla içeri geçmişlerdi. Çizmelerimi alıp eve girdim. Yandaki vestiyere çantamı, trençkotumu ve çizmelerimi bıraktım. Sümeyye abla bir yere girmişti.

 

İlerledim yavaşça. Yan tarafta salon vardı. Gördüğüm kadarıyla balkon vardı birde. Uzun bir koridor vardı. koridorda salonun yanındaki oda Zehra’nındı. Onun hemen çaprazındaki oda ise küçük bir odaydı içeride çamaşırları asmak için çamaşır askılığı vardı. Bir şeyler daha vardı. Onun çaprazında banyo vardı. Yandaki odanın ise kapısı kapalıydı. Tekrar evin kapısına geldiğimde salonun karşısında mutfak vardı. İçeriden sesler geliyordu. İçeri girdim. Kadınlar vardı.

 

Berrak bir şeyler yiyor, Sümeyye abla çay için su koyuyordu. Burcu ise sandalyeye oturmuş onları dinliyordu. Yüzünde huzurlu bir ifade vardı. “Yenge, bu börekleri ne özlemişim biliyon mu?” diyordu Berrak.

 

Güldü Sümeyye abla. “İsteseydiniz yapar gönderirdim yengesinin gülü,” derken gözleri beni buldu. “Şimal, üvey evlat gibi niye kapıda duruyon. Gelsene,” pıtı pıtı adımlar ile masanın yanına ilerledim. Burcu yanındaki sandalyeyi ileri çekti. Sessiz bir emir gibiydi. Buraya otur.

 

Oturdum oraya. Berrak hala dertli dertli konuşuyordu. “Yusuf abiye kaç defa dedim söylemedi değil mi? Yenge, şunlardan bir paket yap Salihlere götürelim,”

 

“Berrak, işin gücün yemek ha,” dedi Burcu. Gülümsedim. Bu dünyada yiyen kazanırdı bence. O sırada yemeyen ben.

 

Sırıtttı Berrak. Ardından temiz eli ile saçını savurdu. “Yiyip de kilo almadığımı mı kıskanıyon?” dediğinde göz devirdi Burcu. Aralarındaki iletişim sıcakkanlı gözüküyordu.

 

“Yiyecek tabii ki, can boğazdan geçer yengesinin gülü. Ye bakayım şu börekten,” Burcu’nun burnuna börek dayamıştı. Bir yandan da çay için ıvır zıvır hazırlıyordu. Göz göze geldiğimizde olacağı anladım. Börekten nasiplenmek.

 

“Şimal, sessiz sessiz duruyorsun fark etmedim değil. Ye bakayım şu börekten,” burnuma börek dayanmıştı. Güldüm. “Ne gerek var abla,” dediğimde çenemi tutup açtı ve böreği ağzıma tıktı. Kınayıcı bakışlar atıyordu.

 

“Nasıl ne gerek var? Kaşık kadar kalmışsın birde ne gerek var diyorsun. Susta ye yemeğini!” kadının etkisi büyüktü. Uslu uslu yedim böreği. Ve kızlar haklıydı. Börek gerçek bir efsane olmuştu. Berrak’ın elindeki tabaktan iki tane aldığımda üçü de gülmüştü bu hareketime. E tabi bende.

 

“Abla, valla ellerine sağlık. Sen yap bir tepsi yerim yani,” derken son parçayı ağzıma attım. Neşeli bir kahkaha attı Sümeyye abla.

 

“Yeter ki isteyin,” bu noktada diğerlerine döndü. “Ve bunu direk bana iletin. Başkaları aracılığıyla değil!” güldüm ister istemez. Çay hazır olmuştu. Berrak tepsiyi alırken çay demliklerinden birini aldım. Diğerleri arkadan gelirken salona girdik. Ortada büyük bir sehpa vardı. Ve elim yanmaya başlamıştı. Ne vardı en büyük demliği almaya?

 

Az kaldı sehpaya az kaldı. Ama dökmekten korkuyorum. Ve halı beyaz renkli! Sümeyye abla kafama sıçardı sanırım. Yoksa sıçmaz mıydı? Kadın çalışıyor. Birde halı ile uğraştırırsam terlikle bile kovalar. Şahsen ben öyle yapardım. Yoksa yapmaz mıydım? Yapardım ya!

 

Elimin üstünde büyük ve sıcak bir el hissettiğimde gözlerim demlikten ele sonra elin sahibine döndü. Hemen dibimde iki katım bir Kuzey. “Ben hallederim,” diyordu ama şu an kitlenmiş durumdaydım. Çünkü ayağıma sıcak bir şey döküldü!

 

Ve beklenen an! Çay yere döküldü. Sadece yere olsa iyiydi. Ayak parmaklarım nasibini almıştı. Ama Sümeyye ablanın ateş saçan gözleri gördüğüm an acımı unuttum. Kuzey’e baktım ister istemez. Gözleri bendeydi. Bittik diyordu bal renkli gözler. Yutkundum ama acım daha fazla bekleyemedi. Yüzümü buruşturdum. “Ayağım,” demiş bulundum.

 

Kuzey elimdeki demliği alıp hemen üç adım ötedeki sehpaya bırakırken Burcu ve Yusuf abi bana doğru geldi. “İyi misin?” diyen ses Kuzey’indi. Başımı sallarken Burcu ve Berrak beni koltuğa oturtmuş Sümeyye abla ise krem almaya koşmuştu.

 

“Bir şey oldu mu Şimal?” Yusuf abiye gülümsemek isterdim ama canım fena yanıyordu. Eğilip parmaklarıma baktım. Kızarmışlardı. Su toplayabilirlerdi. Sümeyye abla hızla içeri girdi ama eli boştu.

 

“Krem kalmamış,” dediğinde omuzlarım çöktü ama aklıma gelen şeyle tekrar onlara döndüm. Sümeyye abla bu sefer sirkeli su yapmaya koşmuştu.

 

“Benim evde var. Onu alayım,” diye ayağa kalkacakken dördü birden konuştu.

 

“Bu halde mi?” dedi Burcu.

 

“Bu ayakla nasıl yürüyeceksin?” dedi Berrak.

 

“Kalkma sen,” dedi Yusuf abi.

 

“Anahtarı ver ben alırım,” dedi Kuzey. Hepsi bu fikirle ona dönerken çantamı işaret ettim. Arkasını dönüp salondan çıktı ve çantamı alıp kucağıma koydu. Sümeyye abla aynı hızı ile içeri giriş yaptı.

 

Çantamı açıp içinden anahtarı çıkardım. Sümeyye abla elindeki bezle sirkeli suyu ayağıma değdiriyordu. “Hemen bir üst kat. bu odanın hemen üstündeki odanın yanındakinin karşısındaki odada dolabımın içinde,” dediğimde dediklerimi unutmamak gibi bir çabası yoktu. Hızla kapıya yöneldi. Yusuf abi peşinden gitmişti. Sümeyye abla sirkeli su ile yanığa basıyor, Burcu sakince çayları dolduruyor, Berrak yere dökülen çayı siliyordu. Zehra ise babasının telefonu ile bir şeyler yapıyordu.

 

Yusuf abi geri geldi. Yerine oturduktan sonra bana döndü. “Hastaneye götüreyim mi?” dediğinde gülümsedim. Sümeyye abla kalkmış bezi tazelemeye gidecekti. “Gerek yok abi, akşamı mehvettim,” derken mahcuptum. Sümeyye abla geri geldiğinde bezi elinden aldım. O ise hemen yanıma oturdu.

 

“Ne mahvetmesi Şimal, kaza bu ne zaman geleceği bilinmez.”

 

Burcu çayları herkesin önüne koyarken kapı çalındı. Sümeyye abla kapıyı açmaya gitti. Berrak yerden kalkıp Burcu ile aramıza oturdu. İçeri önce Kuzey sonra Sümeyye abla girdi. Kremi elinden aldığımda yanıma oturdu. Dört kişi bir koltuğa sığmaca oynuyorduk derdim ama koltuk baya büyüktü. Sümeyye abla eşinin yanına oturdu. “Evde saklambaç mı oynadın Kuzey? Niye geç geldin?” diyen Sümeyye ablaya saniyelik bir bakmanın ardından kremi parmaklarıma sürmeye başladım.

 

“Dolaptaki ayakkabılardan kremi zor buldum,” diyen sesi imalıydı. Gözlerimi kapattım. Gözlerini üstümde hissediyordum.

 

Kremi sürme işim bittiğinde doğruldum. Yüzüme düşen saçları geri çekerekn yüzüne baktım. Acım hafiflemişti bir nebzede olsa. “Ne var yani fazla ayakkabım varsa?” dediğimde gülüp göz devirdi.

 

“Sanatçıların o kadar yok,” göz deviren bendim. Beni bir sanatçı ile kıyaslaması büyük ayıptı.

 

“Nereden biliyorsun o kadar olmadığını?” derken önümdeki leblebiden ağzıma attım. Ama boğazıma takıldı. Sanırım bu akşam bütün aksilikler beni buluyor. Yanımdaki eli sırtıma hafifçe vururken sesi kulağıma geldi.

 

“Televizyondan,” boğazıma takılan şeyden kurtulmuştum. Gözlerim yaşarmıştı. Önümdeki çayı alıp bana uzattı. İçmek istedim ama sıcaktı ve dilim yandı. Sayın aksilik, birazda başkalarına mı musallat olsanız?

 

Çayı elimden alıp sehpaya geri koyarken diğerlerinin bizden soyutlanmış bir şekilde muhabbet ettiklerini gördüm. “Boş konuşmada Yiğit olayını anlat,” dedim saçımı kulağımın arkasına sokarken. Güldü. Uzanıp leblebi aldı.

 

“Dilde pabuç kadar,” göz devirdim. “Sinirlendirenlere öyle bir kere.”

 

Diğerleri de bize dönmüştü. Kuzey söze girdi. “Yiğit iki gün önce Mardin’e geldi. Ve şimdi sen diyorsun ki ben onu koruma altına alayım. Doğru mu?” soru bana gelmişti.

 

“Evet doğru,” dediğimde kafasını sallayıp devam etti. “Tamam o halde. Yarın gel evrakları tamamlayalım. Ama arada kontrole gelirim,” dediğinde göz devirdim.

 

“Niye, bir çocuğa sahip çıkamaz mıyım?” dediğimde diğerleride gülmüştü.

 

“Çıkarsın, ama prosedür gereği,” dediğinde başımı salladım. Telefonunu çıkardı. Bir şeyler yaptıktan sonra bana uzattı. Kaşlarım sorgularcasına havalanırken telefonu elime aldım. Bir arama vardı ekranda. Kulağıma götürdüm telefonu.

 

“Alo,” dedim kısık bir sesle. Telefondan hışırtılar geldi önce, sonra ise su gibi saf tatlılıkta bir ses.

 

“Şimal abla,” gözlerim kocaman olurken Kuzey’e dönmüştüm. Gülümsedi belli belirsiz. Karşılık verirken tekrar telefona odaklandım.

 

“Miniğim,”

 

 

Geçmiş kapanmayan yaralar, gelecek yeni serüvenler dolu. Bunun üstesinden gelmek kendine güvenenlerin işidir.

 

 

yazım yanlışları varsa özür dilerim iyi geceler....

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 24.11.2024 21:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...