11. Bölüm

6.BÖLÜM

Vesile Berra Özçelik
vesileninruyasi

“Şimal, bugün okuldaki etütlere kalmam gerek. Zehra ve Yiğit’i sen alsan olur mu, bir de Zehra’yı babasına bıraksan.”

 

Son bir dakikam bu mesaja bakmakla geçmişti. Sıkıntı değildi. Alırdım çocukları. Yiğit’i almak zaten benim sorumluluğumken Zehra’yı da alıverirdim. Sıkıntı bu değildi. Sıkıntı mesajın son kısmıydı.

 

Babasına götürme işi. Yusuf abiye elbette götürülürdü ama askeriye sınırlarının içinde fırtına eserken girme düşüncesi bile her zerremi titretiyordu. Ne olurdu yani yine Salih ve Berrak alsa.

 

Salih ve Berrak’ın işi mi varmış abla?

 

Umut fakirin ekmeğiydi. Sevgili beynim, neden şu an ateşin üstünde gibi hissettiğimizi sorabilir miyim?

 

Soramazsın gerizekalı. Sanki ben istedim böyle hissetmeni.

 

Evet, kendi beynimden bile azar yediğime göre kaldığım yerden devam. Telefona bir mesaj daha düşünce telefona eğdim bakışlarımı.

 

Sadece onların değil, bütün timin işi varmış. Niye senin çok mu işin var kuzum?

 

Kendimi anne sorgusunda hissetmem normal mi? Bence değil. Çünkü cidden şu an kendimi ateşin dibindeki barut gibi hissediyordum. Tehlikeli ve her an patlayabilecek bir baruttum.

 

El mecbur götürecektik. Hadi hayırlı olsun.

 

Yok, çok işim yokta. Belki beş dakika gecikebilirdim ondan dedim. Neyse ben alırım artık. Hadi sana kolay gelsin.

 

Saate baktım. Yarım saate çıkıyorlardı. Ve benim mesainin bitmesin son beş dakika vardı. Okula gitmem yarım saatti. Beş dakika bekleseler bir şey olmazdı sanırım. Kaçırılacak halleri yok değil mi?1

 

Yaklaşık iki iki buçuk ay önce asla kaçırılmadı Yiğit.

 

Ben burada krizden krize atlayacak haldeyken sevgili beynimin bu yaptığı hainlikti. Bir şey olur muydu acaba? Ya kapıda beklerken araba çarparsa. Ya şeker satan biri çocukları zehirlerse. Ya kaçırırlarsa evlatlarımı. Ya arkadaşlarına uyup karşıdaki parka oynamaya giderlerse ve salıncaktan düşüp kafalarını yararlarsa. Ya parktaki köpekler ısırırsa.1

 

Bir dakikadan daha az bir sürede bu kadar kötü senaryo yazmam olağanüstüydü. Ya ben mükemmel bir beyine sahiptim ya da yaşlanmanın etkisi ile ev ham yapıyordum.

 

Peki bu yaşta yaşlanma düşüncesi. Sanırım fazla dizi izledim. Veya çok hayalperestim. Ne güzel ama değil mi?

 

Sude’nin odasına girdim. Beş dakika beş dakikaydı. Elindeki Mp3’ten yine şarkı dinliyordu. Kapıyı açtığım an gözleri bana döndü. Yine boş bakıyordu. Önüne döndü. Valla hayat enerjimi emen kişilerde ikinciydi. Birincisini ise ne yazık ki bir saat sonra görmem gerekiyordu. Ya da görmezdim.

 

Kuzey, ya da Fırtına. Hayat enerjimi tek bağırışı ile hüp diye çekiyordu. Ama başa gelen çekilirdi. Mecbur bazen hayat enerjimizden vazgeçecektik. “Sude,” dediğimde dönmedi bana. Şarkı dinlemeye devam etti

 

“Doktor abla, niye geldin yine? Yine klasik sözlerini söyleyip beni umutlandırmanın mı peşindesin?” dediğinde göz devirdim. Gülerek cevapladım onu.

 

“İster sözlerimle ister başka bir şeyle seni umutlandırırım. Sen tek bir şans versen olacak ama vermemekte kararlı gibisin,” yanına ilerledim. İki kulağındaki kulaklıktan birini alıp kulağıma taktım.

 

Hasret üzerimdeki kasvet
Acıtır gibi severek
Bitecek bi’ gün elbet sabret
Her nefeste yüreğimde bi' beste
O da benle mezara dek
Çalıyor aheste, aheste

 

Canozan’ın Acıtır Gibi Severek şarkısının bu sözlerini dinledim önce. Sonra Sude’nin soluk mavilerine baktım. Acı bir gülümseme oldu dudaklarında. Kulaklığı aldı. Sonra kendi kulağındakini de çıkarıp yanına koydu. “Dediği gibi, her nefes aldığımda yüreğimde bir beste olmasa bile bir acı hissediyorum. Bıçak gibi kesiyor zaten nefesimi. Ve bu acı da benimle beraber mezara dek gelecek. Birkaç aya kalmaz bitmesini umuyorum bu acının. Neden biliyor musun? Çünkü ben artık nefesimin bıçak gibi kesilip canımı yakmasından yoruldum.”

 

Gözlerimi kaçırdım. Sonra aklımda başka bir şarkının nakaratı dolanmaya başlayınca gülümsedim. Eğer o bana böyle bir şarkı ile gelecekse bende ona böyle bir şarkı ile gelirdim. Telefonumu çıkardım ve hemen açtım şarkıyı.

 

“Bu da benden sana gelsin Sude.” Sadece boş boş baktı.

 

Biter mi sandın tüm dertleri?
Hemen ödenmez büyük borçlar
Hayata tersten baktığında
Bitip tükenmek çok kolay

 

Şarkının ilk sözleri odayı doldurduğunda acı acı gülümsedi. Ama hemen sonra nakarat girdi.

 

Aslında bütün resim güzeldir
Sadece hatırlaman gerek
Gül kendine
Bak ne kadar güzelsin
Gül kendine
Dünya kadar güzelsin
Aslında dünya sensin
Her şey açık her şey kolay

 

Nakaratı dinlediğinde ise gülüşü dondu kaldı. Gözlerime baktı. Hemen ifadesizliğine büründü. Ama yakalamıştım. Çok kısa bir anda bile olsa oluşan küçük umudu görmüştüm. Gülümsedim ve ayağa kalktım. Mp3’ü elime aldım. İçindeki bütün şarkıları tek hamlede sildim. Bu yaptığımı görünce gözleri kocaman açarken Gül Kendine şarkısı ve bunun gibi eğlenceli bütün şarkıları telefondan eklettim. Telefonu ailesi tarafından alınmıştı. Yaptığı tek şey kitap okumak ve şarkı dinlemek. Artık eğlenceli şarkılar dinleyecekti.

 

“Sen tam bir şeytansın!” diye yükseldiğinde sesinde eğlenceli bir tını vardı. Güldüm. Mp3’ü eline tutuşturdum.

 

“Melek gibi olduğumu söylemen çok güzel. Hadi seni gidi fındık kıran yılanı deliğinden çıkaran kaderim püsküllü belam, yakalarsam,” öpücük attım şarkıya uygun. Kusuyormuş gibi yaptığında odadan çıktım. Biraz garip bir şey olmuştu ama mutlu olması için maymun dansı bile yapardım demek isterdim ama karizmayı çizdiremeyiz.

 

Bunu cidden Şımarık şarkısını anormal bir ortamda söyleyen Ş. B. S.’mi diyor?

 

Evet, sorun mu var beynim ve teorileri. Sus, zaten kafam kazan. Bugün günlerden Cuma ve biz Nisan tatiline giriyoruz. Aslında biz değil, çocuklar giriyor. Doğru, biz çalışmaya devamke.

 

Ve, Denizli’ye iki günlüğüne tatile gidiyordum. Nisan tatilinde Kahraman biraz idare edermiş. Neden diye sormadım çünkü istesem de ana nedeni söylemezdi. Kızlar zaten sorun etmemişlerdi. Başhekim daha fazlasına müsaade ediyordu ama ben tercih etmedim. Neden, çünkü hastalarına saygılı ve sahip çıkan bir doktorum.

 

Hemen önlüğümü elmas tutarmış gibi özenle katladım ve çantamla trençkotumu aldım. Ve ben yine topuklular içerisindeyim. Artık herkes topuklularıma alışmışlardı. Ve ben çoğu doktor ve hemşireden topuklular ile daha hızlıydım. Meslek sırrı işte. Kim anne karnından çıktıktan sonra topuklu üstünde durmaya çalışır. Tabi ki Ş. B. S. Yani Şimal Betül SOYER. Neyse artık çocukları almalıyız.

 

Ve yine minibüs. Araba olmayınca işler bu yönde gidiyordu. Ama Denizli’ye gittiğimde yapacağım ilk iş araba almaktı. Ve birikimimi ele geçirmek. Yoksa o oralarda bensiz çürür. Aslında elime geçse çok çabuk harcanacak ama ha orada durmuş bir işe yaramamış ha burada anasının yanında harcanmış ne fark eder.

 

Mardin ılıktı. Rüzgar hafifçe saçlarımı uçururken güneş gözlüklerimi taktım. Böylece bakışlarımı güvene alabilirdik. Sonra niye dik dik bakıyorsun diyorlar. İnsan incelemek hoşuma gidiyorsa bu benim suçum değil genlerin suçu. Aslında babam ve annemde bu özellik yok. O zaman kimden geçmişti? Kesin o abim olacak insandan geçti. Arkadaş, abimden buraya gelmeden önce bi araba laf yiyordum resmen. Saygısı olmasa sürdüğüm rimele karışacak.

 

Allah’tan abim. Büyüğüm olmasa sıçardım ağzına. Allah bir çene vermiş benimkinden fazla. Zehra ile kapışır derece. Minibüse bindikten sonra vermem gereken ücreti verdim ve boş koltuk olmadığı için köşede ayakta dikilmeye başladım. Doktorda olsan minibüste doktorluğun fayda vermiyordu. Kalıyordun böyle ayakta. Rahatsız mıydım bu durumdan? Hayır. Çünkü ha ben oturmuşum ha başka bir vatandaşım. Fark etmiyordu. Ama en yakın zamanda araba şarttı.

 

Üstümde siyah saten gömlek ve siyah deri pantolon vardı. Deri olmasına rağmen acayip rahattı. Trençkotum ise bordo tonlarındaydı. Çantam bordo tonlarda topuklularım ise çantam ile aynı renkti. Uyumuma şu an bayılmıştım. Neden bu kadar uyumlu giyinmiştim. Moda ikonu olmalıyım.

 

Minibüs okulun önünde durduğunda indim. Hesaplamam tutmuştu ve beş dakika gecikmiştim. Ama o saçma senaryolar gerçekleşmemişti. Yani evlatçıkların başı dertte değildi. Kapının orada uslu uslu bekliyorlardı. Beni ilk Yiğit fark etti. Gözlüklerimi çıkarmış bulunmaktaydım bu arada.

 

Yiğit, sırtında boyu kadar çanta ile gülümsedi ve bana doğru koşmaya başladı. Yere eğilip ona kollarımı açtım. Koşa koşa gelip kollarını boynuma dolarken kollarımı beline sardım. “Miniğim,” dediğimde ayrılmıştık. Parmağımla burnuna hafifçe vurdum.

 

“Neler yaptın bakalım bugün okulda?” dediğim sırada Zehra geldi. “Şimal abla!” diye bağırdığında bir kolumu da ona doladım.

 

“Fıstık, sen neler yaptın bakalım bugün?” dediğimde ayaklandım. İkisinin de elini kavradım. Birlikte ilerlemeye başladık.

 

“Bugün okul çok eğelenceliydi,” diye başlayan Zehra’yı Yiğit böldü.

 

“Hayır bir kere. Çok sıkıcıydı. Öğretmen hiç ders işlemedi. Boşuna gelmiş gibi hissettim kendimi,” bu sitem dolu sözleri tam anlamı ile kavradığım an güldüm. Bu yaşta sırf ders işlenmedi diye mutsuz olması normal değildi. Sanırım ailesinden bu çocuğa fazla zeka ve ders geni geçmişti. Tıpkı Zehra’ya gram geçmemesi gibi. Umarım EVGİ büyükleri benim bu sözlerimi duymaz. Balıkesir topraklarında kovalanmak istemem.

 

“Ya Yiğit, sende oyun oynamak varken masal kitabı okumayı niye seçiyorsun anlamıyorum. Sana gel oyna dedim. Oynasaydın eğlenirdin. Pamuk prenses ve yedi cüceler masalını okumak tabi ki sıkıcı,” takip etmekte bir an zorlandım. Bir söz vardır. Herkesin bir derdi var değirmencinin de su. Bunların derdi oyun ve masal.

 

“Ben ne azından kendimi geliştiriyorum. Oyun oynamak yerine sende masal kitabı okusan ya da okumaya çalışsan en azından zeki olurdun.”

 

“Oyun oynamakta geliştirir bir kere çocukları. Uydurma şeyleri okumasan olmaz mı?”

 

“Bunu Rapunzel olmak istiyorum diye tutturan sen mi söylüyorsun?” bir dakika. Zehra Rapunzel olmak mı istiyordu? Peki bundan şeyin haberi var mı? Rapunzel’in. Ya da Sümeyye abla ile Yusuf abinin.

 

“Zehra, sen Rapunzel mi olmak istiyorsun?” dediğimde hevesle kafasını salladı. “Evet, olurum değil mi?”

 

Güldüm. Olurdun be Zehra. Ama anca hayal dünyanda. Zehra Yiğit’e döndü ve dil çıkardı. “Rapunzel olmak istediğime göre bende masal okuyorum.”

 

Yiğit ise hiç oralı olmadı. Omzunu silkti. “Ben en azından gerçek bir şey olmak istiyorum. Senin o dediğin anca masallarda olur,” valla benim söyleyemediklerimi söylemişti. Duygularımız karşılıklı miniğim.

 

“Ya Yiğit! Rapunzel gerçek bir insan bir kere. Ne var saçları ÇOOOOOOOOOOOK uzunsa! Bu onun suçu değil. Ben de saçlarımı uzatıp Rapunzel olacağım. Bak görürsün.”

 

“Rapunzel’in saçları sarı bir kere. Senin saçların sarı bile değil,” Yiğit tam bir hayal kırıcısıydı. Ama gerçeklerin acı olmak gibi bir huyu var.

 

“Bende kahverengi saçlı Rapunzelim o zaman. Ha sarı ha kahverengi ne fark eder?” doğru, ne fark ederdi. Hayallerimizi kendimiz kurmalıydık ve bu hayallerin peşinden koşmalıydık. Ama bu hayal bir masal karakteri olma isteği olur muydu bilemem.

 

Ortama el attım. Yoksa birazdan saç baş giren kedi köpek olacaklardı. “Zehra, bunu akşam evde annen ve babanda yanımızdayken tartışmaya ne dersin?” dediğimde ikisi de sustu. Zehra hafifçe başını salladığında derin bir nefes aldım. Sonunda kavgamız bitmişti. Çok şükür yaradana.

 

Askeriye yakınlarına giden minibüs durağına gelmiştik. Minibüse bindik. Zehra ve Yiğit hemen boş koltuklara oturdular. Vermem gereken parayı verip canavar ikilinin yanına gittim. On beş dakikalık bir mesafe vardı. Zehra ile Yiğit’in arasına oturdum.

 

“Şimal abla, bize masal anlatır mısın?” diye soran Yiğit’e döndüm. Sonra göz ucu ile Zehra’ya baktım. Masal kelimesini duyar duymaz yine köpürmeye hazırlanıyordu. Annesine olmasa da annesinin memleketi Trabzonlulara çekmişti. İnat, sinir ve dik başlılık. Ve şöyle bir şey vardı. Bende Artvinli olarak tıpkı Zehra gibiydim. Abim tam olarak anne memleketi Denizli’ye çekerken ben baba memleketi Artvin’e çekmiştim.

 

“Ben size Denizli’nin meşhur efsanesini anlatayım mı?” dediğimde daha efsanenin ne olduğunu bilmemelerine rağmen hevesle kafalarını salladılar. Bende annemden dinlediğim efsaneyi hevesle anlatmaya başladım.

 

“Çok çok eskiden Çökelez Dağı eteklerinde yaşayan, fakir oduncu bir aile varmış,” dediğimde sözümü Zehra böldü.

 

“Şimal abla, sen Denizliliymişsin. Bu senin hikayen mi?” dediğinde güldüm.

 

“Hayır. Ama Denizli’de uzun yıllar anlatılan bir efsane. Masal gibi düşünebilirsin. Ama bu masalda Rapunzel yok. Devam ediyorum. Bu ailenin kızı, o kadar çirkinmiş ki erkek çocuk anneleri onu gördüğünde yolunu değiştirirmiş. Fakir olması kızın umurunda bile değilken çirkin olması canına tak etmiş,” bu sefer bölen Yiğit’ti.

 

“Tak etmek ne demek?”

 

“Dayanamayacak duruma gelmek demek. Devam ediyorum. Çökelez Dağının eteklerinden kendini boşluğa bırakmış. Su ve tortu dolu havuzun içine hızla düşmüş. Burada suların içinde uzun süre baygın kalmış. Bu sırada su bu çirkin kızı güzelliğe boğmuş. Oradan geçmekte olan Denizli Beyinin oğlu, kanlar içindeki güzel kızı görmüş. Kızı atına alıp evine götürmüş. Kız iyileşmiş ve evlenmişler. O günden sonra güzelleşmek isteyen bütün kadınlar kendini bu suyun içine bırakırmış.”

 

Sözlerim bittiğinde ilk soruyu soran Yiğit oldu. “Sen gittin mi oraya Şimal abla?” gülümsedim.

 

“Evet miniğim. Gittim. Bu efsaneyi ilk dinlediğimde çok merak etmiştim ve yıllar sonra lisede gittim,” gidiş nedenim anlık aklıma düştü. İçimde olaşan tek duygu kendime karşı olan nefret oldu. Çünkü böyle güzel ve anlamlı bir yere saçma bir nedenle gitmemi yediremiyordum.

 

“Ama sen zaten güzelsin. Daha fazla güzel olmak için mi gittin?” diyen Yiğit’e cevap vermeme kalmadan Zehra soru sordu.

 

“E senin evleneceğin adam kim o zaman?” dediğinde gülmeden edemedim. Efsaneydi bu. Gerçek olacak değildi. Pamukkale’ye gittim diye evleniyor muyduk? E nerede Denizli Beyinin oğlu peki.

 

“Yiğit, senin sorduğun soruya cevap vereyim. Gittiğim zaman kendimi çoban kızı gibi çirkin hissediyordum ve çok merak ediyordum. Sanırım gerçekten işe yaramış. Zehra senin soruna gelirsek anlattığım hayaldi. Yani gittim diye bu illa evleneceğim anlamına gelmiyor.”

 

Dudak büzdü Zehra. “Ama neden?” dediğinde güldüm. Evlenmemi istiyordu? Ama yavrum çıtır bir kadın olarak evlenmeyi düşünmedim. Zaten başımda İhsan SOYER adlı bir abi terörü olduğu sürece Fatih Sultan Mehmed gelse vermezdi.

 

“Kız ne taktın evlenip evlenmeyeceğime?” dediğimde omuz silkti. Söylediği ise gözlerimi kocaman açmama neden oldu.

 

“Ama Şimal abla, ben seni Kuzey abimle evlenmenizi düşünmüştüm.”

 

Ben ve korkutucu fırtına. Ben adamın karasularına girmekten çekinirken Zehra’nın evlenmemizi düşünmesi o kadar garipti ki. Bu TDK’yi sondaki K harfini kalın okuyup edebiyatçıları deli etmek gibi aptalca olurdu. Aslında bu örnek daha fazla garipti.

 

Hem ben daha kendime bakamıyorum ele avuca sığmayan fırtınaya nasıl ev olabilirdim. Ben kendime zor ev oluyordum, başkasına ev olamazdım. Sıkıntı fırtına olması değil. Sıkıntı benim evlenmeye olan korkum.

 

“Sil o düşünceyi aklından Zehra. Hem bu hayali kim koydu aklına senin?”

 

“Annem,” diye kelimeyi birde uzatınca bayılmak istedim. İş iyice boka sarıyordu. Sümeyye ablacım benim, niye ocağıma incir ağacı dikiyorsun be ablam. Hem yedi yaşındaki bir kız çocuğuna böyle şeyler söylenir mi? Ve bunları abla sen niye düşünüyon? Sen öğrencileri düşün ben hastalarımı. Ama hastanedeki hasta hastalarımı.

 

“Şimal abla, bence Zehra haklı,” diyen Yiğit’e ayrı bir bakış attım. Bu minibüs bana mezar olacağa benziyordu. Hemen inmeliydim. Yoksa haberim olmadan Komutan BAYROVA ile evlenecektim.

 

“Yeter, bu konu kapandı,” ineceğimiz yere gelmek üzereydik. Ayaklandım. Çocuk görünümlü yetişkinleri de kaldırdım. İki dakika sonra minibüsten indik. Yolun karşısına geçtiğimizde artık askeriye sularına girebilirdik. Kapıdaki askere kimliğimi gösterecektim ama kimliksiz içeri girmeme izin verdi. Sanırım artık tanımıştı beni. Ya da Zehra’dan dolayı almış olabilirdi. Ya da ben yaşlanıyordum. Ne alaka bilmiyorum bu düşünce.

 

Askeriye bahçesinde ilerlemeye başladığımızda ileriden gelen Berrak ve Burcu’yu gördüm. İyice yakınlaştığımızda göz göze geldik ve gülümsedim. Karşı karşıya durduğumuzda Zehra Berrak’ın bacağına yapıştı. Burcu ise Yiğit’in saçlarını karıştırdı.

 

“Şimal, hoş geldin,” diyen Burcu’ya gülümsedim. “Hoş bulduk. Nasılsınız bakalım?” dediğimde Berrak çocukları eline takmış önümüzden ilerliyordu.

 

İkisi de sert bakışlıydılar. Tanımasam şu an bizi zerra önemsemiyorlar derdim ama askeriyede oldukları için bu kadar sert göründüklerini anlayabiliyordum. “İyi ama yorgun. Sen nasılsın?”

 

“Güzel, bende biraz yorgunum. Yeni bir hastam var. Sude, kanser ve son evreye geçmiş bulunmakta. Ve kız tam bir umutsuz vaka. O kadar kötümser yaklaşıyor ki hayat enerjimi sömürdü sömürgeci ülkeler gibi. Bir o birde şu komutanınız hayattaki tüm enerjimi sinek gibi çekiyorlar,” dediğimde Burcu’nun adımlar olduğu yere çakılırken Berrak atmak için ileri uzattığı adımı havada bırakmak zorunda kaldı. Ne oldu lan? Zaman durdu da benim mi haberim yok?

 

“Komutan?” dediğinde gözlerimi kapattım. Aferin kızım. Şu çenemin yayının cıvatasına tüküreyim varya. Al başına belayı. Şu an devekuşu gibi kafamı kuma gömesim vardı. Ya da imkansız olan yok olmak gibi.

 

“Kuzey komutanım mı?” diyen Berrak’a ümitsizce başımı salladım. Ama sessiz kalamazdım. Kalırsam daha kötüydü. “O, başkası mı olacaktı. Adam gördüğüm ilk andan beri ya silah sallayarak ya bağırarak korkunun en dibini yaşatıyor. Hayat enerjim bir kilometre yakınlarında azalmaya başlıyor,” tek nefeste söylemiştim bunları.

 

Berrak çocuklar ile ilerlemeye devam ederken Burcu güldü. “Alışırsın zamanla. Hatta ilk başta asla sevemezsin ama bir zaman sonra bizden bile daha cana yakın gelebilir,” yüzümü buruşturdum. Kalsın. Ben Berrak ve Burcu ile gayet iyi anlaşıyorum. Hiç gerek yok komutanları ile iyi anlaşabilmeye.

 

“Yusuf abi nerede?” dediğimde binaya girmiş bulunmaktaydık. Beni Berrak cevapladı. “Koğuşta. Denizli’den albay gelecek. Onun için bu aralar yoğunuz. Sende uğraştın çocukları almak için.”

 

“Önemli değil. Denizli’den gelecek albayın adını biliyor musunuz?” dediğimde Burcu kafasını salladı. Ufak bir tahminim vardı kimin geleceği ile ilgili. Ama neden haber vermesin?

 

“Tugay SOYER.” Dediğinde biliyordum der gibi gülümsedim. “Neden sordun?” diyen Burcu’ya cevap verdim.

 

“Babam. Tahmin etmek zor olmadı.”

 

Berrak bize dönmüştü ve kocaman gözler ile bakıyordu bana. “Tugay Albay senin baban mı?” dediğinde kahkaha atıp kafamı salladım.

 

Adımları durdu. Zehra’nın elini bırakıp ileriyi gösterdi. “Şimal Hanım, önden lütfediniz,” dediğinde kahkaha attım. Koluna vurdum.

 

“Salak. İlerle,” dediğimde sırıtıp ilerlemeye devam etti. “Şimal, baban nasıl biri? Çok sinirli biri mi? Ona göre söyle önlemimizi sıkı alalım,” diyen Berrak’a göz devirdim.

 

“Korkma. Sinirlidir ama en azından kadınlara patlamaz. Ama temennim Kuzey’e kızması yönünde. Ben korkuyorsam o da biraz korksun,” dediğimde Berrak babamın ona patlamayacağını anlayınca derin bir nefes verdi.

 

“Emin ol, Kuzey komutanıma kolay kolay kimse kızamıyor. Buna albaylar bile dahil” diyen Burcu’ya yandan bir bakış attım.

 

“Nedenmiş o? Albaylara da mı kök söktürüyor?”

 

“Hayır. İşini çok iyi yapıyor,” sustum. Adamın bağırması dışında her özelliği kusursuzdu. Buna yakışıklı olması da dahildi. Zeus Kuzey’i kıskanabilirdi. Çünkü adam gerek fizik gerek yüz olarak tam puanlıktı. Peki ben niye şuan Kuzey’in yakışıklı olmasından bahsediyorum.

 

Bir kapının önünde durduk. Burcu kapıyı açıp içeri girerken Berrak’ın elindeki çocuklar içeri fırladı. Berrak ise eli ile içeriyi gösterdi. İçeri girdiğimde buranın onların koğuşu olduğunu anladım. İçeridekilerin derin bir konuşmanın içinden bize döndüğünü anlamıştım.

 

Zehra babasına koşmuştu. Yiğit ise Salih’in kolunun altında yerini almıştı. “Beyler. Bugüne bugün karşınızda Tugay albayın kızı durmakta,” diyen Berrak’a kınayıcı bakışlar atarken erkeklerin iyice kendine çekidüzen verdiğini görünce konuştum.

 

“Böyle davranmanıza gerek yok. İster albay kızı olayım ister çoban. Sonuçta Türk kızıyım. Lütfen abartmayın. Babama söylerim ha!” son cümlemi gülerek söylemiştim. Diğerleri de gülmüştü. Ve normale döndük.

 

Berrak koluma girip beni yandaki sandalyeye oturttu. Erkekler otururken Burcu yanımıza oturdu. “Şimal, nasılsın abicim,” diyen Yusuf abiye gülümsedim. “İyi, yorgunum sadece. Siz nasılsınız?” dediğim sırada Kurtuluş girdi araya.

 

“Şimal Hanım, düğünüme onur konuğu olaak tim ile birlikte davetlisiniz,” dediğinde gülümsedim.

 

“Şeref duyarım Kurtuluş. En güzel hediyeyi ben takacağım,” dediğimde Asaf söze girdi.

 

“Şimal Hanım, en iyisini ben takayım olur mu? İddiaya girdik şu Alaska Kurdu ile. Eğer takamazsam dillere düşeceğim,” dediğinde anlamadığım tek şey Alaska Kurdu’nun kim olduğu.

 

“Bakmayın siz ona Şimal Hanım. Ne takmak istiyorsanız onu takın,” diyen Salih’in Alaska Kurdu olduğunu anladım.

 

“Şimal Hanım, gelmeniz yeter,” diyen Kurtuluş’a kınayıcı bakışlar attım. Yiğit’i işaret ettim. “Canımızı size borçluyuz Kurtuluş. Tabi ki hediye takacağım.”

 

“Şimal Hanım, bakmayın siz ona. Düğün öncesi kafayı yedi biraz,” diyen Derman’a karşılık olarak kahkaha attım. Ortam iyiden iyiye eğlenceye boğulurken Zehra her zamanki gibi sorularına başlamıştı.

 

“Baba, ben rapunzel olabilir miyim?” dediğinde elimi çeneme attım. İşte sevdiğim olaylardan biri. Çünkü Yusuf abinin vereceği tepkileri merak ediyordum.

 

Ta ki Kuzey içeri girene kadar. Diğerleri asker selamına dururken ben elimi yüzüme kapatmaktan başka bir şey yapamıyordum. Anlamsızca şu an gülmek istiyordum. “Şimal Hanım,” diyen sesi fırtına değil Kuzey’in sesiydi. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Sert bir ifade vardı yüzünde. Onun aksine gülümsedim. Sonra ise tek kaşımı yukarı kaldırdım. Hanım derken.

 

“Kuzey,” ekledim. Hemide altını üstünü yanını yöresini fosfirik gırmızı ile çizerek. “Bey,” gülümsedi bu hamleme. Ama saniyelik bir şeydi. Diğerlerine başı ile kısa bir salam verdikten sonra yanımdaki sandalyeye oturdu. Ben niye şu an kahkaha atmak istiyorum.

 

“Nereden çıktı o kızım?” diyen Yusuf abiye odaklanmaya çalıştım. Yoksa yandan gelen deniz kokusu aklımı çeliyordu.

 

“Bilmiyorum ama Rapunzel olmak istiyorum,” dediğinde Derman sabahtan beri benim Zehra’ya soramadığım soruyu sordu.

 

“Zehra, bu Rapunzel’in prensi kim peki?”

 

“Yiğit olabilir belki,” dediğinde mevzide bekleyen ben durur muyum? Elbette hayır. Kocaman bir kahkaha attım. Berrak, Salih ve Derman’da bana katılırken Yusuf abi şimdiden domates olma yolundaydı.

 

Kahkaha atarken yavaşça yanımdaki Kuzey’e döndüm. Döndüğüm an göz göze geldik. Gözleri gülüşüme takılırken gülüşüm yavaşça söndü. Garip bir ürperme ile önüme döndüm. Ama az bir süre bile olsa bakışlarını üstümde hissedebiliyordum.

 

“Zehra, kızım. Kalbime mi indirmek istiyorsun sen yavrum, ha?” diyen Yusuf abi güldüğümü görmesin diye elimi yüzüme kapattım. Koruyucu baba ve kızı. Klasik bir konuşma oluyordu.

 

“Baba, nasıl kalbine indireyim? Hem elimde çubuk yok ki indireyim,” Yusuf abi ağlamak üzereydi. Yiğit’e attığı garip bakışları görünce çocuğumu tutup kendime çektim. yanıma oturttum. Berrak arkamdan bir şey aldı.

 

Elime doğru uzattığında bunun leblebi olduğunu fark ettim. Hemen avcumu açtım. Leblebiyi severdim. Avucumu doldururken paketi elime tutuşturdu. Anlamsızca bakışlar atarken gözleri ile arkamdakini gösterdi. Ne der gibi bir baş işareti yaptım. Göz devirdi. “Komutanıma ver komutanıma,” dediğinde he tamam der gibi mırıldanıp Kuzey’e döndüm.

 

Elimdeki paketi gösterdim. Avucunu uzattı. Paketten avucuna doldurdum. Paketi bacaklarımın üstüne koyup yemeye başladım. “Zehra, sen saçlarını Yiğit’e uzatıp onu kulene mi alacaksın?” diyen Derman’a gülmeye başladım.

 

“Derman, namusumun ırzını ezdin geçtin oğlum. Az biraz sus. Zaten ırzıma içten giriliyor,” diyen sesi ağlamaya yakındı. Ben ise gülüyordum. Ama sessiz gülmek büyük bir dertti. Ve ağzımda leblebi varken gülersem başıma gelecek olanı az çok bilmeliydim.

 

Leblebi boğazıma takıldı. Ne bu ya? İkidir leblebi yiyeyim diyorum ikidir takılıyor. Öksürmeye başladım. Öne doğru eğildim. Hepsi bana odaklanırken birkaç saniye sonra sonunda kurtulurum sandım ama öyle olmadı. Nefes boruma takılmış olabilirdi. yandan Kuzey’in sırtıma vurduğunu hissettim. Ama olmuyordu. Lanet olasıca boğazıma takılmıştı ve çıkmıyordu.

 

Ayaklandım. Benimle birlikte önce Kuzey ayaklanırken diğerleride ayaklandı. Kuzey önüme geçerken kollarına tutundum. Yüzüne baktığımda artık nefes alamıyordum. Sanırım ömrüm buraya kadardı. Ve ben nefesimi bir leblebi parçası ile mi verecektim?

 

“Şimal!” diye bağıranları duydum. Ellerim boğazıma giderken yakamı açtım. Biri trenci mi çıkardı ama anlamadım. Ellerimi boğazıma dolayıp tırnaklarımla takılan parçayı çıkarmaya çalıştım. Ama derimin üstünden nasıl çıkarabilirdim ki? Boynuma dolanan saçlar bir el tarafından geri alındı. Kuzey ellerimi aşağı indirmeye çalıştı.

 

Kuzey çenemi tutup yukarı kaldırırken hemen sırtımı yere eğdi. “ Korkma kelebek,” diyen sesini işittim gibi oldu. Bir eli sırtıma gidip alttan yukarı vururken diğer elimin tırnaklarını koluna geçirdim. Boğazım acıyordu. Terlemiştim. Etraf bulanıklaşamaya başlamıştı. Ve ben nefes alamıyordum.

 

Yaptığı hareket işe yaramayınca heimlich manevrasına geçti. Sırtım göğsüne yapışırken elleri heimlich manevrasını yapmak için gerekli konumu aldı. Elleri kaburgalarımın altına baskı uygulamaya başladı.

 

Artık her yer bulanıktı. Gözlerim kapanmak üzereyken ağzıma gelen parça dışarı fırladı. Ve boğazım uzun bir esirlik sonucu özgürlüğüne kavuştu. Kesik bir nefes almaya çalıştığımda acıtsa bile nefes alabildim.

 

Kuzey’in eli yüzümü kavrayıp yukarı kaldırdığında bal rengi gözleri gördüm. Ve gözlerinde oluşan korkunun yavaşça dağıldığını fark ettim. Başım dönüyordu. Başımı güçsüzce göğsüne yasladım. Kesik kesik nefesler almaya çalışıyordum. Ama boğazım kesiliyor gibi oluyordu. Birkaç dakika alnım göğsüne yaslıyken nefes alışverişlerimi düzene sokmaya çalıştım. O ise bekledi. Hareket etmeden beni bekledi.

 

“Teşekkür ederim Fırtına,” diyen sesimi anca o duyabilirdi. “Teşekkür etmek istiyorsan kendine dikkat et kelebek,” dediğinde kaşlarım çatıldı. Kelebek derken. Ve kendine dikkat et. Ulan şu an niye gülmek istiyorum. Bu neydi lan?

 

Nefes alışım bir nebze düzelince yavaşça kafamı kaldırdım. Ellerimin hala kolunda olduğunu fark edince ateşe değmiş gibi çektim. gözlerine baktım. Onun gözleri ise yüzümün her zerresinde gezindi. Bir adım geriledim. “Şimal. İyi misin?” diyen ve kolumdan tutup kendine çeken Berrak’a uymaya çalıştım.

 

“İyiyim. Sen nasılsın?” dediğimde amacım ortamın havasını dağıtmaktı. İşe yaramıştı da. Sanki az önce boğulmak üzere değilmişim gibi gülüyordum şu an. O hariç diğerleri de gülmüştü. O ise şaşırmış gibi tek kaşı havada bana baktı ama anlık bir şeydi. Ve ben bu anlık şeyi yakalamıştım.

 

“Şimal, az önce boğulma tehlikesi yaşayan biz miydik? Ne bu enerji?” diyen Yusuf abiye gülümsedim. Yiğit ise elimi tutmuştu ve bırakmıyordu. “Abi, benim normal halim bu. Ve ne olursa olsun üstüne çok durmayı sevmem. Çünkü durursam,” gözlerim istemsizce Kuzey’e kaydı. “Bu aklımı karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.”

 

“Yine de iyisiniz değil mi Şimal Hanım? Hastaneye götürmemizi ister misiniz?” diyen Salih’e başımı salladım. Doktordum arkadaşlar ben. Bir şey olsa ilk müdahelemi yapabilirdim. Aslında terzi kendi söküğünü dikemez diye bir atasözü varda olsun.

 

“Salih, doktorumya ben,” dediğimde diğerleri gülerken Salih mahcup bir şekilde gözlerini kaçırmıştı. Güldüm bu haline. “İyiyim iyiyim merak etme,” dediğimde gülümsedi.

 

“E biz gidelim artık.”

 

“Baba, bizde gidiyor muyuz?” diyen Zehra babasının elini kavramıştı.

 

Yusuf abi saate baktı. “Evet kızım. Bizde Şimal ablan ve,” ters bakışlar atmaya başladı. “Yiğit ile birlikte gideceğiz.”

 

Güldüm bu haline Yusuf abinin. Yiğit’in elini kavramışken masanın üstündeki çantamı ve trencimi aldım. “Dikkat et kendine,” diyen Berrak’a gülümsedim. Başını salladı.

 

Kapıya ilerlerken Burcu kolumdan kavradı. Ona döndüm. “Bir şey olursa,” gözleri zaten anlatıyordu. Başımı hafifçe sağa yatırdım. O ise sola. Sonra ise yavaşça kolumu bıraktı.

 

Diğerlerine döndüm. “Görüşürüz. Kurtuluş sen bana eşinin numarasını ver geldiğinde bir şey lazım olursa haberleşiriz,” dediğimde başını hemen aşağı yukarı salladı.

 

Kısa bir tebessümün ardından dışarı çıktık. Ben, Yiğit, Yusuf abi, Zehra ve Kuzey. Koridorda ilerlerken Zehra babasını zorla kantine götürmek istedi. Yusuf abide Yiğit’i ,ne kadar ters baksa da, aldı yanına. Ve ben fırtına ile kalakaldım.

 

Şimdi işin gücün yok fırtınanın dinmesini bekle. Ama başa gelen çekilir. “Kelebek derken ne demek istedin?” uzun süreli sessizliği böldüm. Ve işin bir garip yanı daha vardı ki artık ondan kokrmuyordum. Yani şu an korkmuyordum. Belki hayatımı kurtardığı için beynimin verdiği bir tepkiydi.

 

“Önemli bir şey değildi.”

 

“Bana öyle seslenmenin bir nedeni yok yani?” dediğimde göz ucuyla bakıp tekrar önüne baktı.

 

“Olsa bile,” gözlerini bu noktada üstümde hissettim. “İlgilenir miydin?”

 

“Konu ben olduğum için ilgilenirdim.”

 

“Yani konu başkası olsa ilgilenmezsin.”

 

“Başkalarına olan hitaplarla çok ilgileneceğimi sanmıyorum,” dediğim sıra yine bir grup askerin yanından geçiyorduk. Kuzey’e baktım. Kaşları onları görür görmez çatıldı. Yani, benim bu bir grup askerlerden çektiğim neydi?

 

“Gökhan,” diye fırtınalığını konuşturdu. Gözlerimi kaçırdım. İstemsiz soğuk rüzgarlar bedenimi sararken bu sefer bu soğuk rüzgarların yanında başka bir şeylerde vardı. Garip şeylerdi. Daha önce ona karşı oluşmayan bir şey. insanı mutlu eden bir şey.

 

Bu şey güvendi. Güven varsa mutlulukta vardı huzurda. Ve içimden bir ses bas bas ona güvenmemi söylüyordu. Bir şey yapmaz bize diyordu. Daha önceden yapmadı şimdide yapmaz diyordu. Can borcumuz var diyordu. İki kez hayatımı kurtarmıştı. Ve ben bu fırtınaya artık güveniyordum. Bilmiyordum nedenini ama güveniyordum.

 

Çok uzak olmamakla beraber kışlanın kapısından içeri resmi iki aracın giriş yaptığını gördüm. Bunu gören tek kişi ben değildim. Kuzey anında yandaki askerlere emir verirken biri içeri koşmuştu. Ciddi anlamda söylüyorum şunu: nasıl oldu anlamadım ama bir saniye içinde yandaki bir grup asker yok oldu. Ve yine nasıl oldu anlamadım ama Berraklar bir anda ışınlandı buraya. Bordo berelileri anlayamıyordum. Şu insanın götünden ruhu duymadan donunu aldıkları efsaneye artık inanıyordum. Yoksa şu an kışlanın bir anda hazır ola geçmesi mucizeydi.

 

Kuzey ve timi yan yana dizilirken istemsizce biraz uzaklarında yanlarına geçtim. Araçlardan inenler buraya doğru ilerledi. Ve ben yakınlaştıkça babamı daha çok fark ettim. Babam biraz daha yaklaştı. Ve beni gördüğü an gülümsedim ona. Belli etmedi ama şaşırdığını anlamıştım. Göz kırptım. Gözleri bu hamleme gülerken yüzü bir hayli ciddiydi.

 

Önümüze geldiğinde “Kızım,” dedi. Güldüm. “Baba,” dediğimde ise üç adım uzağımdaki Kuzey’in çok kısık sesini duydum.

 

“Sıçışımızın ilk belirtisi hayırlı olsun.”

 

 

evet arkadaşlar. kuzey sizin adınıza konuştu bana yazacak söz kalmadı. sıçışınız hayırlı olsun çünkü bombaların fitilini ateşlemek üzereyiz. hadi hayırlısı. mutlu yıllar bu arada kelebeklerim fırtınalarım alaska kurtlarım yerlilerim karacalarım4

Bölüm : 01.01.2025 20:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...