18. Bölüm

“18.Bölüm Sessizliğin İki Yüzü”

esra
wolffcuub

Merhaba aşkuşlarımmm...

Diğer bölümün heyecanıyla oturdum dedim ki bu bölüm burada bitemezz. Fark ettiyseniz alışkın olmadığımız şekilde erkenden buluştuk, daim olsunnn...

 

Çok küçük bir şey deyip kaçacağım. 12'den sonra artık 23 yaşında çıtır biz kız olacağım. Bu hayatın bana kattığı çok dersler oldu bu zamana kadar, ağlarken gülebileceğimide öğrendim en nihayetinde. Hayatın çaba istediğini, en güzel zamanların harcanmaması gerektiğine şahit oldum.

 

Herkesin yolu farklıdır çıkardığı dersler bambaşkadır. Diyeceğim o ki kendi yolunuzu bulun...

 

Bana bu yolda kısa zamanda da olsa hayatımın bir parçası oldunuz, size teşekkürüm sonsuz. Her yorumunuzun başımın üstünde yeri var. Verdiğiniz her tepkiye içimde tekrardan yeşerten umutları tahmin bile edemezsiniz. Bu yıl da benim hediyem sizin gibi bir ailemin olmasıydı.

 

Hep olun var olun🫶🏻⭐️🎀

sizi seven yazar

-Esra

♥️

Bölüm ilahi bakış açısıyla yazılmıştır.

Yazar karakterlerin iç hissiyatını görmenizi istemiştir...

 

 

"18. Bölüm Sessizliğin İki Yüzü"

 

 

Zihnindeki uğultu git gide büyüyordu, sanki sert esen poyraz geçmişin enkazını toz dumanıyla savuruyordu etrafına. Düşünceleri birbiriyle çarpışan dalgalar gibi içinde yıkılmaz sandığı ruhunu aşındırıyordu.

 

Öylece duruyordu Doğu odanın içerisinde. Ne bir adım öne gidiyordu ne de bir nefes geriye. Hissiz görünen bu bedenin içinde bir fırtına kopmak üzereydi.

 

Çıldırmanın eşiği böyle bir yer olmalıydı. Kulağından içeri bir uğultu fısıldıyordu ona, Devam et. Diğer yanı en karanlık tarafından haykırıyordu. Bırak.

 

Nefes almayı bıraktı Doğu sanki çatlayan bir aynanın etrafında durur gibi dikkatle dinledi kendini. Bir adım daha atsa hem kendi kırılacaktı hem de her şeyi paramparça edecekti.

 

Gözleri bir yere sabitlenmiş fakat avcunda sıktığı parçalanmış kâğıdın kavrayışını kaybetmek üzereydi. Aldığı her solukta göğüs kafesine ağır bir taş oturuyor, içindeki onu uçuruma çağırıyordu. Onun için her şey bilinmezken zaten o uçurumdan salmıştı kendini bir kez, fakat tekrar aynı noktada olmak ona korku gibi garip bir arzuyu sunmuştu.

 

Ve orada, o eşikte bir anlığına zaman durmuştu. Çıldırmanın eşiğindeki o ince çizgide, kendini izledi Doğu. Ne geçmişin yükü umurundaydı ne de geleceğin korkusu, sadece o şu an için yaktı yüreğini. O eşikte her şeyle tek tek yüzleşirken bir yoklukla tekrar tanıştı. Kaybetmenin yükünü aldı sırtına.

 

Kafasını ellerinin arasına aldığında şakaklarından her bir sızı ince ince dolandı başının çevresinde. Sanki eksilen şey onun ruhunuda yanında götürmüştü.

 

Başını kaldırdı hızla, gözleri odada dolanırken masanın üzerindeki kitaplara, yatağın üstündeki tabloya ve pencere pervazında yarısı içilmiş kahve fincanında dolandı. Neyi kaybettiğini bulmaya çalıştı fakat cevabını bulamıyordu...

 

Rona'nın bu odada olduğunu bilmenin huzuru yayılmıştı tüm gece fakat Rona hiç burada olmamıştı.

 

Aslında giden sadece Rona değildi giden bir histi, giden yitik bir kaybın ardında bıraktığı çocukluğuydu. O kadın onun içindeki boşluğu dolduramamıştı, o kadın onun içi olmuştu. Kimsenin gözünü bile değdirmemesini istediği, ışığının her daim yanmasını istediği o kişi olmuştu.

 

Fakat şimdi karanlıkta kalmanın yası sarmıştı dört bir yanını. Kaybetmek bazen elinden kayan bir taştı, suya düşeceğini bilirdin fakat bazı kayıplar vardır ki bir sis gibiydi, nereden geleceği, neyi alacağı ve uzandığındaki boşluk hissini bilemezdin.

 

Ve o zaman anlardın, bekli de kaybolan aslında kendindin.

 

Parmakları arasında un ufak ettiği kâğıt parçalarını yere fırlatıp sert adımlarla çıktı odadan, Rona giderken yanına hiçbir almamıştı öyle ki çantası bile bu odadaydı.

 

"Alo, Rohat hemen Şebnem'i konağa getir," diye emir verdi.

 

"Ağabey ben Şebnem'e dünden beri ulaşamıyorum yer yarıldı içine girdi sanki. Yengeye de sordum o da konuşmamış."

 

"Konağa gel koçum," dedi Rohat.

 

"Ağabey bir şey oldu değil?" Rohat'ın sesi kelimelerinden daha fazlasını söylüyordu. Boğuk ve çatallı bir yükle konuşmuştu.

 

"Gitmişler," dedi harfleri dudaklarında eze eze. Arka planda sessizlik bir hayal kırıklığı taşıyordu. İki adamda nefes almazken kelimeleri aceleciydi

 

"Gitmezler ağabey," dedi. Rohat'ın Şebnem'den gördüğü sıcaklık bir umudun yankısı olmuştu.

 

Doğu'nun adımları dururken telefonu kulağına daha çok bastırdı.

 

"Konağa gel," dedi sadece. Rohat onun sessizliğinden anladı. Bu ses büyük yıkımın fısıltısıydı.

 

Yere her daim sağlam bastığı adımları salondan çıkıp avluya döndü "Fırat!" diye kükredi adeta.

 

Mutfağın arka kapından koşa koşa gelen Fırat'ın yakasını kavrayan eller öfkeyle sarstı adamı.

 

"Nerede Rona, nereye gitti?"

 

"Ağam," dedi Fırat hızla. "Ağam ne diyorsun yengem içeride değil mi?"

 

"Değil lan değil! Senin yardımın olmadan çıkamaz bu konaktan konuş Fırat ölümün elimden olur yoksa."

 

"Ağabey," dedi korkuyla. "Namusum üzerine yemin ederim en son öğlen hastaneden gelince gördüm bir daha görmedim."

 

"Fırat!" dedi dişlerinin arasında. "Yalan söylüyorsan, yine seni tehdit ettiği için konuşmuyorsan,"

 

"Vur ağabey beni o zaman, şüphen varsa vur beni. Evet belki yardım ederim ama onu bir yerde yalnız bırakmam ben adi değilim ağabey."

 

Parmakları ceketinin yakasını geri bıraktı. "Topla adamları avluya."

 

Fırat işaretle adamları avluya doldurduğunda Berfin Hanım koşarak çıkmıştı konakta.

 

"Ne oluyor oğlum neden bağırıyorsun?"

 

"Rona yok gitmiş."

 

Berfin Hanım'ın elleri ağzının üstüne kapanırken öfkeden gözleri dönmüş oğluna doğru yürüdü. Ateş misali attığı adımları dört bir yanı kül ederken kolunu tuttu.

 

"Gitmez!"! dedi kesin bir dille. Berfin Hanım'ın Rona'nın gözünde gördüğü şey hiçbir rüzgârın onu oradan söküp alamayacak olmasıydı. Sözleri de gözlerini tasdiklerdi her daim.

 

"Gitmedi zaten." dedi Doğu. "Gitmek zorunda kaldı." Fısıltısı kendi kendineydi. Biliyordu Rona gitmek isteseydi veda ederdi. Her veda kelimelerle edilmezdi. Sessizce de veda edilirdi.

 

Bir bakış, uzaklaşan ayak sesi fakat Rona hiçbiriyle veda etmemişti, çünkü bu veda zorunluluktu.

 

Kapının ardındaki büyük fren ses tüm sokağı çınlattığında öfkesini kapıdan çıkarmak istermiş gibi geri itip duvara çarptırmıştı Rohat.

 

Gözlerinin kızarıklığı, saf öfkesiyle birlikte gelmişti buraya.

 

"Neredeler?" dedi bağırarak. "Nereye giderler Doğu?"

 

"En son kim gördü onları?" Doğu, Rohat'ın öfkesini geride bırakarak avluda sıraya dizilmiş adamlara konuştu.

 

Adamlar birbirlerine bakarken herkes Rona'yı ne zaman gördüğünü hatırlamaya çalışıyordu. "Ben en son sizinle eve geldiğinde gördüm ağam," dedi Ali.

 

"Bir daha da görenimiz olmadı ağam, en son öğlen geldiğinde."

 

"Konağın kameralarını tek tek izleyin, bir iz, şüphelendiğiniz birisi, sokakta bekleyen araç her şeyi tek tek inceleyin." Adamlar başını sallayıp emri almışlardı.

 

"Fırat." Diye seslendi Doğu.

 

 

"Yanına adamlarını al o Karakoyun itini anasının eteklerinin altına girmiş olsa da bul getir," işaret parmağını kaldırıp ona doğru salladı. "Diri istiyorum Fırat."

 

"Emredersin." Fırat başını hızla salladığında adamlarına işaret vermişti.Konağın dört bir yanında büyük bir ayaklanma olmuşken herkes ne yapması gerektiğini biliyordu.

 

Konaktan sırayla arabalar çıktığında Mardin sokakları karış karış Doğu Karahanlı tarafından aranmaya başlamıştı.

 

İçeriden birinin heyecanlı bir şekilde annesine doğru konuştuğunu duymuştu Doğu. "Hanım ağam, ağam kapıyı açmıyor kahvaltısını veremedim."

 

Aynı anda Rohat Fırat'ın önünü kesmişti. "Dün siz geldikten sonra sizin odaya çıktım Rona'ya Şebnem'i sormaya. Kıpkırmızıydı gözleri, gelişi güzel cevaplar verdi kendinde değil gibiydi ama bir şey saklıyordu."

 

"Ne dedi sana?"

 

"Şebnem arada yapar merak etme falan dedi sonra Gülfem geldi zaten yemeğe çağırmaya gelmeyeceğim diye yükseldi."

 

Akşam yemeğe gelmeyeceğini biliyordu zaten Doğu. Her zamanki inatlarından birini olduğunu düşünmüştü.

 

"Ağabey, ya başlarına bir şey geldiyse, ağabey Şebnem'e ya bir şey olursa."

 

"Oğlum," dedi Doğu Rohat'ın omzunu sertçe sıktı. "Görmedin mi onları ikisi ayrı ayrı neler yaptılar. Onları bu yaşlarına kadar hiçbir şey yıkamamış şimdi bir şey olur mu?"

 

"Olmaz değil mi?"

 

"Olmayacak." dedi Doğu eminlikle. Rona'nın düşen gardını görmüştü ama bu onun için sorun değildi. Onun karısı kanayan yarasına rağmen her daim ayakta dik durmuştu.

 

"Onların ikisine baktığımda dünyayı omuzlarında taşıyan iki kadın gördüm hep. Asla sarsılmayan, kimseye boyun eğmeyen kadınlar onlar. Sen ve ben asla onları anlayamayız, tırnakları dahi olmayız ama yapacağımız tek şey sağ salim onları bulmak Rohat. O yüzden kendine gel dimdik dur ayakta, Şebnem geldiğinde seni yıkılmış halde mi görmesini istersin?"

 

Başını salladı yavaşça, bazı insanlar gücünü sertlikten alırken Rohat yumuşaklığından alırdı. O bir fırtınanın içinde bile dinginlikle beklerdi sakinliği. Sözlerinde sivrilik yoktu, can yakmayı babasından öğrenmişti ama can yakmazdı. İnsanları incitmeden ikna etmek onun en keskin silahıydı.

 

Zorluklar karşında öfkelenmezdi ama hayatına birden giren kadının kaybını yaşmak onun en derideki anılarını canlandırmıştı. Kaybetme korkusu onun damarlarında öfke misali yayılmıştı. İsyan etmeyen benliği dağa taşa nefret kusmak istedi o sadece mutlu olmak istemişti ama hayat babası misali yine onun elinde mutluluğunu almıştı.

 

"Doğu," dedi sığınak bildiği adama.

 

"Bulalım onları, bir kez iyi olduğunu görsem yeter. Yeter ki iyi olduklarını bilelim yeter ki nerede olduklarını bulalım."

 

"Bulacağız oğlum." Eli kuzeninin ensesini güç vermek istermiş gibi baskı uyguluyordu. "İyiler onlar, ama gidip bulacağız."

 

🔗

 

Kamera kayıtlarını üç kez baştan izlemişlerdi fakat hiçbir ize rastlayamamışlardı. Gece her zamanki gibi geçmişti hiçbir farklılık yoktu. Adamlar sırasıyla nöbet değişimleri yapmışlar, hiç bir yabancı sokaktan bile geçmemişti izledikleri kayıtlarda.

 

 

Aradan geçen iki saatten sonra bilgisayarların önünde iki farklı uçta otururken buldular birbirlerini. Aralarındaki mesafe yalnızca birkaç adımdı fakat iki farklı adamın iki ayrı sessizliği vardı.

 

Sessizlikleri her geçen dakika iki fırtına gibi büyüyordu aralarında. İkisi de bir şeyler söylemek istiyor ama kelimeleri yeterli bulamıyorlardı.

 

Sözcükler sadece boğazda düğümlenen sessiz bir yük olmuştu onlar için.

 

Biri dizlerine dayadığı kollarıyla ellerini sıkıyordu. Parmaklarını o kadar sert kenetlemişti ki tırnakları avuç içinde izler bırakıyordu. Durdurduğu videoya boş gözlerle baktı, tam üç kez belki bir ayrıntı görürüm diye tekrar tekrar izledi ama her bitişte bu düşünce yüreğine taş gibi oturmuştu.

 

Dört bir yana haber salmıştı fakat hiçbirinde daha bir seste çıkmamıştı.

 

 

Diğeri ağır adımlarla yürüyüp pencere kenarına oturmuştu. Gözleri güne rağmen kasvetlenmiş havaya döndü. Bu kasvetin sessizliği içinde vesvese veren korkuyu dahada büyütmüştü. Elini cebine atıp bir şeyler aradı belki bir sigara belki de bir umut. Ama ne eli ne de zihni aradığı şeyi bulamıyordu.

 

Şebnem'in yüzü gözlerinin önüne geliyor, ama bu hatıra bıçak gibi yüreğine saplanıyordu. Bu kadın kısa sürede hayatının merkezine erişmişken şimdi kontrolsüz kalmış misali ne yapacağını bilmiyordu.

 

Biri öfkeliydi belki de kendine, belkide hayatın acımasızlığına. Diğeri ise derin bir kabullenişin içinde kaybolmuştu; çünkü bazı şeylerin kontrol edilemeyeceğini bilmek, çaresizliğin başka bir yüzüydi.

 

Doğu ve Rohat göz göze geldiler. O an bir şey konuşmadan da birbirlerini anladılar çünkü ikisi de aynı duygunun esiriydiler.

 

Onları bu kadar sessiz yapan şey, sadece belirsizliğin ağırlığı değildi, aynı zamanda sevdiklerinden gelen bir haberin neyi değiştireceğini bilememekti.

 

İyi haber onları hafifletecek miydi, yoksa kötü bir haber, her şeyi daha da ağırlaştıracak mıydı?

 

🔗

 

 

Metalin pis kokusunu yağan yağmurun bile temizleyemediği izbe bir deponun kuş uçmaz kervan geçmez noktasındalardı.

 

Sarkık bir ampulün gücü bu karanlık ortamın ağırlığını aydınlatmaya yetmiyordu.

 

Cengiz Karakoyun' un oturduğu tahta sandalye gıcırdayarak sabırsızlığını ele veriyordu. Mardin'in günü aydınlatan ateşi bile bu karalık depoya ulaşmıyordu.

 

Elleri kurumuş deriyi andıran iplere dokunurken bileklerini kesen soğuk iplerin nasıl bir ceza taşıdığını düşünmemişti çünkü ne yaptığını biliyordu.

 

"Seni uyardım," diye mırıldandı ama sesi depoda yankı yapacak kadar güçlüydü. "Buradan gideceksin dedim gitmezsen son gördüğün yüz ben olurum dedim Karakoyun."

 

Cengiz ağzındaki kanı tükürüp psikopat bir sırıtışla gülümsedi. Fırat'ın adamları onu hırpalamışlardı ama bu Cengiz'in gülüşünü bozmaya yetmemişti.

 

"Tam da gidiyordum bir baktım adamların beni son bir yemeğe çağırdığını söylediler." Sağ gözündeki şişkinlik gözünü açmasını engelleyecek kadar büyümüştü.

 

"Son akşam yemeği," deyip ardından koca bir kahkaha attı.

 

Doğu sertçe sıktığı yumruğunu Cengiz'in yüzüne geçirerek sandalyeyle birlikte yere düşürmüştü.

 

"Konuşma lan evveliyatını siktiğim, konuş dedim mi lan ben?" Öfkeyle yere eğilmiş yerde yatan bedene bağırıyordu. Düşünceleri soğuk bir bıçak gibi içini dilimlerken şu anlık galip olan öfkesiydi.

 

Adamlardan biri Cengiz'i geri doğrulttuğunda burnundan akan kanı tekrar ağzına sürülmüştü.

 

"Karım nerede lan, nereye kaçırdın onları?"

 

"Kaçtı mı?" diye daha yüksek bir kahkaha attı.

 

"Tutamadın değil mi elinde? Söyledim sana ele avuca sığmaz o esir tutamazsın onu Ağa." Boynunu ileri sürmüş büyüttüğü gözleriyle konuşuyordu Doğu'ya.

 

Doğu'nun parmakları tekrar öfkeyle kasıldığın da bir yumruk daha indi yüzüne.

 

"Bugün buradan ölün çıkmayacak duydun mu lan beni? Eğer Rona'ya bir zarar gelirse seni sadece öldürmem Cengiz. Ölmek için yalvarırsın ama yine de öldürmem."

 

Bedeni deponun soğukluğuyla yüzleşirken soluduğu çürüyen tahta ve paslı demirin kokusu ciğerlerini yakmıştı.

 

"Ben yapmadım," diye mırıldandı kendi kendine. Hastalıklı ruhu kulalarına sinyallerini gönderirken dudakları dua edermiş gibi tekrar aralandı. "Ben yapmadım."

 

Yüzünde beliren gülümsemesi bir belirip yok olurken, "Kaybettin Rona'yı," Diye haykırdı. Kendini öyle sert şekilde çekmişti ki bağlı olduğu ipler derisinde kesikler açmıştı.

 

Beyni ona oyunlar oynarken karanlık bir odanın içerisindeydi artık. Beynine kazıdığı kadının eski anılarını deşti parmaklıyla. "Belki de bir şey yaptım," dedi. Belki de unuttuğu, bilmeden işlediği bir günahı daha vardı.

 

Cengiz Karakoyun defalarca işlediği günahları unutmuştu, neden yine aynısı olmasındı?

 

Ama hayır bu suç onun ellerinden çıkmamıştı. "Ben yapmadım!" diye bu sefer daha yüksek bir sesle haykırdı. Sözcükler boş depoyu doldurdu ama sonra hızla sessizliğine gömüldü. Sanki yankılar bile tam tersini söylüyordu.

 

"Oynama benimle Cengiz, senin deliliğin bana sökmez. Hala şansın varken konuş."

 

"Ben yapmadım, ben Rona'yı kaçırmadım. Ben yapmadım." Sözcükler dilinin döndüğü kadar yuvarlanırken yüzü duygunun her haline bürünüyordu.

 

"Cengiz," dedi Doğu yakasını sertçe kavrayarak. Sandalyenin ön ayakları hafifçe havalanmıştı bu güçle.

 

"Rona nerede Cengiz, Şebnem nerede? Nereye kaçırdın onları?"

 

Gözleri birden siyahın en karasına bürünürken artık yüz yüzeydiler.

 

"Onları asla bulamayacaksın!" dedi. "O senden gittiyse o istemediği sürece onu artık bulamazsın."

 

Elini Cengiz'in boğazına sardı. Gözleri sert bir fırtınanın öfkeli dalgaları gibi karardı. Yere bastırdığı her adımı, yerin derinliklerini sarsacak kadar ağırdı. Yüzünde, bastırılmış volkanların kıvılcımları dolaşıyor, gözleri adeta ateşle oyulmuş çukurlar gibi parlıyordu. Elleri, kontrolsüz bir titreme ile sıkılıyordu, bu ne kadar sakin kalmaya çalışsa da içinde taşan öfkenin bir yansımasıydı.

 

"Cengiz" dedi sıktığı dişlerinin arasından. "Sana bu hayatta cehennemi yaşatırım, bütün ailenin kafasına tek tek sıkarım. Herkesin ölümünü sana izletirim. Sakın benimle oynama."

 

Nefesi hızlıydı, göğsü her yükselişinde bir dağın tepesine varıyor, her inişinde uçurumlara yuvarlanıyordu. Sanki içinde konuşan başka bir ses vardı onun kontrolünü ele geçirmek isteyen, bağıran, haykıran bir ses. Sıkılan boğazından hava süzülmezken kulakları uğulduyordu ayaklarını oynatmaya çalıştı ama faydasızdı.

 

Git git de Doğu'nun öfkesi bir zehir gibi damarlarında dolaşıyor, onu ele geçiriyordu.

 

Cengiz Karakoyun 'un sözleri boğazında düğümlenmişti. Sadece bakışları konuşuyordu. Bakışlarında tekrar bir öfke belirdi.

 

Doğu sertçe bıraktığı boğazını yana savurduğu bedeni tekrar yerle bir olduğunda öksürükleri ardı sıra geldi.

 

Cengiz'i öfkelendiren Rona için yanan adamı görmüş olmasıydı.

 

İnsanın yalnızca bedenini değil, ruhu da yanardı. Ve onun ruhu şimdi cayır cayır yanan bir orman gibiydi, her şeyi kül etmeye hazır. Cengiz bunu görmüştü...

 

"Ben yapmadım ama seni bu hale düşüren her kimse," sertçe tekrar öksürdü.

 

"Ona minnettarım."

 

Doğu yavaşça yerde yan dönmüş sandalyeye bağlı adamın önüne dizlerini kırarak eğildi.

 

"Kaybettin Doğu Ağa. Hiçbir zaman senin olmayanı kaybettin, layığını buldun."

 

Doğu yavaşça gülümsedi. Gülüyordu. Ama bu, bir neşenin ya da mutluluğun gülüşü değildi. Bu, içindeki öfkenin taşacak yer bulamadığında aldığı tekinsiz bir biçimdi.

 

Dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı, dişleri hınçla sımsıkı birbirine kenetlendi. Kahkahası, deponun yaş duvarlarında yankılanan boş bir tehdit gibiydi keskin, soğuk ve içinde bir yangının izlerini taşıyan.

 

"Ben asla kaybetmem."

 

"Kaybedeceksin" dedi Cengiz kendi kendine, kahkahanın içinde kırılan bir fısıltıyla. "En çok sen kaybedeceksin, hem de hiç ummadığın bir anda elindeki kayıp gidecek ve ben bunu en yakından izleyeceğim?" Kendi öfkesinin içinde boğulurken, gülüşü bir çığlık kadar acı verici bir yankıya dönüştü. Bu, kendine karşı bir zafer ilanı mıydı yoksa tüm dünyaya karşı bir meydan okuma mı, oda da ki kimse anlayamadı.

 

Doğu'nun soğuk gülüşü aniden kesildi, odanın içinde bir bıçak gibi havada asılı kaldı sözler. Ama hala titreşimlerini hissediyordu, sanki o gülüş, kendi içindeki fırtınanın yankısı olarak ruhunun duvarlarını çarpıyordu. Sinirinden doğan bu gülüş, bir infilakın sessiz habercisiydi. Gülmek, öfkenin dilini konuşmanın en keskin yoluydu bazen. Ve o, bu dili herkesten daha iyi biliyordu.

 

Cengiz Karakoyun 'un gözlerinin en derinine baktı, hakikati orada görmüştü.

 

"Bütün kemiklerini kırın, parmağını oynatacak gücü bulamasın kendinde."

 

Bu acımasız sözlerle dumura uğrayan adam korkuyla baktı karşısındaki yüze.

 

"Belki o zaman bize bir şeyler söylemek ister."

 

Ayağa kalkıp yüzünü Rohat'a döndüğünde kendini tutmakta zorlandığını görmüştü. Bu onun içinde çok zordu.

 

"Rohat," dedi başıyla çıkışı işaret ederek.

 

Rohat zor da olsa Cengiz'in üzerinden çektiğinde bakışlarıyla sıktığı yumruklarını derin nefes alarak serbest bıraktı.

 

Deponun demir kapısı açılıp kapandığında kasvetli hava ikisinin yüzüne vurdu. İkisi de tek kelime etmeden Doğu'nun uzattığı sigarayı yakıp zehri yavaşça içlerine çekti. Verdikleri duman havaya karışıp kaybolduğunda sonu gelmeyen bir döngü gibiydiler.

 

Kafasını yavaşça kaldırıp gökyüzüne baktı gece olmasını istemedi, güneşin onu terk edip gitmesini istemedi, ışıksız kalmak istemiyordu.

 

Işığı yanında yokken geceleri kör gibiydi.

 

Başı gökyüzüne dönükken beklenmedik bir anda o tanıdık titreşim ve tiz zil sesi kulaklarını doldurdu. Zaman, o an için durdu. Nefesi kesildi, kalbi bir an sustu ve sonra hızla atmaya başladı. Sanki tüm evren, o telefonun sesiyle birlikte titremişti. Kötü bir haberin ona verilmesi istediği son şeydi.

 

Parmakları telefona doğru uzandı, ama bu hareket öyle yavaştı ki, aradaki saniyeler bir ömre bedel gibi geldi.

 

Telefonu ceketinin cebinden eline aldığında, kalbinin ritmi artık kendi kontrolünün dışındaydı. Hozan'ın aradığını gördüğünde derin bir nefes aldı ve parmağı yeşil tuşa dokundu.

 

"Efendim?" dedi, ama sesi o kadar boğuktu ki kendisine bile yabancı geldi. Bu bir sonun başlangıcı mıydı, yoksa beklediği ferahlığın kapısı mıydı? Cevap, şimdi karşıdaki seste saklıydı. Ama o ses gelene kadar, içinde yankılanan tek şey o telefonun çalma sesiydi.

 

"Halam geldi Berivan'la, annemi evden kovamaya çalışıyor ağabey tutamıyoruz dinlemiyor kimseyi."

 

Arkadan bağrışmaları duydu Doğu.

 

"Kapat geliyorum, ben gelene kadar kimse o evden ayrılmasın Hozan."

 

🔗

 

Tekerlekler büyük bir feryatla konağın önünde durduğunda kapısı sertçe kapandı. Bağırışlar konağın dışına taşıyordu neredeyse.

 

Kapı Doğu için açılırken hiç beklemeden içeriye girdi. Yol boyunca içini kemiren düşünce ur gibi yayılmıştı tüm vücuduna.

 

Sesin geldiği yöne doğru dönerken adımları hiddetle tırmanıyordu merdivene. Kapının arkasındaki bağırışlar, sabrını daha da tüketiyordu. Bu hesaplaşmayı ertelemek istemiyordu. Bugüne kadar sustuğu her şey, şimdi boğazında düğümlenen bir çığlık olmuştu.

 

Annesinin odasının önüne geldiğinde Berivan duvar gibine çökmüş başını ellerinin arasına almıştı. Helin'in haykırışı Kadriye Hanım'ın öfkesiyle karışıyordu.

 

Yarım olan kapıyı sertçe itip içeriye girdiğinde herkesin şaşkın bakışı üzerindeydi.

 

Halasının yüzündeki şaşkınlıkla karışık rahatsızlık ifadesi Doğu'yu daha da kamçıladı. O altında yatan gerçeklikle karşılaşmak bile içindeki öfkeyi alevlendirmişti. "Doğruyu söyle," dedi, sesi kontrolsüz bir öfkeyle yankılandı. "Ne söyledin ona? Ne yaptın da gitti?"

 

Kadriye Hanım, bu suçlamayı karşılamaya hazır değildi gözlerini aniden indirerek kaçamak bir ifadeye büründü. Ama bu kaçış, Doğu'nun öfkesine su taşımaktan başka bir işe yaramıyordu.

 

"Seni kendimden saydım, evime aldım, soframa oturdum! Ve sen..." Sesi çatladı, boğazı kuruydu. Bir an için söylemek istediği her şeyi, hakaretleri ve ithamları boğazında tutmak zorunda hissetti. Çünkü kelimeler yetmiyordu. Bu ihaneti anlatmaya kelimeler yetersizdi.

 

Halası bir şeyler mırıldandı, kendini savunmaya çalıştı belki, ama Doğu o sözlere kulak asmıyordu. Çünkü onun içinde, gerçek çoktan hükmünü vermişti. O kadının fısıltılarıyla, zehirli bakışlarıyla, karısının aklına soktuğu her şeyle artık bir yüzleşme anı gelmişti.

 

Rona güçlüydü. Asla kimsenin sözlerine boyun eğmezdi. Onu mecbur bırakmıştı bir şeye.

 

"Neyle tehdit ettin onu?" Artık tamamen emindi ona bunu yapan karşısındaki kadındı.

 

Halasının sessizliği, Doğu'nun öfkesini besleyen son bir damla oldu. Kolunu tutup sertçe odadan çıkarttı. Merdivenleri hızla inerken Berivan'ın bağırışlarına kulak asmadı.

 

Biliyordu yüzünde ne öfkenin alevi ne de üzüntünün gölgesi vardı sadece ifadesizdi, taş kadar sert ve anlaşılmaz. Onun için gerçekler çoktan açığa çıkmıştı. Halasının yıllardır sessizce ördüğü ağları, bir bir çözmüş, o zehirli niyetin her düğümünü görmüştü. Artık o kadın, aileden biri değil, konağın içinde sessizce büyüyen bir çıyan gibiydi.

 

"Yıllardır bu evin duvarları seni korudu," dedi sonunda, sesi taşkın bir ırmağın altında saklı akıntısı kadar sakindi. "Ama artık o duvarların ardına saklanamazsın." Sesinin her kelimesinde bir tehdit vardı ama bu tehdit bağırarak değil, fısıltıların gücüyle dile gelmişti.

 

"Senin bu aileye yaptıklarını görmezden geldiğim her gün, kendi adaletimi kirlettim. Ama bu da bitti."

 

"Doğu." dedi kadın ürkek bir tonda.

 

"Bu ailede, bir yılanın yaşayacak yeri kalmadı," dedi, kararlı bir tonda.

 

Bir araba önlerinde durduğunda Doğu, halasının kolunu bıraktı.

 

Kadriye Hanım için yolun sonuydu biliyordu.

 

"Karım nerede?" dedi.

 

"Bulamayacaksın."

 

Doğu'nun gözleri öfkeyle kapanıp açıldığında havaya ateşlenen birisinin sesini duydu herkes.

 

Rohat bağırdığında herkes arkadan gelen sese doğru dönmüştü.

 

"Ya kızlara ne yaptığını söylersin ya da oğlunun beynini havaya uçar hala!" son kelimeyi üstüne bastıra bastıra söylemişti.

 

Kolunu boğazına sardığı adam debelenip duruyordu fakat Rohat o kadar sık tutuyordu ki başına dayanan silahtan kurtulamıyordu.

 

"Erkan!" diye haykırdı Kadriye Hanım.

 

Öne atıldı fakat Doğu kolundan tutup onu durdurdu.

 

"Küçük oyunlarının senin başına bela açacağını söylediğim günü hatırlıyor musun? Artık senin de kaybedecek bir şeyin var."

 

"Söyle, Rona ve Şebnem nerede?"

 

"Gittiler diye haykırdı. "Gittiler Allah'ın belaları gittiler."

 

"Nereye!" diye tekrarladı Doğu.

 

"Bilmiyorum yurt dışına çıkacaklar!"

 

Silahı tekrarı havaya ateşledi Rohat. "Ne dedin de gittiler, konuş yoksa dağıtırım bunun beynini."

 

"Arkadaşını kaçırdım. Gitmezsen öldürürüm dedim gitmeden boşanma evrakı imzalattım ona, senden boşanıp öyle gidecekti."

 

"Şimdi neredeler dedi Doğu." İçini kaplayan hissin tarifi yoktu onun nezdinde şu an.

 

Biliyordu en başından beri Rona'nın gitmeyeceğini biliyordu, ama bir yanı hala yaralıydı.

 

"Sınıra bırakacaklardı liman, liman var." Kadriye Hanım ağlamaktan helak olmuş gibi ellerini göğsüne yaslandı. Oğlunun başına dayanan silahı gördükçe ruhu acıyordu.

 

Doğu hızlı telefona sarıldığında , Rohat da elinin altındaki adamı hızla yere fırlattı.

 

Fırat Erkan'ı yerden alıp tekrar başına silah doğrulttuğunda Kadriye Hanım bir adım dahi atmadan oğlunu izledi.

 

Konağın avlusu, kargaşanın sıcak nefesiyle kaynıyordu. Herkesin yüzünde, korku ve belirsizliğin çizdiği derin gölgeler vardı. Çığlıklar ve boğuk fısıltılar, taş duvarlara çarpıp yankılanıyordu.

 

Tam o sırada, avlunun demir kapısı gıcırdayarak açıldı. Uzaklardan bir motor sesi duyuldu. Ses, önce inceden bir uğultu gibi başladı, sonra gittikçe yaklaşan bir fırtına gibi kulakları doldurdu. Herkes bir an için hareket etmeyi bıraktı o an, zaman durmuş gibiydi. Kalabalığın gözleri kapıya çevrilmişti, kimsenin çıtı çıkmıyordu.

 

Derken, büyük ve heybetli bir araç, konağın avlusuna girdi. Toz bulutları arasında, gözler parladı. Şok, heyecan ve inançsızlık birbirine karıştı.

 

Arabanın kapısı açıldığında topuk sesi büyük bir yankıyla ses çıkarttı. Siyah topuklularını sertçe yere sağlam vurup beyaz takımıyla ilk inen Rona oldu. Dik duruşuyla, sanki kaostan doğmuş bir kahraman gibi göründü.

 

Saçları iki yanına dökülürken dudaklarındaki kırmızı ruju intikamın ateşiyle renklenmişti. Gözleri kimsede oyalanmadan Doğu'yu bulduğunda ateşe dökülmüş benzin gibi ikisi de birbirlerinin gözlerinin içinde kayboldular.

 

Ardından Şebnem göründü simsiyah elbisesiyle. Yüzünde bir cesaret ve dirayet ifadesi vardı. Sarı saçlarını bu yangına sert direnişle parlıyordu. Büyük bir sakinlikle yan yana geldi iki kadın, sanki tüm bu karmaşa onların kontrolündeymiş gibi.

 

Rohat'ın adımları sertçe kesildiğinde gördüğü yüzle donup kalmıştı. Yüzüne hasret kaldığı kadın gözlerinin önündeydi artık. İkisinin de gözbebekleri aceleyle birbirlerini buldular. Özlem ikisinin de gözlerinden okunuyordu.

 

Rona, konağın geniş avlusunda adım adım ilerlerken, gözleri öfke ve merakın karanlık bir girdabında kaybolmuştu.

 

Kolları yanlarında gevşekçe duruyor gibi görünse de her adımında parmaklarının istemsizce yumruklarını sıkması dikkatlerden kaçmıyordu.

 

Yüzünde, fırtına öncesi bir gökyüzünün gerginliği vardı; dışarıdan sakin ve kontrol altında görünse de içinde kopan kasırgayı susturmak için çabaladığı belliydi.

 

Ve işte o an, Kadriye Hanım'ı gördü. Avlunun taş duvarına yaslanmış, sanki birazdan kopacak olan hesaplaşmayı bekliyormuş gibi güçsüzce duruyordu.

 

Kadriye Hanım soğukkanlı bir tavır takınmış olsa da gözleri Rona'nın yakıcı bakışlarından kaçıyordu. Rona, kadının bu kaçamak bakışlarından bile sorularına cevap bulmaya çalışıyordu öfkesi daha da keskinleşmişti.

 

Yüzündeki ifade değişti. Öfke artık gizlenmiyordu, ama bu öfke bağıran bir çığlık değildi tam aksine, sessiz, soğuk ve derinden gelen bir kızgınlıktı.

 

Kaşlarının arasında beliren derin çizgi, gözlerindeki karanlığı daha belirgin hale getiriyordu. Dudakları, kadının varlığına karşı bir direniş göstermek istercesine yavaşça gülümseyerek açılmıştı.

 

Kadriye Hanım'a doğru bir adım daha attı. Artık aralarındaki mesafe, bir nefes kadar yakındı. Rona'nın gözleri, kadının suratını delip geçecek kadar keskindi. Yüzünde, yalnızca bir suçlamanın değil, aynı zamanda öfkenin de izleri vardı. Çünkü Rona'nın zihninde bu kadın, sadece bir hain değil, aynı zamanda bir ailenin yıkıldığı enkazıydı.

 

"Merhaba Kadriye Hanım." Başını hafifçe eğdi ama bu, pişmanlığın değil, yalnızca Rona'nın bakışlarının ağırlığından kaçmanın bir yoluydu.

 

Rona'nın yüzü ise hiçbir şey saklamıyordu. Bu yüz, bir savaşın başlangıcını, güvenin ölümünü ve adaletin talebini haykırıyordu. Ve o an, Rona'nın ifadesi, bir insanın yüzünden ziyade, bir fırtınanın ta kendisiydi.

 

"Lütfen kaldırın başınızı, neredeyse pişman olduğunuza inanacağım."

 

Kadriye Hanım inatla yere bakmaya devam edince Rona bu durumdan sıkılınca parmaklarını kadının çenesine sarıp sertçe havalandırdı.

 

"Kaldır başını iyi bak, bak buradayım işte gördün mü?"

 

"Bak!" diye tısladı Şebnem'i göstererek.

 

"Canımı yakamaya çalışanın canını alırım."

 

Bu sefer sağ taraflarında kalan Fırat'ın silahı dayadığını adama çevirdi yüzünü.

 

"Bende senin canını yakmaya geldim."

 

"Hayır!" dedi kadın kaybetme korkusunu tekrar hatırlayarak.

 

"Kurbanın olayım bana bağışla oğlumu."

 

Sıktığı çenesini bıraktı geri bıraktı Rona. "Acıymış değil mi? Canın yandı öyle değil mi?"

 

Kadın göz yaşları arasında ürkekçe bakıyordu.

 

"Bende öyle hissettim, sen benim kardeşime zarar vereceğini söylediğinde bende aynı acıyla yandım ama sen bana acımadın."

 

Kadının gözleri büyük bir şokla açıldığında kendini yere bırakarak Rona'nın ayaklarına tutundu. Rona ayaklarının dibindeki kadına baktığında içinde hiçbir acıma duygusu yoktu.

 

"Yalvarırım sana yapma, affet beni kurbanın olayım affet beni. Tek oğlum o benim, atam ondan başka kimsemiz yok."

 

Bacağına sarılmış kadından ayağını kurtardığında birkaç adım geri yürüdü.

 

"Ne demiştin bana hatırlıyor musun? Senin de ondan başka kimsen yok dedin, beni kimsesizliğimden vurup tek ailemi öldürmekle tehdit ettin beni."

 

"Yalvarırım," diye bağırdı kadın "Affet beni ben ettim sen etme." Berivan koşarak annesine geldiğinde o da yere çöküp annesinin üstüne kapanmıştı.

 

"Affet bizi," dedi Berivan.

 

"Yalvarırım affet gidelim bir daha söz karşına çıkmayacağız."

 

Rona avlunun ortasında dimdik ayakta duruyordu. Gözleri, yere çökmüş iki kadın üzerinde bir dağ gibi yükseliyor, bakışlarıyla onları ezip geçiyordu.

 

Hala ve Berivan, dizlerinin üzerine çökmüş, elleri birleşmiş bir yalvarışın sessiz çığlığını sergiliyordu. Gözyaşları taş zemine dökülüyor, ama o taş kadar sert bir yüreği yumuşatmaya yetmiyordu.

 

Rona'nın yüzü, bir volkanın patlamaya hazır yüzeyi gibiydi. Kaşlarının arasında toplanan çizgiler, öfkesinin derinliğini kazıyordu. Ona yaşatılacağını düşündüğü kaybın korkusu gitmek bilmemişti.

 

"Yalvarıyorsunuz," dedi Rona, sesi taş gibi sert, ama bir o kadar da derinden gelen bir tınıyla. "Ama bu gözyaşlarınızın altında saklanan zehri çok iyi biliyorum." Halanın ve Berivan'ın yüzlerine baktığında, yalvarışlarına rağmen gözlerinin ardında saklanan korkuyu görüyordu. Onlar için bu an, yalnızca kurtuluş için bir çırpınıştı.

 

" Verdiğim sözden dolayı benim için bu hesap çoktan kapandı," dedi sonunda, sesi kararlılıkla yankılandı. "Ama size bıraktığım yük, taşıyabileceğinizden daha ağır olacak." Onlara son bir kez baktı, gözlerindeki öfke ve kederin keskinliğiyle. Ve o an, yere kapanan iki kadın ne kadar küçülürse küçülsün, Rona'nın büyüklüğü karşısında kaybolmuş gibiydi.

 

"Fırat indir silahı oğlum."

 

Konağın avlusu, o güne kadar görülmemiş bir sessizliğe gömülmüştü. Herkes, toz bulutlarının içinden ağırcana gelen siluete bakıyordu. Kimse gözlerine inanamıyordu çünkü bu siluet, onlara hem bir mucizeyi hem de geçmişin ağırlığını hatırlatıyordu. Kalender Ağa.

 

O uzun yıllardır odasından çıkmayan, varlığı efsaneye dönüşen adam... Şimdi ise eski görkeminden geriye kalan haliyle, ama hala dimdik başıyla avluda beliriyordu.

 

Kalender Ağa'nın sandalyedeki duruşu, bir hükümdarın tahtında oturuşunu andırıyordu. Yıllardır sessiz kalmış, gölgelerde kaybolmuş olan bu adam, şimdi avluya kararlı bir hava yayıyordu. Sandalyesini iten Şebnem, onunla birlikte bir fırtına getirmiş gibiydi.

 

Kalender Ağa'nın yüzünde derin çizgiler vardı yılların ve acıların oyduğu, ama gücünü yitirmemiş bir yüz.

 

Gözleri, yıllar boyunca penceresinden izlediği dünyanın tüm detaylarını hâlâ kavrayabilen bir bilgenin gözleri gibiydi. Sessizliği, avludaki insanların üstüne ağır bir örtü gibi çökmüştü. Çünkü Kalender Ağa'nın tek bir bakışı bile, ağızdan çıkan her sözden daha etkiliydi.

 

Kalabalıktan biri, "Kalender Ağa?" diye fısıldadı, ama sesi o kadar alçaktı ki rüzgar bile taşıyamadı.

 

İnsanlar birbirlerine baktı kimse o sandalyede oturan adamın gerçekliğini kabul etmek istemiyor gibiydi. Çünkü Kalender'in odasından çıkışı, sadece bir geri dönüş değil, aynı zamanda büyük bir hesaplaşmanın habercisi gibiydi.

 

Rona ve Şebnem, Kalender Ağa'nın arkasında dururken, insanlar bu üçlünün arasındaki bağa bir anlam vermeye çalışıyordu. Ama gerçek çok açıktı Kalender Ağa sessizliğiyle bile bu konağın ve bu ailenin kalbiydi. O kalp, şimdi yıllar sonra yeniden atmaya başlamıştı.

 

Kalender Ağa, avlunun ortasında sandalyesini durdurdu. Gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirirken, insanların bakışları yere düştü. Kimse onun gözleriyle yüzleşmek istemiyordu. Ama o, ağır bir nefes alıp konuştuğunda, sessizlik paramparça oldu...

 

"Yıllar boyunca bekledim," dedi, sesi bir kayadan kopup gelen yankı gibi. "Ve şimdi buradayım. Bu evin, bu ailenin hakkını korumak için... Ve kendi adımı yeniden hatırlatmak için."

 

Onun bu sözleri, avluda bir fırtına gibi esti. Şok yerini derin bir saygıya bırakırken, insanlar Kalender Ağa'nın sandalyede oturmasına rağmen hâlâ bir dağ gibi göründüğünü fark etti. Ve o an, herkes için bir gerçek daha netleşti: Kalender Ağa sadece kendi odasından değil, tüm geçmişinden ve suskunluğundan kurtulup geri dönmüştü.

 

Derin bir nefes aldı, sesi titremeyen bir kararlılıkla yankılandı.

 

"Bu çocuklar artık benim evlatlarım... Kim onlara dokunursa, bana dokunmuş olur. Kim onları yok sayarsa, Kalender Ağa'yı yok sayar. Unutmayın, ben yıkılmadım. Onlar da benim gibi yıkılmayacak!"

 

Sesi kesildiğinde avluda yalnızca kalplerin gürültülü çarpışı duyuluyordu. Kalender Ağa bu sözlerle yalnızca Rona ve Şebnem'i değil, geçmişte kaybettiklerini de yeniden sahiplenmişti. O an, herkes bir gerçeği anladı, Kalender'in sözü, bu konakta bir mühür kadar kesin, bir yemin kadar güçlüydü.

 

Bölüm Sonu

Bölüm : 24.01.2025 20:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...