
"19.Bölüm Affetmenin Sessizliği"
24 Saat önce
21.30
Mardin'in taş sokaklarına karanlık çökmüştü...
Gökyüzü kara bir örtü gibi tüm şehri sararken, yıldızların bile cılız ışığı taş binaların arasına ulaşamıyordu. Rona, Kalender Ağa'nın odasına doğru adımlarını ağır ağır atıyordu. İçi sıkışık duygularla dolup taşarken kalbinin feryadına sağır etmek zorunda kaldı kendini.
Kapıya ulaştığında ağır ahşabına üç kez vurduğunda etrafta derin bir sessizlik vardı.
İçeriden "Gel" sesi duyulduğunda kapıyı usulca açtı.
Kapı hafif gıcırdayarak aralandığında içerideki loş ışık ilk kez onu ürkütmüştü. Geniş ahşap kapı tamamen açıldığında odanın sertliği hemen tüm hücrelerini sarmıştı Rona'nın.
Rona ilk kez odayı bu kadar çok izledi, ağır ağır adımlar atarken bu odanın diğer odalardan çok farklı olduğunu yeni fark etmişti. Burası karamsarlığın ana merkezi gibiydi. Konaktan ilk kez ürperdiğinde dışarıdan baktığında bu odanın ışığı vurmuştu sadece yüzüne.
Kalender Ağa kendini buraya diri diri gömmüştü. Belki yıllarını belki de yılları...
Gözü her zaman durduğu pencere önündeki adama ilişti. Yılların ağırlığını omuzlarında taşıyan bir dağ gibi oturuyordu. Sırtını sandalyenin derisine yaslamış, yan duruşundan bile belli olan set ifadesi ile dünyadan kopmuş gibiydi.
"Beni sürekli rahatsız ediyorsun." Sesi derin ama sertti.
"Kalender Ağa" diye başladı. Keskin bakışları ağanın üstüne hizalandığında derin bir nefes aldı.
Bu konuşma her ikisi içinde dönüm noktası olacaktı, bu odadaki herkes bunu biliyordu.
"Sizi rahatsız etmek istemezdim ama..."
Ağanın gözleri derin sessizlikle Rona'nın üzerinde gezindi. Sandalyesini tamamen çevirdiğinde Rona'nın önüne sürdü.
"Kız kardeşiniz..." dedi sesi alttan gelen öfkeyle. "Beni tehdit etti."
Yeşillerine yaş dolarken kendi tutuyordu Rona. Boğazına takılan kelimelerle yutkunmaya çalıştı.
"Şebnemle. Eğer Doğu'yu terk etmezsem, ona zarar vereceğini söyledi Şebnem şu an onun elinde."
Bu sözler odada yankılanırken Kalender Ağa'nın kaşları çatıldı. Sessizce dinlerken gözlerinden öfkeler dolaşıyordu, bunlar onun yıllar önce bastırdığı kötü anılarıydı. Vicdan muhasebesi tekrar onu haklamaya geldiğini anladığında ise ağır ağır nefes alıp vermeye başladı.
"Kız kardeşim mi?" Sesi tehditkâr şekilde yükseldi. "Ne cüretle böyle bir şey yapmaya kalkışır Kadriye?"
Rona yutkundu. "Onun gözünde bu bir cüret değil hak, Şebnem onun elindeyken benim ona engel olmayacağımı biliyor, ben.. ben Doğu'yu bırakıp gitmek zorundayım."
"Rona," dedi Kalender Ağa sesi kalın ama bir o kadarda yorgundu.
"Doğu'ya bunu söyleyemem!" diye sözünü kesmişti karşısında ki adamın. "Söylersem Şebnem'e zarar veririler, artık her şeyden geçmişler benim Şebnem'i onların elinden almam gerekiyor."
"Yani Doğu'yu terk etmeye razı oluyorsun?"
Rona derin bir soluk alarak ağanın gözlerinin içine baktı. "Tek yol bu Şebnem'i kurtarmak için Doğu'yu terk etmem gerek." Dedi Sesi hafifçe titreyerek. İlk cümle yıllar sonra kavuştuğu ama köklerinin ait olduğu toprakları terk etmek zorunda kalmanın ağırlığını taşıyordu.
Kalender Ağa'nın bakışları Rona'nın söylediklerini anlamıştı, ama bu öyle kolay bir karar değildi. Ağa uzanıp bir yudum su içti ve ardından sertçe bakarak cevap verdi. "Doğuyu terk etmek... istediğinden emin misin?"
Rona'nın gözlerindeki acıyı gördü ağa. Gönlündeki huzursuzluk kızın gözlerinde gördüğü isyanla kırıldı ama Kalender Ağa'nın bakışları sertlikten öte bir anlam taşıyordu.
Herkes bir anlık sustu. Fırtınaların, yılların, toprakların ağır yükü omuzlarına daha çok binmişti. Nihayet gözlerini Rona'dan ayırmadan derin bir nefes aldı ve "Bazen terk etmek yalızca bir başlangıçtır," dedi
"Ama terk ettiğimizde geride neler kalır?"
Rona, bir o an bir şey demedi. İçindeki isyan ama aynı zamanda umut ışığı, bu kararı vermesini engelliyordu. Doğu'yu terk etmek.... Belki de geçmişiyle, geleceğiyle bir veda etmek anlamına geliyordu.
Kalender Ağa Rona'nın derin düşüncelerine dalışını sessizce izledi.
"Benim sizin yardımınıza ihtiyacım var." İşte bu cümle ayaklarını buraya sürüye süreye gelmesine neden olan ama yüreğine taş gibi oturan o cümleydi.
Rona nehir gibi akan düşünceler arasında kaybolmuştu. Şebnem'i kurtarmanın tek yolu olarak, Doğu'dan kopmayı kabul etmişti. Ama içindeki ses onun ait olan bu toprakları terk etmenin acımasızlığıyla içini dağlıyordu.
Kalender Ağa usul usul karşısındaki gelinini dinlerken sözlerinde bir anlam arayışına belki de bir çözüme rastlamayı hedefliyordu.
"Siz bu ailede hala ağırlık sahibisiniz. Onu durdurabilirsiniz."!Rona sesini yükseltmeden yavaşça ama kesin bir dille konuştu.
Kalender Ağa'nın göğsündeki o boşluk yıllar sonra tekrar sızladı. Rona'nın sözleri onun içine akıp onu yavaşça gerçekliğe çağırıyordu.
"Yardım almayı kabullenmek ... zor bir karar," dedi Rona sesindeki kırgınlıkla. "Ama belki de tek seçenek bu."
Kalender Ağa gözlerini gelinine dikti derin bir anlam barındırarak. "Zor olan her karar, doğru olanı da taşır bazen. Ama senin içindeki gücün seni yolunu seçmeni sağlayacak."
Rona kalbide bir yankı duydu. İçindeki korkular endişeler, belki de geçmişin öfkesine dair her şey bir an da sessizleşti. Doğu'dan vazgeçmek istemiyordu.
Bu kıyametin içerisinde tam duyamıyordu ama yüreğinin derinliklerindeki bir ses ona ulaşmaya çalışarak ondan vazgeçmemesini söylüyordu.
Kalender ağa Rona'nın içsel çatışmasını derinden anlamıştı. Bazen bir adım geriye atmak, bir ömrün yeniden başlaması için gereklidir. Sesi yumuşayan sesiyle ama içindeki sertlik saniyeler sonra tekrar belirdi.
"Ait olduğun toprak senin onu sevdiğini hissettiyse seni bırakmaz gelin hanım. İşte o vakit kendi kararınla geri dön. Bu yolda seni yalnız bırakmayacağım, şimdi git Doğu'yu terk etmek için hazırlığını yap. Kalanını bana bırak."
Rona derin bir nefes aldı. İçine ki gücü hissetti, aynı zamanda kaybolmuş bir parça umutla.
Bir yol vardı. Bir yön vardı. Karar, nihayetinde kendi elindeydi. Ama bu yol, bir başka yerde, başka bir zamanda başlayacaktı.
Şimdi ki zaman
Yüksek arabadan avluya adımlar atmaya başladığım ilk an ayaklarımın altında taşların soğukluğu, yüreğimde taşıdığım ağırlığa denk bir sükûnetle beni karşıladı.
O an herkesin gözlerinin benim üzerimde olduğunu biliyordum. Gözlerim, kabalığın arasında onu aradı. Onu görmek için yanıp tutuşan gözlerim büyük bir içgüdüyle bulmuştu on. Oradaydı. Her zamanki gibi sert ama duruşuyla bile fırtınalar estiren o adam. Doğu.
Bir an için zaman durdu. Konuşan insanların fısılılar Kadriye Hanım'ın hıçkırıkları Berivan'ının haykırışları... hepsi sustu. Sadece onun gözleriyle benim gözlerim kaldı sert ayazda.
Bu öyle bir bakıştı ki, içimde saklamaya çalıştığım bütün korkular, pişmanlıklar ve umutlarımız yeniden yüzeye çıktı. Fakat kaçmak istedim. Gözlerimi başka bir yere çevirmek, o derilikten kurtulmak... Ama yapamadım.
Doğu'nun bana baktığı gözlerde bir ağırlık vardı. Sanki bana haykırmak istediği kelimelerinin söyleyememesinin yükünü taşıyordu.
Yüreğim sıkışıyordu bana baktığı her an. Bir zamanlar kaçmaya çalıştığım bu toprağa bu insana bu bakışlar tekrar bağlanıyordu. Ama onun gözlerinde bir şey daha vardı. Kızgınlık değil, hayır. Öfke değil. Bir sitem belki bir anlayış. Ama en çok orda benden vazgeçmemiş birini gördüm.
Ben de ona bir şey söylemek istedim, ama ne söylenir ki böyle bir anda? "Buradayım," demek istedim. "Seni bırakmadım." Ama bu kelimeler dilimde birer yabancıydı. Aramızdaki mesafeyi, sessizliğin ağırlığını sadece gözlerimizle dolduruyorduk.
O an, Doğu'nun gözlerinde kendimi gördüm. Korkularımı, inatçılığımı, kaçışlarımı. Ama aynı zamanda, ona duyduğum hissi de gördüm. Bu toprağa tutunan her dal, onunla kök salıyordu. Beni bu avluya geri getiren şeyin ne olduğunu o bakışta anladım.
Bir adım atacak gibi oldu, ama durdu. Sanki bir sınır vardı aramızda. O sınırı ben koymuştum belki de. Şimdi o sınırı yıkmak benim elimdeydi. Ama bir şey beni durduruyordu. O kadar saatlerin acısını, kaygısını, umudunu tek bir anda çözmek mümkün müydü?
Gözlerimiz yeniden buluştuğunda, içimden fısıldadım, "Ben buradayım. Buradayım, ama ne kadar kalırım, bilmiyorum. Beni bırakma."
Doğu başını hafifçe eğdi. Bu bir kabul müydü, yoksa bir vedanın başlangıcı mı? Bilmiyordum. Ama o bakışlarla, sadece bana değil, bütün bu avluya, bu toprağa bir söz verdiğini hissediyordum. Benden vazgeçmemişti. Belki de hiçbir zaman vazgeçmeyecekti.
Ve o an anladım ki, Doğu'nun gözlerinde yalnızca bir adamın vazgeçişi değil, bu toprakların beni bırakmayışının hikâyesi vardı...
Doğu ile göz göze gelmekten vazgeçmiştim. Aylarca birbirimize bakmanın, bir şekilde birbirimizi anlamanın peşinde koştuk. Ama sonunda fark ettim ki, gözlerimizdeki acı, sanki aynı derin yaraya bakmak gibiydi. Hıçkırıkları birbirine karışan bir acı ve sonunda bu acıyı paylaşmanın bir anlamı yoktu. O an, gözlerimi ondan ayırarak Kadriye Hanım'a doğru döndüm.
Onun varlığı, her bir adımımda bir engel gibi karşımda durdu. Ve şimdi, onunla yüzleşmenin vakti gelmişti.
Adımlarım, avlunun taşlarına düşen yankılar gibi keskin ve sağlamdı. Kalbim, her bir adımda daha hızlı atıyordu. Kadriye Hanım yılların soğukluğunu taşıyan o gözlerle bana bakıyordu.
Ama şimdi, o gözlerde bir şey vardı... Yalnızca korku değil, bir teslimiyetin izleri vardı.
Hıçkırıklar arasında, kelimelerin anlamı kaybolmuştu. "Merhaba Kadriye Hanım."
O an, sözlerin hiçbir anlamı yoktu. Onun gözlerinde, geçmişin yüküyle yoğrulmuş yıllar vardı. Ve ben, o yıllara son bir darbe indirmek için oradaydım.
"Lütfen kaldırın başınızı neredeyse pişman olduğunuz inanacağım?" Dudaklarımda can sıkan bir tını vardı.
Gözleri inatla yer ile buluştuğunda başını kaldırmamak şu an için onun en büyük savunmasıydı. Artık kendime hakim olmamaya başladığımı hissedebiliyordum o a da parmaklarım benden bağımsız bir şekilde kadının çenesini dokunduğunda hızlı geri kaldırdım, "Kaldır başını iyi bak buradayım işte gördün mü?"
Sözlerim, bir ok gibi ona saplanmıştı.
"Bak!" diye haykırırdım parmaklarım arkamda olduğunu bildiğim Şebnem'i gösterdi
Ama o gözlerini yerden kaldırarak bana bakmaya cesaret edemedi. O an bana bakamayışı, en büyük itirafıydı.
"Canımı yakmaya çalışanın canını alırım."
Ben dün ilk kez hayatımın ellerinin arasından kayıp gideceğini düşünmüştüm sonrası, yarını, sabahını düşünmeden konaktan çıktığımda ayaklarım kızgın demirlerin üstünde bana acı vererek adımlarını atmıştı. Ben bir daha Şebnem'i görememenin acısıyla kavrulmuştum tüm gece.
Bir adım daha attım, aramızdaki mesafe azalmıştı. Şimdi, o benim karanlık yüzümle bir kez daha yüzleşecekti.
Başımı sağa tarafa çevirdiğimde Fırat'ın kolları arasına sıkıştırdığı adamın kafasına silah dayadığını görmüştüm bakışları önümde duran kadının üstündeyken ölüm korkusu ikisini de esir almıştı.
"Ben de senin canını yakmaya geldim," diye fısıldadım.
Avludaki sessizlik, bir çığlık gibi yankılandı.
Sonra "Hayır!" diye güçlü bir sesle haykırma duyduk hepimiz.
Gözlerinde, yıllarca bastırdığı bir gerçeklik vardı yaptıklarına rağmen affedilmeyi bekleyen bir kalp vardı. Ama ben, o an, ondan hesap soran bir kız değil, kendi geçmişiyle yüzleşen bir kadındım. Ve onun bu hesaplaşma sürecini, yalnızca gözleriyle değil, kelimelerle de tamamlaması gerektiğini biliyordum.
Parmaklarım çenesinde kasılırken yüzünü geri bıraktım "Acı değil mi, canın yandı öyle değil mi?"
Gözlerime bakan, beni acımasızca tehdit eden kadın değildi bir annenin feryadı bakıyordu bana.
Ben bir anne değildim ama ben de canından can kopmuş gibi hissetmiştim, kaybetmenin en ağır cezasını hissetmiştim tüm hücrelerimde.
"Ben de öyle hissettim; sen benim kardeşime zarar vereceğini söylediğinde ben de aynı acıyla yandım ama sen bana acımadın!"
Yapılan sanki kendisi tarafından bilinmiyormuş gibi yüzüne haykırdığımda gözleri açılıp kendini yavaşça yere bıraktı ayaklarım sertçe tutulduğunda gözlerim ayaklarımın dibindeki kadına döndü.
Yalvarıyordu.
"Yalvarırım sana yapma affet beni kurban olayım affet bize tek oğlumu benim atam ondan başka kimsemiz yok."
O gün o hastane odasında bana yalnızlığımla vurulmuştu .
"Ne demiştin bana hatırlıyor musun? Senin de ondan başka kimsen yok dedin beni kimsesizliğimden vurup tek ailemi öldürmekle tehdit ettin beni."
Ağlıyordu Kadriye Hanım, bağırıp, çağırıyor başının üstündeki örtüsünü sökercesine aşağı indiriyordu, kucaklarına vurduğu elleri her biri taş misali sertçe yankılanıyordu .
Sonra Berivan kapandı annesinin üstüne elleri ürkekçe annesine sarıldığında yine kendini kurban etmeye gelmişti.
"Yalvarırım affet gidelim bir daha söz karşına çıkmayacağız."
Berivan'a baktım . O güçsüz bir bedenken bile ne kadar acımasız olduğunu gördüm. Şimdi karşımda duran iki tane yenilmiş kadından başka hiçbir şey değildi.
"Yalvarıyorsunuz," dedim sesim hiçbir duyguyu barındırmıyordu . "Ama bu gözyaşlarınızın altında saklanan zehri çok iyi biliyorum."
Avlunun ortasında duruyordum, etrafımda her şey sessizdi. Gözlerim, Kadriye Hanım'ın ağlayan yüzünde gezinirken , bir yandan da o anı, o sessiz anlaşmayı kabul ettiğimi fark ediyordum.
Kalender Ağa'nın bana verdiği söz, bir elmas gibi kalbimde parlıyordu. O an, geçmişin ağırlığından ne kadar sıyrılmak istesem de, içimdeki yük bir şekilde bana geri dönüyordu. Ama bu yük, artık başkalarının değil, yalnızca benim sorumluluğumdu.
Kadriye Hanım'ın gözlerinden süzülen yaşlar, avludaki taşlara düşerken, bir an için gözlerim başka bir noktada kayboldu. Kalender Ağa, o sessiz adam, yıllarca tüm bu acıların göğüsleyeceği bir duvar gibi duruyordu. "Verdiğim sözden dolayı," dedim, sesim titrek ama netti. "Bu hesap benim için çoktan kapandı."
Bunu söylediğimde, içimde bir şey kırıldı. Hem bir rahatlama, hem de bir korku vardı. Verdiğim söz, bir kefaret değil, bir barış anlaşmasıydı. Kalender Ağa'ya verdiğim söz, yalnızca kendime değil, ona da borçlu olduğum bir şeydi.
Verdiğim söz, halâ kucaklanacak bir bağış değil, bir köprüydü o köprü, geçmişten geleceğe geçişimdi.
Kadriye Hanım, ağlamaya devam ederken, ellerini başına kapadı. O an, bu konağın içinde kaybolan bir kadının yüzleşmesiydi. Fakat bu yüzleşme, sadece onun değildi. O an, bir kadının içindeki tüm kin ve öfkeyi serbest bırakmasının başladığı anı hissedebiliyordum.
Gerçekten affetmek, gerçekten bir hesaplaşmayı sona erdirmek demekti. Fakat bu sona ermişti, çünkü ben bu hesaplaşmayı kendime verdim.
Avludaki taşlar, adımlarımın yankısıyla sanki hayatıma dokunuyordu. Ve her adımda, geçmişin acıları biraz daha uzaklaşıyordu. Verdiğim söz, ne bir tehdit, ne bir kısıtlama değil, yalnızca bir veda, bir kabullenişti. Artık bu hesap, benim içimde kapanmıştı.
İçimde bir huzur vardı, ama bir eksiklik de hissediyordum. Bu eksiklik, her şeyi başlatan o acının yankısıydı. Fakat bir şey kesindi. Gerçekten kalbimdeki her şeyin kapanmış olduğuna inanarak, kendimi özgür hissetmeye başladım.
Fırat'ın ellerindeki silah, bir an için tüm havayı değiştirdi. O an, avludaki herkesin nefesini tutup, ne olacağını beklediği bir sessizlik içinde kalakaldım. Fırat, silahını sertçe indirirken, gözlerinin derinliğinde yılların karanlığı ve bir emirden doğan itaatin yansıması vardı. "Fırat ," dedi Kalender Ağa'nın sesinde bir ağırlık vardı. O ses, adeta bir hüküm gibi havada asılı kaldı. "İndir silahı oğlum."
O an, Fırat'ın silahını yavaşça geri bırakışı, avludaki herkesin kalbinde bir şeylerin kırıldığını duyuruyordu. Ama bu kırılma, korku ya da öfke değildi bu, yıllarca dışarıya adım atmamış bir adamın, nihayet kendi içindeki savaşları sona erdirme kararıydı.
Kalender Ağa, yıllarca hayalet gibi içeriden çıkmayan, görmeyen ama her şeyin hakimiydi. Şimdi, o adam, avlunun ortasında duruyordu.
Kalender Ağa, kendi kudretini bir silahın değil, sadece sözcüklerinin gücüne dayandırarak, Fırat'ın ellerindeki o kararmış demiri düşürttü.
Gözlerim, Kalender Ağa'ya kayarken, yıllarca unutulmuş bir gölge gibi durduğunu fark ettim. Avludaki duvarlar, bir zamanlar ondan korkan kalabalıkla dolmuştu, ama şimdi hepsi, onun içindeki sessiz gücü ve kararlılığı izliyordu.
O an, Kalender Ağa'nın ilk kez avlunun ortasında, her türlü engelden bağımsız olarak görünmesi, sadece bir anlık değildi. O an, yıllardan sonra ilk kez avluda olduğu kadar, aynı zamanda herkesin içinde de bir şeyler değişmişti. O, yalnızca oturduğu sandalyesini değil, içindeki savaşları da dışarıya taşıyordu. Kimse onu burada görmek için cesaret edemezdi, ama şimdi oradaydı. Bir emirle, silahını bırakacak kadar güçlüydü.
Fırat, bir an olsun gözlerini Kalender Ağa'dan ayırmadan, silahını yere koymuştu. Silahın metal sesi, yere düştü ve o anda içimde bir şey sarsıldı. O ses, yıllarca bastırılan bir savaşın sona erdiğini duyuruyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Bir adım daha attım. İçimde bir huzur vardı, ama aynı zamanda bir eksiklik de... Gözlerim, Fırat'ın silahını bırakışını ve Kalender Ağa'nın o anki bakışlarını izlerken, bu hesaplaşmanın sona erdiğini hissediyordum. Ama gerçek hesaplaşma, hala bir yerdelerdi hem avluda, hem de içimizde.
Büyük kalabalıktan uğultu gelirken gözlerim ilk Hozan ve Helin'e kaymıştı.
Hozan ve Helin, avluda babalarını ilk kez dışarıda, canlı bir şekilde görüyordu. O an, yılların sessizliğini ve unutulmuşluğu, onların bakışlarında buldum. Helin'in küçük elleri, titreyerek arkasını dönerken, gözlerinde derin bir çatlak vardı.
Hozan, daha çok sessizdi. O, yıllarca içine gömdüğü sorularla büyümüştü. Babasının yokluğu, zamanla alıştığı bir boşluk halini almıştı, fakat şimdi, avluda bir adam var ve bu adam, yıllarca onun tanıdığı ama bir türlü ulaşamadığı baba figürünü taşıyor. Hozan, gözlerini babasına dikerken, kalbinde bir korku, bir çekingenlik vardı.
Onu bir yabancı gibi mi görecekti? Yoksa içindeki sevgi, yıllardır eksik kalmış olan parçayı bulacak mıydı?
Ama bir şey vardı, bir şey her şeyden güçlüydü, babasının adı, yıllarca içlerinde yankı bulan o kaybolan adı, şimdi sesinde yankılanıyordu.
Helin, babasına yaklaşmaya cesaret edemezken, adımlarını çekiyor, ama her adımda gözleri daha da büyüyordu.
Bir çocuğun, yıllarca bir eksik olanı, bir kaybolanı bulma korkusu ne kadar büyüktür. Ama o anda, gözlerindeki karışıklık, sadece bir anın hissiyatıydı bir an önce anlamaya, bir an önce çözülmeye çalışıyordu.
Helin ve Hozan, yıllardır göremedikleri, bekledikleri figürü, bugün ilk kez dışarıda, gerçek bir adam olarak karışlarında gördüklerinde, ben de onların kalbinde yankı bulan bu duyguya tanıklık ediyordum. Babalarını, yıllarca görmedikleri bir yerde, bir yabancı gibi değil, ama bir yabancı gibi gördükleri o an, benim içimde yılların izlerini derinlemesine açıyordu.
Helin, ilk anda adımlarını geri çekti. Gözleri, o kadar uzun zamandır beklediği, ama hiç düşünmediği bir duyguyu, birdenbire karşısında bulmuştu. Babasını dışarıda, avluda görmesi, bir anda içindeki küçük kız çocuğunun titremesine yol açtı. Babasının adını ilk kez bu kadar duygu yoğunluğu içinde, ama sessizce, yalnızca gözleriyle söylediği o bakışları vardı.
Bir çocuk, yıllardır göremediği bir figürle karşılaştığında, içinde neler hissederdi? Korku ve sevgi bir arada oluyordu. Bir tanıdık figür, yılların ardından yeniden gözleriyle buluştuğunda, o tanıdıklık, ne kadar bir yabancı gibi duruyordu.
Hozan ise daha fazlasını hissediyordu. Gözleri, babasına doğru kayarken, adeta bir denizin dalgalarını izler gibi, bir belirsizliğin içinde kalıyordu.
Babası, yıllarca bir hayal olarak kalmış, bazen korku, bazen özlem içinde var olmuştu. Şimdi, bu adam avluda, gerçek bir insan gibi duruyordu. Hozan'ın kalbinde bu karşılaşma, bir yerden sonra korku ve çekingenlikten, kabullenmeye dönüşüyordu. Babasının varlığı, belki de yıllarca taşınan boşluğu, belki de tanımadıkları ama tanımak istedikleri bir parçayı içinde taşıyor gibiydi. O anda, Hozan'ın gözlerinde, babasına duyduğu hem özlem, hem de bir şeylerin eksikliği vardı.
İçimde bir ağırlık, bir gölge gibiydi. Onların hissettiklerini anlatmak zor. Her biri, yıllarca bekledikleri figürü bulmanın karışıklığını taşıyorlardı. Ama bir şeyi net olarak görebiliyordum. Babalarını dışarıda görmek, bir eksikliğin yeniden ortaya çıkışıydı.
O eksiklik, yıllarca bir boşluk olarak kaldı ve şimdi, o boşluğun içinde karanlık ve aydınlık bir arada dans ediyordu.
Helin, Hozan, her ikisi de, hem bir kaybın hem de bir buluşun sancısını hissediyorlardı. Babaları, gözlerinde, yıllarca kaybolan ve bir türlü kendini bulamayan parçayı, aniden geri getiren bir yansıma gibi duruyordu.
Ben de, yıllar önce hissettiğim o eksikliği hatırlayarak izledim onları. Onlar, belki de ben de olduğu gibi, yıllar sonra bir çocuğun ruhunun kaybolan kısmını arayarak, bir adamın gölgesini, belki de o eksikliği tamamlayacak bir şey olarak buluyorlardı.
Helin'in ellerindeki titremeyi, Hozan'ın sessizliğini, bir çocuğun kaybolmuş hayalini sadece kendimi görüyordum onlarda.
O an, bir çocuğun hayatında, en çok korktuğu ama bir o kadar da beklediği , bir adam, bir babadır. Onların gözlerinde gördüm bunu. Bir anda, bir kaybolan sevgiyi, bir yeniden var olma yolunu bulmuş gibi, adımlarını attılar. Ne kadar zor olsa da o an, kalbinin derinliklerinde bir kaybolan yer buldu. Ve ben, o anı, Rona olarak, sessizce ama derinden izledim.
Gözlerimi zorlukla ikizlerden çektiğimde avlunun köşesinde sinmiş kadınla göz göze geldim.
Berfin Hanım'ın gözlerinde bir şeyler kayboluyordu ve sanki sonrasında, bir şeyler tekrar ortaya çıkıyordu.
Avluda durduğu o an, zamanın en ağır yükünü taşır gibi hissettim. Kalender Ağa'yı, yıllardır o odadan dışarıda, belki de ona hiç ait olmayan bir yerde görmek, Berfin Hanım'ın kalbinde ne tür bir fırtına kopardığını onu gözlerinde gördüm.
Kocası, yıllar sonra, bir yabancı gibi, ama bir o kadar da tanıdık biri olarak avlunun ortasında duruyordu. O an, zamanın, yılların nehrinin bir anda geri akmaya başladığı an gibi geldi bana.
Berfin Hanım, gözlerini kocasından ayırmakta güçlük çekiyordu. Odanın içinde, bir duvarın arkasında, yıllarca susmuş olan adam şimdi, avlunun ortasında, herkesin içinde, bir karar vermek üzere duruyordu.
Bir kadın için bu ne demekti? O kadar yıl sonra, kocasını bir başka dünyada, bir başka biçimde görmek, geçmişin her bir anısının tekrardan canlanmasına neden olurdu. Gözlerindeki hüzün, sanki yılların acısını içine almıştı. Onun bakışlarında, bir yanda terk edilmişliğin izleri, diğer yanda yılların kaybolmuş sevgisini geri bulma arzusu vardı. Bir kadın, yıllarca bir odada beklediği adamı, şimdi dışarıda, hayata karışmış halde nasıl görebilirdi?
Berfin Hanım o an, tam da bu sorunun cevabını arıyordu.
Kalender Ağa'nın dışarıda, avluda görünmesi, Berfin Hanım için bir tür yüzleşmeydi. O, yıllarca evde bir hayalet olarak yaşamış, ama şimdi gerçek hale bir bedene bürünmüştü.
İçindeki hüzün, bir anda geçmişin kapalı odalarına, yıllarca içinde biriken o kırgınlıklarla bir araya gelmişti. Kocasını dışarıda görmek, ne kadar gerçekti? Gözlerindeki boşluk, bir zamanlar onun gözlerine bakarken gördüğü aynı adam mıydı? O adam, yıllar sonra dışarıda, avluda ne kadar değişmişti? Berfin Hanım, içindeki her duyguyu, her korkuyu, her özlemi bir arada taşıyarak, kocasına bakıyordu.
Berfin Hanım'ı izlerken, onun gözlerinde bir çatışma gördüm. Bir kadının yıllarca kaybolan birini yeniden bulması, belki de o kadar basit bir şey değildi. Kalender Ağa, yılların peşinden gitmiş, bir adam olarak dışarıda duruyordu ama Berfin Hanım'a bu , belki de hala o odada kalan bir anıydı. Gözlerindeki kırgınlık, yıllarca beklediklerinin karşısında bir yabancıyı bulmanın derin acısıydı.
Berfin Hanım, Kalender Ağa'yı dışarıda görünce, belki de içindeki kaybolan parçayı fark etmişti. Ama bu farkındalık, ondan ne kadar uzak durabileceğini de hissettiriyordu. Gözlerinde öfke vardı, ama aynı zamanda yılların özlemi ve kaybolan sevgisiyle karışmış bir kırgınlık da vardı. O an, o avluda, iki dünyayı bir arada taşıyan bir kadın vardı. Berfin Hanım, kocasını ilk kez bu kadar, gerçek bir insan olarak, geçmişin yüklerinden arınmış, ama aynı zamanda geçmişin acılarını da taşıyan bir şekilde görüyordu.
O anı izlerken, bir kadının yıllarca içinde taşıdığı her şeyin, bir anda dışarıda, avlunun ortasında karşısına çıkması ne kadar zorlayıcı olabilirdi. Kalender Ağa, dışarıda, ama Berfin Hanım için içerideydik. Gözlerinde, yıllarca içinde kaybolan tüm sevgiyi yeniden bulma umudu vardı, ama aynı zamanda yıllarca bir boşluğa bakmanın izleriyle de boğuluyordu. İçindeki sevgi ve kırgınlık, birbiriyle kesişen iki yol gibiydi.
O an, gözlerinde gördüğüm her şey, yıllar sonra bir kadının kalbinde ne kadar derin izler bırakabileceğini bana hatırlatıyordu. O gözlerdeki yalnızlık, kaybolmuş yılların peşinden sürüklediği bir adamla, şimdi bir araya gelmeye çalışan bir kadının hisleriydi. Berfin Hanım, kocasına bakarken, ne kadar uzun bir yolculuğa çıktığının farkındaydı. Ama o yolculuk hem geçmişin acılarıyla, hem de geleceğin belirsizlikleriyle sarılıydı.
O an, gözlerim Doğu'nun bakışlarıyla karşılaştığında dünya bir anlığına durdu. Gözlerinde, gizlenen bir şey vardı.
Ne vardı tam olarak, çözebilmek kolay değildi. Ama bir şey kesindi o an, bizim için bir dönüm noktasıydı.
Doğu'nun gözleri, bir zamanlar bana yabancı olan, ama şimdi içimde derin bir yankı bırakan bir huzursuzlukla parlıyordu.
O bakışlarda geçmişin yaraları, kaybolmuş zamanların acıları ve bir kadının, bir adamın, bir dünyanın taşıdığı korkular vardı. Birlikte göz göze geldiğimizde, ne kadar uzak olsak da, bir anlamda birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu fark ettim.
Ama o an, gözlerindeki derin sessizlik, bana sadece bir şey söylüyordu: O, yıllar önce kaybolmuş, belki de unutulmuş bir adamın oğluydu. O bakışlarda, bir geçmişin yükü vardı.
Babasının yıllarca dışarıda, gözlerden uzakta
kalışının izleri, bir şekilde ona geçmişti. Doğu, dışarıda, avlunun ortasında duruyor, gözleriyle bir şeyleri yeniden toparlamak istiyordu. Ama her adımda, her bakışta, geçmişin silinmeyen izleri de onunla birlikteydi.
Onun gözleri, tıpkı o anki sessizlik gibi derindi. Babasının avluda, dışarıda görünmesi, tüm o yılların unutulmaz anılarını, bir kadının içinde yer etmiş anılarını yeniden gün yüzüne çıkarıyordu.
Doğu'nun babasının görmek, bir türlü geçmeyen o boşlukların ve kaybolmuş anıların yankıları gibi geldi. O an, bir kadının, bir oğulun ve bir babanın içindeki derin bağların kesiştiği, kırılan, ama bir şekilde bir araya gelen bir anıydı.
Her şey, bir zamanların suskunluğunda kalmıştı. Doğu, yıllar sonra, babasının duruşuyla gözleriyle beni bir başka dünyaya davet ediyordu.
Bu bakış, birbirimizi bulmak değil, kaybolan her şeyin arayışını ifade ediyordu. O an, içinde taşınan acı ve geçmişin, yılların peşinden sürüklediği duygular, bir anda bana doğru akmaya başladı. Gözlerim, Doğu'nun gözlerinden asla ayrılamazken, kalbimde kaybolmuş olan bir şeyler, bir kez daha belirmeye başladı.
Birbirimize bakarken, nehrin karşı kıyısına geçmek ne kadar zorsa, o anki bakış da o kadar zorlayıcıydı. Doğu'nun babası, ve hayat bir anda daha fazla karışıyordu. O avlunun ortasında, yıllardır kaybolmuş bir figürün varlığı, geçmişin sessizliğini yıkar gibi, yeni bir şeyin başlangıcıydı. Ama o başlangıç, aynı zamanda büyük bir hesaplaşmanın, kaybolmuş zamanların ve acıların yeniden doğuşunun habercisiydi.
Tıpkı Doğu'nun gözlerinde bir adım daha ileriye gitme cesaretini bulması gibi, bir kadının kalbinde de büyük bir fırtınanın kopmasına neden oluyordu.
Her şeyin bir anlamı olduğunu düşündüm, ama anlam, her geçen dakikada daha fazla kayboluyordu. Bir bakış, bir hareket, bir adım; hepsi bir bütünün parçalarıydı. O an, Doğu'nun gözleri beni geçmişin peşinden sürüklüyordu. O an, ne zaman durmam gerektiğini bilemedim. Ama gözlerim, adeta bir yapboz gibi her şeyi birleştiriyordu. Her şey bir araya geldiğinde, gözlerimde ne kadar kaybolmuşluk varsa, Doğu'nun gözlerinde de bir o kadar geçmişin sızısı vardı.
İçimde bir yudum daha kırılma anı vardı. O an, bu kadar yakınken, bir o kadar da uzak olduğumuzu fark ettim.
Avluda sessizlik, bir hançer gibi keskin ve derindi. Kalender Ağa'nın sesi yükseldiğinde, o sessizlik bir anda çatladı, duvarların, taşların, yılların arasından yankılanarak yayıldı. Her bir kelimesi, yılların suskunluğunu kıran bir tokat gibi düştü havaya.
Sadece kendi için değil, ailesi, evlatları, kaybolmuş onuru ve bu konağın hak ettiği adalet için konuşuyordu.
"Yıllar boyunca bekledim," dedi, sesi avlunun taşlarına çarpıp yankılandı. Herkes nefesini tutmuş, tek bir kelimeyi bile kaçırmamak için dikkat kesilmişti. "Ve şimdi buradayım! Bu evin, bu ailenin hakkını korumak için. Kendi adımı yeniden hatırlatmak için."
Sözleri, sadece kulaklara değil, kalplere de işliyordu. Kalender Ağa'nın sesi, yılların acısını, suskunluğunu ve biriktirdiği öfkeyi taşıyordu.
Bir liderin, bir babanın, bir kocanın sesiyle konuşuyordu. Ama aynı zamanda bu sessizlikten doğan bir devin uyanışı gibiydi.
Gözleri avluyu tararken, her birimize meydan okuyordu. O, geçmişin ağırlığını üzerinden atmış, yeniden doğmuş bir adamdı.
Arkasındaki Şebnem'e ve bana omzunun üstünden bakarak konuşmaya devam ettiğinde, gözlerim Kalender Ağa'nın yüzündeki kararlılıktan bir an olsun ayrılmadı.
"Bu çocuklar artık benim evlatlarım!" dedi, sesi gururla yükseldi. Şebnem'in titrek omuzlarının ve benim yüklediğim tüm sorumluluğun arkasında duruyordu. O an, hepimiz onun sözlerinin altında ezildik. Bir adamın, bir kalenin yıkılmadığını ve yıkılmayacağını haykırışıydı bu.
"Kim onlara dokunursa, bana dokunmuş olur! Kim onları yok sayarsa, beni de yok saymış olur! Unutmayın, ben yıkılmadım onlar da benim gibi yıkılmayacak!"
Bu sözler, sadece bir tehdit değildi. Bu, bir tarihin, bir ailenin yeniden inşasıydı. Kalender Ağa, avlunun ortasında bir dağ gibi dimdik duruyor, herkesin üzerine bir gölge gibi iniyordu.
O an, ne zaman onun varlığını sorgulayan bir bakış görsem, bu kelimelerin ardındaki kudreti anlıyordum. Kalender Ağa, sadece kendini değil, bizi de savunuyordu. Şebnem'i, beni, bu konağın çatısının altında kalan herkesin geleceğini...
Ama bu, sadece güç gösterisi değildi aynı zamanda bu ailenin ayakta kalacağına olan inancın, umudun da haykırışıydı.
O an, onun sözlerinin ağırlığıyla avlunun taşları bile titredi. Kalender Ağa'nın kalbi, bizim zırhımız olmuştu. Gözlerinde yanan o ateşi, bir daha hiç unutamayacağımı biliyordum. "Ben yıkılmadım," demişti. Ve o anda hepimiz, gerçekten de Kalender Ağa'nın yıkılmadığını, onunla birlikte bu ailenin de ayakta kalacağını gördük.
"Kalk ayağa Kadriye!" diye emir verdi.
Kadriye Hanım eğik başıyla zorlukla kalktı yerden, bir gözü oğlu üzerinde dururken harap bir şekilde bakıyordu.
Avlu, sessiz bir mahkeme salonuna dönmüştü.
Kalender Ağa'nın kararlılığı, havayı ağırlaştırıyordu. Herkesin gözleri ona kilitlenmişti öfkesinin ne kadar derinlere işleyeceğini anlamaya çalışıyorlardı.
O ise bir dağ gibi dimdik duruyordu, geçmişin yükünü ve ailenin geleceğini aynı anda omuzlarında taşır gibiydi.
Kadriye Hanım'ın yüzündeki maske, çoktan düşmüştü. Kalender Ağa'nın bakışları, bir kılıç gibi doğruca onun kalbine iniyordu. Sesi, sessizliği bıçak gibi keserek yükseldi. "Bu aileyi kendi hırsınla böldün. Kanımı lekeledin. Sana olan güvenimi yitirdim," dedi. Her kelimesi, sadece bir cezayı değil, bir ayrılığın kaçınılmazlığını ilan ediyordu.
Kadriye Hanım başını öne eğmişti. O sessizlikte, Kalender Ağa son görevini yerine getirirken yalnızca kendi adını değil, ailenin onurunu da savunuyordu. "Bu kapıdan çık," dedi, sesi soğuk ve kesindi. "Bundan böyle bu ailenin içinde yerin yok. Sana son sözüm budur."
Kalender Ağa'nın hükmü, bir ferman gibi avluya yayıldı. Kadriye Hanım'ın ayakları ağır, adımları sessizdi. Herkes gözleriyle Kalender Ağa'yı izliyordu, ama içlerinde Kadriye Hanım'ın arkasından esen bir soğuk rüzgârı hissediyorlardı. Ben ise o an, sadece bir karar değil, geçmişle bir hesaplaşmanın sona erdiğini anladım. Kalender Ağa, ailesini korumuş, kendi adaletini ilan etmişti.
Erkan usul adımlarla kalkıp annesinin yanına geldi. Kollarını annesine geçirdiğinde Berivan'da yerden kalmıştı. Başını kaldırıp bakmazken adımları ilerletti.
Kadriye Hanım'ın yüzünde kaybedişinin en ağır bedeli vardı. Ben onun gözünde bir katilin kızı olabilirdim ama Karahanlı ailesi için bir gelindim. Doğu Karahanlı'nın karısıydım. Bana yapılan yanlış, aileye yapılmış sayılırdı. Kadriye Hanım güç zehirlenmesinin kurbanı olurken, kaybın bedeli koca bir aile olmuştu.
Önlerinde duran arabaya binerken yaşlı gözleri hala ağabeyindeydi tek kelime edemezken ağabeyinin gözlerindeki acıyı görmesi için direniyordu. Kalender Ağa ise söyleyeceğini söylemiş son kez olsa dönük bakmamıştı kardeşine.
Araba usulca konaktan çıkarken gözlerim ardlarından sadece hissizce dönüp baktı. Demir kapı gürültüyle kapandığında avluda sadece biz kalmıştık.
Ürkek bakışlar kalender ağanın üstünde gezerken Kalender Ağa kollarını açıp yavaşça kızına seslendi. "Helin'im." Bu ses tüylerimi diken diken eden o hisse sahipti. İçinde her bir pişmanlığın özleminde içinde olduğu o çağırış Helin'in kendini babasının kollarına atmasıyla son buldu.
Koca konak Helin'in hıçkırığıyla yankılanırken özlem herkesin en yakın dostuydu. Hozan'ın titreyen ayaklarını Doğu gördüğünde eli yavaşça kardeşinin sırtına değmişti.
Biliyordum bugün Doğu'nun yıllardır omzuna ağır gelen babalık yükünün sızladığı o gün olacaktı.
Hozan sabırsızca yerinde kıpırdadığında onun da adımları babasının kolları arasında Helin'in yanındaki boşlukta kendine yer buldu.
Berfin Hanım Kalender Ağa'nın kararını sindirmeye çalışırken Doğu'nun yüzüne yansıyan içindeki fırtınayı sadece ben hissedebiliyordum.
O, şu anlık sessiz kalmayı seçmişti fakat bir fırtınanın habercisiydi bu.
Bir an avlunun ortasında durdu, sonra aniden döndü ve hızlı adımlarla çıkışa doğru yürümeye başlamıştı.
Gözlerinden fışkıran öfkeyi gördüğümde onun gidişine kalabalığın içinde kimse hareket etmedi. Sadece ben, ne yaptığımı düşünmeden arkasından koşmaya başladım.
Kapıya vardığımda Doğu arabasına binmişti.
Çalıştırdığı motorun gürültüsü sanki içinde büyüyen yangını ele veriyor gibiydi.
Topuklarım yere sağlam geçerken hiç düşünmeden arabaya koştum.
O, arabasını geri vitese alıp gaza basmaya hazırlandığında ben çoktan diğer kapıyı açmış ve yanına yerleşmiştim.
Gözleri yolda, eli vites kolunda bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes alıp, kelimeleri zorla çıkarır gibi konuştu "İn arabadan, Rona."
Sesi sakin görünse de içinde fırtınalar kopuyordu. Öfke ve kırgınlık, kelimelerine sızıyordu. Ama ben yerimden kıpırdamadım. "Hayır," dedim kararlı bir sesle.
Gözleri hızla bana döndü, içinde biriken her duyguyu tek bir bakışa sığdırmıştı. "Rona, beni zorlama. Şu an yalnız kalmak istiyorum. İn arabadan."
"Kimden kaçıyorsun?" dedim.
"Benden mi babandan mı? Nereye gidersen git seninle geleceğim."
Direksiyonu sıktı, nefesi hızlandı. İnmeyeceğimi anladığında ayağının altındaki gaz pedalına yüklenip hızla dar sokakların arasından geçmeye başladı.
"Kemerini tak!" Bana bakmıyordu, yüzü öfkeyle kasılmışken sert sesle konuştu.
Uzanıp kemeri taktığımda dar sokakları çoktan gerimizde bırakmıştık.
Akşamı aydınlatan tek şey arabanın farlarıyken ben bir saniye sonrasını göremiyordum fakat Doğu ezbere bilirmiş gibi yolları aşıyordu.
"Sor hadi!" dedim. Parmak boğumları direksiyonda sıkıştığından kan akşını bırakmıştı.
Yaslandığım yerden kalkıp yüzüne eğildim.
"Neden susuyorsun, hadi hesap sorsana bana neden kendini tutuyorsun Doğu ağa?"
Sözlerimin her biri onu dahada hızlandırıyordu. Kör yolda araba son hızla rüzgâr gibi giderken ben onun içine attığını haykırması için uğraşıyordum.
Doğu'nun sessizliği öylesine ağırdı ki arabada motorun uğultusundan başka bir şey duymuyordum. Gözleri yolda, direksiyonu öfkeyle sıkarak sürüyordu. Konuşmamaya yemin etmiş gibiydi, ama bu sessizlik beni daha da rahatsız ediyordu.
Keyifle geriye yaslandım, kollarımı kavuşturup ona doğru bakışlarımı çevirdim. Göz ucuyla beni izlediğini fark ettim ama tek bir kelime etmedi. Dudaklarımı büküp bir kahkaha atar gibi alaycı bir tonla, "Tamam" dedim, "konuşmamaya kararlıysan sorun değil ölelim o halde."
Bu sözüm, sessizliği parçaladı. Doğu birden direksiyonu kavrayışını daha da sıkılaştırdı ve çenesindeki kasların gerildiğini fark ettim. "Ne diyorsun sen?" dedi, sesindeki sertlik gözlerime kadar ulaştı.
Omuz silktim, sanki söylediklerim hiç önemli değilmiş gibi. "Sen konuşmuyorsun, bana kızgınsın, intikamını böyle mi alıyorsun? O halde hızını artır. Daha çabuk bitsin, Doğu."
Gözleri aniden bana döndü, arabayı biraz sağa çekti. Fren sesleri kulaklarımı doldurduğunda kalbimin hızlandığını fark ettim ama umurumda değildi. Beni durduramayacağını biliyordum. O kadar doluydum ki bu oyunda kim kazanırsa kazansın bir şey fark etmeyecekti.
"Rona!" diye bağırdı sonunda. "Ne saçmalıyorsun sen? Öyle kolay mı her şeyi böyle saçma bir cümleyle çözmek? Hayat bu kadar basit mi senin için?"
Ona doğru döndüm ve derin bir nefes alarak, "Basit değil," dedim. "Ama senin bu sessiz öfken her şeyi daha da zorlaştırıyor. Ben buradayım, Doğu sen beni yok sayarak hiçbir şey çözemezsin. O yüzden ya benimle konuş ya da gerçekten hızını artır ve dediğimi yap."
O an yüzü değişti. Öfkesi yerini daha karmaşık bir ifadeye bıraktı, sanki içindeki tüm duygular birbirine dolanmış gibiydi. Ama bu sefer sessizlikle yetinmedi. "Beni delirteceksin, Rona," dedi, elini sertçe direksiyona vurdu. "Sadece beni biraz anlamanı istiyorum. Ama sen... Hep inatlaşıyorsun."
"O zaman anlat," dedim bağırarak "Seni gerçekten anlamamı istiyorsan, susmayı bırak."
Derin nefesler alarak yola bakıyordu. "Korktun, değil mi? Beni kaybetmekten korktuysan bunu yüzümede söyle!"
O an gözleri hızla bana döndü. Bakışları keskin bir kılıç gibi üzerime doğrulmuştu. "Korktum mu?" dedi alaycı bir tonda. "Korkmak değil bu, Rona. Bu hissettiğim şey daha kötü. Beni bilerek o kadar derin bir uçurumun kenarında bıraktın ki... O an neler hissettiğimi anlamıyorsun bile. Geri dönmeyeceğini düşündüm. Seni kaybettiğimi sandım."
Giderek sesi yükselmişti, ama kendini toparlamaya çalışıyordu.
Onu bu kadar savunmasız görmek, içimde bir suçluluk dalgası yarattı. Ama bu suçluluğa teslim olmayacaktım. Çünkü o, her şeyin arkasındaki niyetimi anlamadan bu öfkesinden vazgeçmeyecekti.
"Niyetim seni bırakmak olsaydı gitmek isteseydim bunu göz göre göre yapardım ve asla geri dönmezdim."
Kapıyı açıp dışarı çıkmıştı ben de arkasından kemeri sinirle çıkartıp çıktım.
Kapıyı sertçe vurduğumda esen rüzgâr saçlarım yüzüme kapatmıştı.
"Beni anladığını sanıyordum, bunu yapmayacağımı bildiğini düşünüyordum ama amacım sadece Şebnem'i korumaktı!"
Öfke durdurulmaz bir hal alıyordu ikimiz de arabanın önünde yüz yüze geldiğimizde arabanın farı üzerimize vuruyordu.
"Ne kadar basit bir şeymiş gibi anlatıyorsun!" kolları sinirle kalktı. "Nasıl hissettiğimi bilemezsin,geri dönmeyeceğini düşündüm ve tüm bunlar herhangi bir şey söylemeden çekip gittiğin için oldu benden yardım istemediğin için oldu! Sen çoktan beni ardında bırakmaya hazırsın. Şimdi hangi bahaneyi sunarsan sun beni sakinleştirmeye gücün yetmeyecek."
"Ben sadece herkesi korumak istedim sana haber verseydim sen de zarar görürdün belki bundan"
"Koruma, Rona... Hep koruma diyorsun. Ama sen beni korumaya çalışırken ben her şeyimi kaybediyorum. Seni kaybettiğimi düşündüm. Ve şimdi de babam... Onunla bu şekilde karşılaşmayı hayal bile etmemiştim. Hayatımda ne varsa, her şey ellerimden kayıp gidiyor gibi."
Bir süre sustu. Sonra başını kaldırdı, gözlerini yola çevirdi ve konuştu. "Bana güvenmeni beklerken sen beni yarı yolda bıraktın."
"Gerçeği söylesene hadi, söyle yüzüme mesele yalnız bu değil biliyorum!"
"Babam... Yıllardır o odadan çıkmayan adam, şimdi kalkmış sahneye çıkıyor ve herkesin hayatını düzene sokuyor. Ve sen... Sen gidip ondan yardım istiyorsun." Sesi titremişti, ama kızgınlığı hâlâ barizdi. "ve senin babamdan yardım istemek zorunda kaldığını bilmek..."
"Baban, bugün sadece kendi için değil, hepimiz için bir adım attı. Belki bu adım yıllar önce atılmalıydı, ama şimdi burada. Ve o güçle, hepimizi korumaya çalışıyor."
Başını iki yana salladı, yüzündeki o sert ifade bir anlığına dağıldı. "Ama bu hislerimle ne yapacağım, Rona? Babamın adım atmasına sevinmeli miyim? Yoksa beni yıllardır yalnız bırakmasına mı kızmalıyım? Onun yaptıklarını affetmemi mi bekliyorsun? Ve sen... Sen babamı affettin mi Rona?"
En zoru buydu zaten. Kalender Ağan'ın ellerinde parçaladığı geçmişin benim çocukluğumun olduğunu bilmenin zayıflığını taşımıştım her an yüreğimde. Bazı işte hisleri susturmak bastırmak en zor olmuştu. Ama içimde pişmanlık hissetmiyordum. Küçük Rona'nın bana kızgın olduğunu da hiç düşünmüyordum çünkü o sevdiği biri için savaştı o ailesinden birini daha kaybetmemek için uğraştı.
Doğu'nun sesi, o boğuk sessizliği delip geçtiğinde, gözlerim ona çevrildi. Gözlerini yoldan ayırmadan, sanki o kelimeleri çıkarmak ona büyük bir acı veriyormuş gibi konuştu "sen babamı affettin mi, Rona?"
Bir an duraksadım. O sorunun ardındaki ağırlığı hissettim. Affetmek, Doğu için bir sığınak değil, bir savaş meydanıydı. Ama gözlerim ondan kaçmadı, cesurca cevapladım. "Baban benim düşmanım değil, Doğu," dedim. Sözlerim net ve kararlıydı. "Evet, çok kızgınım. Çok kırgınım. Ama, babanın bugün yaptığı şeyin önemi çok büyük."
Doğu kaşlarını çattı ama bir şey söylemedi.
"Babanın özellikle benim için kurduğu o cümleler var ya...İşte onlar benim için bir hayatın yeniden başlayabileceğine dair bir işaret, bir umut demek. O, benimle ilgili söyledikleriyle hem kendiyle hem seninle ilgili bir şeyleri değiştirdi."
Doğu, gözleri yola dikili hâlde, yumruğunu sıktı. "Yeni bir hayatın umudu," diye mırıldandı alayla. "Senin için bu kadar kolay mı? Her şey değişebilir mi?"
Yavaşça elimi onun koluna koydum, ilk kez bu kadar nazik bir temasla yaklaşarak. "Hayır, kolay değil, Doğu. Ama bugün gördüğüm şey, bir başlangıç olabileceğini hissettirdi. Eğer sen de görmek istersen... Sadece bir kez denemeye değer."
Öfkesi hâlâ yüzünde bir gölge gibi duruyordu ama o gölgenin içinde bir ışık beliriyordu. Bir umudun ışığı...
"En çok sen öfkeliydin, biliyorum. En çok sen pişmandın. Geceleri uyuyamadığını, beni her gördüğünde içinin nasıl yandığını, nasıl pişmanlıkla kavrulduğunu görüyordum."
Sözcüklerimin ona nasıl ağır geldiğini hissediyordum. Ellerindeki gerilim, gözlerindeki o gölge... Bunlar onun içinde taşıdığı koca yükün parçalarıydı. Ama devam ettim. Çünkü onun gerçeğiyle yüzleşmesi gerekiyordu.
"Bak Doğu," dedim, sesim biraz daha yumuşadı, biraz daha ona ulaşmaya çalışır gibi. "Şimdi önümüzde başka bir hayat var. Başka bir yol var. Ama sen hâlâ geriye bakıyorsun. Neden?"
O an gözleri bir anlığına bana döndü. Sessizliği öylesine doluydu ki, söylemedikleri yankılanıyordu havada. Bakışları, içinde hâlâ yüzleşmekten korktuğu bir savaşı taşıyordu. Ama benim cümlelerim, o savaşın üzerine inen bir ışık gibiydi.
"Biliyorum, kolay değil," dedim, daha kararlı bir şekilde. "Ama o öfkeyi, o pişmanlığı taşıyarak ne kendine ne de bana yeni bir hayat sunabilirsin. Önümüzde bir yol var, Doğu. Eğer sen görmeye cesaret edersen, ben de o yolda yanında olmaya hazırım."
Bu kez gözleri yola döndü, ama içimde onun yavaşça da olsa o karanlıktan çıkmaya çalıştığını hissettim. Kıvılcımı gördüm. Ve o kıvılcım, bize bir gelecek sunabilecek bir ateşe dönüşebilirdi.
Yutkundu, "Ben kaybettiğimi düşündüm. Ve o his, her şeyden daha ağırdı. Bana hiçbir açıklama yapmadın, hiçbir işaret vermedin. Ne düşündüğünü bilemedim. Seni kaybetme korkusuyla sabah uyandım ve o gece korkuyla uyuyamadım. Şimdi burada oturmuş bana geçmişi geride bırakmaktan bahsediyorsun. Ama söyle Rona, benim en büyük geçmişim sensen, bunu nasıl yapabilirim?"
Doğu'nun her bir kelimesi acıtmıştı ama keskin bir dürüstlükle vuruyordu beni. Her kelimesi içime işliyordu, çünkü haklıydı. Ona yüklediğim sessizlikle, benden uzaklaşan yalnızlığında haklıydı. Fakat yine de o an her şeyden daha çok içinde hissettiği korku konuşuyordu.
"Beni korkutuyorsun," dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü. "Sana bakıyorum ve seni daha bulamadan kaybetmekten korkuyorum... O korkunun beni nasıl boğduğunu anlatamam."
Ve o an, onun gözlerinde yalnızca öfkeyi değil, beni kaybetme korkusunun gölgesini de gördüm.
Sözler boğazımda sıkıştı, ama sonunda onları dudaklarımdan dökmek zorunda hissettim kendimi.
"Doğu," dedim "Özür dilerim."
Doğu'nun gözleri, özrü duyduğunda, bir anda değişti.
O sert bakışlar, yavaşça yumuşadı. O an, bana doğru bir adım daha attı. Zihnimdeki karışıklık, onu bir adım daha yakından görmek isteğiyle çelişiyordu. Yavaşça kollarını açtı. Gözlerim, onun bu hareketini fark ettiğinde, her şey durdu. Zaman sanki yavaşladı.
Bir an, ne yapacağımı bilemedim. Ama sonra, kollarının sıcaklığını hissettim. İlk başta, vücudum gerildi, bir anlık bir çekilme oldu içimde. Ama sonra, hissettiğim şey farklıydı.
O an içimde bir boşluk doldu. Kırgınlıklar, pişmanlıklar, hayal kırıklıkları... Birbirine karıştı, ama bu kez huzur, çok yavaşça yerleşmeye başladı.
Bunu beklemiyordum. Gerçekten de bir özür, bir sarılma kadar derin olamazdı. Birçok şeyin kaybolmuş olduğunu düşündüm ama o sarılmada, kaybettiğim her şeyin, en azından bir kısmının geri döneceğini fark ettim.
Sadece durduk. Konuşmadık, ama her şey anlaşılmıştı. O anın içindeki anlamını, her bir hücremde hissettim. Zihnimdeki fırtına, yavaşça durulmaya başladı. Ve bir süre, sadece sarıldık. İçimde bir boşluk değil, bir umut hissettim. Yeniden başlamak mümkün müydü? Bilmiyorum, ama o sarılma, bir adım daha ileriye gitmenin, birlikte bir yol bulmanın mümkün olduğunu bana gösteriyordu.
🔗
Karanlık iyice bastırmışken araba usulca konaktan içeriye girdi. Sessizce geçen yolculukta başımı koltuğa yaslamış sadece karanlığın hüküm sürdüğü çehreyi izlemiştim. Sık sık göz göze geldiğimizde Doğu için yüzünü çevirmek ızdırap gibi gelmişti.
Arabayı park ettiğinde kemeri çözüp sessizce arabadan indim. Ağır adımları arkamdan geldiğinden emin bir şekilde açılan konak kapsından içeriye girdim.
İçeriye girdiğimiz gibi yüzümüze vuran sıcaklık konağın değişen havasındandı.
Taş duvarların arasına sıkışmış eski günlerin kokusu karışık bir neşeyle gün yüzüne çıkmıştı sanki. Salondan gelen bir kahkahayla olduğumuz yerde mıh gibi kazındığımızda görüş açımıza salondaki ev halkı girmişti. Bir yanında Helin diğer yanında Hozan otururken Kalender Ağa'nın keyfi yerinde gibiydi. Sandalyesinden inmiş koltuğun üzerinde oturuyordu.
Bizi gören Berfin Hanım ayağa kalkıp yanımıza geldi. "Geldiniz mi çocuklar, aç mısınız biz yedik sizede hazırlatayım?"
"Gerek yok Berfin Hanım tokuz biz, biraz dinlenelim." Göz ucuyla Doğu'ya baktığımda elaları tek bir şeyin üstündeydi.
Ben geriye doğru adımlamak istemiştim fakat Doğu'nun yanımdan geçip giden adımları beni olduğum yerde bırakmıştı. O içeriye doğru adım atarken ben arkasında kalıp nefesimi tutarak her hareketini izliyordum.
Daha onu kimse fark etmemişti.
Adımları ağır ama bir o kadarda kararlıydılar. Onu görmelerine bir adım kala durdu. Belki de bu duraklama yılların özetiydi. Yüzünü görmeye çalıştım, sertti ama içinde sanki kırılan şeyler vardı, hissediyordum.
Sonunda adımları kemerin eşiğinden geçti. Önce onu fark etmemişlerdi herkes birbirine karışmıştı, babasının çevresine kardeşleri toplanmış, Helin kahkahayla bir şeyler anlatıyordu.
Onlar mutluydu, salonun her köşesi sanki kasveti ardından bırakmış gibiydi.
Gözler Doğu'ya döndüğünde ise kahkaha bıçak gibi kesildi, gürültü yavaşça sessizliğe gömüldü.
Babasına doğru bir adım daha attı, yürüdükçe Hozan ve Helin yavaşça yerlerinde toparlandılar.
Ben ise arkada Berfin Hanım'la Doğu'nun yükünü yüreğimizde hissediyor gibi göz bile kırpmadan onu izliyorduk.
Sonunda babasının önünde durdu. O an, salondaki hava tamamen değişti. İkisi de bir süre konuşmadan birbirine baktı. Baba oğulun arasında geçen bu sessizliğin bir anlamı vardı, kelimelere dökülmeyen bir hesaplaşma, bir özlem, bir gurur... Babası yerinde hafifçe doğruldu, ellerini dizlerinde birleştirip Doğu'ya baktı. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı, ama gözleri doluydu.
"Doğu," dedi babası, sesi yılların yorgunluğunu taşıyordu. Tek kelimeydi, ama içinde ne hikâyeler saklıydı.
Doğu, bir an başını eğdi, sonra tekrar doğruldu. Yavaşça dizlerinin üzerine çöktü ve babasının ellerini tuttu. O eller, zamanla buruşmuş ama hâlâ güçlüydü. Doğu'nun sesi, sakin ve derin bir yankıyla salonu doldurdu.
"Baba..."
İçimde bir şeyler kırıldı o an. Nefesimi tuttuğumu fark ettim, ama bırakmaya cesaretim yoktu. Bu anın kutsallığını bozmak istemiyordum.
Doğu'nun sesi pürüzsüzdü, ama o sesin içinde yılların özlemi, pişmanlığı ve sevgisi vardı. Babası ellerini kaldırıp Doğu'nun yüzüne dokundu.
O an, salondaki sessizlik yerini derin bir nefese ve bir araya gelen bir ailenin sessiz sevincine bıraktı. Ben ise geri planda, bu sahnenin dışındaydım. Sadece bir izleyici, Doğu'nun adımlarını takip eden bir gölge... Ama bu an, bana da aitmiş gibi hissettim.
Babası, Doğu'nun omzuna elini koyduğunda salondaki hava tamamen durgunlaşmıştı. O an, herkesin nefesi tutulmuş gibiydi. Gözlerimi Doğu'dan ayıramıyordum onun, her adımda daha da büyüyen, daha da derinleşen bu sessiz yüzleşmesinde bir parçasıydım.
Doğu, bir an yerinde durdu. Bakışlarını babasının yüzünden ellerine doğru kaydırdı. Yılların yorgunluğu, o ellerin çizgilerinde saklıydı. Birkaç saniye boyunca öylece kaldı sanki bütün zaman durmuş, geride bıraktığı yıllar omuzlarına bir yük gibi binmişti. Sonra dizlerinin üzerine yeniden çöktü.
Yavaşça babasının elini tuttu, nasırlı, yaşlanmış o elleri. Bir an ona baktı o bakışta özlem de vardı, pişmanlık da, ama en çok kabullenmişlik. Ardından, hiç tereddüt etmeden, babasının elini yavaşça dudaklarına götürüp öptü.
Salondaki herkes donup kalmıştı. Bu hareket, sadece bir oğlun babasına duyduğu saygıyı değil, aynı zamanda yılların kopukluğunu onarmaya çalışan bir bağışlama ve teslimiyet anıydı. Ben o an gözlerimin dolduğunu fark ettim. Doğu'nun o kadar güçlü bir adam olduğunu düşünürdüm ki, bu kadar içten ve kırılgan bir yanını görmek beni sarsmıştı.
Babası hafifçe gülümsedi, ama bu gülümseme öylesine değildi. "Doğu," dedi yeniden, sesi derin ve titrek, "Sağ olasın, oğlum."
Doğu başını kaldırdı, gözleri hafifçe parlıyordu. Ama hiçbir şey söylemedi. Sessizlik konuştu o an, aralarındaki bağın gücünü kelimeler değil, bakışlar taşıdı.
Kardeşleri bu manzarayı izlerken gözleri dolmuştu, biri elini ağzına kapatıp hıçkırığını bastırmaya çalıştı.
Ben ise salonun kapısının eşiğinde durup nefesimi tutuyordum. O an o kadar kutsaldı ki bir adım dahi atmaya cesaret edemedim. Bu, bir ailenin yıllar sonra yeniden buluştuğu bir andı. Ben ise o buluşmanın sessiz bir tanığı, gölgede kalan bir yabancıydım.
Doğu yavaşça ayağa kalkarken, babası onun elini tuttu. O dokunuşta, geçmişte biriken tüm eksik kelimeler, boğazda düğümlenen özlemler saklıydı. Babası Doğu'nun yüzüne bakıp başını hafifçe eğdi,
Bakışları, oğlunun yüzünde gezindi, sanki o sert ifadelerin ardında kalan yaraları görmeye çalışıyordu. Birkaç an boyunca sessizce oturdu, sonra derin bir nefes aldı. Bu nefes, sanki yılların birikmiş pişmanlıklarını taşıyordu.
"Doğu," dedi, sesi titrek ama kararlıydı. "Bu evin yükü, benim omuzlarımdayken bile ağırdı. Ama yıllar geçtikçe... fark ettim ki, o ağırlık artık sana geçmiş. Benim yapmam gerekeni sen yaptın. Sen çocukluğunu yaşayamadın, evlat. Bu ev, bu soy, benim yüküm olmalıydı, senin değil."
Doğu, babasının gözlerinin içine baktı. Hiçbir şey söylemedi. O anki sessizliği, kelimelerin ifade edemeyeceği kadar derindi. Babası, dudaklarını birbirine bastırıp başını öne eğdi. "Ben... senden çocukluğunu çaldım," dedi, sesi daha da kısılmıştı. "Hakkını helal et, oğlum."
Bu sözler salona ağır bir taş gibi düştü. Ben, kapının eşiğinde durup nefesimi tutarken içimde bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Bir baba, oğlundan af diliyordu. Bu, onca yılın yükünü kabullenmenin ve teslimiyetin bir ifadesiydi.
Doğu, sessizce dinledi. Sonra hafifçe doğruldu, babasının elini sıkıca tuttu. "Baba," dedi, sesi alçak ama netti. "O yük benim omuzlarımdaydı, doğru. Ama bu benim kaderimdi. Yıllar geçse de, bu evin ocağı tütmeye devam ettiyse, bu hepimiz içindi."
Babası gözlerini Doğu'dan ayıramıyordu. "Ama sen bir çocuktun," dedi, sesi çatallıydı. "O yük, o sorumluluk bir çocuğun kaldırabileceğinden fazlaydı."
Doğu, babasının sözlerini bölmedi. Gözlerini yere indirdi, ama o an yüzünde ne bir öfke, ne de bir sitem vardı. "O zamanlar öyle olması gerekiyordu," dedi sonunda.
Babası gözleri dolmuş bir şekilde başını salladı. "Keşke zamanı geri alabilseydim," dedi.
Bir anda, zamanın durduğu o anın içinde, bütün dikkatim ona yöneldi. "Keşke çocukluğunuzu kurtarabilseydim," demişti. Sadece Doğu'yu değil, aynı zamanda beni de kapsayan bir pişmanlıktı bu. O an, her şey bir anda geçmişe kaydı, yıllar önce kaybettiğimiz her şeyi, hissettiğimiz boşluğu tekrar hissettim. Kalender Ağa'nın sözlerinde bir ağırlık vardı, derin bir hüzün, ama aynı zamanda bir kabulleniş.
Ona bakarak, içimde bir şeylerin çözüldüğünü hissettim. Ne garipti, yıllardır bastırmaya çalıştığım o acı, bu kadar basit bir cümleyle yeniden yüzeye çıkıyordu. O da, tıpkı ben gibi, kaybolan bir çocuklukla yaşamıştı. O zamanlar, kendi çocukluğumuzu birbirimize borçlu olduğumuzu düşündüm. Kalender Ağa'nın pişmanlıklarını, yıllarca içimdeki bu kırık kalbe ve kaybolan zamanı ben de hissediyordum.
"Rona..." Benim adımı söylediğinde, aslında sadece bana değil, aynı zamanda tüm geçmişe hitap ediyordu. "Rona... Benim sana karşı bir borcum var," dedi. O an, kalbimde bir şeyler kırılmaya başladı.
Ama bu, acı veren değil, bir tür rahatlamaydı. "Bir çocuğun sahip olması gereken her şeyden mahrum kaldın. Beni affet," dedi, gözleri yılların yüküyle doluydu.
Duyduğum şeylerin ağırlığını taşımak, çok zor geldi. Aniden geçmişin tüm yaraları tekrar açıldı. Oysa bu kadar uzun süre susmayı, hissettiklerimi unutmayı öğrenmiştim. Ama Kalender Ağa'nın sözleri beni yerimden söküp aldı. O an, ona bakarken, o eski, kırık kalbim bir şekilde yine o adamı affetti.
Adımlarım salonun içine büyük bir hisle girdiğinde ayaklarım sanki gitmesi gereken yeri biliyormuş gibiydi.
Herkesin gözleri benim üzerimdeyken yavaşça Doğu'nun yanında durdum. Ondan güç almak istermiş gibi birbirine değen parmaklarımızla tenime yayılam sıcaklık beni yakmaya hazırmış gibiydi.
"Herkesin yükü var. Ve ben, bu yükü taşımak için çok zaman harcadım. Ama artık... bırakmak istiyorum. Geçmişi, ne olursa olsun, geride bırakmak istiyorum."
"Teşekkür ederim," dedi boğul sesiyle. Onun gösterdiği büyüklük karşısında sözcüklerim affediyorum sizi diye çıkamamıştı. Bana verdiği aldığından daha fazlaydı o yüzden adımlarımı kararlılıkla attım.
Bir adım daha attım, aramızdaki mesafeyi kısaltırken, bir anda içimdeki bir his beni harekete geçirdi. Kalender Ağa'nın eline doğru yöneldim.
Kalender Ağa bana bakarken, ben ona doğru eğildim. Elini tuttuğumda dudaklarıma götürdüm. Bu hareket, onun için söylenmemiş bir teşekkür, yıllarca içinde tuttuğu bir özür ve aynı zamanda affedilmiş bir geçmişti.
Geri çekildiğimde kolunu uzatıp başımı sardı büyük eli, kulağıma eğildiğinde "Affet beni, Rona," sesi titrek, ama kalbinde bir yumuşama vardı.
Ben başımı hafifçe kaldırıp, gülümsedim. "Geçmişi bırakıyorum," dedim. "Hepimiz birbirimizin yükünü taşıdık. Ama artık... her şey geride kalmalı, Kalender Baba."
Ve o an, o elin üzerine düşen bu sessiz kabul, bana yeni bir başlangıç gibi geldi. Hem Kalender Ağa hem de kendime olan affım, aslında beni özgürleştirmişti.
Geri çekildiğimde salonun ortasındaki koltuğa doğru yöneldim. Yavaşça otururken, sanki nefes almak bile daha kolaylaşmıştı.
Saniyeler sonra Doğu yanıma geldi, sessizce. Yorgun ama güven veren bir tavırla yanıma oturdu.
Onun varlığı, bütün o karmaşık duyguların arasında bana sığınacak bir liman gibi hissettiriyordu.
Gözlerim bir an salondaki herkesi taradı. Kalender Ağa, hala yerinde, sessiz bir şekilde duruyordu. Bakışları uzaklara dalmış gibiydi ama yine de huzurlu görünüyordu. O an, salonda herkesin taşıdığı yükler, bir şekilde sessizliğe teslim olmuştu.
Ve o anda, içimden geçen tek şey şuydu, Bazı yaralar kapanmaz belki, ama onlarla yaşamayı öğrenebiliriz. Şimdi, her şeyin başladığı yerden, yeniden bir yol çizmenin zamanıydı.
Bölüm Sonu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.63k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |