
"23. Bölüm Ruhun Kaderi"
Planladığımız hayat ile yaşadığımız hayat arasındaki fark, bazen bir fısıltı kadar belirsiz, bazen de bir uçurum kadar keskindir. İnsan zihni geleceği şekillendirmek ister hayaller kurar, yollar çizer, ihtimalleri hesaplar. Oysa hayat, hiç hesaba katmadığımız bir satır arasına saklanır ve bizi en beklenmedik köşede karşılar...
Kader bir yol mudur, yoksa biz onu yürüdükçe mi şekillendiririz? Belki de yaşam, daha biz var olmadan çok önce yazılmış bir hikâyedir ve biz, onun satırları arasında kaybolan karakterleriz. Ama yine de her adımımızın bir yankısı, her seçimin bir bedeli vardır.
İnsan, bazen kaderin rüzgârında sürüklenen bir yaprak gibi hisseder kendini. Nereden estiğini bilmediği bir fırtınanın içinde savrulurken, yolunu kendi mi çiziyor, yoksa çoktan belirlenmiş bir rotada mı ilerliyor, bunu bilemez. Zaman, iç içe geçmiş halkalar gibi dönerken, geçmiş ile gelecek arasındaki sınır bulanıklaşır.
Bazen bir yol ayrımına geliriz. Önümüzde iki kapı vardır. Biri tanıdık, diğeri bilinmezlik doludur. Ve o an, kendi hikâyemizin yazarı olup olmadığımızı sorgularız.
Her insan, kaderinin içinde bir yankıdır. Belki de hayat dediğimiz, önceden çizilmiş bir resmin içinde, fırçayı elimizde tuttuğumuzu sanarak ilerlediğimiz bir yanılsamadır.
Göz kapaklarımın arasından süzülen sabah ışığı tenime hafifçe dokunduğunda, içimde tuhaf bir hisle uyanmıştım. Yavaşça gözlerimi araladığımda önce tavana, sonra etrafıma çevirdim gözlerimi.. Yatak... Oda... Ve yanımda yatan o...
Bir an bilinçsizce nefesimi tuttum. Gözlerim onun yüzüne kayarken, kalbimin nasıl da hızla çarptığına inanamıyordum.
Normalde her daim her yerde sert bir ifadeyle dolaşan adam, şimdi öylece yatıyordu. Yüzü daha yumuşak, nefesi düzenli...
Uykunun verdiği o mahmurluk içinde, her zamankinden farklı görünüyordu. Ama asıl farklı olan bendim. İçimde dolaşan garip bir heyecan, tatlı ama aynı zamanda tuhaf bir his vardı.
Aniden yüzümü battaniyeye gömme isteğiyle uyarıldığımda Doğu'nun sesi, sabahın sessizliğini kırmıştı. "Saklanmaya mı çalışıyorsun?"
Parmaklarıma sıkıştırdığım battaniyeyi hafifçe aşağı indirdiğimde sesindeki o alışık olmadığım sıcaklık, daha da fazla utanmama neden oluyordu. Konuşmaya çalıştım ama sesim çıkmadı. Kalbim hızla atarken, ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Bir şey söylemem gerekiyordu ama dilim düğümlenmiş gibiydi.
"Ben... "
Doğu hafifçe başını yana eğdi, bakışlarını üzerimde gezdirdi. Alaycı değildi, sert hiç değildi... Hatta hafifçe gülümsedi. O gülümseme...
"Rona Karahanlı, gözlerini mi kaçırıyor benden?" Sesi şaşkınca çıkarken gülmemek için çaba sarf ediyor gibi bir hali vardı.
Parmakları yüzüme yaklaşırken yanağıma düşen bir tutam saçı nazikçe geriye attı. Dokunuşu yumuşaktı, neredeyse çekingen ama bir o kadar da sahipleniciydi.
Nefesimi tuttuğum an da içimdeki duyguları tarif etmekte zorlanıyordum. Heyecan, mutluluk, biraz da şaşkınlık... Dün gece her şeyi değiştirmişti. Ve bu sabah, ben de değişmiştim. Doğu değişmişti.
Her şey artık bambaşkaydı. Ve bu, beni hem korkutuyor hem de tarifi imkânsız bir şekilde mutlu ediyordu.
Korkuyordum... Çünkü hayatın benim için yazdığı hikâye, başından beri benim kalemimden çıkmamıştı. Şimdi ise ilk kez kendi seçimlerimin ağırlığını omuzlarımda hissediyordum. Özgürlüğün bedeli olduğunu bilirdim ama bu kadar ağır olacağını tahmin etmemiştim. Geçmişin zincirleri hâlâ bileklerimde sızlıyor, attığım her adımda eski acılarımın yankısını duyuyordum.
Korkuyordum... Çünkü kalbimin atışları bile başkasına aitmiş gibi hissediyordum. Hislerimin, alıştığım duvarları aşmasına izin verirsem, kendimi bir bilinmeze bırakmış olacaktım. Ve bilinmezlik... Benim gibi, hayatta hep tetikte duran biri için en büyük tehditti.
Ama yine de içimde bir ışık vardı. Korkunun karanlığını delen, bir kıvılcım gibi yakan bir ışık. Belki de ilk kez, ait olduğum bir yere doğru yürüyordum. Ve belki de bu yüzden, ilk kez gerçekten yaşamaktan korkuyordum.
🔗
Doğu aynanın karşısında durmuş, sessizce gömleğinin düğmelerini ilikliyordu. Ciddi, düşünceli, her zamanki gibi ağırbaşlı fakat arada aynada kendisiyle göz göze gelip hafifçe gülümsediğine şahit olmuştum ...
Bir an durup ona baktım. Siyah gömlek... Her zamankin daha fazla ona yakışmış gibiydi.
Sanki üzerine dikilmiş, omuzlarını daha geniş, duruşunu daha keskin gösteriyordu.
Renk, yüzünün sert hatlarını belirginleştirirken, gözlerindeki koyu gölgeleri daha da derinleştiriyordu. Ona bu kadar yakışmasına sinir olmalı mıydım, yoksa bundan hoşlandığımı kabul mü etmeliydim, o an bilemedim.
Sessizce yanına yaklaştım, tam dikkatini topladığı anda iki elimin avuç içiyle sırtına hafifçe ittim. Dengesi bozulup bir adım öne sendeleyince, aynadan bana öyle bir bakış attı.
"Bu sabah aynada fazla oyalandın," dedim, aynada yüzüne bakarak.
Doğu, omzunu silkti ve aynada düzelttiği gömleğine göz gezdirdi. "Buyur geç."
Elimi çeneme koyup bilmiş bilmiş kıyafetine baktım. "Üzerindekinin başka rengi yok muydu?"
Kaşını kaldırdı. "Nesi varmış bu rengin? Dümdüz siyah işte."
Burnumu kıvırdım. "Bilmem... Çok şey gibi."
Doğu gözlerini kıstı. "Ne gibi?"
Omuz silktim. "Çok böyle... şey işte."
Kollarını göğsünde bağladı, ifadesi sabırsızdı. "Rona, 'şey' diyerek kıyafet eleştiremezsin."
"Öyle mi? O zaman şöyle diyeyim." Parmak uçlarımı gömleğinin yakasına götürdüm, azıcık çekiştirdim. "İş adamı değil de mafya gibi duruyorsun. Başına bir bela alabilirsin böyle ben söyleyeyim de."
Doğu gözlerini devirdi. "Buna bir gömlek rengiyle mi karar verecek?"
Gömleğini çekiştirmeye devam ettim. "Bak, belki mavi ya da gri bir şey giyersen, insanlar seni daha az tehditkâr bulur."
"Gri sevmem ne renk olduğu belli değil. Ya siyah beyaz olacaksın. Ama yarın sana danışırım çok ısrar edersen ."
"Çok iyi fikir! Keşke bugün de danışsaydın." diye mırıldandım.
Derin bir nefes aldı, aynadaki yansımasına son bir kez bakıp arkasını döndü. "Bitti mi sabahki moda yorumların inelim mi aşağıya?"
Kafamı iki yana salladım. "Hayır, senin dolabına gidip başka bir gömlek bulana kadar bitirmeyeceğim."
Doğu kaşlarını kaldırdı. "Beni mi giydireceksin?"
Kollarımı açtım. "Evet, ben senin moda danışmanınım. Kabul et, benim zevkim daha iyi, ayrıca benim işim bu."
"Beni çocuk gibi giydireceksen, teşekkür ederim ama istemem moda bana uysun ben kimseye uymam."
"Kendine bu kadar güveniyorsan, neden böyle renklere takılıyorsun?"
Doğu hafifçe eğilip yüzümü kendine çevirdi. "Çünkü ben biriyim, Rona. Ve o biri, renklerine karışılmasını sevmez."
Gözlerimi kıstım. "Bakalım gömlek çekmecen de böyle mi düşünüyor?"
Arkasından dolanıp hızla dolabına doğru yöneldiğimde, arkamdan gelen ayak seslerinden onun da peşimden geldiğini anladım.
Tam dolabın kapağını açacakken bileğim nazikçe sarıp bir kendine çevirdi "Rona," dedi sesi alçaktı.
Omuzumun üzerinden ona baktım.
"Ne?" dedim masumca, bileğimi çekmeye çalışırken. "Sadece sana yakışan başka bir gömlek bulmak istiyorum."
"Ben buldum zaten." Diyerek üstünü gösterdi.
Başımı iki yana salladım. "Hayır, bulmamışsın. Şu an üzerindeki fazla... fazla..."
Kaşını kaldırdı. "Fazla ne?"
Dudaklarımı büzdüm. "Fazla Doğu."
Bir an sessizlik oldu. Sonra, az önceki sabrı kaybolmuş gibi yüzüme doğru eğildi. "Ben zaten Doğu'yum."
Ellerimi iki yana açtım. "Ama biraz da Doğu dışı olamaz mısın?"
"Hayır."
Çenesini kaldırıp dolabına göz attım. "Sana lacivert bir şey bulayım bari, biraz daha az... kasvetli görünürsün."
Bileğimi bırakıp dolabın kapağını kapattı. "Sabah sabah enerjin şaşırtıcı şekilde fazla."
Kollarımı göğsümde bağladım. "Benim enerjim öyle kolay kolay bitmez"
Doğu'nun kaşları hafifçe kalktı, Bir an sustu. Gözleri hafifçe kısıldı, Sonra, beni biraz daha dikkatli süzdü. "Gece boyu horlayarak uyumamış biri gibi konuşuyorsun."
Gözlerimi devirdim. "Kim horladı, yalancı."
Doğu kollarını göğsünde bağladı, aynadan bana bakarak hafifçe başını yana eğdi. "Ben demiyorum, Midyat söylüyor."
Kaşlarımı çattım. "Ne Midyat'ı?"
"Gece boyu homurdanıp durdun. Hatta bir ara öyle bir ses çıkardın ki, deprem oluyor sandık hepimiz."
Şok içinde ağzımı araladım. "Ne? Yalan söylüyorsun şu anda!"
Doğu hafifçe güldü, ama hemen toparlanıp ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Keşke yalan olsa. Ama ne yazık ki, şahit oldum. O yüzden sabah uyandığımda hâlâ kulaklarım çınlıyordu."
Ellerimi belime koyup ona bir adım yaklaştım. "Ben zarif bir kadınım Doğu. Asla horlamam ben!"
"Zarif..." Başını sallayıp aynada gömleğinin yakasını düzeltti. "Tamam, dış görünüşün zarif ama gece, o zarifliğin yerini traktör motoruna bırakıyor olabilir."
Elimle gömleğinin kolunu çekiştirip sinirle baktım. "Beni sinirlendirmeye mi çalışıyorsun?"
Gözlerini devirdi. "Ben bir şey yapmıyorum, sadece olanları söylüyorum."
"İyi o zaman," dedim kollarımı kavuşturup arkamı dönerek. "Bundan sonra ayrı odalarda uyuyalım. Bakalım kim traktör, kim değil, o zaman anlarsın."
"Yok ya," dedi alaycı bir ifadeyle. "Tamam abarttım. Ama hafif bir homurtu vardı, kabul et."
Hızla döndüm, kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Sen de gece uykusunda konuşuyorsun ama ben bundan şikâyet etmiyorum."
Doğu gözlerini kıstı. "Konuşmuyorum."
"Konuşuyorsun."
"Kesinlikle konuşmuyorum."
Gülümseyerek ona yaklaşıp kısık sesle ekledim" Geçen gece 'Rona, yastığımı geri ver' dedin mesela."
Gözleri büyüdü. "Çünkü yastığımı almışsın!"
Ellerimi iki yana açtım. "Ee? Konuşmuşsun işte."
Bir an sustu, sonra başını eğip güldü. "Seninle tartışmak dünyanın en yorucu şeyi."
Kollarımı çözüp başımı salladım. "Benim enerjim bitmez demiştim."
Doğu aynaya dönüp düğmelerini iliklemeye devam ederken iç çekti. "Ve ben bu enerjiyle bir ömür başa çıkmak zorundayım."
Kollarımı göğsümde bağladım. "Kaçırmasaydın o zaman beni."
"Yaradan yazmış, almasaydım olmazdı."
Kollarımı çözüp ellerimi belime koydum. "Boşayacağım seni, görürsün."
Doğu, düğmelerin sonuncusunu ilikledikten sonra birden durmuştu. Gözleri aynadan bana kaydı, kaşları hafifçe çatıldı. "Ne dedin?"
Omuz silktim, umursamaz bir ifadeyle. "Boşayacağım seni."
Birkaç saniye boyunca sadece baktı. Sonra derin bir nefes alıp başını yana eğdi. "Hımm..."
Kaşlarımı kaldırdım. "Ne 'hımm'?"
Ceketini eline alıp ağır adımlarla bana doğru yaklaştı. "Boşamak için önce evliliğin bitmesi gerekir."
Ellerimi belimde daha da sıkılaştırdım. "E, evliyiz."
Tam karşımda durup gözlerimin içine baktı. "Ama bitmeyecek."
Gözlerimi kıstım. "Belki ben bitirmek istiyorumdur?"
Başını hafifçe yana eğdi. "Bitiremezsin."
İç çekip ona meydan okurcasına baktım. "Beni ne kadar iyi tanıdığını sanıyorsun, Doğu?"
Gözleri hafifçe parladı. "Senin benden boşanmak istemeyeceğini bilecek kadar."
Kahkaha attım. "Ne kadar da kendinden emin!"
Göz kırptı. "Senden öğrendim."
Bir an göz göze kaldık. O kadar kendinden emindi ki... Sinir bozucu derecede haklı olduğunun farkında olarak duruyordu karşımda. Derin bir nefes alıp kollarımı çözdü. "Sen Rona Kalendersin. Sen benim eşimsin ve öyle kalmaya devam edeceksin. "
Eli belimi sararken geri çekilip gözlerimin içine baktı "Duydun beni değil mi?"
Yutkundum. Bakışlarındaki kesinlik, sesinin tok ve yumuşak tınısı... Sinir bozucu olduğu kadar, içimi tuhaf bir sıcaklıkla dolduruyordu.
Gözlerimi kısarak başımı yana eğdim. "Sen de beni duydun mu?"
Kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Neyi?"
Kollarımı göğsümde bağladım, hafifçe gülümseyerek. "Belki de Rona Kalender olmak istemiyorumdur."
Eli belimde sıkıca durdu, bakışları ciddileşti. "Sakın."
Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. "Sakın mı?"
Başını hafifçe eğerek yüzüme daha da yaklaştı. "Kumar oynuyorsan, hemen bırak. Çünkü bu oyunu kaybedersin, Rona."
Gözlerimi devirdim. "Seninle yaşamak zaten başlı başına bir kumar."
Gülümsedi. "Ve ben bu kumarın kurallarını çok iyi biliyorum."
İç çektim, sonra alaycı bir ifadeyle kaşlarımı kaldırdım. "Ne yapacaksın? Beni kaçırıp tekrar mı evleneceksin benimle?"
Bir an sustu, sonra gözleri kısıldı. "Gerekirse."
Güldüm. "Sen delisin."
Eli belimde sıkıca durmaya devam ederken başını yana eğdi. "Sana da böyle bir koca yakışmaz mıydı?"
Bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Sonra ellerimi onun gömleğinin önüne koyup hafifçe düzelttim. "O zaman iyi dinle, kocam olan adam."
Beni dikkatle süzdü. "Dinliyorum."
Gülümsedim. "Şimdilik boşanmayı sonra düşünmeye bırakacağım ama bu kadar kendinden emin olma. Belki bir gün..."
Başını iki yana salladı konuşmama izin vermeyerek. "Asla."
Göz kırptım. "Bekleyip görelim."
Gözlerini devirdi ama yüzünde o kendinden emin gülümsemesi vardı. "Ben çoktan gördüm."
O an içime ektiğim nefesi sindirmek zor geldi ama belli etmemek için başımı hızla çevirdim. "Neyse, hadi git sen bende geleceğim."
Doğu, beni son bir kez süzüp gülümsedi. "Tamam, ama bu konuyu kapat bir daha şakasını bile yapma."
Arkamı dönüp giyinme odasına yürürken elimi salladım. "Tabii, tabii."
🔗
Mardin'de artık kasım ayındaydık. Hava, yazın o tatlı sıcaklığından sıyrılmış, sertleşmeye başlamıştı. Güneş hâlâ gökyüzünde yükseliyordu ama ışıkları eskisi kadar yakıcı değildi.
Sabahları, eski taş sokaklardan geçerken ayaklarımızın altındaki soğukluğu hissedebiliyorduk. Rüzgâr dar sokaklardan hızla süzülüp geçerken ince ince ürperti bırakıyordu tenimizde.
Aynada son kez derin bir nefes alıp, kuruttuğum yarısı hala ıslak olan saçlarımı geriye attım. Ellerim, ıslaklıkla karışan o soğuk havayı hissettikçe, ruhumda bir sarsılma oldu.
Bir süre aynaya baktım, gözlerimdeki yorgunluğu fark ettim.
Gözlerimi kapatıp bir nefes daha aldım, aynadaki yansıma bana hafifçe gülümsüyordu. O gülümseme, içimdeki belirsizliklere karşı bir direniş gibiydi. Yavaşça gözlerimi açıp, kendime bakarken, bir an duraksadım. O kadar karmaşık, o kadar çok duyguyla yoğrulmuştum ki... Ama o gülümseme, içimdeki o karanlık anlarda bile bir ışık gibi parlıyordu.
Bir an için, her şeyin yerine oturduğunu hissettim. Ne kadar zorlu bir yol olursa olsun, ben hep bir şekilde bu yolda ilerleyecektim. Yavaşça başımı sallayarak, o gülümsemeyi bir kez daha yüzüme yerleştirdim.
Belimi saran siyah eteği çekiştirip yakaları kayık olan kazağında eteklerini dokundum.
Kahverengi düz taban çizmenin fermuarını çektiğimde aynada kendime göz göze geldim yeniden.
Bir anlığına, artık zamanla yarışan bir insan gibi değil, sadece bu anın içinde kaybolmuş bir şekilde baktım kendime. Yavaşça derin bir nefes aldım, sonra benliğime daha fazla gülümsedim.
Telefonu elime alıp, derin bir nefesle yavaşça kapıyı araladım, dışarı çıktım.
Uzun koridor boyunca yürüyüp artık duymaya alışkın olduğum seslere daha çok yaklaştım.
Merdivenden ikinci kata indiğimde artık Kalender Ağa'nın çalışma odası olan eskiden kendini hapsettiği odanın kapısının önünde durdum.
İçerisinin rengi artık beyazdı. Bir yatak değil meşeden yapılma bir çalışma masadı vardı.
Küçük el emeği ile yaptığı gemileri de masada kendilerine yer bulmuştu.
Hafifçe gülümsedim bu düzene. Sanki büyük bir kıymet kopmuştu sonrası ise olması gerekenler gibi olmuştu. Herkes yerini biliyordu. Herkes daha sık gülümsüyor, acılarını yaşamaktan korkmuyordu.
Hayat hepimize dersler vermişti aslında. Dünyanın iyi olduğu kadar kötü yüzüyle de sınamıştı bizi yıllardır.
Fakat biz neredeyse mutluluğa ulaşmışız gibi hissediyordum.
Zaman zaman ruhumu esiri altına alan ihtimalleri yönetmeyi öğrenmiştim. Yaralarım kapanmıştı zamanla. Ruhum iyileşmişti. Bu tam olarak bir iyileşme miydi bilmiyorum fakat artık daha az acıyı hatırlıyordum.
Önüme dönüp tekrar merdivenden inmeye başladığımda sesler artık daha netti.
Kalabalığın sesi, mutfaktan gelen kahvaltı hazırlıkları ve eğlenceli konuşmalar arasında, bir yandan da taze pişmiş ekmek kokusu her yere yayılıyordu. Kalender Ağa'nın derin sesi, Helin'in neşeli kahkahası, Hozan'ın sabah esprileri... Her şeyin normal olduğu, bir aydır zamanın sabahın huzuruyla yavaş aktığı anlardan biriydi.
Masada renkli tabaklar vardı zeytin, peynir çeşitleri, taze domatesler, biraz zeytinyağı ve bal. Bir köşede, Doğu'nun her sabah içtiği kahvesi.
Doğu'nun sesi, belki biraz daha ciddiydi ama masadaki diğer herkesin enerjisi buna karşın daha canlıydı.
Günaydın diyerek, kahvaltı masasına doğru adım attım. Herkesin yüzüme dönüp gülümsemesiyle, bir anda ortamda hafif bir neşe yayıldı. "Günaydın kızım geç otur ekmek yeni tandırdan çıktı." Berfin Hanım arkamdan dolanıp çayları koymak için uzanmıştı.
"Siz oturun, ben koyarım." dedim, hafifçe gülümsedim. Doğu, başını kaldırarak bana bakarken, sessizce silik bir gülümseme takındı.
Berfin Hanım, önce şaşkın bir şekilde bana baktı, sonra gülümsedi. "Tamam bu sabah senin elinden içelim o vakit." dedi, elini çaydanlıktan çekerek.
Herkesin önündeki bardağa çayları doldururken, Kalender Ağa elindeki gazeteyi kenara bırakıp, başını hafifçe eğerek teşekkür etti. Yüzündeki o ciddi ifade, bir an için yumuşadı, gözlerinde nazik bir minnettarlık belirdi.
"Teşekkür ederim," dedi, sesinde derin bir takdir vardı. "Bu sabahta gelinimizin elinden çay içtik Berfin Hanım."
Bu cümlesiyle, her geçen gün her şeyin biraz daha normalleştiğini, sofradaki tüm gerginliklerin azaldığını fark ettim.
Helin ve Hozan'a da çaylarını koyarken, her birine gülümsedim. Helin, gözlerindeki o neşeli ışıltıyla bana bakıp, "Teşekkürler, gelin hanım," dedi, çayını nazikçe alırken. Hozan ise biraz daha sakin, ama yine de sevgi dolu bir ifadeyle, "Sağ ol yenge," dedi.
En son, masanın sonunda oturan Doğu'ya doğru yürüdüm. Onun gözleri, her zaman olduğu gibi, yoğun ve biraz da mesafeli bir şekilde bana odaklanmıştı.
Çayı bardağa doldururken, gözlerini bir an daha dikkatli bir şekilde bana yöneltti, ama bir şey söylemedi. Bardaklarını masaya koyarken, "Buyur," dedim, sesimde hafif bir ima vardı. Gözlerindeki o ciddi ifade, konuşmamla birden erimiş gibiydi.
Kendime de koymak için yan döndüğümde birden Doğu'nun eli, sırtımda yavaşça gezindi, ardından ıslak saçlarıma doğru kaydı. Gözlerim bir an açılmıştı.
"Saçlarını kurutmadın mı?" diye sordu, ama sesi düz değildi.
Doğu'nun eli saçlarımda gezinirken, başımı yana doğru çekip, elini nazikçe uzaklaştırdım. Gözlerimle ona bakarken, içimdeki küçük kızgınlıkla, "Islak değil, krem sürdüm, Doğu," dedim, biraz ters bir şekilde.
Doğu'nun yüzü, anlamadığı ya da anlamak istemediği bir ifadeyle, bir an duraksadı. "Krem mi su damlatıyor Rona?" dedi, yapma şaşkınlıkla.
Gözlerimi biraz daha belirgin bir şekilde kısıp, başımı hafifçe eğdim. "Kremdir o krem fazla sürdüm, bol bol."
Berfin Hanım, kıvranmamı görmüş gibi hemen araya girdi. Gözlerini bana çevirdi ve nazikçe, "Kızım, sana bir havlu getirsinler, kazağına bulaşmasın krem," dedi. Sesindeki o sakinlik, içimdeki küçük gerilimi biraz olsun yumuşattı.
Doğu, hafifçe başını sallayarak, "Gerek yok havluya, üstünü değişecek. Islanmış sırtın, hasta olacaksın," dedi, sesinde endişe karışımı bir ton vardı. Bir anda parmakları, ellerimi yakaladı.
Ben daha ağzımı açamadan, Doğu beni kaldırıp salondan dışarıya çıkarmıştı. O anda, arkada ellerimi çekerken kendimi zor tutuyordum. İçimden bir şeyler yükseldi, ama merdivenlere çıkmadan sesimi çıkaramadım.
"Ne tutturduğun ıslak ıslak diye? Su işte, öldürmez! Neden herkesin yanında çaktırıyorsun?" dedim sinirle. Çoktan ikinci kata gelmiştik.
Doğu, bir şey demeden, sadece beni çekip odaya ulaşmaya çalışıyordu.
"Neden herkesin yanında çaktırıyorsun?"
"Neyi?" dedi.
"Duş aldığımı." Dedim ayaklarımı yere vurarak.
Odanın kapısına geldiğinde açıp kendisiyle beraber içeri soktuğunda kapıyı kapayıp sırtımı kapıya yasladı.
"Neden bu bir sır mıydı?" Gözleri dudaklarıma kayarken ben öfkemi diri tutmaya çalışıp ona uymamayı tercih ediyordum.
"Sır değil ama sen söyleyince bir anlamı oluyor... Ayrıca uzak dur benden, uzaklaş!" İki elimle onu geriye itmeye çalıştığımda yerinden oynamamıştı.
Aramızdaki bir adımlık mesafeyi de kapayıp elini kapıya yasladığında hafifçe başını eğmişti.
"Dün gece öyle demiyordun ama." Bütün yakıcı kokusu genzimi sararken gözlerim kocaman açılmıştı.
"Seni var ya şimdi..." Kapıya yasladığı koluna asılıp kendime çektiğimde hızla döndürüp kolunun altından sırtına yasladım.
Doğu gafil avlanırken zorlandığını belli eden sesle konuşmuştu. "Ron-Rona... bırak kızım kolumu kıracaksın,haydut musun?."
"Resmen eğleniyorsun benimle, dalga geçiyorsun sabahtan beri ama sana göstereceğim. Kimse Rona İpekoğluyla dalga geçemez."
Bu onu rahatsız etmiş gibi başını arkaya çevirmişti. "Karahanlı. Rona Karahanlı diyecektin herhalde!"
"Yo, bundan sonra kullanmayacağım soyadını," dedim, gözlerimdeki kararlılık belli olurken. "Var böyle bir hakkım, kendi soyadımı kullanacağım eskisi gibi."
Kolu birden ellerimin arasından akıp gittiğinde, tutan ben değilmişim gibi hissettirmişti.
"Sen Karahanlı'sın," dedi, sesinde hala o sakin, ama baskın tını vardı. "Benim Karımsın, sok şunu aklına, kullanamazsın eski soyadını falan."
Gözlerimi ona dikerken, "İstediğimi yaparım," dedim, her kelimemdeki inatla. O an, hem sinirliydim hem de fazlasıyla öfkeliydim. Kafa göz dalmamak için zor duruyordum.
"Resmen şiddetli geçinme var bu evlilikte." Elalarını ciddi tutmaya çalışıyordu ama gülmemek için zor duruyordu.
"Hadi ya beğenemedin mi? Bizde böyle oğlum beğenmiyorsan boşayayım seni!"
"Hadi ya," dedi alayla. "O kadar kolaysa boşa bakalım. Ayrıca çıkart şu kazağı."
Sırtını dönüp kapıya yürüyordu.
"Göreceksin bir gün seni boşayacağım ağlayacaksın Midyat sokaklarında karım gitti karım nerede diye!" Parmağımı arkasından sallayarak peşinden gidiyordum.
Sözlerime başını salladığında yüzünü göremiyordum ama söylediklerimin onun hoşuna gitmediğini biliyordum.
"Hadi çıkart üstünü bekliyorum aşağıda," Kapının kolunu çevirip açtığında, kapının ardından çalmaya hazırlanan eli havada Fırat'ı görmemiz bir olmuştu.
"Fırat?" dedim, şaşkın bir şekilde, sesimde belirgin bir soru işaretiyle.
"Yenge," dedi, karşılık olarak, hiçbir şey anlamamış gibi, her zamanki halindeki rahatlığıyla.
Bu sefer Doğu, ne iş dermiş gibi, "Fırat," dedi, gözleri hafifçe daralarak.
"Ağabey," dedi Fırat, şükür ki sıralamayı bozmayıp devam ediyordum. O an, neredeyse kahkaha atacaktım, ama Fırat'ın bu hali, aradaki havayı bir anda değiştiriyordu. Sanki bir şey söylemek için kıvranıyordu.
"Ağabey yenge seni boşamayacaksa bir şey diyecektim." Emin olmak için bir bana bir ona bakıyordu.
"Saçma mı?" dedi Doğu buna karşılık.
Fırat birkaç saniye düşündüğünde karar vererek "Değil ağabey," demişti.
"Saçma değilse olmaz Fırat," Doğu ikimizi dumura uğratacak kadar ciddiyetle konuşmuştu. "Olmaz çünkü siz ikinizin tek doğru bir işi yok o yüzden mantığınıza yatan her şeyden korkarım."
Fırat'ın şaşkın yüzünü es geçerken elini omzuna iki kez vurup odadan gitmişti. "Birdiler iki oldular sen bana yardım et," diyen sesini merdivenlerden inerken hala duyabiliyorduk.
İkimizde gidişini izlerken olduğumuz yerde dona kaldık. Adam sanki az önce bizi yerin dibine sokmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi dönmüş gidiyordu.
Fırat, yüzünde büyük bir hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. "Gerçekten soruyorum yenge, biz bu kadar mı güven vermiyoruz ya?"
Hala Doğu'nun arkasından bakarken, ağzımdan kendiliğinden döküldü. "Bence Doğu'nun mantığına uyan bir şey yaparsak, asıl o zaman korkmalı mağara adamı.."
Fırat, anlamış gibi başını salladı. "Ağabeyim beni öyle bir yere koymuştu ki kafasında, bir gün düzgün bir iş yaparsak yine sorgulayacak suçlu beni görecek."
"Aman sanki kendi işleri çok normal, bir aydır obsesif gibi peşimizde."
Fırat Tam kahkahayı patlatacaktı ki, aşağıdan gelen o tok sesle olduğumuz yerde sıçradık.
"Duyuyorum!"
Fırat, irkilip elini göğsüne götürdü. "Bu adamın her şeyi duyması beni bir gün hakkım rahmetine kavuşturacak!"
Gözlerimi devirdim.
"Sen şu peşimize taktığı adamları hallettin mi?" diye fısıldadım. Bir aydır peşimde bir koruma ordusuyla dışarı çıkıyordum. Asla ve kat'a Fırat'la yalnız bir yere gitmeme izin vermiyor dakika başı adamları arayıp onlardan rapor alıyordu.
Ben her ne kadar abarttığını söylesem de huylu gibi bir aydır bana nefes aldırmıyordu.
Fırat, yüzünde koca bir mağdur edasıyla iç çekti. "Yok yenge, Nuh diyorlar peygamber dememeye yeminliler. Ne yaptıysam ikna edemedim. Ağamdan korkuyorlar tabii."
Gözlerimi devirdim. "Gerçekten mi ya."
Şaka gibi bakakaldım. "Sanırsın gizli bodyguard değil de sadık bir tarikat üyeleri ya."
Fırat başını salladı. "Kesinlikle. Ama tarikat liderleri Ağam ve onun sözleri bizim için sondur ama yenge sağolasın sen geldiğinde beri ben sırat köprüsündeyim."
Derin bir nefes alıp kollarımı kavuşturdum. "Peki şimdi ne yapacağız?"
Fırat, yüzünde muzır bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. "Valla yenge, bence ya ben Doğu Ağa'a açık açık 'Bizi rahat bırak' diyeceksin ya da sen artık resmi olarak koruma kadrosuna alınmayı kabul edeceksin."
Kaşlarımı çattım. "Üçüncü bir seçenek yok mu?"
Fırat düşündü, sonra başını iki yana salladı.
Fırat düşündü, sonra başını iki yana salladı. "Var ama beğenmeyeceksin."
Gözlerimi kıstım. "Neymiş?"
"Benim ölmem yenge."
"Fırat!" Aşağıdan yine memnuniyetsiz ve sert sesiyle bağırıyordu.
"Geldim Ağabey," ve birden koşarak merdivenden inemeye başlamıştı.
"Bu ailenin sorunu bu işte kimse kimsenin konuştuğunu sonuna kadar dinlemiyor."Kendi kendime mızmızlanırken, kapıyı kapatmak üzereyken bir sesle irkildim.
"Bir şey mi dedin, Rona Yenge? " Helin, merdivenlerin trabzanlarına tutunarak yukarı çıkıyordu.
"Ay yok öyle, kendi kendime konuşmaya dalmışım," dedim gülümseyerek.
Helin, sanki bir deliyle konuştuğu yeni fark edermiş gibi hafifçe gülümsedi ve onayladı beni. "Kahvaltı yapmadın ya, annem yukarı çıkıp çağır dedi. Bir deri bir kemik kalmışsın çok üzülüyormuş bu haline haberin ola."
Omzumdan düşen yakayı düzelterek güldüm "Şu kazağı değişip geliyorum."
Helin, kollarını bağlayıp bana şüpheyle baktı. "Yenge, vallahi bak yukarı çıktığımda seni hala burada bulursam, anneme seni zorla sürüklemem gerektiğini söylerim."
Bir aydır kahvaltılarda doğru dürüst bir şey yemediğim için Berfin Hanım'ın her fırsatta bak kızım yemek yemezsen hasta düşersin demesini duyuyordum.
"Kazak değiştirip geleceğim. Hatta on dakika içinde aşağı inmezsem, Doğu'ya söyle, gelsin kendi indirsin."
Helin kahkahayı patlattı. "Bu kadar büyük konuşma, çünkü Ağabeyim bu sabah bir farkı sanki. O yüzden seni indirme yöntemleri biraz farklı olabilir." Ellerini havaya kaldırıp. "Bence yani benim fikrimce."
Gözlerimi kısıp şüpheyle ona baktım. "Nasıl farklı?"
Helin, kaçamak bir gülümsemeyle başını salladı. "Bilmiyorum, bu sabah çok konuşkandı, yüzü bir garipti. Suratsız ağabeyim nedense bu sabah fazla neşeliydi... ne bileyim, değişikti işte."
"İnsanların her gün modu aynı olamaz canım." dedim kendi kendime. "Belki de uykusunu aldı, Ya da—"
"Biz bilmeyiz uykusunu aldı mı almadı mı, sen yanındasın ya yenge."
Helin resmen beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu. Gözlerimi açarak konuştum "Kazak üzerimde kurudu, ben şunu değiştireyim."
Helin kollarını göğsünde bağladı, kaşlarını kaldırıp beni süzdü. "Tabii, tabii... Yardım lazımsa ağabeyimi çağırayım."
"Helin!" dedim bu sabah herkesin maşallahı vardı resmen.
Kapıyı kapatırken arkamdan hâlâ sırıttığını görebiliyordum.
Sırtımı kapıya yaslamıştım, ama bende yüzümdeki sırıtmadan bir türlü kurtulamıyordum.
Haklıydı Doğu bu sabah farklıydı, biz farklıydık.
🔗
Kahvaltıdan sonra Berfin Hanım'la avluya kahve içmeye çıkmıştım. Bugün hiçbir şey yapmak istemiyordum, sadece biraz durmaya kararı almıştım. Zaten peşimdekiler sağolsun pek de bir seçenek yoktu.
Nefesi derince içime çektiğimde Midyat'ın rengine yaraşır bir sonbahar günü, avluyu ışıl ışıl aydınlatıyordu. Hava, usta bir sanatçının eseri gibi, tam kararında bir sıcaklık ve berraklıkla süslenmişti. Altın sarısı ışık taş konağın duvarlarına yumuşakça çarpıyor, rüzgâr dallardaki birkaç inatçı yaprağı usulca sallıyordu.
Berfin Hanım, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra gözlerini bana çevirdi. "Biraz yorgun gibisin kızım. Kahvaltıda da pek bir şey yemedin."
Gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Yorgun değilim aslında, sadece... biraz boş durmak istiyorum bugün."
Berfin Hanım, yüzüme derin bir bakış attı. O bakıştan kaçmak mümkün değildi. Yılların tecrübesiyle, insanın içine işleyen bir yanı vardı. "Bazen en iyisi de budur zaten. Hayat hep koşturmak değil ya, insan biraz da kendini dinlemeli."
Gözlerimi kahveme diktim. Kendimi dinlemek... Uzun zamandır bunu yapmadığımı fark ettim. Hep bir şeylerin peşinde, hep bir mücadele içinde geçiyordu günlerim. Ama bugün? Bugün sadece buradaydım.
Bir rüzgâr esti, avludaki asma yaprakları hafifçe hışırdadı.
Elimi kahve fincanının etrafında gezdirirken, Berfin Hanım'ın sorusu havada asılı kaldı.
"Annenlerle hiç konuşuyor musun?"
Soruyu duyduğum an içimde tanıdık bir boşluk hissi belirdi. Gözlerimi fincanın içinde dönen kahve telvesine diktim.
"Konuşmuyorum," dedim, fazla düşünmeden. Sesim ne kadar düz çıkarsa çıksın, içimdeki çalkantıyı gizleyemediğimi biliyordum.
Berfin Hanım derin bir nefes aldı, fincanını yerine koydu. "Belki de konuşmalısın, Rona. İnsan bazen nereye ait olduğunu hatırlamak için geçmişiyle yüzleşmeli."
Gülümsedim, ama içinde biraz acı vardı. "Benim ait olduğum yer hiçbir zaman onların yanı olmadı ki."
Sessizlik çöktü.
Kahve fincanını masaya bırakırken parmaklarım istemsizce birbirine kenetlendi. İçimde bir şey sıkışıp kalmış gibiydi.
Berfin Hanım'ın sesi yumuşaktı ama kelimeleri ağırdı.
"Ama keşke baban o gün geldiğinde seni görmesine izin verseydin kızım. Hâli hal değildi, sana bir şey oldu diye çok korkmuş."
İçimde aniden beliren o tanıdık düğümle yutkundum. Bunu duymak istemiyordum. Babamı düşünmek, onun o gün oraya gelişini aklıma getirmek istemiyordum.
"Ben de o gün iyi değildim," dedim sonunda, sesim beklediğimden daha sert çıktı. "Ama o, benim iyi olup olmadığımı gerçekten merak ettiği için mi geldi, yoksa yıllardır üstünü örttüğü vicdanı mı sızladı, bilmiyorum."
Berfin Hanım derin bir nefes aldı, ama lafı uzatmadı. O bana akıl vermeye çalışmıyordu, yargılamıyordu da. Sadece, bazı şeylerin iki tarafı olduğunu görmemi istiyordu. Ama ben o gün sadece tek bir tarafı görebiliyordum. Beni yıllarca görmeyen, duymayan bir adamın, her şey bittikten sonra kapıma gelmesini.
Başımı iki yana sallayıp hafifçe gülümsedim, ama içimde bir taş vardı sanki. "Boş verin Berfin Hanım, olan oldu. Konuşulacak bir şey yok."
Berfin Hanım bana uzun uzun baktı, gözlerinde o anlayışlı, yılların sabrını taşıyan bakışı vardı. "Bazı şeyler hep konuşulacak, Rona. Sen konuşmak istemesen bile."
Bunu biliyordum. Ama bilmek, kabullenmek anlamına gelmiyordu.
"Siz hiç annemle konuştunuz mu?" diye sordum, sesim biraz çekingen, biraz da meraklıydı.
Berfin Hanım'ın bakışları biraz daha yumuşadı. Gerçekten de aralarındaki ilişkiyi ben tam olarak kavrayamamıştım, ama geçmişte olan dostluklarını biliyordum fakat bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum.
Berfin Hanım derin bir iç çekti, gözleri yine uzaklara kaydı. Kelimeler ağzından zorla çıkıyormuş gibi, ama içindeki yükü hafifletmeye çalışan bir şekilde devam etti. "Konuşamadık," dedi, "Ama aramak istedim. Dilan'ı sormak istedim."
Dilan derin bir hikayeydi... Giden bir kızın, bir annenin kaybolan umutlarının ve belki de bir annenin affedilmemiş geçmişinin karanlık köşesiydi.
Ne diyeceğimi bilemedim. İçimdeki o huzursuzluk ve geçmişin yükü, kelimelerime karışıyordu. Berfin Hanım'a uzandım, gözlerim ona doğru kayarken, içimden geçeni dile getirmeliydim.
"Eminim ki iyidir," dedim, ama sesim biraz daha sert ve duygusal bir şekilde çıktı. "Sevdiği kişinin yanında bir çocukları olacak... ama sizi özlüyordur muhakkak."
Berfin Hanım'ın gözlerinde bir an için bulanıklaşan yaşlar vardı. Derin bir iç çekişle, geçmişin acılarına karışan bu sözler, içimdeki tüm huzuru alıp, ağır bir sessizlik bırakmıştı.
"Bende onu çok özlüyorum," dedi, sesi biraz titrek bir şekilde döküldü. O an, Berfin Hanım'ın sözleri ve duyguları arasında bir bağ kurdum kaybolan bir evlat, geçmişin acıları... Peki ben ne ifade ediyordum kapının ardı için?
Sanki anlamıştı beni, içimi duymuş gibi gözlerindeki kederi ve pişmanlıkla yanıma yaklaşıp, elini yanağıma doğru uzattı. "Analar evlatları için can verir. Sevgi göstermesi en zor şeydir bizim gibi burada ki insanlar için... Adalet." Sustu sonra. "Adalet'in nasıl yandığını bir ben bilirim güzel gözlüm." Diye mırıldandı, ama sesindeki o hüzün, her şeyin ne kadar ağır olduğunu bana en derinden hissettiriyordu.
"Kız çocuğu annenin yarasına dermandır. En güçsüz anda güçtür kuzum, annen şimdi sen sanıyor musun ayakta." Başını salladı. "Değil vallahi değil billahi değil. Sen uzaktaydın ama onların eli üstündeydi, şimdi başka kapıdasın onun ruhu huzura erer mi he sen söyle?"
"Peki benim ruhum?" dedim. Sanki soran ben değil kanayan bir ruhtu.
"Kırdıkları çocuğun ruhuda huzura erer mi Berfin Hanım?" Sorunun cevabını yılladır aramıştım fakat ilk kez birine haykırmıştım.
"Ne yaparsam unuturum yağmurun altında koşup, düşüp dizi betona çarpıp kan revan için de kalan o çocuğu." Yanağımı saran eli donup kalmıştı o anda.
"Ne söylesem içi soğur ailesi varken yetim öksüz kalan kıza, sen söyle ben yıllardır bulamadım."
Acı geçiyor sanıyordum ama geçmiyordu. Üstü kapanıyor sonra toz oluyor belki çürüyor ama olduğu yerde uzun bir yaşam sürüyordu.
"Yaradan bazen kullarını sınarmış. En derin acıyı verirmişki isyan edecek mi diye görmek için. Kader yazılır biz yaşarız güzel gözlüm, keşke deriz ah ederiz ama yaşarız. Sende yaşadın, en acıyı sen yaşadın, küçücük bir sabiylen verdin imtihanını bu suç hepimizin senin ahın hepimizde. Sen hakkını helal et."
Hakkını helal et.
Acıyla gülmek. Acı çeke çeke gülmek. Bu yaşım kadar her anım her yönüm bununla geçmişti. Yine aynısı oldu, gülümsedim. Konuşamadım başını aşağı yukarı salladım göz yaşlarımın akmaması için kendimi sıkarken.
"Her şey paramparçayken bile toplanmaya çalıştık Dilan'ım yanımda değil ama şimdi, gebe..."
Sözleri yavaşça aktı, bir anne kaybolan umutları gibi ağır bir yankı bırakarak. Dilan'ın hamile olması, içinde başka bir gerçekliği, yeni bir dönemi barındırıyordu. Ve o, her ne kadar kendi yolunu seçmişse de, hala bir aile için kaybolmuş bir evlat olmayı sürdürüyordu.
"Arayın," dedim, sesim kararlı şekilde. "Arayın kızınızı, Berfin Hanım."
Gözlerim ona sabitlemişken, hissettiklerimi kelimelere dökmek zorlayıcıydı ama bir şekilde bunu yapmam gerekiyordu
"Arayın, çünkü bir şeyler kaybolduğunda, o boşluğu bir daha asla dolduramayabilirsiniz. Ama hala o sizin kızınız bir şeyleri değiştirebilirsiniz," diye ekledimz
Berfin Hanım gözlerini bana çevirdi, bakışlarında hem kararsızlık hem de bir umut ışığı vardı. Ama yavaşça başını salladı, sanki içindeki kederi kabul etmek istemiyordu.
"Biliyorum," dedi, sesi biraz daha kırık bir şekilde. "Ama korkuyorum... Ne diyecek? Ne yapacak?"
Bir an sessizlik oldu, sadece avlunun rüzgârı, etrafımızdaki her şeyi sarmıştı. Gözlerim Berfin Hanım'a derin bir şekilde bakarken, hissettiklerimi anlamaya çalışıyordum.
"Korkmayın," dedim, elimi ona uzatarak. "Korkmanıza gerek yok. Eminim çok mutlu olur. O da sizi özlüyor."
Berfin Hanım'ın gözlerinde, bir annenin korkusu ve kaybolan bir evladın acısı vardı.
"Kalender Ağa ne der, hele Doğu," dedi, sesi hafif titrek. "O kardeşine çok kırgın, korkuyorum ki onu silmiş olsun hayatından."
O sözler, içimi sızlatan bir gerçeği daha yüzüme vurmuştu. Doğu'nun, kardeşine karşı duyduğu kırgınlık ve öfke, uzun süredir birikmişti. Birkaç ay önce, birbirlerine en yakın oldukları zamanlar, şimdi çok uzak bir hatıra gibiydi. Bu, bir ailenin içindeki parçalanmışlığın derin izleriydi.
"Doğu'nun kırgınlığını anlıyorum," dedim, yavaşça, sesimde bir miktar üzüntüyle. "Ama o da bir insan. Kalbi kırık, öfkeli. Bu sadece zaman alır."
Berfin Hanım başını sallayarak derin bir iç çekti. "Zaman," dedi, "Evet, zaman her şeyi değiştiriyor ama ben hala o anı hatırlıyorum. Kızımı kaybettiğimiz o gün,"
"Bende," dedim, sesim hafifçe titrek bir şekilde döküldü. O an, aylar öncesine gittim. O günü, her detayını, her anını hatırladım.
"Bir insanın sahipsizken nasıl bir kez daha yalnız kaldığını görmek, yaşamak tarifsiz bir acıydı."
Berfin Hanım, gözlerindeki derin hüzünle sessizce dinledi, ardından ellerimi daha sıkı sardı. O an, bir annenin derin bir şefkatle verdiği bir güven vardı, ama aynı zamanda içindeki kaybolmuş zamanın ağırlığı da belliydi.
"Canın çok yandı, biliyorum," dedi, sesi yavaşça titreyerek. "Geçmiş sana çok haksızlık etti, ailende bizde... Senin acının sebepleriyiz. Ama kızım, Doğu ve sen..."
Berfin Hanım'ın sözleri, içimdeki fırtınayı bir nebze de olsa sakinleştirdi. Kendi acısını ve geçmişin yükünü hissedebiliyordum. Ama o an, o yumuşak ses ve derin içsel farkındalık, yalnızca bir annenin söyleyebileceği türdendi.
"O kadar acı vardı ki, nasıl çözüleceğini bile bilemiyorum," diye fısıldadım.
"Siz ikiniz, birbirinizin gözlerine bakınca sanki acınız birbirini sarıyor, kızım."
Berfin Hanım doğruydu. Doğu ile aramızda bir şey vardı. Birbirimizin acılarını paylaşıyor, anlayabiliyor ve her şeye rağmen birbirimize tutunuyorduk. Gözlerimizdeki o derin boşluk, belki de aynı zamanda birbirimize verdiğimiz bir tür anlaşma, bir umuttu. İki kayıp ruh, acılarla yoğrulmuş bir bağda birleşiyordu.
"Evet," dedim, gözlerim bulanık bir şekilde hafifçe gülümseyerek.
Berfin Hanım bir an sessiz kalıp, düşüncelerine daldı. Sonra, çok yavaşça başını sallayarak, yüzünde hafif bir huzur belirdi.
"Bazen acıyı paylaşmak, onu hafifletir. Belki de ikinizin birbirinizi bulması bu yüzden gerekiyordu," dedi.
"Belki de..." diye düşündüm, ama bu sefer daha önce hiç düşünmediğim kadar derin bir şekilde...
🔗
Elimde tuttuğum telefonun ekranına bakarken, sesinin tonundan ne kadar heyecanlı olduğunu anlayabiliyordum. "Bak, Rona! Şirketinin yıl dönümü için büyük bir davet veriyoruz ve sen durmuş moron gibi sadece bana bakıyor musun?" Burnumu çektim Şebnem bana methiyeler düzerken. İstanbul... O kalabalık, o gürültü, şatafatlı davetler... Oraya artık bir şekilde ait olmadığımı hissediyorum.
"Şebnem, artık ben pek—"
"Hayır, 'pek' meki yok! Geliyorsun!" diye kesti sözümü. "Zaten yeterince bunaldın orada. Sana iyi gelir, hem biraz kafa dağıtırsın bizimkileri görünce."
Telefonu diğer elimle tuttum, baş parmağımla battaniyenin kenarını çektim. Şebnem'in beni düşündüğünü biliyorum, ama onun heyecanıyla benim isteksizliğim arasında büyük bir uçurum vardı. İstanbul demek, kontrol edemediğim bir kalabalığa karışmak demekti. Ben ise artık daha sessiz köşelere çekilmeye alışmıştım.
"Şebnem..." diyerek iç çektim. "Gerçekten bilmiyorum. Gelir miyim, gelmez miyim—"
"Geliyorsun," dedi kesin bir dille. "Üzerine düşünme bile. Hadi, Rona, bir değişiklik sana da iyi gelir sözümü dinle bir kez!"
Dudaklarımı büktüğümde Şebnem bir anlık sessizliğe gömüldü. Gözlerimi tavana diktim, telefonun soğuk metal çerçevesini parmaklarımın arasında döndürdüm. İstanbul... Işıklar, kalabalık, dikkat çeken her şey... Ve kameralar.
"Bir sürü kamera olur, Şebnem," dedim sonunda, sesim yorgundu. "Şimdi hepsi her yerden soru soracak. Onlarla uğraşmak istemiyorum."
Şebnem'in iç çekişini duyabildim. "Rona, ne zaman böyle düşünmeyi bırakacaksın hepsi alışkın olduğu hayat?"
"Artık evliyim Şebnem." dedim.
"Herke evleniyor Rona bir kaç poz versen yeter."
"Gerçekler ama." Dedim mırıldanarak.
"Sakin olur musun?" Bir an duraksadı, sonra daha yumuşak bir sesle ekledi,"Sana kimse bugüne kadar istemediğin şeyleri sormadı soramaz. Sen Rona'sın. Kimseden çekinmezsin, herkes senden çekinir unutma."
Şebnem'in sesi daha da yumuşamıştı ama içinde beni köşeye sıkıştıran bir ton vardı. "Hem ayrıca, belki Doğu da seninle gelir," dedi sinsi bir gülümsemeyle. "Sonuç olarak, artık o da şirketin sahibi sayılır."
Doğu.
Parmaklarımı battaniyenin üzerinde gezdirdim, gözlerimi kapattım. Şebnem'in iki dakikada ayarladığı planlı cümlesini kafamda tarttım. Doğu da orada olacak mıydı? Onun bu tür davetlere pek sıcak bakıp bakmadığını bilmiyordun ama.
"Doğu gelmek ister mi, bilmiyorum," dedim, kendi sesimi bile zor duyuyordum. "Hem bu aralar çok işi var, hep şirkette, geç geliyor."
Şebnem iç çekti. "Rona, bu bahane değil mi sence de?"
"Bahane değil, gerçek." Gözlerimi tavana diktim. "Onu neredeyse hiç görmüyorum artık. Sabah gidiyor, gece geç saatte dönüyor. Geldiğinde de ya yorgun oluyor ya da doğrudan çalışma odasına çekiliyor."
Şebnem kısa bir süre sessiz kaldı. Ardından, "Peki bu seni rahatsız ediyor mu?" diye sordu, sesi her zamankinden daha dikkatliydi.
Kaşlarımı çattım. "Bunun konuyla ne alakası var şimdi?"
"Çok alakası var. Sen farkında değilsin ama Doğu'yu düşünüp duruyorsun. Şimdi de onun gelip gelmeyeceğini hesaplıyorsun. Sen gelmek istiyorsan sanane ondan?."
Başımı yastığa gömüp gözlerimi kapattım. Bunu düşünmek bile beni yormuştu. "Sadece olanı söylüyorum, Şebnem. Başka bir şey değil bir anlam arama gece gece."
"Tabii, tabii." Sesinde alaycı bir gülümseme seziliyordu. "O zaman Doğu'yu boş ver, tamamen kendin için soruyorum. Geliyor musun, gelmiyor musun?"
Cevap vermek yerine dudaklarımı sıktım.
"Aslında işleri çok saldım," dedim, kendi kendime itiraf eder gibi. "Bir gelip görmem gerekiyor."
Şebnem anında atıldı. "İşte bu ya benim sisterim budur ya eski günlerde ki gibi Şebo ve Roni jet sosyete de!"
Parmaklarımı battaniyenin kumaşına bastırdım. Haklıydım bence. Son zamanlarda şirketle ilgilenmeyi tamamen bırakmıştım. Oysa orada benim de bir yerim vardı, değil mi? Ama...
"Bilmiyorum," dedim, iç çekerek. "Düşüneceğim."
"Düşünecek bir şey yok bilmem unuttun mu ama şirket senin kim çıkıp açılış konuşması yapacak delirtme insanı!" diye atıldı Şebnem.
"Bir zamanlar tek sığınağım olan şehir, sanki artık oraya ait değilmişim gibi hissettiriyor Şebnem." Bu bir itiraftı en sonunda, en gerçeğinden.
Bunu söylerken boğazım düğümlendi. İstanbul... Bir zamanlar benim kaçış noktam, nefes alabildiğim tek yerdi. Şimdi ise düşüncesi bile içimi daraltıyordu. Oraya gittiğimde neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Eski ben mi? Yoksa artık tamamen yabancılaştığım, bana ait olmayan bir hayat mı?
Şebnem bir şeyler söylüyordu ama kelimeleri zihnimde yankılanmadan kayboluyordu. Düşüncelerim çok daha derin bir yerdeydi. İstanbul'a gitmek, geçmişin kapısını aralamak gibi hissettiriyordu. Ve ben, o kapının ardında ne bulacağımı bilmiyordum.
"Roni," dedi Şebnem, sesi bu kez daha ciddi, daha kararlıydı. "Evet, zor şeyler yaşadın. Ama tırnaklarınla kazıya kazıya bugüne getirdiğin işi bir solukta kenara atamazsın."
Gözlerimi kırptım, telefonun ekranına baktım ama hiçbir şey görmüyordum. Sadece içimde yankılanan o cümle... Tırnaklarımla kazıya kazıya.
Evet, aynen öyle yapmıştım. Kimse bana bedava bir altın bir tepsi sunmamıştı, kimse yolumu kolaylaştırmamıştı. Küçücük bir fırsat yakaladığımda bile, onu kaybetmemek için dişlerimi sıka sıka savaşmıştım. Ama şimdi, sanki tüm bunlar başka bir hayatın parçalarıymış gibi uzak geliyordu.
"Şebnem, ben sadece..." Yutkundum, kelimeler boğazımda düğümlendi. Sadece ne? Yoruldum mu? Kaçmak mı istiyorum?
Ama Şebnem bana kaçış hakkı tanımayacaktı, biliyordum. "Bak, Rona," diye devam etti. "Şirket senin emeğinle ayakta duruyor. Senin varlığın orada önemli. Sadece bir kere gel, nasıl hissettiğine bak, tamam mı?"
Parmaklarımı battaniyenin kenarında gezdirdim. İçimde iki ses çarpışıyordu. Biri, her şeyi geride bırakıp uzak kalmak istiyordu. Diğeri ise, Şebnem'in haklı olduğunu biliyordu.
Telefonun ekranından saate baktım, gece yarısına geliyordu. İçimde garip bir ağırlık vardı. İstanbul'a gitmek... Şebnem haklıydı, orası benim de emeğimin olduğu bir yerdi. Ama artık her şey öyle değişmişti ki... Kendimi ait hissetmediğim bir yere geri dönmek gibi geliyordu.
"Doğu geldiğinde söylerim," dedim sonunda, kararsız ama pes etmiş bir sesle. "Ama sen yine de fazla umutlanma. Bir koruma ordusuyla geziyorum artık, İstanbul'a gitmek sorun çıkartabilir."
Şebnem hafifçe güldü, "Fark etmez biz Feyzullah Ağabeyden alışkınız."
Gözlerimi kapattım, battaniyeyi biraz daha üzerime çektim.
İstanbul bana eski bir hayatı hatırlatıyordu. Artık o hayatın içinde olmadığımı fark etmekten korkuyor olabilirdim.
"Kaçta davet?" dedim, sesimde bir belirsizlik vardı. Sanki bir adım atmak üzereydim ama hala tereddüt ediyordum.
Şebnem telefonun diğer ucunda gülümsediğini görüyordun. "Akşam yedi gibi başlar. Ama tabii, sen istediğin zaman gelebilirsin, o kadarı sana serbest."
Bir süre sessiz kaldım. Yedi... Saatlerce sürecek bir gece, kalabalıklar, kameralar, sorular... İçimde bir tedirginlik oluştu. "Yedi mi" diye tekrar ettim, hafifçe burnumdan nefes aldım. "Peki, bakarım."
O an, Şebnem'in konuşmasını bastıran bir ses gelmişti içeriden. Sanki odanın dışında başka bir dünya vardı ve o dünya beni burada, bu konuşmada tutan her şeyden daha gerçekti. Şebnem, konuşmaya devam etmek üzereydi ama başını çevirip bir yere bakmaya başlamıştı. Gözleri bir noktada sabitlendi.
"Rohat'la Mehlika," dedi gülümseyerek, sesinde hafif bir tebessüm vardı. O an her şeyin sessizleştiğini hissettim, sadece Şebnem'in bakışı ve ardından gelen tavla sesleri vardı. Rohat'a bakıyordu.
Odanın köşesinden Rohat'ın sesini duydum, hafif bir sinirle ama eğlenceli bir tonla. "Boynuz kulağı geçti Şebnem buraya gelip bana yardım et!"
Sonra Mehlika 'nın gülüşünü duyduk, "Kaybettin Rohat Ağabey," dedi.
Şebnem, gözlerini alamıyordu. Sanki tüm dikkatini Rohat ve Mehlika'nın tavla oyununa vermişti. Düşünceleri başka bir yerdeydi. "Dün de satranç oynadılar," dedi, sesinde bir huzur vardı ama dalgın bir şekilde. "Onda da kaybetti. İlk elde... çok zeki bir çocuk, hemen her şeyi anlıyor."
Şebnem'in sesindeki yumuşaklık, söylediklerinin ardında bir hayranlık barındırıyordu. Rohat'la Mehlika'nın arasında geçen her anı izlemek, sanki ona kaybolmuş bir zamanı hatırlatıyordu. O kadar çok şey yaşamıştı ki, bu küçük anlar ona bir huzur gibi geliyordu.
"Gerçekten çok zeki," diye tekrarladım, ekranda ona bakarak.
Şebnem, hala gözlerini onlardan alamayarak, "Evet," dedi, hafifçe gülümsedi.
Rohat tekrar seslendiğinde, artık konuşmayı kapatmamız gerektiğini fark ettim. Sesinde bir neşe vardı, "Hadi, size iyi eğlenceler. Yarın haber veririm sana," dedim gülümseyerek.
Şebnem telefonu kapatmadan önce bana kısa bir bakış attı, gözleri hala Rohat ve Mehlika'ya kayıyordu. Ama bir an, o bakışta bir anlam vardı. "Yarın," diye tekrar etti. "Bir şeyler konuşmamız lazım, gelirsen yani."
Başımı salladım. " Tamam " dedim, biraz belirsiz bir şekilde.
Şebnem telefonu kapatırken son bir kez Rohat'a baktı, ardından beni izledi. Bir şeyleri düşündüğü belliydi ama ne olduğunu kestiremiyordum. "İyi geceler," dedi, ve sonrasında telefonu kapattı.
Şebnem'in son zamanlardaki dalgın hali beni artık endişelendiriyordu. Ayrı kalmak, onun iç dünyasında neler olup bittiğini anlamamı zorlaşmıştı. Her şeyin normalmiş gibi göründüğü anlarda bile, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordum.
Yatakta huzursuzca dönerken, pikeyi kaldırıp ayağa kalktım. Adımlarım sessizdi ama içimde bir huzursuzluk vardı.
Odayı aydınlatan bir gece lambasıydı, sakin ve huzurlu bir ışık yayıyordu etrafa. Yavaşça perdeyi çekip, koca bahçeyi izledim bir süre. Geceyi yansıtan ağaçların siluetleri, rüzgarla hafifçe sallanan yapraklar... Her şey sessizdi, yalnızca geceye karışan ince bir uğultu vardı.
Bir an, her şeyin yavaşça kayıp gittiğini, zamanın durduğunu hissettim. Şebnem'in dalgın halini, içimdeki huzursuzluğu, hatta İstanbul'daki daveti bile unutarak, sadece o anı yaşadım. Bahçedeki her şey, bana huzur veriyordu ama aynı zamanda içimde beliren boşluk hissi de büyüyordu.
Kafamı kemiren düşüncelerin tek bir saniyede kesildiğini, bedenimi saran elleri hissettiğimde fark ettim. Eller, yavaşça, ama kararlı bir şekilde beni sardı. İçimdeki huzursuzluk bir anda kayboldu, yerini bir sıcaklık ve rahatlama aldı. O an, dış dünyadan tamamen kopmuş gibiydim sadece o an vardı, o eller vardı.
Sonsuz bir sessizlik içinde, sadece kalbimin hızla atışını duyabiliyordum.
Ellerinin sıcaklığı, beni koruyan bir duvar gibi hissettiriyordu. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. O an, tüm karışıklıklar bir kenara itildi. Sadece burada, şimdi, onun varlığında olmak her şeyden daha önemliydi.
"Hoş geldin," dedim, sesim neredeyse fısıldar gibi,
Doğu, biraz daha sımsıkı sardı beni, bir anlığına sessizce durduk. Sonra, derin bir nefes aldı ve "Hoş buldum," dedi.
"İyi misin, neden uyumadın?" dedi, sesi yumuşak ve endişeli, nefesi saçlarıma değerken.
Derin bir nefes alarak, kollarının arasında geriye döndüm. Yüzüm ona döndüğünde, Doğu'nun gözlerindeki yorgunluğu, ama aynı zamanda orada duran o derin bakışı gördüm. Gece lambasının solgun ışığı, aramızda yumuşak bir parlaklık oluşturuyor hem ona hem bana vuruyordu.
Bir an hiçbir şey söylemedik. O sadece bana bakıyordu, ben de ona. Sessizlik, kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu. Gözlerinde, tüm günün ağırlığını taşıyan bir adamın bakışı vardı ama aynı zamanda benim burada olmamın ona verdiği o küçük rahatlama da oradaydı.
Elimi yavaşça göğsüne koydum, kalbinin ritmini hissederek. "Yorgun görünüyorsun," dedim fısıltıyla.
Doğu hafifçe gülümsedi, başını eğerek alnımı alnına yasladı. "Bugün biraz yoğundu," dedi, sesi düşük ama her zamanki gibi kararlı.
"Her şey yolunda mı?" dedi, sesi yumuşak ama içinde derin bir dikkat vardı. Gözleri, yüzümü inceler gibi bakıyordu.
"Şebnem'le konuştum, sesi biraz değişik geliyordu," dedim, gözlerimi Doğu'nun bakışlarından kaçırarak.
O an hissettiğim huzur, yerini tekrar belirsiz bir sıkıntıya bırakmıştı. Şebnem'in dalgınlığı, sesindeki o hafif kırılma, sanki içinde bir şeyleri saklıyormuş gibi gelen o hali... Bunlar aklımdan çıkmıyordu.
Doğu, birkaç saniye sessiz kaldı, sanki söylediklerimi tartıyormuş gibi. Sonra, "Son zamanlarda farklı davranıyormuş sanırım," dedi, başını hafifçe eğerek. "Rohat aradı laf arasında söyledi."
İçimdeki huzursuzluk büyüyordu. Şebnem bir şeyleri içine atardı, bunu en iyi ben bilirdim. Ama bu seferki farklıydı, sanki giderek içine kapanıyor gibiydi.
Doğu'nun eli sırtımda hafifçe gezindi, beni farkında olmadan sakinleştirmeye çalışıyordu. "Onunla tekrar konuş," dedi yumuşak bir sesle. "Belki sana yarın yüz yüze anlatır."
Başımı salladım ama içimde tuhaf bir his vardı. "Bilmiyorum... Ama bir şeyler ters gidiyor, Doğu. Hissediyorum- bir dakika ne? Yüz yüze mi?" dedim şaşkınca, gözlerimi kırpıştırarak. Doğu'nun sözleri kafamda yankılanıyordu ama anlamam birkaç saniye sürdü.
Doğu, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle başını salladı. "Evet, yarın İstanbul'a gidiyorsun, değil mi? Şirketi'nin daveti var."
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Dideceğim konusunda emin değildim fakat şimdi ise Doğu, sanki çoktan karar vermişim gibi konuşuyordu.
"Ben... Şebnem'e kesin bir şey söylemedim," dedim, kaşlarımı hafifçe çatarak.
Doğu'nun eli sırtımdan belime kayarken, yüzüme dikkatle baktı. "Ama gitmelisin," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. "Bu senin şirketin, Rona. Ne kadar uzak durmak istesen de orası senin emeğin."
"Ben bilmiyorum," dedim, huzursuzca. "Fazla kalabalık olur."
Tokadan ayrılıp yüzüme düşen saç tellerimi yavaşça geri sürdü. Parmaklarının hafif dokunuşu, içimdeki gerginliği az da olsa yumuşattı. "Ben de yanında olacağım," dedi, sesi alçak ama kesin bir tonda.
Gözlerimi ona çevirdim. Bunu söylerken yüzü sakindi, kararlıydı. Sanki içimdeki tüm tereddütleri sezmiş ve en basit cevabı vermişti.
Bir an sustum. Onun yanımda olması, her şeyi daha kolay hale getirecek miydi? Yoksa bu, içimde kaçmaya çalıştığım duyguları daha da mı gün yüzüne çıkaracaktı?
"Gerçekten gelir misin?" diye sordum, neredeyse fısıltıyla.
Doğu, hafifçe başını eğerek gözlerimin içine baktı. "Sen neredeysen, orada olurum."
İçimde bir şeyler çözülüyormuş gibi hissettim. Kaçmaktan, ertelemekten, bir adım geride durmaktan yorulmuştum. Belki de artık kendimle yüzleşme vaktiydi.
Yavaşça başımı salladım. "Tamam..." dedim, hala emin olamadan ama bu kez kaçmadan.
Doğu, belli belirsiz bir gülümsemeyle alnıma bir öpücük kondurdu. "Uçağımız sabah erken, sonra biraz dinlemek istersin diye düşündüm."
"İşlerin..." dedim tereddütle, gözlerimi onunkilerden kaçırarak. "Fazla yoğundun."
Doğu hafifçe gülümsedi, sanki beni çoktan ikna etmiş olmanın rahatlığıyla. "Karımınnİstanbul'daki davetine eşlik etmek için her şeyi hallettim," dedi sakince. "O yüzden bu hafta fazla mesai yaptık hepimiz."
Bir an ona öylece baktım. Ne desem bilemedim. Doğu'nun benim için işlerini yoluna koyup geleceğini hiç düşünmemiştim.
"Gerçekten benim için mi?" diye sordum usulca.
Başını hafifçe yana eğdi, gözleri derin bir ciddiyetle üzerimdeydi. "Başka kim için olacak, Rona?" dedi alçak bir sesle.
İçimde tuhaf bir sıcaklık yayıldı. Bunca zamandır her şeyi tek başıma halletmeye alışkındım. Ama şimdi Doğu, hiç tereddüt etmeden yanımda duracağını söylüyordu. Ve bunu öylesine değil, gerçekten inanarak yapıyordu.
Yutkundum, hislerimi belli etmemek için hafifçe başımı salladım. "O zaman... İstanbul'a gidiyoruz."
Doğu gülümseyerek başını eğdi. "Evet, gidiyoruz."
"Tamam o zaman, hemen uyuyalım... ya da bavul mu hazırlasam?" dedim, ellerinin arasından sıyrılıp ne yapacağımı bilmez halde odanın içinde birkaç adım attım.
Daha ne yapacağımı bile düşünemeden Doğu'nun eli kolumdan yakaladı. Aniden kendisine çekilmemle birlikte dengemi kaybedip ona doğru döndüm.
"Bu kadar acele etme," dedi, gözlerini gözlerime kilitleyerek. "Sabah da hazırlayabiliriz."
Nefesim biraz hızlanmıştı. Bakışları, sesinin o tok ama sakin tonu, her zamanki gibi beni anında etkisi altına alıyordu. "Öyle de... alışkın değilim, son anda hazırlanmak pek bana göre değil,kesin bir şey unuturum ve o çok mühim bir şeydir" diye mırıldandım.
Doğu hafifçe gülümsedi. "O zaman ben de alışkın olmadığın bir şeyi denemeni istiyorum, ayrıca ben yanındayım" dedi, başını hafifçe eğerek. "Şimdi düşünmeyi bırak ve sadece uyuyalım."
Sözleriyle birlikte kollarını belime doladı. Kalbim hızlanırken, içimdeki tüm telaş, tüm o ne yapacağımı bilememe hali bir anda sustu. Sadece o ve ben vardık.
Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. "Tamam," dedim usulca. "Düşünmüyorum."
Doğu hafifçe başını eğip alnımı öptü. "İşte böyle."
Elimi tutup yatağa doğru yönlendirdi. Adımlarım ister istemez onun hareketlerine uyum sağladı. Pikeyi yavaşça kaldırdı, içinde bir davet gizliymiş gibi... Sadece bakıyordu, bekliyordu.
Gözlerim kısa bir an onun yüzüne kaydı. Yorgundu ama huzurluydu.
Sessizce yatağa girdim, yastığa başımı koyduğumda, Doğu hafifçe eğilip yüzüme baktı. "Üstümü değiştirip geleceğim," dedi, sesi alçak ve yumuşaktı.
Başımı hafifçe salladım, ama gözlerimi kapatmadım. Odanın içindeki loş ışık, Doğu'nun gardıroba yönelen siluetini belli belirsiz aydınlatıyordu. Ceketini çıkardı, ardından gömleğinin düğmelerini açmaya başladı.
Onu izlediğimi fark etmiş olacak ki bir an duraksadı, kapıdan başını eğip hafif bir gülümsemeyle, "Uykun kaçtı sanırım."
Gözlerimi kaçırıp başımı yastığa daha da gömerek mırıldandım. "Sadece... düşünüyordum."
Doğu sessizce üzerini değiştirip yatağa geri döndü. Yatağın hafifçe yaylanmasıyla birlikte yanımda olduğunu hissettim. Bir an hiçbir şey söylemeden durdu, sonra kolunu yavaşça belime doladı.
"Düşünmeyi bırak artık," diye fısıldadı, dudaklarını saçlarıma hafifçe dokundurduğunda gözlerim kapanmaya başlamıştı.
🔗
Gece ne zaman derin bir uykuya daldım bilmiyorum ama sabah, yüzüme düşen ince ışık huzmeleriyle gözlerimi araladım.
Doğu, kolunu hala üzerimde tutuyordu. Düzeni bozulmuş çarşafların arasında, bana doğru hafifçe dönmüş uyuyordu. Nefesi sakin, yüzü her zamanki gibi ciddi ama huzurluydu.
Onu bu kadar rahatlamış görmek alışık olduğum bir şey değildi. Geceleri bile sanki tetikte uyurdu.
Bir süre hiç kıpırdamadan durdum. Saçlarının hafifçe dağılmış halini, kaşlarının arasındaki belli belirsiz çizgiyi izledim. Parmak uçlarımı yavaşça eline götürdüm, dokunmaya cesaret edemeden duraksadım.
Tam o an, göz kapakları hafifçe aralandı. İlk başta uyanıp uyanmadığını anlayamadım, sonra ela gözleri doğrudan benimkilere kilitlendi.
Uykulu bir sesle, "Günaydın," dedi.
Gülümsediğini gördüğümde içimde garip bir sıcaklık yayıldı. "Günaydın," dedim fısıltıyla.
Doğu, gözlerini tam olarak açmadan elini sırtımda gezdirdi, beni kendine biraz daha çekti. "Kaçmaya çalışma," diye mırıldandı.
Gözlerimi devirdim ama içten içe gülümsememi engelleyemedim. "Kaçmıyorum."
Sesi hala uykulu ama yumuşaktı. "O zaman biraz daha kalalım burada."
"Hayır, Doğu kalk, valiz hazırlamamız lazım," dedim, kolundan kurtulmaya çalışarak.
Doğu, hafifçe gözlerini açtı ve başını yastığa yaslayarak, "Ben hazırlarım seninkini de, biraz daha uyuyalım."
"Hayır dedim kalk, gitmemiz lazım," diye ısrar ettim, biraz daha sert bir şekilde. Bu sefer, kolumu serbest bırakıp doğrulmaya çalıştım, ama o hala sımsıkı tuttu.
Sonunda, yavaşça kalkıp beni kollarından bıraktı. Bir an sessizce birbirimize bakarken, gözlerimdeki kararlılığı fark ettiğini biliyordum.
"Tamam," dedi, daha ciddi bir sesle. "Hazırlanacağım."
Doğu, yavaşça yataktan kalkarken, hala biraz uykuluydu.
O banyoya gittiğinde bende geçen gördüğüm küçük valizi dolaptan çıkartıp giyinme odasına geçtim.
Valizi açıp yere bıraktığımda Doğu da banyodan çıkmıştı.
"Davetten sonra döneriz değil mi?" Elime aldığım pantolonu kaplayıp valize koydum.
Doğu, saçlarının önünü elinde ki havluyla kuruturken bana yaklaşıp valize bakmaya başladı. "Sen kalmak istersen kalırız."
"Kalmayalım, erken gidiyoruz zaten," dedim, valizi kapatıp düzelterek. "Önce atölyeye, sonra ofise geçerim. Akşam davetten sonra geri gelelim."
Doğu, başını sallayarak birkaç askıda takım çıkarttı. "Tamam sen ne dersen o" dedi, sonrada bir süre sessiz kaldı yeniden konuşmadan. "Şebnemle biraz zaman geçirirsin diye düşünmüştüm."
"Dönerler onlarda zaten birkaç güne, Mehlika'yı bizim yurdumuza yerleştireceğiz." Dedim valizi tutup kaldırdım.
Başını yavaşça sallayıp sessiz kalmayı tercih etti.
Valizi kapının önüne koyarken Doğu da tozluk kılıfların içinde iki tane takım elbise getirip yatağa bırakmıştı.
Üstünü giyindiğinde, valizimi ve takımlarını eline alıp "Ben çocuklarla konuşayım, sen hazırlan. Uçak 9'da," dedi.
"Tamam, hazırlanıp inerim birazdan," dedim, banyoya geçerken.
Kapı kapandığında, hızlıca işleri halledip üstümü giyindim. Saçımı toparladım, makyajımı yaparak, sonrasında kol çantamı düzenledim.
Son bir kez aynaya bakıp, trençkotu kollarımdan geçirip yavaşça odanın kapısını açıp, merdivenlere doğru indim.
Konak erken saatinden dolayı sessizdi.
Merdivenlerden indiğimde Sultan ablayla karşıladım.
"Günaydın gelin kızım," dedi her zamanki sevimli haliyle.
"Günaydın Sultan Abla."
Elindeki peçeteye sardığı şeyi bana uzattı, "Doğu oğlum çıkacağınızı söyledi bilirim kahvaltı yapmazsın şimdi sen, ekmek arası bir şeyler yaptım kızım yolda yersin."
Elinde uzattığı paketi yavaşça aldım. "Çok sağol, zahmet ettin. Ellerine sağlık."
"Öyle aç acına yola çıkılmaz, afiyet kan olsun."
Bir adım attığımda yavaşça kolumu açıp kolumu kaldırıp sarıldım. Elimde tuttuğum paketin sıcaklığını hissettikçe Sultan ablayı daha çok sardım.
Geri çekildiğim de gözlerimde olan onda da vardı ama daha fazla durursam yaşlarıma hâkim olamayacaktım. Neden böyle olmuştu bilmiyorum ama sanki artık tüm duygularım hassaslaşmıştı, buzdan kalbim erimiz yaş olup pınarlarıma dolmuştu günden güne.
"Görüşürüz," dedim gülümseyerek kapıdan çıkmadan.
"Önce Allah'a sonra birbirinize emanetsiniz sağ salim gidip gelin." Beni kapıdan uğurladığında arabanın başında Doğu'yu görene kadar içeri girmemişti.
Ben gelince herkes arabalara binmek için hazırdı. Doğu'nun yanında Fırat varken, durmadan yerinde bir sağa bir sola hareket ediyordu. Bu sabahta bir karın ağrısı varmış gibiydi, durmak bilmiyordu.
Birkaç adım attım yanlarına doğru. "Ne kıvranıyorsun?" Fırat'a doğru.
Dudaklarını birbirine bastırdığında sanki konuşmamak için zor duruyor gibiydi. "Bir arabaya binip sağ salim çıkalım konaktan anlatacağım yengem."
"Şimdi anlat heyecanlanırım böyle durumlarda dayanamam." Dedim ciddi bir ses tonuyla.
"Hadi çıkıyoruz." Doğu yine kara kedi misali sohbetin içine girdiğinde kapıyı benim için açıp binmemi bekledi.
Elimi açıp kapıya yasladığımda, "Cidden, en güzel yerinde sürekli bölüyorsun, bıktım usandım senden adam" dedim. Doğu, söylenmelerimi anlamayan gözlerle bakarken, ben binip kapıyı hızla kendim kapamıştım.
Bir süre filmli camdan içeri baka kalırken, gözlerini sabır diliyormuş gibi yukarı çevirmişti.
Fırat, ondan önce arabaya binip motoru çalıştırdığında, Doğu söylenerek yanıma bindi.
"Fazla gerginsin yapma genç yaşta kalp krizinden gidersin." dedim, gözlerimi yoldan ayırmadan.
"Sevinirsin Fırat'la birlikte daha rahat olaylara karışacağın için."
Fırat şok olmuş gibi başını arkaya çevirdi. "Ağam tövbe haşa ne diyirsin sen. Allah seni başımızdan eksim etmesin."
Doğu başını sallayarak derin nefes aldı. "Söyle şimdi ne diyeceksen."
"Bir dakika ya sen neden sürekli biz olay çıkarıyoruz gibi konuşuyorsun."
"Çıkarmıyor musunuz?" Diye sordu. Şaşkındı biraz.
"Ağabey, ben bir konuşsaydım siz sonra dövüşünüze geri dönersiniz..."
"Bir dakika Fırat!" dedim, onu susturarak. "Şu an şahsımıza asılsız iftiralar atılıyor."
"İftira mı? Siz bir ay önce çocuk kaçırdınız..."
"Sen olsaydın sende öyle yapardım!" dedim sırtımı dikleştirerek.
"O şekilde değil." dedi kendinden emin bir sesle. "Ağabeyini vurmaya gittiniz..." Daha söyledikleri bitmemiş gibiydi.
"Ağabey yalnız ben o olayda mağdurum kandırıldım, unutmazsak." Fırat yine kendini kurtarırken beni satma peşindeydi.
"Ama vurmadım," dedim kafamı gördüm mü diyerek sallayarak.
"Korumaları da atlatmaya çalıştığınızı duydum, korkutup kaçırmaya çalışıyormuşsunuz."
Ellerimi aniden havaya kaldırarak şimdi adam satma sırası bendeydi. "Benim o işle hiçbir bağlantım yok hepsi bunun başının altından çıktı." Elimle direksiyondaki Fırat'ı işaret ederek.
Benim lafımın hemen ardından Fırat, gözlerini büyük bir dramla açıp direksiyona biraz daha sıkı sarıldı. "Ya rabbim, şunu da söyleyeydim, öyle ölseydim!" dedi, sanki hayatını bir anda kaybetmiş gibi derin bir iç çekişle. "Sen neden benim yüzümü hiç güldürmüyorsun?" diye ekledi, gözleri sanki içimdeki tüm dramı anlamaya çalışıyordu.
Ben bir an için sessiz kaldım, Doğu'nun yüzündeki şaşkın ifadeye baktım. Ardından, ellerimi havada sallayarak devam ettim, sanki gerçek bir suçluymuşum gibi. "Ayrıca çek şu adamlarını peşimden geçen gün AVM de tuvalete gittim girmeye çalıştılar, kadınlardan dayak yiyecekti."
"Çekeyim de başınızı daha rahat belaya sokun değil mi?"
"Şu an abarttığını düşünüyorum tamamiyle." Kollarımı birbirine bağlayıp geriye yaslandım. "Ne yaptık sanki adam öldürdük." Başımı çevirip yolu izlerken mırıldanıyordum.
"He onu da yap. Bir o eksikti bak hatırım kalır seni birde mahkeme salonlarından toplayayım Rona."
"Durdur arabayı ineceğim!" dedim birden bağırarak.
"Saçmalama nereye iniyorsun uçak var bir saate neredeyse geldik."
"Beni ilgilendirmiyor gelmiyorum ben seninle bir yere. Durdur arabayı Fırat."
"Durdurursan helvanı yeriz yarın Fırat."
"Durdurmazsan da yeriz Fırat!"
"Rona saçmalıyorsun."
"Önce sen başladın Doğu! Dur Fırat!"
"Devam et Fırat!"
"Fırat dur!"
"Sakın Fır-"
O an sesimizi kesen sert fren darbesi değildi tek bir cümleydi. Bağırarak, haykırarak söylenen bir cümle...
"BANA LÜTFEN ACİLEN GİDİP GÜLFEM'İ İSTER MİSİNİZ?!"
Bölüm Sonu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.63k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |