25. Bölüm

"25.Bölüm Bakışın Ardında"

esra
wolffcuub

Yazar Notu – Dönüş

 

Bazı sessizliklerin içinde çok şey birikir.

Bir süredir buraya, bu hikâyeye, bu evrene ara verdim.

Anneannemin kaybı...

İçimde hiç tarif edemediğim bir boşluk açtı.

Ruhsal yorgunluklar, hayatın yüklediği sorumluluklar, koşturmalar...

Hepsi bir yana, ben bu kitabın da bir sorumluluğum olduğunu unuttum bir süreliğine.

Ama sonra fark ettim Doğu'nun ışığı, Doğu'nun sessizliği, Rona'nın öfkesi hepsi benimleydi.

Onlar susmamıştı aslında, ben duyamaz olmuştum.

 

Şimdi yeniden buradayım.

Yavaşça ama kararlılıkla.

Bu evreni, bu karakterleri ve en çok da bu hikâyeyi seven herkesin sabrına, sevgisine minnettarım.

Her bölümde yeniden soluklanmak, içimi dökmek, sizlerle bu yolda yürümek...

İyi ki varsınız.

 

Geri döndüm.

Düzenli olarak yazmaya, anlatmaya, paylaşmaya devam edeceğim.

Ve Doğu'nun ışığı, artık daha da güçlü yanacak çünkü o ışığın kıymetini en çok karanlıkta anladım.

 

Sevgimle,

[Esra.]

 

"Bazı anlar vardır, bir çift göz sana her şeyi anlatır; kelimesiz, ama son söz gibi."

    

 

Doğu'nun Işığı

"25.Bölüm Bakışın Ardında"

 

 

 

Zaman... durdu. Gözlerimin önünde yere yığıldığında, her şey sustu. Kulaklarım uğulduyor ama etrafta bir ses yok. Sadece kendi nefesimi duyuyorum düzensiz, derin ve çaresiz.

 

Ellerim kana bulandı. Sıcak... hâlâ sıcak. Ona dokunuyorum ama sanki vücudu çoktan uzaklaşmış, çoktan başka bir yere ait olmuş gibi. Gözlerimi kapamaya korkuyorum. Belki de bakarsa... bana son kez bakarsa... bir şey söyleyecektir diye bekliyorum.

 

Ve söyledi.

 

"Bebeğimi... kurtar..."

 

O iki kelime içime hançer gibi saplandı.

 

Arkadaşımın başı avuçlarımın arasında, yüzü ise ölümle yaşamın tam eşiğindeydi. Dudaklarından çıkan o son kelime "Bebeğimi... kurtar..." yürekten değil, ruhun derinliğinden kopup gelen bir vasiyet gibiydi.

 

Gök, griydi. Ne bir güneş ışığı vardı ne de umut. Sanki dünya, bir annenin iç çekişi gibi sessizce sarsılıyordu. Ve şimdi, o anın içinde donmuş bir şekilde, sadece bir şey vardı sözün ağırlığı.

 

"Şebnem!" diye bağırdım.

 

Ellerim yüzünü tutuyordu, avuçlarımda solgun teni. Gözleri hâlâ kapalıydı. Bir an bile hareket etmiyordu. Sanki dünya nefesini tutmuş, onun bir kıpırtısıyla yeniden dönmeye başlayacaktı.

 

"Şebnem, aç gözünü! Lütfen!" Sesim çatladı, kelimeler boğazıma takıldı. Gözlerimin içi yanıyordu. Bir elini tuttum, soğuk değildi, ama sıcaklığı da çekiliyordu sanki.

 

"Yalvarırım, aç gözünü!" diye feryat ediyordum. Boğazımda bir yumru vardı, yutamadığım bir suçluluk gibi. Her saniye daha da büyüyordu.

 

Biri koltuk altlarımdan kavrayıp bedemi yerden kaldırmaya çalışırken, güçsüzlüğümle savaş halindeydim. O an... o an tanıdık bir ses yankılandı arkamdan, kalbime kadar ulaştı.

 

"Rona, sakin ol!"

 

Sadece o ses... beni kendime getirebildi.

 

Bir çift eller yanağımı sardı, sıcak, titreyen ama güven veren. Gözlerim donukluktan sıyrıldı, boğazımdaki düğüm çözülmeden onun gözlerine baktım. "Kendine gel," dedi yavaşça, sonra beni göğsüne yasladı. Tüm dünya bir anda sustu.

 

Kapıdan içeri ekipler koşarak girince bir anda Şebnem'i önümden alıp hızlı ama dikkatli hareketlerle bir sandalyeye yerleştirip taşıdılar. Her şey çok hızlıydı, ama aynı anda çok yavaş.

 

Gözüm ondan ayrılmıyordu. O uzaklaşırken, içimde yankılanan tek şey vardı bebeğimi kurtar...

 

"Doğu..." dedim, neredeyse bir nefes kadar sessiz.

 

Ayaklarım, sanki beni daha fazla taşımak istemedi. Dizlerim titredi, güç bir anda vücudumu terk etti. Dünyanın ağırlığı omuzlarıma binmişti ve ben... yere çöküyordum.

 

Çok kan vardı. Gözlerim başka bir şeye odaklanamıyordu. O kırmızı, karanlıkla yarışır gibiydi.

 

"Doğu çok kan var..." diye fısıldadım tekrar, bu kez biraz daha kısık, biraz daha kırık. İçimdeki tüm sesler susmuştu. Kendi adımı bile unutmuş gibiydim, ama onu çağırmak... belki de beni tek tutan şeydi.

 

Sonrasını hatırlamıyordum.

 

Sanki her şey... bir göz açıp kapayıncaya kadar, bir film şeridi gibi akıp geçmişti önümden. Sesler, yüzler, hareketler hepsi bulanık, sanki başkasının hafızasından izliyormuşum gibi.

 

Ne ara o davet salonundan çıkmıştık? O kalabalık, o ışıklar, o karmaşa... ne ara arkamızda kalmıştı?

 

Şebnem'le hastaneye gelmiştik. Bunu biliyordum çünkü gözümün önünden silinmeyen tek görüntü, onun o beyaz sedyeyle uzaklaşmasıydı. Sonra acil kapısının önü. Ben oradaydım. Bekliyordum. Oturmadan, konuşmadan, nefes almadan bekliyordum.

 

Ama hatırlamıyordum. Doktor ne zaman çıkmıştı? Çıkmış mıydı? Biri bana bir şey söylemiş miydi? Sanki zamanın üstüne simsiyah bir örtü çekilmişti de, ben sadece bekleyişin gölgesinde kalmıştım.

 

Koridorun ucundan ayak sesleri yankılandı. Hızlı, panik dolu... Sonra o tanıdık sesi duydum.

 

"Doğu! Şebnem! Şebnem nerede?"

 

Başımı yavaşça çevirdiğimde Rohat koşarak , yüzünde görmeye alışık olmadığım bir endişe ile geliyordu.

 

Ama benim o an onu görmemle içimde bir şey koptu. Ayakta duramayacak kadar yorgundum ama öfkem bana güç verdi.

 

"Ne yaptın ona?" diye bağırdım, sesim duvarlardan sekip yankılandı.

 

Rohat bir an duraksadı. Şaşkınlık, ardından gelen suçlulukla karıştı yüzü. Ağzını açtı, bir şey diyecek gibi oldu ama ben çoktan üzerime gelen tüm fırtınayı ona yöneltmiştim.

 

"Ne yaptın Şebnem'e, ha?! Onu sen o hale getirdin!" dedim, parmaklarım havada titriyordu, gözlerim dolmuştu ama öfkem gözyaşıyla sulanacak cinsten değildi.

 

Rohat yaklaşmaya çalıştı, "Rona,ben—" dedi, ama sözlerini kestim.

 

"Günlerdir acı çekiyordu benim kardeşim, günlerdir!"

 

Başı sanki artık dik duramıyormuş gibi eğilmişti önümde.

 

"Bir şey var dedim anlat dedim anlatmadı bana. Ben uzaktaydım yetişemedim kardeşime peki ya sen? Sen neden onu koruyamadın? Konuşsana, Konuş!"

 

Ellerim tüm öfkemin tek kurtuluşuymuş gibi onun yüreğini delmek istercesine attı darbelerini.

 

Rohat'ın dudakları titredi. Gözlerini kaçırmaya çalıştı ama artık kaçacak yer kalmamıştı.

 

Sonra fısıltı gibi, ama içimde yankılanan bir cümle geldi dudaklarından.

 

"Hamileyim... dedi."

 

Sanki o kelimeyle birlikte zaman dondu. Kulaklarım uğuldadı. Her şeyin üstüne bir buz gibi çöken sessizlik geldi. Ve Rohat, o sessizlikte kırık bir adam gibi konuşmaya devam etti.

 

"Sessizdi... ama... istemiyor gibiydi. Ben-bende istemedim," dedi, neredeyse son kelimeleriymiş gibi yaşlarının arasında konuştu.

 

Gözleri doluydu. Boğazına bir düğüm oturmuş gibiydi ama ben onunkinden büyük bir düğüm taşıyordum.

 

"Ben yemin ederim..." dediğinde, sesi hıçkırıkla titredi. Yüreği bir uçurumun kenarına düşmüş gibiydi. "O istemiyor diye... evet, söylemedi, ama istemiyor zannettim. Bunu düşündüm... Ben, ben..."

 

Kelimeyi bulamıyordu.

 

 

"Şebnem... çocuk doğuramaz, ölür!" diye feryat ettim, boğazımda bir taş, gözlerimde yoğun bir korku. Sesim, neredeyse parçalayıcıydı. Gözlerim dolmuştu ama bir damla gözyaşı bile dökemedim. Sadece bu korku, bu dehşet, her bir hücremde yankı yapıyordu.

 

"Ne yaptın ona!" diye bağırdım, ellerimle başımı tutarken, sanki kafamı patlatacak bir acı vardı. Vücudum, her bir kelimeyi sanki bir bıçak gibi kesiyordu.

 

Rohat, sesimi duyduğunda adeta dondu. Yüzü bembeyazdı, gözleri korkudan büyümüştü.

 

"Rona, dur... dur..." Doğu başıma vurduğum ellerime hakim olmaya çalışıyordu.

 

Ama ben durmadım. Duygularımın baskısı altında kalmıştım, mantığımın hiçbir önemi yoktu. Şebnem içeride belkide hayatının en zor savaşını veriyordu ve biz, bunu belki de sadece izliyorduk.

 

"Rona... ne demek istiyorsun sen?" diye yalvardı Rohat, sesi titriyordu. Ellerini başına koymuş, neredeyse kendini kaybedecek gibi duruyordu. Gözlerinde çaresizlik, korku, belki de biraz suçluluk vardı. "Ölür mü, ölemez Doğu!" dedi, adeta bir çıkış yolu arar gibi Doğu'ya doğru yürüdü.

 

Sensörlü kapı açıldığında, hepimizi kendine çeviren o ses duyuldu. "Şebnem Hanım'ın yakınları burada mı?" diye sordu doktor, sesi soğuk ve resmi. Hepimiz, o an birbirimize bakıp, bir anda tüm duygularımızı bir kenara bıraktık.

 

Doktor, gözlerini üzerimizde gezdirerek, "Bebeğin babasıyla görüşebilir miyiz?" dedi.

 

Rohat, yavaşça, zorlukla ama bir o kadar da kararlı bir şekilde, "Ben... Benim," diye cevap verdi. İçindeki korku, sesinden belirgindi ama yine de sözcükleri çıkarabilmişti. O an, herkesin düşünceleri birbirine karıştı. Ancak doktor, yönünü gösterdiğinde, bu açıklık aynı zamanda bir tehdit gibiydi.

 

"Ben... ben de gelmek istiyorum," dedim, sesimde kararlı bir titreme vardı. Kardeşimle,Şebnem'le bir bağım vardı, ama bu durumda doğruyu söylemek bile zor geliyordu. Ne olursa olsun, bir şekilde orada olmak istiyordum. Doktor bir anlığına bana baktı, gözleri keskin bir şekilde beni inceledi, sonra bir adım geri çekildi.

 

Keskin gözlerle ikisine de bakarak, "Tabii, buyurun," dedi. Sonra odasına doğru ilerledi, kapı hafifçe aralandığında, içeri adım attık.

 

Doktor, gözlüğünü burnunun ucuna indirdi ve derin bir nefes aldı. Yüzünde endişe, ancak bir o kadar da profesyonellik vardı. Şebnem'in sağlık durumu, yılların getirdiği tecrübeyle kolayca tahmin edilebilecek kadar karmaşıktı. "Şebnem Hanım'la biraz konuştuk, sizde biliyorsunuzdur, " dedi, sesinde bir hüzün vardı.

 

 

"Kardeşim nasıl?" diye konuşmasının önünü kestim.

 

"Şebnem Hanım iyi gözlerini açtı fakat sonuçlara bakıldığında, çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Fallop tüplerindeki tıkanıklıklar, ektopik gebelik riskini artırıyor."

 

"Bu ne demek oluyor ki?" diye zorla sordu Rohat.

 

Doktor başını sallayarak devam etti. "Şöyle ki doğum süreci çok riskli olacak. Şebnem Hanım'ın yaşadığı olaydan sonra, rahmi ve tüpleri ciddi şekilde etkilenmiş. Bu durum, doğum sırasında komplikasyonların artmasına neden olabilir. Tıkanmış tüpler, dış gebelik riskini yükseltiyor ve bu durum, hayatı tehdit edici sonuçlar doğurabilir."

 

 

"Yani, doğum sırasında bir şey olabilir."

 

Doktor, gözlüğünü yeniden düzelterek bana döndü "Evet, doğum sırasında ciddi kanama, rahim yırtılması ve enfeksiyon riski çok yüksek. Eğer tüplerde herhangi bir hasar daha fazla ilerlerse, sezaryen gerekliliği bile doğabilir ki bu en iyi ihtimal. Ama her şeyden önemlisi, bu sürecin sonunda sağlıklı bir sonuç alıp almayacağımız büyük bir belirsizlik." dedi, kesin ve net bir şekilde.

 

 

Doktor, dosyalarını bırakıp, ellerini önünde birleştirerek, gözlerini Rohat'a ve bana sırayla çevirdi. "Şebnem Hanım'ın durumu, beklediğimizden daha karmaşık. Fallop tüplerinde ciddi tıkanmalar var, bu da ektopik gebelik riskini artırıyor," dedi. "Eğer gebelik tüplere yerleşirse, bu bir dış gebelik olur. Bu durumda, bugün ki gibi bir kanama başlayabilir ve tedavi edilmezse hayatını riske atabilir."

 

Rohat'ın sesi titredi, ama yine de sessiz kalmadı. "Bunu daha önce neden söylemediniz? Bizimle neden konuşmadınız?Şebnem'i daha iki gün önce bıraktım bu hastaneye!" diye sorarken, gözlerinde öfke ve korku birbirine karışıyordu.

 

Doktor, başını hafifçe sallayarak sakin ama net bir şekilde konuşmasına devam etti. Kayıtlara bakarken, gözlerini dosyalara sabitledi, ardından başını kaldırıp, bizlere dönerek konuştu.

 

"Ekranda gördüğüm kayıtlara göre Şebnem Hanım sık sık hastanemize başvurmuş. Birçok testten geçmiş, hatta birkaç kez yeni bir tedavi sürecine başlamak için başvuruda bulunmuş. Durumunu oldukça dikkatlice takip etmiş. Yani, hamile kalma fikri, Şebnem Hanım'ın bilinçli bir tercihi gibi görünüyor."

 

Rohat, doktorun söylediklerini duyar duymaz daha çok gerildi, ama bir kelime bile edemedi.

 

Doktor devam etti," Şebnem Hanım, tüm bu risklere rağmen, hamile kalmayı seçti. Bu da demek oluyor ki, doğum sırasında karşılaşabileceğimiz riskleri kabul ederek, bu yola girmişti. O, her şeyi biliyordu."

 

"Yani, Şebnem bunu bilerek mi yaptı?" diye fısıldadım. "Bütün bunları, her şeyi, riskleri, bu tehlikeyi bilerek mi?"

 

Doktor başını sallayarak, "Evet, Şebnem Hanım tüm olasılıkların farkındaydı. O, her şeyi kabul etti ve risklere rağmen bu yola çıktı." dedi.

 

 

Canım sanki daha önce o kadar acımamıştı. Bir çığ gibi düşen o acı, her an biraz daha derinleşiyor, her nefesimde daha çok büyüyordu.

 

Ruhum, içinde kaybolduğu bir boşluğa hapsolmuş gibiydi ne bir çıkış vardı, ne de bir umut ışığı. Zihnimdeki her düşünce, bir bıçak gibi kalbimi yaralıyor, her yeni kelime, her yeni bilgi, beni bir adım daha karanlığa sürüklüyordu.

 

Şebnem'in bu yolu seçmiş olması, onun kararını kabul edememek, içimdeki korkuyu ve acıyı daha da derinleştiriyordu. Biliyorum, o her şeyin farkındaydı. Her riski, her tehlikeyi, her acıyı... Ve yine de yola çıkmaya karar verdi. Ama ben, ben nasıl kabul edebilirdim? Bu ağır yükün altına nasıl girebilirdim? Bir kadının kendi hayatını, kendi bedenini bu kadar tehlikeye atarak bir başka canı dünyaya getirme kararı... Nasıl bir cesaret, nasıl bir sevda gerektirirdi bunu?

 

Doktorun söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu. Şebnem'in her şeyin farkında olduğu, risklere rağmen hamile kalmayı seçtiği... Ama ya ben? Ben hep arkasındaki gölge gibi kaldım, onun seçimlerine destek olabilmek için var olmaya çalışırken, kendi içimde derin bir boşluğa düşüyordum.

 

Şebnem, o kadar güçlüydü. Kendini tehlikeye atarak, tüm risklere rağmen bu yola çıkacak kadar güçlüydü.

 

Her adımımda bir ağırlık hissediyor, her nefes alışımda bir acı daha katlanıyordu. Ruhum, bedenimi terk etmek istiyordu ama ben, orada bir yerde, içimdeki korkuya teslim olmamak için direniyordum. İçimden yükselen bir haykırış vardı, ama kelimelere dökemiyordum. Şebnem'in ve benim hikâyemiz, zaten bir sarmaşıktı şimdi ise yavaşça, karanlık bir labirente dönüşüyordu.

 

 

Odadan çıkarken yer sanki ayaklarımın altından çekilmek daha fazla beni taşımak istememiş gibi kayıyordu. Tek bir an yerle buluşacaktım fakat kendimi daha çok bastırdım yere. Tırnaklarımı kapının koluna saplarken yıkılmamak için doğrulttum bedenimi. Şimdi yıkılamazdım, kız kardeşim için şimdi yıkılmayacaktım.

 

 

Bir el bana yardımcı olmak için sımsıkı belimi sarıp dik durmam için bana yardım etmişti. Ela gözleri, kelimelere gerek duymadan yorgunluğumu acımı duyup anlayıp yanımdaydı. Sanki dünya yıkılsa da, o bana daima siper olmaya hazır bir kalkan gibi bedenimi bedenine yasladı.

 

Doktorun odasından çıkarken, hâlâ kafamda yankılanan sözler ve düşünceler arasında kaybolmuşken, Doğu beni dikkatlice yönlendirdi. Sessizce, hiç soru sormadan sadece yanımda durarak, her şeyin geçeceği ve bir şekilde yol alacağım konusunda bana bir güven verdi. Boş olan sandalyelere oturttuğunda ona teşekkür edemedim bile, gözlerim dolmuştu, ama ne söyleyeceğimi bilemiyordum.

 

"Senin güçlü durduğunu görmek, ona da güç verecek," dedi.

O an, içimde tuttuğum bütün kelimeler boğazıma düğümlendi.

 

"Güçlü falan değilim Doğu," dedim. "Sadece... dağılmamaya çalışıyorum. Çünkü dağılırsam, bir daha toparlanamam gibi geliyor."

 

Gözlerimde biriken yaşları göstermemeye çalışsam da, gözlerimin içine baktığında her şeyi görüyordu zaten. Saçımı yüzümden usulca geriye itti, bir yabancı gibi değil, bir sığınak gibi.

 

"Ben buradayım dağılmaktan korkma Rona, hep bir adım arkandayım arkana bakma bile sadece seni orada olduğumu bil."

 

 

Parmaklarım avuç içimde ki parmaklarını sıkıca sararken varlığı şu an beni ayakta tutan tek şeydi. "Teşekkür ederim." Diye fısıldadım.

 

Doktorla konuşurken mnce Rohat girmek istemişti odaya, Şebnem'i gerçekten ne kadar merak ettiği gözlerinden belli oluyordu ama ona karşı da fazla öfkeliydim. Evet her şey belki Şebnem doğrultusunda gerçekleşti ama Şebnem'in günlerce içinin burukluğunun sebebini Rohat'ın bebeği istemediğini söylemesi olduğunu duymak beni daha da çıldırtmıştı.

 

 

Sessizlikle Rohat'ın odaya girişini izlediğimde beni en çok inciten şeyin ne olduğunu anlamıştım sonunda. Ölüm değildi. Kaybetmek değil. Beni yavaşça boğan şey... sevdiklerimin kendi acılarını göze alarak hayata sarılmalarıydı.

 

Ben Şebnem'i korumak için bütün ömrümü verirdim. Ona bir ömür kalkan olmaya çalışmıştımda. O küçücükken neyle savaştığını anlamasam da, yıllar geçtikçe içindeki kırığın nereden geldiğini öğrenmiştim. Ama işte şimdi, yıllar sonra, o kırık... onun için bir son değil, bir başlangıç olmuştu.

 

Ama ben bunu kabullenemiyordum.

 

"Bile bile... bile bile kendini ölüme sürüklüyor, Doğu..." dedim. Sesim boğazımda düğümlendi. Her kelime bir taş gibi yuvarlandı içimde. "Neden? Neden hayatı boyunca yaşamak için savaşan bir insan, tamam her şey durmuşken sonunda yine savaşı seçer? Neden, durup dinlenmek yerine kendini feda eder?"

 

Söylediklerim nefesimi kesmişti.

 

"Bunu anlayamıyorum Doğu. Gerçekten anlayamıyorum... Şebnem, bile bile... hayatını tehlikeye atarak bu çocuğu dünyaya getirmeyi nasıl göze aldı? O kadar şey yaşadı, o kadar acı... Neden? Neden bile bile ölümle el sıkışır insan? Bir hayat daha vermek için kendininkini neden bu kadar kolayca ortaya koyarsın?"

 

Doğu susuyordu önce. Her zaman yaptığı gibi... acele etmeden, beni dinleyerek. Yanı başımda diz çöktü. Elimi tuttuğunda, avuçlarımın nasıl buz kestiğini fark ettim.

 

"Çünkü Şebnem'in içindeki yangını biz söndüremeyiz, Rona," dedi usulca.

"Bazen bir insanın yaşadığı en karanlık yerden doğan tek ışık, başka bir hayat olabilir. Belki Şebnem'in içindeki eksik, o boşluk... bu çocukla tamamlanacaktı. Belki bir şeyleri geri almak, düzeltmek değil ama... yeniden başlamak içindi."

 

Başımı iki elimin arasına aldım. Gözümün önünden geçip duran anılar öyle yakıcıydı ki... Sesim çatladı, gözlerim yandı.

"Ben her şeyin sonunu düşündüm, Doğu. En kötüsünü... O ölürse... ben de ölürüm. Bunu kimse anlamıyor."

 

Doğu bir şey demedi hemen. Elimi bırakmadı. Gözümün içine bakarak eğildi biraz, sesi yumuşadı, ama o yumuşaklığın içinde gerçek vardı.

 

"Biliyorum," dedi. "Ama bazen... sevdiğin birine hayatı pahasına bile olsa özgürlüğünü vermek, en büyük sevgidir. O kendi yolunu seçti. Evet, korkarak. Evet, belki acı dolu bir geçmişin içinden. Ama bu karar onun. Ve belki de ilk defa sadece kendisi için aldı."

 

Başımı salladım. Kabullenemiyordum. İçimde bir yer Şebnem'e kızıyordu, ama o kızgınlık sevgiyle öyle iç içeydi ki, ayırt edemiyordum.

"O beni düşündü mü? Ben onun mezar taşına başımı koyup nasıl nefes alırım? Ben bir çocukla ne yaparım onsuz? Ona ne söylerim? Annesinin neleri göze aldığını nasıl anlatırım? Benim içim nasıl affeder onu, Doğu?"

 

Doğu, yüzüme dokundu. Parmaklarıyla yanaklarımdaki gözyaşlarını silerken sesi titredi bu kez.

"Onun kararını sevmek zorunda değilsin, Rona... Ama saygı duymalısın. Çünkü onun kalbinden geçen hayatı yaşama şekli, bu. Bazen... sevgi, engellemek değil, eşlik etmektir. Korksan bile yanında yürümektir."

 

İçimden bir şeyler düştü yere o an. Bir şeyler parçalandı ama aynı anda bir sessizlik oldu içimde. Boşluk gibi. Sanki tüm duygular aynı anda aktı ve beni bırakıp gitti.

 

Yutkunarak fısıldadım. "Ben onun kalmasını istiyorum, Doğu... Bu dünyada, yanımda... bana sarılmasını, hep sesini duymayı..."

 

Başımı onun omzuna yasladım. Gözlerimi kapattım.

 

Kalbim, sevmenin ne kadar acı verici olabileceğini bir kez daha öğrendi o an.

Ve o acının içinde, Şebnem'in kararıyla bir kez daha yüzleşmeyi...bize ait bir sınav olduğunu anladım.

 

 

 

Hastane odasının solgun ışıkları tavanın beyazlığında donuk yansımalar bırakıyordu. Zaman, içeride daha yavaş akıyor gibiydi; kalp atışlarının sessiz yankısı ve serumun damla damla akışı odanın tek ritmini belirliyordu. Şebnem, solgun teni ve çatılmış kaşlarıyla, hareketsiz yattığı yatağın içinde bir savaş veriyordu. Vücudu yorgundu, ama zihni uyumayı reddedecek kadar gergindi.

 

Kolundaki serumdan akan sıvı, bedeninin direnciyle bir pazarlık yapar gibiydi. Gözleri tavana sabitlenmişti. Düşünceler zihninde karma karışık dönüyordu. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir çöküşün eşiğindeydi. Bir şeyler eksilmişti içinden, bir şeyler hâlâ yerinde ama darmadağındı.

 

Kapı hafifçe aralandı. İçeri giren ayak seslerini duyar duymaz gözkapakları titredi. Rohat'tı bu. Adımları kararsız, gözleri telaşlıydı. Ellerini ne yapacağını bilemeden gövdesinin iki yanına bırakmıştı. Kapının hemen yanında bir an durdu, odaya yabancı bir misafir gibi, derin bir nefes aldı. Ardından ağır adımlarla yatağa doğru yaklaştı.

 

Şebnem başını çevirmedi. Ama onu hissetti. Teninin ürpermesi, göz kapaklarının istemsiz titreyişi... bu adamın varlığı hâlâ iç dünyasında yankı buluyordu. İçinde kırgınlıklar, hayal kırıklıkları, korkular... ve belki çok uzaklardan gelen o ince sevgi sızısı.

 

Rohat yaklaştı, sesini yutkunarak açtı.

"Şebnem... nasılsın?"

 

Bu, herhangi bir 'nasılsın' değildi. İçinde binlerce cümle barındıran, ama sadece üç hecede duran bir sormaydı.

 

Şebnem gözlerini kapattı. Birkaç saniye sustu, sonra başını hafifçe ona çevirdi.

"Ben... İyiyim," dedi.

 

Rohat, bir adım geri çekildi. Sanki ayakta durmakla yıkılmak arasında ince bir çizgideydi.

 

"Ben... Şebnem... ben... sen istemiyorsun sandım. Bu çocuk... senin için bir yük gibi sandım. Sen sustun ya hani, hiçbir şey demedin ya... ben de sustum. Yanıldım."

 

Şebnem yutkundu. Gözleri doldu ama ağlamadı. Odamdaki steril hava, duyguların taşmasına izin vermeyecek kadar soğuktu.

"Susmak bazen bağırmaktan daha çok şey anlatır, Rohat. Ama sen... sadece sessizliğimi duyabildin, ne yazık ki kalbimi değil."

 

İçindeki ruhsal acıyı bastırmaya çalışsa da, Rohat'ın sesi çatladı.

"Ben... sadece seni korumak istedim. Herkes seni 'dayanıksız' görürken, ben seni ayakta tutmak istedim. Ama sen, her şeyin içinde yalnız kalmayı seçtin."

 

"Yalnız kalmak istemedim," dedi Şebnem, dudakları titreyerek. "Sadece... kimsenin yanında kendim gibi kalamadım."

 

Serumdan bir damla daha düştü. Zaman yeniden ağırlaştı. Sessizlik, ikisini de sarstı.

 

Rohat derin bir nefes aldı, ardından fısıldadı.

"Bugün... bebeği kaybetme tehlikesi geçirmişsin."

Bu cümleyle birlikte gözleri tekrar doldu.

"Bunu... bilmek içimi yaktı. Ne kadar çok şey anlamamışım meğer. Ben... seni dinlememişim."

 

Şebnem gözlerini kaçırdı.

"Belki de... dinlemeye hazır değildik. İkimiz de."

 

Aralarındaki mesafe küçüktü ama kalpleri hâlâ ulaşamayacak kadar uzaktaydı. Arada söylenmemiş sözler, içe gömülen korkular vardı.

 

Ama o gün, ilk defa... her şey bir adım yakındı.

 

Ve Şebnem'in elleriyle karnına dokunması, gözlerini yavaşça kapatıp sadece şunu fısıldaması... o oda için bir başlangıç gibiydi.

"Onu çok istiyorum. Her şeye rağmen... kendimi de, seni de affetmeyi... denemek istiyorum."

 

Odayı saran sessizlik, Şebnem'in son cümlesiyle birlikte biraz yumuşamıştı. Ama bir başka gerçek, o cümlenin arkasından dolanıp yeniden yerini aldı; risk. Ölümün ihtimali, hayalin gölgesi...

 

Rohat sessizce sandalyesini yatağın yanına çekti. Biraz daha yaklaştı ama dokunmadı. Gözleri hâlâ Şebnem'in yüzünde, ama bakışları artık daha farklıydı; içinde korku vardı, derin bir kaybetme korkusu... bir de çaresizlik.

 

"Şebnem," dedi kısık ama kararlı bir sesle, "Bak... bunun kolay olmadığını biliyorum. Sana tek kelime etmeden gitmek, seninle konuşmamak... belki en büyük hatamdı. Ama... şimdi başka bir şey var önümde. Daha büyük bir korku."

 

Şebnem başını yastığa yasladı, gözlerini kapattı ama sessizdi. Dinliyordu.

 

Rohat devam etti, sesi titremeye başladı.

"Doktorla konuştum. Senin... geçmişin, yaşadıkların... tedavi sürecin, tüm raporlar... Şebnem, bu hamilelik... senin için hayati bir risk. Biliyorum, bunları söylemek istemezdim. Ama... eğer devam edersen... seni kaybetme ihtimalim var."

 

Şebnem'in kaşları çatıldı. Gözlerini açtı, ona döndü. Yüzünde bir öfke yoktu. Ama acı vardı.

"Ben zaten her gün ölümü göze alarak yaşıyorum, Rohat," dedi usulca. "Bu çocuk, benim için sadece bir 'bebek' değil, yeniden nefes alma sebebim. Geçmişe affım. Beni ben yapan, bunca yılın ardından ilk kez içimde büyüyen umut."

 

"Ve ya o umut... seni yok ederse?" Rohat'ın sesi çatladı. "Ben... seni yaşatmak istiyorum, Şebnem. Sadece var olmanı değil, iyi olmanı. Sen olmadan o çocuğun bir anlamı olmayacak benim için. O çocuğu beraber hayal edebilirim... ama sensiz değil."

 

Şebnem gözlerini kaçırdı. Parmakları yavaşça karnına dokundu. O anda bakışı, yıllardır özlemini çektiği bir mucizeye değmiş gibiydi.

"Sadece korkma. Korkunun hayatımızı belirlemesine izin verirsek hiçbir şey yaşayamadan gideriz. Doktorlarla konuştum. Riskin farkındayım. Ama hiçbir şey kesin değil. Ölüm bile. Belki de... yaşamak kesin olan tek şeydir artık içimde."

 

Rohat, derin bir iç çekti. O an içinde yüzlerce cümle çarpıştı. Yüzünde kaygı, gözlerinde ise kararsızlık vardı.

"Ya kaybedersek? Ya seni sonsuza kadar kaybedersem? Ne ben, ne bu çocuk... sensiz eksik kalırız."

 

Şebnem hafifçe gülümsedi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ama sesi güçlüydü.

"Ben... zaten çok şeyimi kaybettim, Rohat. Bu defa bir şeyi kazanmayı seçtim. Ne olursa olsun, korkuyla değil... sevgiyle büyüsün içimde. Ölüm de varsa ucunda, bu defa ben karar veriyorum."

 

Rohat eğildi, onun elini tuttu. Avuçlarının arasındaki el ne kadar narin, ne kadar kırılgandı... ama aynı zamanda ne kadar cesur.

Bir süre sadece eller konuştular. Ardından Rohat, yavaşça başını eğdi, gözlerini kapattı ve fısıldadı.

 

Şebnem'in eli hâlâ onun ellerinin arasındaydı. Sanki o avuç içlerinde geçmişin acısı, bugünün belirsizliği ve yarının umudu aynı anda var oluyordu. Rahat gözlerini onun yüzünden ayırmadı. Dudakları titredi, boğazına bir düğüm yerleşti. Artık sustukça içindeki kelimeler onu boğuyordu.

 

Bir an, kendini tutamadı. O güçlü, hep kontrollü adam... şimdi tamamen çıplak bir duyguyla karşısındaki kadına baktı. Gözlerinden yaşlar indi, oysa ki ağlamak istememişti. Ama bazı cümleler kalpten geçerken gözden akıyordu.

 

Fısıltı gibi başladı sesi, sonra kırılan bir çocuk gibi çatladı.

 

"Beni... sensiz bırakma. Yalvarırım."

 

Başını eğdi, alnını onun eline yasladı. Gözleri kapanmıştı ama yüreği tamamen açılmıştı.

"Bir kez daha düşün, Şebnem. Lütfen... bir kez daha. Ben seni kaybedersem, geriye kimse kalmaz. Sadece bir beden değil, içimdeki her şey seninle gider. Bir çocuğu senin yokluğunda büyütmemi isteme. Bu kararı birlikte verelim. Ne olur, bu sefer beraber."

 

Şebnem gözlerini dolduran yaşları tutamadı. Boğazında bir acı büyüdü, kalbi onun bu haline dayanamıyordu. Ama gözlerini kapadı ve sadece onun alnına hafifçe dokundu, sessizce.

 

O anda hiçbir kelime, o dokunuş kadar anlam taşımıyordu.

 

Ve oda... yine sessizliğe büründü. Ama bu kez bir boşluk değil, kalplerin dolduğu bir sessizlikti. Sözlerin bittiği, sadece hislerin kaldığı yerdi orası.

 

İki yaralı kalp... bir kararın eşiğinde...

Birbirine tutunarak, düşmemeye çalışıyordu.

 

 

Kapının önünde bir an durdum. Avucumun içi terlemişti, içimde tarifsiz bir sızı... kalbim, göğüs kafesimin tam ortasında değil de sanki boğazıma sıkışmıştı. İçeri girmeden önce derin bir nefes almaya çalıştım ama beceremedim. Çünkü içeride hayatımın en önemli parçalarından biri... Şebnem, yatakta yatıyordu. Ve Ruhat... onun elini tutuyordu. Yüzünde daha önce hiç görmediğim bir kırılganlık vardı.

 

Sensörlü kapının çıkardığı tıslama sesi odadaki sessizliği böldü. İçeri girdiğimde, Rohat başını yavaşça çevirip bana baktı. Gözleri kıpkırmızıydı. Şebnem ise yüzünü çevirip pencereye doğru döndürmüştü. Ama odada öyle yoğun bir his vardı ki... sanki nefes aldıkça ciğerlerime hüzün doluyordu.

 

Yavaşça yaklaştım. Her adımda bedenimin ağırlaştığını hissettim. İçimdeki o korkunç düşünce "ya onu kaybedersem?" zihnimin köşesinde bir yankı gibi dolanıyordu.

 

"Şebnem..." dedim, sesim duyulmayacak kadar kısıktı. Belki de sadece adını söylemek yetiyordu. Çünkü ona nasıl sarılacağımı, ne diyeceğimi, nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum artık. Bazen en yakın olduğun insan bile sana yabancılaşabiliyor; acısı o kadar derinleşiyor ki içine giremiyorsun.

 

Şebnem yavaşça başını bana çevirdi. Gözlerinin kenarındaki çizgiler, saatlerdir ağladığını söylüyordu. Ama ifadesi sakindi. Belki de kabullenmenin o ağır sessizliği çökmüştü üzerine.

 

"Bana çok kızma olur mu?..." dedi sadece. Ama bu cümle... sanki kalbimin orta yerine saplanan bir bıçak gibiydi. Bu üç kelime, içindeki her şeyi anlatıyordu. Korkuyu, çaresizliği, sevilme arzusunu, hayatta kalma çabasını.

 

Rohat başını eğdi, hâlâ onun elini tutuyordu.

"Ben kapıdayım siz rahat konuşun," Deyip benimle göz teması kurmadan odadan çıktı.

 

Kalbim sıkıştı. Kendimi yatağın kenarına attım, Şebnem'in boşta kalan elini tuttum.

"Sen benim canımsın," dedim. "Sen benim çocukluk yaramsın, ilk gülüşüm, ilk isyanım. Bunca yıl, birbirimizi ayakta tuttuk. Sen çok savaştın... ben şahit oldum. Ama şimdi... senin hayatta kalman sadece senin savaşına bağlı değil. Lütfen... bize de tutun."

 

 

Şebnem gözlerini kapattı. Nefesi hızlandı. Parmakları elimde titremeye başladı.

"İçimde bir ses var," dedi usulca. "O sesi susturamıyorum. 'Anne olabilirim' diyor. Belki bir mucize olur... belki bu sefer... hayat bana da şans tanır."

 

"Ya tanımazsa?" dedim ben. Artık gözyaşlarımı saklamıyordum. "Ve ya o ses... seni hayattan alırsa? Ben seni toprağın altına koyarken, o sesi susturmuş olacağız. Buna nasıl dayanayım Şebnem?"

 

Bir anlık bir sessizlik oldu. Ardından Şebnem'in dudakları titredi. Gözlerinden sessizce iki damla yaş süzüldü.

"Ben de yaşamak istiyorum," dedi. "Sadece yaşamak değil... dolu dolu, sizinle yaşamak, bebeğimle. Ama bu ses... o küçücük kalp... bana ilk kez umut verdi. Onu susturamıyorum."

 

Onun iç sesiyle benim gerçekliğimiz arasında sıkışmıştı bu oda. İki uçurum arasında bir ipte yürür gibiydik. Ama el eleydik. En azından...

 

Ben Şebnem'in alnına eğildim, usulca fısıldadım. "Sende beni bırakacak mısın?"

 

"Rona," diye fısıldadı göz yaşları giydiği hastane elbisesinin yakalarını ıslatıyordu.

 

"O burada... Hissediyorum... Bırakamam... Onu." Elleri sanki koruma misali sarmıştı dakikalardır karnını.

 

O cümle, Şebnem'in dudaklarından döküldüğü an, sanki odadaki oksijen eksildi. Kelimeler havada asılı kaldı. Zaman, bir anlığına durdu. Şebnem'in elleri... o incecik parmakla, titreyen elleri, şimdi karnını sarmıştı. Onu korur gibi... siper olur gibi...

 

Yutkundum. İçimde büyüyen korku, göğsümde çırpınan bir kuş gibi huzursuzdu. Şebnem bana değil, karnındaki o minicik mucizeye bakar gibiydi. Gözlerinde bir anneye has o kör ama sonsuz sevgi... Ve ben orada, onun yanında, bir şey diyemeden dikiliyordum. Dilimle kalbim bir türlü anlaşamıyordu.

 

Yavaşça yanına oturdum. Elini tutmak istedim ama çekinerek uzandım. Çünkü ilk kez, bana bile yabancı bir güçle sarıyordu kendini... ve içindeki bebeği.

 

"Şebnem," dedim, sesim boğazıma takılmıştı, "Ben de hissediyorum. O burada. Seninle. Ama sen de buradasın. Ve ben seni kaybetmek istemiyorum. Ne şimdi... ne de bir gün sonra. Çünkü sen de benim içimde... sen de benim parçamsın."

 

Başını çevirdi. Gözleri dolu doluydu ama kararlıydı. Dudaklarını araladı, "Bu... benim ilk defa isteyerek tuttuğum bir şey. Hayatta bana dayatılmayan, seçtiğim, sevdiğim bir şey... Rona, beni ilk kez ben yapan bir şey bu. Bırakamam..."

 

İçim paramparça oldu. Yüzüne baktım, o güçlü, dimdik duran ama her an düşebilecek hâlini izledim. O an anladım... Beni korkutan şey onun cesaretiydi. Çünkü bazen cesaret, kendini ölüme bu kadar yaklaştıran bir şeydi.

 

Titreyen bir nefesle elini tuttum, gözlerinin içine baktım.

"Tamam," dedim, "Tamam Şebnem... birlikte. Bu yolu sen seçtin diye sana sırt dönmeyeceğim. Ama ne olur... bir söz ver bana. Kendi canını da unutma. Sadece onun için değil... bizim için de yaşa. Ben senin yaşamanı istiyorum, Şebnem. Ve eğer bu bebek... senin hayatını tehdit edecekse, savaşırken beni yanında tut. Çünkü tek başına yürümene izin vermem."

 

Şebnem gözlerini kapattı. Gözyaşı, yüzünden usulca süzüldü.

"Ben senden başka hiç kimseye böyle güvenmedim," dedi. "Ama içimde öyle bir bağ var ki... onu anlatmak mümkün değil. Bu bebek benimle konuşuyor sanki. Her şeyime rağmen burada kalmaya karar vermiş gibi."

 

Başımı eğdim, alnımı eline yasladım. Birkaç saniye... sadece onun tenini hissederek nefes aldım.

"Öyleyse," dedim sessizce, "Bu savaş seninse unutma... bazen geri çekilmek de bir zaferdir. Canını korumak... en kutsal savaş olabilir. Doktorlarla konuşacağız. En iyi yolları, en güvenli tedavileri, tüm planları. Ama tek bir şartla... asla kendinden vazgeçmeyeceksin."

 

Şebnem başını salladı. Ellerimiz sıkı sıkıya kenetlenmişti artık. O an anladım; annelik sadece çocuk doğurmak değildi... bazen hayatı kendi bedeninde büyütmekti. Korkuyla, acıyla, aşkla...

 

Ben onun gözlerinin içine bakarak fısıldadım.

"Sen yaşa. Onunla, ya da onsuz... ama mutlaka yaşa. Çünkü sen yaşarsan, her şey mümkün."

 

Ve o an... sadece bir kadının anneliği değil, dostluğun, sevginin, vazgeçmemenin de doğuşuydu.

 

 

 

 

Midyat'ın taş sokaklarına girdiğimizde, zaman geriye doğru akıyormuş gibi hissettim. Camdan dışarı baktım, çocukken top oynayamadığım avlular, gizlice geçmediğim dar patikalar, yazın serinliğin de beni saklayamayan taş duvarlar... Hepsi yerli yerinde ama bana çok yabancıydı.

 

Başımı koltuğa yasladığımda Doğu'nun ellerini direksiyona kenetlemiş halini izliyordum. Gergindi. Erken geri dönüşümüz pek iç acıcı değildi. Aramızda en soğuk kanlı olan o olsa bile gerginliğini görebiliyordum

 

Arkada, diğer araçta Şebnem vardı. Gözüm sürekli yan aynaya kayıyordu. Sanki her bakışımda onu koruyabilir, ona ulaşabilirmişim gibi.

 

Başını cama yaslamış, kederle konuşuyordu sessizliğin diliyle. Sustum. Çünkü bazen birini tutmak, sadece yanında olmaktan ibaret kalıyormuş.

 

Rohat da o arabadaydı. Gözlerinin içindeki çaresizlik uzaktan bile görünüyordu. Belki de ilk kez, hiçbir şey yapamamanın ağırlığını taşıyordu omuzlarında.

 

Midyat... Bu şehir bazılarımız için sadece bir harita noktasıydı belki ama bizim için bir hafıza. Artık bizimde her taşında izimiz, her sokakta gölgemiz var. Ve şimdi, o gölgelerin arasından geçerken, içimde bir şey eksiliyordu.

 

Konağın ağır demir kapısı gıcırdayarak açıldığında, arabanın kapısını aralarken içim hiç istemediğim bir şeyle dolmuştu. Burayı özlemiş miydim, yada özlemin bir yankısı mı? Ayırt edemedim.

 

Ayaklarımı yere bastım. Taş avluya. Soğuktu taş. Sıcaklık başka yerlerdeydi bugün; içeride, koşuşturan adımlarda, bir telaşın içinde gizlenmişti.

 

İlk inen Doğu oldu.

 

Ardından Rohat indi arabadan, hemen Şebnem'in kapısını açtı. Şebnem yavaşça çıktı, sanki her adımı toprağa değil, acının üstüne basar gibiydi. O an içim sızladı. Ağrısı vardı ve yol ona uzun gelmişti. Aslında İstanbulda kalması gerekirdi ama Rohat onu yanından ayırmak istememiş hemde ailesiyle Şebnem'i tanıştırmak istemişti.

 

Konağın avlusuna adım attığımızda içeriden kalabalık bir uğultu yükseldi. Kadın sesleri, çocuk kahkahaları, tepsilerde taşınan şerbetlerin sesleri... Konağın misafirleri varmış. İçerisi doluydu.

 

Bir kadın hızla yanımıza geldi, ardından birkaç kişi daha. "Hoş geldiniz"ler havada çarpıştı ama hiçbir söz yerini bulmadı. Gözlerimizdeki ağırlık, dudaklarımızdan dökülen kelimelerden daha gerçekti.

 

Kadın sesleri, bastırılmış kahkahalar, fısıltılarla örülü merak.

 

Başımı kaldırdım.

 

Gözler üzerimdeydi. Her biri başka bir şey arıyordu bakışlarında merak, hayranlık, tereddüt... ve azıcık da kıskançlık.

 

Kadınlar, renkli yazmalarını omuzlarına atmış, gümüş küpeleriyle güneşi kıskandırırcasına parlayan Midyatl'ı hanımlar, sıralanmışlardı avlunun taş kenarına. Ellerinde tepsiler, ağızlarında dualar ama gözlerinde başka bir hesap vardı.

 

"İşte bu o kız."

"İstanbul'dan gelmiş diyorlar."

"Hanımağa gibi yürüyüşe bak hele..."

 

Fısıltılar yankı oldu avluda.

 

Ben hiçbirine doğrudan bakmadım ama hepsini hissettim. Bakışlar tenime değdi, omzumdan süzüldü, belime kadar indi. Saçlarıma, duruşuma, yürürken hafifçe savrulan eteğime takıldılar. Ve sonra, göz göze geldik birkaçıyla. O an hiçbir şey söylenmedi ama çok şey anlatıldı.

 

Bir kadın, genç ama gözleri sanki geçmişi bilen bir kadın, biraz fazla uzun baktı bana. Gülümsedim. Gülümsemem kıskanıldı. Baktı sonra hemen başını çevirdi.

 

Tam avlunun orta yerinde durduğumda, sesler kesildi. Sanki herkes nefesini tutmuştu da, sadece gözleriyle konuşuyordu. Derken bir kadın öne çıktı. Yaşı ortalarda, yüzünde yılların izi ama bakışında hâlâ meydan okuyan bir kıvrım vardı.

 

Bir adım attı bana doğru. Şalvarı yere süründü, ayakkabısının ucundan bastığı toprağa kadar asaletle geldi. Gözlerini üzerime dikti. Sonra, hafifçe başını eğerek dedi ki: "Hoşgelmişsen Hanım Ağa... Biz de seni görmeye geldik."

 

O an kalbim göğsümde değil, avlunun taşlarına düştü sanki. "Hanım Ağa"... Bu topraklarda o kelime bir unvan değil, bir yemin gibiydi. Güçle, sahiplenmeyle, sabırla verilen bir isim.

 

Kadının sözünü başka biri devraldı. Bu kadın daha gençti. Ama yüzündeki ifade, alttan alta bir kıyas taşıyordu. Belki kendiyle, belki başkasıyla... belki de geçmişte duyduğu bir hikâyeyle.

 

"Vallah gelin hayırlamasına geldik... Berfin Hanım Ağama."

 

Konağın avlusu dolmuştu. Her kadın bir şeyini getirmişti, kimisi bakışını, kimisi kıskancını, kimisi duasını. Ama hepsi bir tek şeyi bekliyordu. Beni görmeyi..

 

Şebnem sessizdi yanımda. Ruhuyla başka bir yerdeydi, belli. Ama ben o an, onun suskunluğunu da taşıdım içimde. Omzumu hafifçe kaldırdım, gülümsedim. Ne çok, ne az. Yeterince.

Sonra yavaşça başımı eğdim. Hem teşekkür, hem kabul.

"Hoş geldiniz," dedim. Sesim tok, ama yumuşaktı.

"Ayağınıza sağlık, başımın üstünde yeriniz var."

 

Ve o an, kadınlar arasında bir denge kuruldu.

Kabul ile tereddüt arasında ince bir köprü oluştu.

Ben o köprünün ortasında, ilk adımımı attım.

 

Berfin Hanım Konağın asırlık gövdesinin önünde duruyordu. Saçları sıkıca örülmüş, alnına düşen o şal yüzüne bir saygı katıyordu. Omuzlarında yıllar vardı, ama bakışlarında hâlâ genç bir meydan okuma. Elini yavaşça kaldırdı, kadınlar fısıltılarını kesti. Avlu birden sustu. Zaman eğildi.

 

"Rona," dedi.

İsmim onun ağzından çıktığında, o ortamda kendi adımı ilk kez duymuş gibi hissettim.

 

"Gelin kızım."

 

Şebnem'le yan yana ilerledik. O sessizdi, gözleri yerde. Ama ben onun suskunluğundaki derinliği biliyordum. Biz yürürken kadınlar yavaşça açıldı. Sanki bir yoldan geçer gibi değil, bir efsanenin içine girer gibiydik.

 

"Hoş geldiniz kızım içeri geçin Hanımlar hayırlamaya gelmişler ."

 

Dedi, ama sesi sadece bana değil, tüm avluya söylüyordu bunu. Her kadına. Her göze.

 

O an kadınlar arasından küçük bir uğultu yükseldi. Gururlu, hayran, azıcık da kıskanç.

"Vallah hanım ağaya da, gelinine de maşallah."

"Ne güzel durmuşlar yan yana."

 

Berfin Hanım döndü, içeriye yöneldi. Ardından biz.

Şebnem sol yanımdaydı, Berfin sağımda. Ve ben o an anladım. Bazen aile, aynı kandan değil, aynı yaradan kurulur.

 

Kapının eşiğinden geçerken avludaki kadınların bakışlarını sırtımda hissettim.

Ama bu kez bakışlar yargı değil, kabul taşıyordu.

 

Ve içeri adım attığımda, konağın duvarları bana fısıldadı "Artık sen de bu hikâyedesin."

 

 

Salona geçtiğimizde Şebneme doğru "Sen yukarı çık ben birazdan geleceğim,ayıp olur şimdi bu kadar insana." dedim.

 

Benimle savaşacak gücü olmadığı içi yorgun başını usulca salladığında merdivenlerden yukarıya çıktı.

 

 

Doğu Rohat'a bu konuyu en kısa zamanda amcasına söylemesi gerektiğini ve dilerseler hemen evlenmelerini öne sürmüştü. Bu konuda ben sessiz kalan taraftım çünkü şu an düşündüğüm tek şey Şebnem'in sağlıydı.

 

Rohat babasına döndüğü gibi konuyu anlatıcağını söylesede onun içinde de işler yolunda gitmiyordu. Yolda anımsadığım kadar avluda ki düğüne eşiyle birlikte kaldığında Doğu'nun amcası ile olan sohbeti hayata bakış açılarının yönünü hatırlatmıştı bana.

 

Konuyu şimdilik sessize almıştım çünkü karşımda en az kırk kadın gözlerimin içine içine bakıp oturduğum koltuğun etrafını sarmış yer bulmadıkları için yerde bile oturmuşlardı.

 

Berfin Hanım tekli koltuktan bana gülümserken ben az önce avluda bıraktığım Doğu'yu yeni hatırlamıştım. Ama o sıyrılmanın bir yolunu bulmuştur.

 

Bir kadın çıktı otuzlarının sonlarına gelmiş, yüzü keskin hatlarla şekillenmiş, ama bakışlarında hiç de soğuk olmayan bir tını vardı. O an gözlerimden bir şeyler okuduğu belli oluyordu.

 

"İstanbul'dan gelmişsin dediler..."

Gülümsedi ama gülüşü çok netti, bir kıskanmışlık ya da test etme duygusu taşıyor gibiydi.

"Biz ananları Diyarbakır'da bilirdik, senden hiç haberimiz olmadı!" dedi.

 

Bir anda gözler üzerimdeydi. Kadınların arasındaki fısıldamalar bir anlığın içinde yükseldi.

 

"Ben onlarla yaşamadım İstanbulda büyüdüm," dedim konuyu kısa keserek. Biliyorum merak ediyorlardı, hikayem bir sır gibiydi artık herkesin bildiği ... ağanın yıllar sonra ortaya çıkan kızıydım ben o yüzden onlara kızmıyordum.

 

Berfin Hanım'ın yanındaki tekli koltukta, yaşlı bir teyze oturuyordu. O kadar yaşlıydı ki, vücudu dimdik, ama gözlerinde o yılların yorgunluğu vardı. Bir elini koltuğun kenarına dayayıp, başını hafifçe eğdi ve derin bir nefes aldı. Sanki aniden ne söyleyeceğini bulmuş gibi, dudaklarının kenarında ince bir gülümseme belirdi.

 

"Terziymişsin dediler."

Sözleriyle birlikte, gözlerini bana odakladı.

 

Berfin Hanım gözlerini hafifçe araladığında, kadının söyledikleri o kadar netti ki, cümlesinin tam bitişiyle birlikte salonda birden gülme sesi patladı. Kadınlar birbirine bakarak gülümsedi

 

O sırada, salona pat diye bir kahkaha girdi. Helin'di bu. "Yok manavdır Xalte Remzik (Remziye Hala)."

 

Gülümseyerek yanıma oturduğunda oturan kadınları sıkıştırıp zorla kendine yer açtırmıştı.

 

"Terzi değil, modacı yengem. Tasarımcıdır yani," dedi yüksek sesle.

 

Sözlerinde bir ima sanki gitmesi gereken yeri bilirmiş gibi sözcüklerinin üstüne bastırıyordu.

 

"Televizyonlar dergiler hep yengemden bahsediyor. Xalte Remzik'e bir şey demiyorum ama siz zaten hepiniz çoktan açıp açıp tekrar tekrar izlemişsinidir değil?"

 

Helin'in iğneliyici sözleri birden herkesi duruma uğrattında Gülfem içerye çay dolusu tepsi ile girip ortamı dağıtmış herkesin kendi arasında konuşmasına sebep olmuştu.

 

Berfin Hanım'dan sonra tepsiyi bana uzattığında "Gelin kahvelerinide içeriz en kısa zamanda," diye fısıldadım.

 

Gözlerinde ki ışıltı kısa süre sonra utançla kapanırken hafifçe gülümsedim.

 

Birden, salonun diğer köşesinden bir kadın seslendi. O kadar sakin, o kadar alışılmış bir tonla ki, herkesin dikkatini çektiğini fark etmedim bile.

 

"Çocuk ne zaman hayırlısıyla, konak bir bebeği görsün?"

 

Bütün kadınlar biraz daha eğildi, yüzüme bakmak için.

 

Önce gözlerim biraz kayarak, kadınları birer birer taradı. Berfin Hanım'ın gözlerindeki "bana bakma" bakışını hissettim.

 

"Şu an düşünmüyoruz," dedim tek nefeste.

 

Herkes şok olmuş gibi suratıma bakarken ben artık o kadarda rahat değildim bu heyetin karşısında.

 

"Geç olmadan bir tane doğur gelin hanım, Berfin Hanım ister bir torun yakında."

 

Gülümseyip başımı eğdim.

 

Bana kalırsa, bu soruyu soranlar sadece cevap değil, hayatımın planını da istiyordu. Çünkü merak ediyorlardı beni, konuşmamı, düşünce tarzımı.

 

 

Çocuk?

 

Karşımda duran konsolun aynasına yansıyan yorgun halime baktım.

Bir çocuk doğurmak, bir hayat kurmak değildi mesele...

Kendi hayatımda hâlâ başrol olduğuma inanmaya çalışmaktı bu.

 

Kendime hala bir yer bulamamak, kapıya yakın oturmak, her an gidicekmiş gibi yaşamak ama bundan çok korkmaktı benimkisi.

 

Tam derin düşüncelere dalmış kulağım kendi iç sesimde... derken,

"Keçe!" Yaşlı teyzenin sesi kulağımda yankı yapmıştı.Tüm sohbetler fonda devam ederken, o direkt bana odaklanmış.

Göz göze geldik.

Kaşla göz arasında, parmağıyla dizlerini gösterdi.

 

Yavaşça gittim, öyle bir ciddiyetle oturdum ki dizlerinin dibine...

 

Teyze gözlerini kısıp hafifçe eğildi.

"Evlisin sen?" dedi

 

"Evet teyze, evliyim," dedim.

Yani kaçırılma, nikah, düğün halayı her şey tam set var bende.

 

Teyze bir kaşını kaldırdı.

"Hadi ya... hiç evli gibi durmuyorsun."

 

İşte orada koptum.

"Nasıl yani teyze?"

 

Teyzenin gözleri yine bende sorumu duymamış gibi yapıyordu. "İyi mi kocan? Seviyor seni?"

 

Yutkundum.

O kadar ansızın sormuştu ki.

 

"Bilmem ki," dedim.

Ama sesim bile kendi cümlemi duymamıştı, o kadar kısık çıkmıştı.

 

"Hani çiçek alıyor mu, gönlünü hoş tutuyor mu? Gözlerinin içi sana bakarken gülüyor mu?"

 

Gözlerim yaşlılıktan rengi açılmış cam mavisi gözlerine bakarken aslında onda ki yaşanmışlıkla göz göze gelmiştim. Sessiz kaldığımda konuşmayacağımı anlamıştı. Çünkü ona vericek bir cevabım yoktu.

 

"İnsan bazen sevilse bile hissedemiyor kızım. Kalbin duyamıyorsa, kulak duysa ne olur? O söylemiyorsa sen söyle, kalp yük sevmez, gönlün küser sana yoksa."

 

Gönlüm sanki derin bir yerden varlığını yeni fark etmiş gibi şaha kalkmıştı. Acı sızı gibi süzüldüğünde parmak uçlarıma, aslında gerçeklikle değil bir yoklukla yüzleşiyordum.

 

Bizim yüklerimiz çoktu ama yüreklerimizde ağırdı, öfkemiz ilk günki gibi yerli yerindeyken bizim kilit dillerimizdeydi.

 

Teyze başını biraz daha yaklaştırdı yüzünü, sanki gizli bir şey söyleyecekmiş gibi.

Ben hâlâ içsel çatışmamın yorgunluğuyla orada öylece dururken, o bombayı bıraktı.

 

"Kocan sana iyi değilse boşan, benim şehirde torunum var... Seni alayım."

 

Bir an nefesim kesildi.

Çünkü bu cümlede hem boşanma ilanı, hem matchmaking, hem de doğrudan "ben seni gelin yaparım" vaadi vardı.

Üçü bir arada, yeni nesil teyzemix.

 

Gözlerim kocaman açıldı. Gülmemek için dudağımı ısırdım.

"Yani... teşekkür ederim teyze?" dedim, sorar gibi.

 

Teyze gayet ciddi.

"Elif'le de olmadı zaten benim torunun işi, şehirli burnu havalı bir şeydi. Ama sen... senin yüzünde bir şey var. Hani böyle nur gibi."

 

İç sesim joker gibi gülerken , dışım hâlâ donuk bir tebessüm modunda.

"Ben... şey... evliliğimde sorun yok aslında."

Aslında var. Ama ne olduğunu adlandıramayacak kadar flu.

 

Teyze göz kırptı.

"Sen yine de aklının bir köşesine yaz. Torunum da seni görse beğenir zaten. Tıpçıdır ha!"

 

"Xalte Remzik vallah ağabeyim duysa kalp krizi geçirir dağ gibi adamı öldürtecek misin sen? Hemde kendi torununu vurducaksın, sus hele!" Helin elinde tabakla yüksek yüksek bağırırken bende yavaşça kadının önünden kalkıyordum.

 

"Hışé hışbé, keçe!" (Sus kız)

 

Benim ayağa doğrulmamla birlikte kadınlarda ayağa kalkmış her biri gitmek içim izin istemişlerdi.

 

Tek tek hepsiyle konuşup kapıya kadar geçirdikten sonra yukarı Şebnem'e çıkmıştım.

 

Yastığı kollarının aradına alıp sıkı sıkıya sarılmış derince uyuyordu.

 

Sessizce kapısını çekip çıktığımda aklım haşa ondaydı. Bundan sonra ki adımlarını iyi atmaları gerekiyordu. Önce Rohat'ın ailesi ile konuşmaları gerekiyordu.

 

Odanın kapısını açıp içeri girdiğimde kısa sürede bu odaya ne kadar alıştığımı ve burada değilken evin hiç bir yerinde rahat olamadığımı hissediyordum.

 

Geride bıraktığım kalabalığın gürültüsü birden susmadı, ama yavaş yavaş boğuklaştı sanki sesler duvarların ardında kaybolmuyor da, yalnızca benim ruhumun derinliklerine çekiliyor, orada çınlayıp duruyordu. Kapıyı arkamdan kapatırken, tüm günü omuzlarımda taşıyan görünmez yük de hafifçe eğilmişti sanki, ama tam anlamıyla gitmemişti yalnızca kıyıya çekilmiş, bekliyordu.

 

Yavaş adımlarla giyinme odasında ki aynanın karşısına geçtim üzerimdeki giysileri çıkarırken kendimle göz göze geldim ve o an, ne kadar zamandır bu kadar uzun süre kendime bakmadığımı fark ettim. Aynadaki kadın yorgundu; ama yorgunluktan daha ağır bir şey vardı yüzünde sanki aylarca konuşmamış, sadece dinlemiş, sürekli anlamış, ama hiç anlaşılmamış bir kadının yüzüydü o.

 

Siyah pijama takımını giydiğim sırada kapıdan bir ses duyuldu, "Gelin abla kahveni getirdim."

 

Gülfem'den kahvemi alıp balkona çıktığımda, gece beni kucakladı içeriye sinmiş yapay sıcaklık dışarıdaki serinliğe yenildi bir anda. Havanın tenime değmesiyle ürpermedim, aksine rahatlamıştım.

 

Gecenin o ağır, dingin sessizliği içinde oturup fincanı ellerimin arasına aldım sıcaklığı, avuç içlerime değil, doğrudan kalbimin orta yerine değmiş gibiydi. İlk yudumu aldığımda, acılığı damağımdan önce boğazıma indi ve sanki içimdeki bütün bastırılmış düşünceler bir anda yüzeye çıkmak için sıraya girdi.

 

Sadeydi. Tıpkı ben gibi.

Katkısız, sessiz, dolaysız... ama herkesin eksik sandığı, "bir şeyin azı" gibi gördüğü o yalın haliyle.

 

Sokağın aşağısında tek tük farlar süzüldü, uzaktan gelen bir köpek sesi kısa bir anlığına geceyi böldü, sonra yine aynı sessizlik... ama bu sessizlik karanlık değildi, tehdit edici hiç değildi;ç aksine insanı kendi içine çağıran, sorular sorduran bir huzur taşıyordu. Ve ben bu huzurun içinde, yıllardır cevaplamaktan kaçtığım en basit soruyla yüz yüze geldim "Doğu beni seviyor mu?"

 

Birçok küçük an, zihnimde hızla canlanmaya başladı gözlerindeki o belli belirsiz bakışlar, cümlelerin arasındaki boşluklar, sarılmaların bazen fazlasıyla usul oluşu...

 

Ama o an, hiçbir cevaba ulaşmaya çalışmadım.

 

Düşünmek istemedim, var olanı didiklemedim, yokluğunuda merak etmedim. Belki duyacaklarımdan korktum yine yada hiç duyamacak olmaktan.

 

Fakat o anlarda sadece bir çift ela gözler belirdi ruhumun en sıkışık anında. Bir ölümle göz gözeyken, bir silahı şakağıma yaslamışken. Her anımda değildi belki ama son anımda yanı başımdaydı. Son olduğunu düşündüğüm her an nefesi ruhuma tekrar dokunuyordu.

 

Umutla baktığım her noktada onun varlığı vardı belkide yabancısı olduğum sevgi buydu, belkide yabancı olduğum tüm duygular ismini bile var edemediğim tüm o sıfatlaraydı.

 

 

Gecenin içinde asılı kalmış gibi hissediyordum ne dünle bağım vardı, ne de yarına dair bir düşünceyle meşguldüm. Zihnimde dönüp duran sadece kendi varlığımdı; biraz eksik, biraz yorgun ama en çok da görünmeyen bir parça gibi bir tablonun arka planında, göz ucuyla fark edilen ama üzerine konuşulmayan bir renk. Elimdeki fincanı avuçlarımın arasına almış, kahvenin son sıcaklığını içime çekerek sanki kendi içimi ısıtmaya çalışıyordum. Hava serin, gece derin, sessizlik yoğun bir battaniye gibi üzerime serilmişti.

 

O sırada ardımdan gelen kapı sesi, tüm bu ağır sessizliğin içinde ince bir çizik gibi geçti; boğuk düşüncelerime işlenmiş bir kıpırtıydı bu, alışık olmadığım bir yumuşaklıkla ilerleyen adımlar eşlik etti ona. Dönmedim, konuşmadım, sadece hissettim. Kalbim bir anlığına hızlandı ama sonra yeniden ağırlaştı çünkü bazen, bir kelime duymaya korkarsın; bazen sessizlik, ihtiyacın olan en yüksek sestir. Ama o sessizlik bu kez Doğu'nun varlığıyla bölündü.

 

Yanıma gelmedi, tam arkamda durdu ve o duruşun içinde hiç alışık olmadığım bir dikkat vardı; sonra, çok usulca, ellerindeki ince battaniyeyi omuzlarıma bıraktı. O anda içimde bir şey kırılmadan çözüldü, gözle görülmeyen ama bedenimde yankısı hissedilen bir şeydi bu; sanki uzun zamandır görünmediğim bir aynada ilk kez kendimi fark ediyormuşum gibi.

 

Ve ardından, sesi fısıltıyla karışmış bir merak, belki de örtülü bir şefkatle sordu.

 

"Üşümüşsün... Neden soğukta üstüne bir şey almadın, Rona?"

 

İçimden ona "çünkü bazen insan ne kadar üşüdüğünü fark etmiyor," demek geçti; "çünkü bazı soğukluklar dışarıdan değil, içeriden geliyor." Ama söylemedim. Söylesem, gece fazla gerçek olurdu belki de.

 

Sadece battaniyenin sıcaklığına biraz daha sokuldum, sanki o örtünün içinde sadece tenim değil, bütün yüklerim, bütün eksikliklerim sarılmıştı.

 

"Hoşgeldin." Dedim sorusunu es geçerek.

 

Üstünde hâlâ günün ağırlığını taşıyan giysileri vardı, saçları dağınıktı, yorgundu.

 

Sandalyeyi çekti.

 

Hafif, tok bir gıcırtı duyuldu.

Sonra oturdu.

 

Geceye değil, bana döndü yüzünü. "Hoşbulduk."

 

Elimde tuttuğum fincan artık neredeyse soğumuştu ama o ılık serinlik bile bana iyi geliyordu tıpkı uzun zamandır kalbimi tutan ama hiçbir yere koyamadığım düşünceler gibi, ne sıcak ne soğuk, sadece var olan bir boşluk gibi...

 

Parmak uçlarımda titrek bir hisle bardağı birkaç saniye daha tutmaya devam ettim, sonra ağır bir yorgunlukla avuçlarımdan kayar gibi, balkonun küçük masasının üzerine bıraktım. Fincanın porseleni, mermer yüzeye çarparken çıkardığı ses, gecenin derin sessizliğinde çınladı kısa, tok, yalnız bir ses.

 

Tam o an, Doğu başını fincana doğru eğdi.

Göz ucuyla bardağa baktı.

Ve sonra, neredeyse kızar gibi,

"İçip durma şu sade kahveyi gece gece. Rahatsızlanacaksın." Diye bardağa düşmanıymış gibi bakmaya devan etti.

 

"Seviyorum," dedim sadece.

 

Sonra gülümsedim belli belirsiz, alay eder gibi kendi kendime ve ekledim.

 

"Kahveyi... seviyorum."

 

Doğu başını çevirip bana bakmadı.

Ama sözleri gözlerimin tam içine geldi, dolaysız ve saklanmadan.

 

"Sana zarar veren her şeye bağlısın."

 

İlk anda gülümsedim, refleksle. İroni gibi geldi kulağıma.

Sanki kahveye dair hafif bir sataşmaydı bu. Ama gözümde biriken yaşlar o ironiyi hemen boğdu. Çünkü o an anladım: konu kahve değildi.

Hiçbir zaman da olmamıştı.

 

Beni içip içip rahatsız eden kahve değil,

Daha küçücükken sevildiğimi sanıp içimde biriken kırıklıklardı. Onları beklemekten yorulup yine de vazgeçemediğim alışkanlıklar. Kendimi yorduğumu bile bile gitmediğim yollar...

 

Ve belki de en çok, onunla aramda duran, adı konmamış mesafeydi.

 

Ben kendime bile söyleyemediğim duygularımı kahvenin acılığına sararak yutuyordum.

Sanki o acı, içimdeki başka bir şeyi bastırıyor, görünmez kılıyordu.

 

Ama Doğu görüyordu. Yüzümden, sesimden, elimdeki bardaktan...

Kendime bile yalan söylediğim her şeyin içinden geçip o cümleyi söylemişti.

 

"Sana zarar veren her şeye bağlısın."

 

"Bağlı değilim... sadece... bırakmak ne demek bilmiyorum. İnsan bazen kendine zarar veren şeylere bile tutunur çünkü başka hiçbir şeyin gerçekliğine inanmamıştır. Belki de... Belki de alıştım, Doğu. Acıyan yerime bastıklarında hâlâ canlı olduğumu hissediyorum. Ve bu da bir çeşit yaşamak işte."

 

"Sana yararı olan şeyden kaçma o zaman, yerinde dursan belki..."

 

"Yerimde durmaya çalıştığım her seferde biri geldi ve geçti üstümden, Doğu. Durmak artık korkutuyor beni."

 

Doğu masada öne doğru yüklendi. Sözleri, bir kalkan gibi değil, bir bıçak gibi kesiliyordu.

 

"Ben buradayım, Rona. Sana dokunan her eli kökünden koparırım," dedi, sesi kararlı ve keskin. "Sana uzanan her lafı lal ederim. Ama sen... her 'korkmak' dediğinde, içimdeki her şey sarsılıyor."

 

Birden, elini sertçe sol tarafına doğru vurdu. "Burası alev alıyor, Rona. Bunu nasıl anlatırım sana? Bunca insana güven verirken, sana nasıl yuva olamıyorum?"

 

"Ben...," diye başladım, sesi neredeyse fısıldayacak kadar düşük, "Korkuyorum, evet. Ama korkum yalnızca bir şey kaybetmekten değil, seni kaybetmekten."

 

Bir an sustu, elleri masanın üzerinde titredi. "Burası alev alıyor dedin... belki de... belki de ben alevlerin içindeyken doğru bir şekilde ne yapacağımı bilemiyorum."

 

"Beni kaybetmekten mi korkuyorsun?"

 

"Evet..." derken, sesim titredi. Sözcükler ağzımdan zorla çıkıyordu, ama bir şekilde dökülüp duruyordu. Doğu'nun gözlerinde, her şeyin anlamını sorgulayan o bakışı hissettim. "Kaybetmekten korkuyorum, Doğu... en çok seni kaybetmekten korkuyorum."

 

İçim, kelimeleri çıkarmaya çalışırken sanki sıkıştı. Her şey boğazıma düğümlenmiş gibiydi. Derin bir nefes aldım, gözlerim bulanıklaştı. "Sana dokunduğum her anı kaybetmekten, her şeyin o boşluğa düşmesinden korkuyorum. Beni her hissettiğin an, sana karşı duyduğum her şey kaybolacakmış gibi."

 

Ayağa kalkıp bir adım atmak istedim, ama kalbim o kadar hızlı çarptı ki, bir an her şey durdu gibi hissettim. "Bunu sana söylemek bile zor, ama..." diye devam ettim, sesim titrek, "Bir şeyin yokluğunu hissetmek, seni kaybetmek... bunları düşünmek beni öylesine korkutuyor ki... Bunu hissetmek istemiyorum, Doğu. Ama sana olan her duygum, beni savunmasız bırakıyor."

 

Doğu, bir an ağzını açıp bir şey söylemeye çalıştı, ama kelimeler boğazında düğümlenmişti. Gözleri, bir anlam arar gibi yüzüme kilitlenmişti. Bu kadar kırılganlık, bu kadar içsel bir boşluk görmemişti bunca zaman bende. "Rona..." dedi, sesi zorla çıkıyordu. "Bunu ilk kez duyuyorum... Bunu... böyle hissettiğini..."

 

Benim içimdeki korkuyu ve belirsizliği, bir anda tüm savunmalarını yerle bir ederek ortaya dökülmesini izlemek, Doğu için korkutucuydu. İçindeki tüm sertlik, ondan kopan her bir parça gibi kayboluyordu bunu anlamıştım.

 

"Bende ilk kez karşılaşıyorum bütün duygularla. Her şey karmakarışık ama sadece en çok seni seçebiliyorum onların içinden."

Oturduğu yerden kalktığında önümde durdu ben oturduğumdan gözleri gözlerime ulaşamıyordu.

 

Usulca yere eğildiğinde başı artık gözlerimle aynı hizadaydı.

 

"İzin ver geçeyim tüm sınırlarını. Korkularını alayım. Yükün yüküm olsun." Elleri soğuktan üşümüş yanaklarımı buldu.

 

"Sana dokunduğumda tüm acılarım diniyor. Gözlerini görmek sanki yolumu aydınlatıyor Rona. Sen bana bu kadar iyi gelirken neden ben sana gelemiyorum?"

 

"Doğu," Fısıltım geceye karıştı.

 

"Söyle gülüm. Söyle bana, anlat. Gözlerini çevirme benden."

 

 

"İyiyim ben Doğu, halledeceğim ama biraz zamana ihtiyacım var."

 

"Beklerim" dedi hiç düşünmeden. Biliyorum beklerdi.

 

 

"Teyzenin biri bugün, memnun değilsen kocandan, benim şehirde okuyan torun var, istersen seni alayım dedi." Dedim olduğu gibi.

 

Ortamda ki havayı değiştirmek için mimik bile eklemedim ama dolan gözlerimi saklamaya çalıştım.

 

Doğu bana baktı.

Hiçbir şey demedi. Birden konuyu değiştirmeme afallamıştı. Ama kaşının kenarına bir soru yerleşti, dudaklarının köşesine hafif bir alay,

Gözlerinin derinine ise, sanırım, biraz hayret.

 

"Torunu tıp okuyormuş bu arada," dedim ek olarak. Çünkü bu detay önemliydi.

 

"Onu kadavra yapıp akbabalara yem ederim." Bir ağa edasıyla eğildiği yerden doğrulduğunda elinin tekini masaya yumruk yapıp masaya dokunduğunda güzelim kahve fincanım titremişti.

 

"Memnun muymuş, heh." Kendi kendine konuşma frekansına geçmişti.

 

"Memnunum demedin mi?" Sıra bana gelmiş gibi bana dönmüştü.

 

"Çokta memnun sayılmam," dedim omuzlarımda ki ince battaniyeye daha çok sarılarak. O kadar kasılmıştı ki tüm vücudu siyah gömleği adeta kollarında gerilmiş patlamak üzerdeydi.

 

 

"Neyimden memnun değilsin, gül gibi kocan var?"

 

"Haydutsun, İbrahim Tatlısesin doğduğu mağarada dünyaya gözlerini açmışsın gibi davranıyorsun, ayrıca bazende duygusuz bir robotmuşsun gibi donuk donuk bakıyorsun!" dedim tek nefeste.

 

"İbrahim Tatlıses mi?" Dedi. Sadece ona takıldığına inanamıyordum cidden bu adam beni bir gün öldürtecekti sinirden.

 

 

"Uyuyacağım ben çekil." Sadece bu kadar söyledim.

 

Üzerimdeki battaniyeyi hızla sıyırıp kalktım, sanki o anın ağırlığını üzerimden atmak ister gibi.

 

Adımlarımı hızlandırmadan içeri geçtim, ama arkamda kalan sessizlik hiç yerinde durmadı.

O da peşimden geldi.

Ve birkaç adım sonra tam kapıyı kapatmaya yeltenmiştim ki bir el kolumdan tuttu.

 

Sert değil. Ama durduran.

 

Döndüm.

Doğu karşımdaydı. Yüzüme değil, gözlerime bakıyordu. Ve ilk kez bakmakla yetinmiyordu.

İlk kez sormaya cesaret ediyordu.

 

"Ne oldu sana?" dedi.

"Bana söylemediğin ne var?"

 

Bir anda bütün gecenin maskesi düştü. Kahve değil mesele.

Teyzenin torunu değil.

Battaniye, rüzgâr, sade acılar değil.

Asıl mesele.

Benim ona anlatmadıklarım.

Kendime bile anlatamadıklarım.

Ve onun, sessizliğimde kaybolmaktan korkması.

 

Göz göze kaldık. O an her şey susuyordu.

İçerideki saat bile çalışmıyor gibiydi.

Sadece nefes alışlarımız vardı hızlı, kesik, bastırılmış. Ve onun eli hâlâ kolumdaydı.

Ne beni geri çekiyor, ne de bırakıyordu.

Sadece oradaydı.

 

Ve o duruşun içinde, hiç söylenmemiş onca cümlenin yankısı vardı.

 

Bir adım daha yaklaşsa, belki düşeceğim.

Ama bir adım uzaklaşsa, yok olacağım.

 

İşte o an, içimdeki en büyük çatışmanın tam kenarındaydım. Söylemek istediklerim, suskunluğun altına saklanmıştı.

Ama Doğu, o suskunluğu ilk kez elleriyle kaldırmaya çalışıyordu.

 

Kendimi daha fazla tutamadım.

Sesi titreyen ama gözleri hâlâ direnen bir yerden söyledim. "Lütfen... sadece uyuyalım Doğu. Her şey üst üste geldi. Bugün konuşacak gücüm yok."

 

Bir cümleydi. Ama aslında bir sığınmaydı.

Biraz kaçış, biraz teslimiyet.

 

 

Doğu baktı. Ve o an anladı.

Ne demek istediğimi, ne demek istemediğimi...

Her şeyi.

 

Bir adım geri çekilmedi. Elini kolumdan yavaşça indirdi.

Ve sadece fısıldadı

 

"Uyuyalım güzelim."

 

İçimdeki bütün yorgunluk o cümlede duruldu.

Ne daha fazlası gerekti, ne daha azı.

O iki kelimeyle dünya biraz sessizleşti, biraz güvenli oldu.

Ve biz, konuşulmamışların içinde, birbirimizi en çok o gece anladık.

 

 

"Burada en iyi hastanede ki Doktorlarla da konuşmalıyız. En azından seni takip edecekleri bir sistem olsun. Tetkiklerin açılsın. Rahat edelim."

 

Yüzünü buruşturdu, çocuk gibi.

Kaşları kalkmış, dudak kenarı kıvrılmıştı.

Bana hep yaptığı şey biraz alınganlık, biraz inat, biraz 'beni zorlama' tavrı.

 

Ama ben de onun en iyi arkadaşıydım.

Ve onunla inatlaşmayı yıllar önce öğrenmiştim.

Başımı eğip salladığı dizine baktım, sonra tekrar gözlerine.

 

"Çocuklaşma." Sert söylemedim ama arkasında yılların yorgunluğu vardı.

"Bu korkunun içine sıkışıp kalma. Bir şey olacak diye beklemek, olmadan önce önlem almak kadar yormaz insanı. Gidelim. Bunu erteleme."

 

Şebnem nefes aldı.

Ağzını açtı, kapattı.

 

"Tamam in sen üstüme bir şey alıp geliyorum."

 

İki parmağımla önce kendi gözümü sonra onun gözlerini işaret ettiğimde üç dakika da inmezse dördüncü dakikasından saçından tutup aşağıya sürükleyeceğimden emin olarak çıkıp merdivenlerden indim.

 

Bütün aile kahvaltı yaparken Rohat yoktu. Şebnem'in dediğine göre gecede gelmemişti. Sanırım ailesi bu haberi pek iyi karşılamamış Rohat'ta onları sakinleştirmeye çalışıyormuş. Doğu da zaten erkenden çıkıp şirkete gitmişti.

 

"Günaydın kızım buyur kahvaltıya."

 

"Günaydın, sağolun Berfin Hanım ama biz Şebnemle değerlerimiz için kan vereceğizde yemek yemeyeceğiz çıkınca artık bir şeyler yeriz."

 

"Hayırdır kızım birinize bir şey mi oldu?" Endişelenmişti.

 

"Yok iyiyiz, İstanbulda sürekli kontrol ettirirdik uzun zaman oldu bir baktırmak istedik."

 

"Aman kızım sağlığınız yerinde olsunda yapın kontrollerinizi."

 

Şebnem merdivenlerden indiğinde o da selam vermişti.

 

"Afiyet olsun, biz çıkıyoruz."

 

Konak kapısını araladığımda sabahın serinliği yüzüme usulca çarptı.

 

Midyat sabahı, geceyi uyandırmadan başlayan bir şefkatle açılmıştı.

Gökyüzü hâlâ yorgun griydi, ama taş duvarlar sabaha daha erken uyanmış gibiydi.

 

Ayakkabımın topuğu ilk basamağa değdiğinde, altımdaki taş soğuktu ama yabancı değil.

Her adımda, sanki bu kentin sabahına basmıyor da, geçmişine dokunuyordum.

 

Avludan dış kapıya uzanan yolun sessizliği bile bir doku gibiydi. Kuşlar yeni yeni ötmeye başlıyordu ama öyle aceleyle değil, çekinerek, sanki geceyi incitmek istemez gibi.

 

Havanın içinde, tanıdık bir nem vardı.

Toprak geceyi içine çekmiş, sabaha onu serinlikle bırakmıştı.

Midyat'ın taş evleri, sabahları hep böyleydi.

Sert görünür, ama yumuşak uyanır.

Seni ürpertmez, kendine çeker.

 

Şebnem yanımdaydı, sessizdi artık.

Ama ben ona değil, mutfağın avlu tarafına açılan kapısından bize doğru hızla yürüyen Fırat'a bakıyordum.

 

"Buyrun yenge, bir yere mi gidiyorsunuz?" dedi Fırat, nefesi daha yerini bulamamış, kaşları çatık ama gözlerinde o her zamanki hazır oluş.

 

Şebnem yanımda susuyordu, ellerini trençkotunun cebine gömmüş, yüzünü aşağıya çevirmişti.

Bense başımı hafifçe kaldırıp Fırat'a döndüm.

 

"Sen gelme, Fırat. Ben sürerim."

 

Omuzları gerildi, iki adım yaklaştı. "Yengem, olur mu öyle şey? Hem Şebnem abla da yanında iki yengeyide nasıl yalnız bırakayım."

Sözünü kestim, bu sefer sesimi biraz daha derinleştirdim ama hâlâ sakin kaldım.

 

"Uzak yere gitmiyoruz Fırat hastaneye kan verip geleceğiz. Öyle her yere on tane araba dolusu adamla gitmeye alışık değiliz biz. Hem araba kullanmayı özledim, kimse sana bir şey demeyecek ben konuşacağım yolda Doğu'yla, artık alışması lazım."

 

"Yenge sadece ben geleceğim arkada otururum nefes bile almam varlığımı hissetmezsiniz bile."

 

Şebnem eğlenirmiş gibi sesler çıkarttığında bir kaç günden sonra ilk defa ondan normal tepkiler almıştım.

 

"Konuştuklarımızı duyacaksın yani, belki kadınsal konulardan konuşacağız Fırat. Onlarıda duymak ister misin?"

 

Zaten kızarık teni iyice kızardığında olgunlaşmış bir domates gibi avlunun ortasında "Tövbe estağfirullah," diye söylenmeye başlamıştı.

 

"Anahtar," dedim elimi uzatarak.

 

Üfleye pöfleye anahtarı cebinden çıkardığında kilidi açmıştım.

 

Sürücü koltuğunu binmem için açtığında arkasından dolanıp yerime geçtim.

 

"Ne yaptın hazırlıkları tam mı her şey?"

 

Kaşlarını kaldırıp "Hangi hazırlıklar yenge?" dedi.

 

"Oğlum biz sana kız istemeyecek miyiz sen neden hafızan bir balıkla eş değer gibi davranıyorsun bu aralar yoksa kıza daha söylemedin mi?"

 

 

"Yok yengem söyledim de bu kadar iş arasında-"

 

"Bu kadar iş olsun olmasın sana Gülfem'i isteyeceğiz seni ne ilgilendirir diğer işler. Sen hazırlıklarını yap listele gelince her şeyi göster bana en kısa zamanda da gidip isteyelim adı konsun değil mi?"

 

Fıratın yüz ifadesi birden bir çocuğun heyecanına bürününce en azından birini mutlu görmek beni iyi hissettirmişti.

 

"Emrin olur yenge."

 

Kapıyı tutup kapattığımda elimi kaldırıp selam verip arabanın çalışma düğmesine basıp yavaşça açılan konak kapısından dar yollara doğru döndüm.

 

 

Araba virajı döndüğünde güneş, karşıdan gelen tepelerin ucundan yüzümüze vurdu.

Camdan içeri sızan o solgun sabah ışığıyla birlikte sessizliğimiz de çözülmeye başladı.

 

Şebnem gözünü yoldan ayırmadan sordu.

Her zamanki merakı, yaşadığı ne olursa olsun yanında taşıdığı o çocukluk heyecanıyla.

 

"Kimi isteyeceksiniz?"

 

Sesindeki ton beni memnun etmişti çünkü meraklı kişiliği hala onunlaydı.

 

Ben gözümü yoldan ayırmadım.

Ama hafifçe gülümsedim. "Konakta bir kız var... Gülfem. Ceylan gözlü. Onu isteyeceğiz Fırat'a."

 

Şebnem'in başı birden bana döndü.

Belli ki beklemiyordu bunu. Ama yüzündeki şaşkınlık hemen yaramaz bir sırıtışa dönüştü.

 

Kollarını göğsünde kavuşturdu, sesini biraz yükseltti abartılı bir taklit tonuyla. "Oo siz tam hanımağa oldunuz da haberimiz yokmuş Rona Hanım. Artık gönülleri de birleştiriyorsunuz ha... İnsanları da everiyorsunuz yani?"

 

Gülmemek için dudağımı ısırdım. Ama başaramadım.

Gülüşüm direksiyonun ucundan taşıp içeri yayıldı.

 

"İlk gördüğümde fark etmiştim zaten o ikisini. Görmen lazımdı Şebnem o kadar masum bakıyorlar ki birbirlerine saf sevginin var olduğunu tekrar onlarla gördüm ben."

 

 

Sözlerim yumuşaktı ama içinde sakladığım bir sızıyı da taşıyordu.

Bir şeyleri dışarda değil de hep başkalarında gören gözler gibi...

 

Şebnem hiç dönmedi bana, sadece alnını cama yasladı. Ama ses tonu, öyle bir yerden geldi ki, dışarısı sabah, içimiz ise akşam oluverdi.

 

"Sen zaten hep başka şeyleri görüyorsun Rona. Önündekine körsün de, uzaktakine pencere açıyorsun..."

 

Gülümsedim, dudaklarımda acıyla karışık bir kabul.

 

"Belki de ben gözlerimi uzağa odaklamayı öğrendim Şebnem... Yakına bakınca bulanıyor bazen her şey. Yakınlar hep karmaşık, eksik, kırık. Uzaktakiler daha net duruyor en azından dokunmadıkçada bozulmuyorlar."

 

Şebnem başını çevirdi sonunda.

Gözleri yorgundu ama gülümsüyordu o, her şeyi bilen ama söylemeyen kadın gülümsemesiyle.

 

"Rona, adam sana bakarken gözünün içine bakıyor . Sen ise arkasına bakıp 'gökyüzü ne kadar güzelmiş a' diyorsun. İstersen artık biraz da önünü seyret. Yoksa gözlerin değil, kalbin şaşı kalacak."

 

"Mübalağa sanatını kenara bırakta benimle uğraşmayı kes."

 

"Okey okey yani benim için tüm parçalar yerine oturdu sizler devam edebilirsiniz." Diye gıcık bir sesle beni kınayarak önüne geri dönmüştü.

 

Araba virajı dönerken tepede olan hastaneye gelmiştik. Dışarı boş olan yere arabayı park ettiğimde Şebnem hala benimle uğraşıyordu. Sanırım yavaş yavaş eski enerjisine dönmeye çalışıyordu.

 

"Hayat diyor ki ' Önüne yeni fırsatlar çıkartıyorum dön bir bak' Sen diyorsun ki a yok ben almayayım. Benim arkadaşım mal mal. Ben hayatımda bu kadar elinin tersiyle zorla bir şeyleri iten birisini daha görmedim."

 

Kapıları kilitlediğimde sanki bana sövmüyormuş gibi koluma girmiş bana laflarını daha yakından saymaya devam ediyordu.

 

"Adam gözünün içine bakıyor Rona, gözünün taa içine! Göz bebeğine doğru!"

 

Ses tonu yükselmişti ama ne bağırıyordu ne de şikayet ediyordu. Sadece hakikati, benim duymaktan kaçtığım haliyle önüme koyuyordu.

 

"Sen dışarıdan nasıl görünüyorsun farkında mısın?" dedi, başını bana çevirerek.

"Senin yerinde olmak isteyen kaç kişi var biliyor musun? Sokakta bakan var, içeride imrenen var, sen hâlâ neyin savaşındasın Rona?"

 

Kelimeleri beni sarsmak için değil, beni uyandırmak için seçilmiş gibiydi.

Ama en sonuncusu... o biraz sertti.

 

"Kızım!" dedi, gözlerini büyüterek,

"Senin kocanı yerler bak! Gözünü aç, gözünü!"

 

Bir an duraksadım.

 

"Kim yiyor ya!"

 

Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Kıskandın, bak valla kıskandın. 'Kim yiyor!' derken öfkeyi gördüm ben."

 

Kolumdan çıkmış büyük bir zaferle hastaneye doğru yürmeye başlamıştı.

 

"Olmuş bu iş olmuş. Bende üzülüyorum bizim kız kör diye."

 

"Şebnem!" Diye bağırıyordum arkasından.

 

"Şebnem sus rezil olacağız, kıs sesini!"

 

"Oğlan bizim, kız bizim."

 

"Şebnem dedim!"

 

Bir an için yere baktım.

O anlık dalgınlıkla başımı kaldırmadan yürümeye devam ettim ve...

 

Çarptım.

 

Birine.

 

İnce bir çarpışmaydı, çok sert değil. Ama nedense içimde küçük bir ürperti bıraktı.

Sanki bedenimden çok, içimde bir şey çarpışmıştı.

 

"Pardon, özür dilerim..." dedim hızla, gözüm hâlâ tam seçemediğim siluette.

 

Kadın bir adım geriye çekildi. Başında ince bir şal vardı, rüzgârla hafifçe oynamış ama yüzünü neredeyse tamamen kapatıyordu.

Eliyle şalını düzeltirken ben de kolundan tutup dengede kalmasına yardımcı oldum.

O dokunuş... işte o dokunuşla başladı her şey.

 

Parmaklarımın altında bir sıcaklık değil, bir burukluk hissettim. Elini kolumdan çekmedi.

Ve ben, elim onun kolundayken aşağı doğru kaydım.

 

Şalın gölgesiyle gizlenen yüzü hâlâ belli değildi. Ama bluzunun yukarı sıyrılan kolu ...

O an gözümün önünde beliren şey, tarif edilebilecek bir görüntü değildi.

 

Morluklar. Bir değil, iki değil. Birbirinin içine geçmiş, sanki eskisi solarken yenisi tazelenmiş gibi duran morluklar.

Bazıları sarıya dönmüş, bazıları hâlâ koyu mavi.

İzler, darbeler.

 

O kol bir şey anlatıyordu.

Çok uzun süredir susturulmuş bir çığlık gibi.

 

Zaman durdu sanki. Hastanenin önünde ki insanlar silikleşti, Şebnem'in ayak sesleri kesildi, sabah loşlaştı.

 

Sadece o kadının kolu vardı gözümde.

Ve yavaş yavaş...

İçimde bir şey buz gibi oldu.

 

"Dilan..." dedim, neredeyse fısıltıyla.

Adını ağzımdan çıkarırken nefesim de onunla birlikte gitti.

 

Şalını düzeltirken, yüzü yavaşça açığa çıktı.

Tanıdık bir keder.

Ama daha önce görmediğim kadar derin.

 

Gözleri bana bakmıyordu. Yere bakıyordu, utanır gibi değil... alışmış gibi.

Bir bakış değil, bir kabullenişti sanki.

Kırılmış, bükülmüş, yine de hâlâ ayakta bir kadının sessizliğiydi bu.

 

Ben elim hâlâ onun kolundayken, ne yapacağımı bilemedim. Söylenecek hiçbir kelime o morlukların diliyle yarışamazdı.

Ama gözlerim konuştu belki, ona ulaşmasa da bana döndü.

 

Geriye çekilmek istedim ama ayaklarım yerime kök salmıştı.

Ellerimi çekemedim, gözlerimi de.

O morluklar, o susturulmuş ses, o varlığı sarmalayan suskunluk...

 

Her şey... her şey darmadağın etti beni.

 

Ben Dilan'ı böyle hatırlamıyordum.

Böyle görmemiştim.

Böyle düşlememiştim.

 

Şalını düzeltip başını çevirdi.

Bana bakmadı.

 

Ama ben artık onu gördüm. Gözümle.

İçimle.

Ve şimdi bir kere daha, ama bambaşka bir şekilde tanıdım onu.

 

Korku, öfke, suçluluk, merhamet...

Her biri bir anda içime doldu. Tepki veremedim.

 

Ve ben, ilk kez bu kadına yalnızca "iyi misin?" demek yerine, daha fazlasını sormak istedim.

 

Ama hiçbir şey diyemedim.

Çünkü kelimeler o anda boğazımda değil, kalbimde düğümlenmişti.

 

O anda, Dilan'ın adımlarını sürükler gibi ilerlemesiyle birlikte, sanki her şey tekrar yörüngesine girmeye başladı.

 

Ama o düzenin içinde birden kalın, tok bir erkek sesi duyuldu. Sözleri kararlıydı, itiraz kabul etmezdi.

 

"Dilan yenge... işin bittiyse gidelim. Adalet Hanımağam arkamızdan gelecektir."

 

Ses, kadını değil de, sahip olunan bir şeyi çağırır gibiydi. Dilan başını hafifçe salladı, itaatle.

O sallayışta bir "peki" vardı... ama içinde istek yoktu.

 

Yalnızca yorgunluk. Gitmek için adım atarken, yürümek bile ağır geliyordu bedenine. O kadar yorgundu ki, sanki kendi ağırlığını bile taşıyamıyordu artık.

 

Benim elim hâlâ kolundaydı. Parmaklarımın altında o morlukları yeniden hissettim.

Ve bir an, belki de ilk kez, içimden şu soru geçti "Acaba tutuşum ona acı veriyor mu?"

 

O ileriye doğru adım attığında, ben de onunla birlikte hareket ettim.

Elimi çekmedim. Birbirimize bakmadık ama bedenlerimiz aynı yönü paylaşmaya devam etti.

 

Ve o an göz göze geldiğimizde... Gözlerinde bir korku vardı.

Küçük bir endişe değil, çepeçevre saran, her yanını kuşatan, içine bir feryat gibi yerleşmiş bir korku.

 

"Dilan..." dedim sessizce.

"Ne oldu sana?"

 

Gözlerini yavaşça kaldırdı.

Ama karşımda tanıdığım o kadın yoktu artık.

Ne o kendinden emin, meydan okuyan bakış...

Ne dik duran çenesi...

Ne içindeki eski ışık.

Hepsi solmuştu.

 

Gözlerinin beyazına kan oturmuştu.

Altları şişmişti, sanki günlerce susarak ağlamış gibi. Gözyaşlarının izleri değil, gözyaşlarının alışkanlığı yerleşmişti yüzüne.

 

Ve ben gözlerimi onunla buluşturduğumda, arkamdan esen sabah serinliği bedenime değil, içime yayıldı. O rüzgâr huzur getirmedi. Aksine... Bir huzursuzluk sardı içimi, boğazımda düğümlendi.

 

İşte o an...

İlk kez fark ettim.

Dilan'ın bana o ilk bakışı, her şeyin sonunu getirmişti.

Ama o gün ben bunu bilmiyordum.

 

O bakışın altına gizlenmiş öfke...

Bir gün bizi paramparça edecek olan fırtınanın ilk uğultusuydu.

Ve o uğultu, artık içimden çıkmıyordu.

 

 

Bölüm Sonu

Bölüm : 25.04.2025 20:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...