
Bölümleri düzenlemeye aldım düzenledikçe Wattpad de güncelliyorum ama buraya hepsi bittiğinde atacağım güncel bölümler düzenlidir.
Keyifli Okumalar

•
Doğu'nun Işığı
•
"26.Bölüm Mavi"
Zaman, Mardin'in ince ince süzülen güneşi altında ilerlemeye devam ediyordu. Taş duvarlara vuran ışıklar, geçmişin gölgesini bugüne taşıyan bir yankı gibiydi. Bazı karşılaşmalar, kaderin parmak izini öyle bir bırakır ki, hiçbir sözcük, hiçbir teselli o izi silemez. İnsan, bazı acıların sadece içini değil, yürüdüğü yolları bile sessizleştirdiğini zamanla öğrenir.
Adalet Hanım, hayatı boyunca nice sabah ezanını gözyaşlarıyla karşıladı, nice akşamı dualarla uğurladı. Yıllar onun yüzüne derin çizgiler değil, vakarla taşınan hatıralar işlemişti. Ömrünün ağır yükleri arasında eğilmemeyi başarmış, ama içinden geçen fırtınaları kimseye belli etmemişti. Şimdi, ömrünün en suskun düğümlerinden biriyle aynı masaya oturmak üzereydi.
Doğu, ayakları sertçe yere basarak ilerledi kafeteryanın paslı renklerine doğru.
Mardin Devlet Hastanesi'nin kafeteryası... Ne bir kahve kokusu vardı bu sabah, ne de umutla bekleyen hasta yakınlarının fısıltıları. Camlar buğuluydu, dışarıda ince bir sis, taş sokaklara inatla seriliyordu. Duvarların rengi soluktu, içerideki sandalyelerden bazıları eğrilmiş, masaların üstünde zamanın tozu birikmişti. Yalnızlığın bile kendini rahatsız hissettiği bir köşe gibiydi burası. Sadece bekleyiş vardı sabırsız, sessiz, biraz da çaresiz.
Ve tam bu bekleyişin ortasında, Doğu ve Adalet Hanım yüz yüze geldiler. Her ikisinin de gözleri, karşısındakinde geçmişin çetin yıllarını, yarım kalmış sözlerini ve kabullenemediği acıları görüyordu. Bir masaya oturdular; kelimeler henüz doğmamıştı ama aralarındaki sessizlik, çok şey söylüyordu.
Adalet Hanım bakışlarını masanın kenarından çekip Doğu'nun gözlerine çevirdi. Gözleri, yaşanmışlıklarla kararmıştı ama içlerinde sönmemiş bir ışık, bir annenin kırık ama hâlâ yanan merakı vardı.
"Hoş geldin," dedi, sesi beklendiğinden daha sakindi. Ne sıcak ne de uzak; temkinli bir adım gibiydi, sanki kelimenin ardına saklanmış bir niyet vardı.
Doğu başını azıcık eğdi, ama dudaklarında bir tebessüm belirmedi. Sadece gözlerini Adalet Hanım'dan ayırmadan, kısa ve net bir sesle yanıtladı, "Bunun anlamı ne? Neden beni buraya çağırdınız?"
Adalet Hanım gözlerini pencereye kaydırdı. Sis, dışarıyı perdeliyordu. Sanki dünya, birazdan söyleyeceklerinden haberdar olmak istemiyordu.
"Yalnız kalabileceğim tek yer burası," dedi, hafifçe başını sallayarak. "Dışarıda seninle görüşmek istesem, izin vermezlerdi."
Doğu hafifçe geriye yaslandı. Yüzü, taş gibi donuktu. Soğukluğu sözlerinden çok bakışlarındaydı.
Adalet Hanım ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
Bir süre sessizlik oldu. Kalabalığın uğultusu yoktu, sadece uzaklardan gelen bir sandalye sürtme sesi, belki bir çay bardağının tabağa çarpışı... Sonra Adalet Hanım konuştu, "Rona nasıl?"
Doğu'nun bakışlarında bir kıpırtı oldu, ama yanıt gecikti. Bu gecikme, bir annenin yüreğini en çok yakan şeydi.
"İyi," dedi sonunda. "Yanımda, güvende ve mutlu."
Adalet Hanım hafifçe başını salladı. "O benim kızım. Onun isteğini senden önce ben bilirim, mutlu değil!."
Doğu gözlerini daralttı. "O zaman neden bu kadar zaman sustunuz?"
Birden ortam ağırlaştı. Kafeteryanın soğuk duvarları, bu iki insanın arasında örülmüş yılların sessizliğiyle bir kez daha yankılandı.
Adalet Hanım ellerini yavaşça çözdü, gözlerini Doğu'nun üzerinden ayırmadan, bir anneye has bir kırılganlıkla sordu.
"Mutlu mu gerçekten?"
Doğu bir an sustu. Bu tür sorulara cevap vermek, onun doğasında yoktu. Ama bu sessizlik, her zaman inkâr değildi.
"Kararı siz verdiğiniz, yaşananları unuttunuz mu?" dedi.
"Karar vermek... öyle kolay mı sanıyorsun?" Adalet'in sesi biraz titredi. "Bir ömürlük karar, bir gecede verilir mi? Sen onu alıp buraya getirdiğinde, daha gözüm doymamıştı ona. Bir annenin elinden kızını böyle çekip almanın adına sen karar mı diyorsun?"
Doğu yüzünü buruşturdu. Bu suçlamayı daha önce de duymuş gibiydi, ama bu kez, karşısındaki kişinin Rona'nın annesi olduğunu unutmadan konuşmaya çalıştı.
"Onu kimse bir gecede bu hâle getirmedi. Senin oğlun, onun yarım kalan çocukluğunu da aldı."
Adalet Hanım sertçe içini çekti, ama gözyaşı dökmedi. Onun yaşı, ağlamanın da kendine bir sınır koyduğu bir yerdi.
"Sen beni tanımıyorsun, Doğu. Beni yargılayamazsın. Ben yıllarca o kızın yüzünü rüyamda gördüm. Her gece, bir ses onun adını fısıldadı bana. Ama kapılar kapalıydı. Oğlumun yaptıkları... Evet, ben de onlarla yüzleşiyorum her gün."
Doğu'nun sesi biraz alçaldı ama hâlâ netti, "Yüzleşmek kolay. Bazen affetmek en zor olanı."
"Onu seviyor musun?" diye sordu Adalet Hanım, aniden.
Doğu şaşırmadı. Belki bu soruyu bekliyordu. Belki bin kere kendine sormuştu. Cevabı kısa ve sertti.
"Ben kimseyi yarım bırakmam."
Bu cevap, Adalet'in gözlerinde derin bir sessizliğe dönüştü. Belki hoşuna gitmişti, belki yetersiz bulmuştu. Ama bir şey netti. Artık belki de Doğu'yu biraz daha anlamaya başlamıştı.
Bir süre konuşmadılar. Kafeteryada hâlâ sessizlik hâkimdi. Sonra Adalet Hanım, neredeyse fısıltıyla sordu:
"Bir gün... onu görmeme izin verir mi?"
Doğu, bu kez doğrudan cevap vermedi.
Çünkü Rona'nın çektiklerini tek tek görmüştü, rüyasındadaki fısıldamalarını, kabuslarındaki sıçramalarının hepsine kendisi şahit olmuştu o yüzden bunun cevabını buradaki kimse veremezdi .
Adalet Hanım gözlerini yere indirdi, sonra uzak bir noktaya odaklandı. Belki geçmişin bir sahnesi canlanmıştı gözlerinde.
"Rona... küçüklüğünde bile başka bir çocuktu. Sessizdi, ama kalabalığın içinde bile kalpleri fark ederdi. Bir kere bir serçenin kanadını yamuk gördü diye saatlerce ağlamıştı. Sonra onu minik bir kutuya koyup iyileştirmeye çalıştı. O yaşta bile bir cana dokunmak, onun için dünyaları değiştirmekti. Kendi kırıklarını hep sakladı ama başkalarının yaralarını görünce duramazdı."
Bir an durdu. Gözleri doldu ama hâlâ akmadı yaşlar.
"O kadar hassastı ki... bir söz, bir bakış, bazen onu içten içe parçalayabilirdi. Ama hiçbir zaman bunu dışına vurmadı. Sen şimdi onun güçlü durduğuna bakma. İçinde hâlâ o küçük çocuk var. Sevildiğini fark ettiğinde titreyen, korktuğunda susan, kırıldığında kendini suçlayan bir çocuk."
Doğu başını hafifçe eğdi. Dudakları birbirine bastırılmıştı, ifadesi sabitti ama gözlerinde bir kıpırtı belirdi.
"Biliyorum," dedi alçak sesle. "Gördüm onu öyle."
Adalet Hanım, bakışlarını onun gözlerine çevirdi. Bu kez sesinde sitem değil, bir annenin yalvarışı vardı.
"Ne yaşanırsa yaşansın... lütfen, onu ağlatma. Ona bağırma. Sert görünür, ama içinde pamuk gibi bir yürek taşır. Ve o yürek, bir daha kırılırsa... toparlanmaz."
Doğu bir süre sustu. Sonra çok yavaş bir şekilde başını salladı. Söz vermek değil bu; ama duyduğunu belli eden bir kabul işaretiydi.
"Ben onu kırmak için değil, onarmak için yanındayım," dedi.
Adalet Hanım yavaşça başını eğdi. Elini kalbine götürdü, sonra sessizce fısıldadı.
"Ew ronahiya min bû. Niha ronahiya te ye Doğu." 'O benim ışığımdı... şimdi senin ışığın olmuş Doğu...'
Kelimeler yarım kaldı. Belki söylemek istemediği şeyler vardı. Belki söylese, daha çok kırılacaktı. Sadece gözlerini kaçırdı, derin bir nefes aldı.
Doğu kalkmak üzereydi çünkü onun için artık bu konuşma anlamsızdı ama Adalet Hanım elini hafifçe kaldırdı.
"Dur. Daha anlatacaklarım bitmedi."
Doğu başını hafifçe çevirip tekrar masaya baktı. Oturmadı ama dinlemeye devam etti. Adalet Hanım, gözlerini Doğu'nun üzerinde sabitlemeden, bir noktaya bakar gibi konuşmaya başladı.
"Rona... başka bir çocuktu. Ben ona bakarken kendimi görürdüm bazen. Ama benden daha cesurdu, daha narin ama daha dirayetli. Küçücük yaşında kimseye yük olmamayı öğrendi. Canı yansa, içine akıttı. O yüzden herkes onu güçlü zannetti."
Sesi yavaşladı, ama kırılmadı. Her kelime, yılların içinden çıkıp gelmiş gibiydi.
"Yalnızlığı severdi ama yalnız kalmaktan korkardı. Kendine ait bir odası bile yoktu doğru düzgün, ama hep başkalarının hayallerine yer açtı. Hep başkalarını önceledi."
Adalet Hanım'ın parmakları masanın kenarına dokunup geri çekildi. Ellerinin titrediğini fark etti, fark ettirmemeye çalıştı.
"En büyük zaafı neydi biliyor musun?" dedi, bu kez gözlerini Doğu'ya dikerek. "Sevilmeyi hak etmediğine inanması. Çünkü çocukken hep terk edildiğini sandı. Ben sustukça, o içindeki sesi büyüttü. Bir insan kendini sevilmeye layık görmezse, kim onu sevse zaten hep eksik hisseder."
Doğu derin bir nefes aldı. O da kelimeleri içinde tartıyordu. Cevap vermeden önce bir gölgenin içinden çıkmak gibi bir hâli vardı.
Adalet Hanım başını yavaşça salladı. "Senden mükemmel olmanı istemiyorum. Ama... onu ağlatma. Küçük şeylere bile çok kırılır. Sessiz ağlar, kimseye belli etmez ama içinden parçalanır. Sen belki sabretmeyi bilirsin, ama o... bekledikçe küçülüyor."
Bir an duraksadı, sonra gözlerini kısmadan söyledi. "Rona bir çiçektir, Doğu. Sert topraklarda açtı, taşların arasında. Güneşi geç gördü, ama hâlâ açmaya çalışıyor. Sakın üstüne basma. Gölge etme yeter."
Bu sözlerin ardından bir süre sessizlik oldu. Doğu başını eğdi, dudaklarının kenarında çok hafif bir kıpırtı belirdi ama gülümseme değildi bu. Düşünceydi, belki de pişmanlıkla karışık bir iç konuşma.
"Bana ondan vazgeçmemi istemeye mi geldiniz?" diye sordu, sesi derin, ama çatışmasız.
Adalet Hanım yavaşça başını salladı.
"Hayır. Zamanı geldiğinde gitmek isterse onun gitmesine izin vereceğinin sözünü almaya geldim."
Doğu, ilk defa gözlerini Adalet Hanım'dan kaçırmadı.
"Gitmesine izin vermek mi?" Bu sözlerin altında bir ağırlık, bir yük vardı ama ne olduğunu tam olarak çözebilmek için biraz daha zaman gerekirdi.
"Biliyorum yaşadıklarınız kolay değil. Zaten kolay olsaydı, bugüne kadar bu kadar büyük bir savaşı içimizde taşımazdık," dedi Adalet Hanım, gözleri bu kez yumuşayarak, ama yine de bir çelişkiyle doluydu. "Ama sevgi, bazen onu salıvermek ve bıraktığın yerde onun büyümesini izlemek demektir. Gerçek sevgi, birinin uçmasına izin verebilmektir."
Doğu'nun yüzü bir anda karardı. Gözlerinde öfke değil, daha çok bastırılmış bir hiddet ve boğulmuş bir sarsıntı vardı. Yumruk yaptığı eliyle masanın kenarına hafifçe vurdu sert değil ama düşünceleriyle birlikte kırılacak gibi.
"Rona'yı bırakmak mı?" dedi, sesi soğuk ama içinde titreyen bir damar vardı. "Siz onu yıllarca bırakmışken... şimdi bana mı onun gitmesine izin vermeyi öğütlüyorsunuz?"
Adalet Hanım'ın yüzü bir an için soldu. Ama bekliyordu bu çıkışı. Sessiz kaldı. Gözlerini kaçırmadı.
Doğu devam etti. Kelimeleri kontrollüydü ama her biri bir taş gibi düşüyordu aralarına, "Ona nasıl baktığınızı gördüm. Bir anne gibi değil... uzak, hep uzak. Ve şimdi geldiniz, yılların ardından, bana diyorsunuz ki zamanı gelince bırak. Hayır. O artık sizin kaybettiğiniz bir şey değil. Benim sorumluluğum."
Adalet Hanım dudaklarını birbirine bastırdı, ama yine de sustu. Doğu devam etti, "Onun yaralarını ben gördüm. Gece uyanıp nefes alamadığını ben gördüm. Kimseye anlatamadığı korkularını. Ve siz şimdi... onunla hayatı sevmeyi öğrenen birine bırakmayı güzelliyorsunuz."
Adalet Hanım derin bir nefes aldı, kelimeleri titreyerek geldi. "Biliyorum... Ben onun korkularının sebebiyim. Bu yüzden sana geldim zaten. Onu mutlu edebilecek tek şey gerçek bir bağlılık... Ama bu bağlılık, sahip olmak değil. Onun gidebileceğini bilerek sevmek. Bu, benim öğrenemediğim şeydi."
Doğu başını iki yana salladı. Gözleri karanlık bir duygunun eşiğindeydi.
"Ben öyle biri değilim. Gitmesine izin vermem. Hele ki böyle bir şehirde, böyle bir hayatta. Onu her şeyin içinden çekip çıkardım. Şimdi de 'gitsin' mi diyorsunuz? Olmaz. Gidecekse, ancak benimle birlikte gider."
Adalet Hanım bir şey söylemek istedi ama Doğu sert bir bakışla onu susturdu. "Onun bir daha bırakılmasına izin vermem. Ne zamansa biriniz ona sırtını döndü. Ben dönecek biri değilim."
Bir süre ikisi de sustu. Sessizliğin içinde, sadece kafeteryanın uzak köşesinden gelen çatal bıçak sesleri vardı. Sanki başka bir dünyaya aitmiş gibi.
Adalet Hanım başını eğdi. Bu, bir yenilgi kabulü değildi. Ama karşısındaki adamın duvarlarının ne kadar kalın olduğunu anlamıştı.
"Sadece... hazır ol," dedi yavaşça. "Çünkü hayat bize hiçbir zaman sormaz. Rona bir gün giderse, bu senin elinden tutarak da olabilir, seni arkada bırakarak da."
Doğu'nun yüzü taş kesildi.
"Gitmeyecek," dedi. "Benim yanımda kalacak. Onun artık yeri burası. Benimle."
Adalet Hanım, gözlerini kapatıp açtı ruhsal bir acıyla. Dudaklarından çıkan tek kelime, neredeyse bir dua gibiydi.
"Umarım haklı çıkarsın..."
"ÇEKİL ÖNÜMDEN!"
Sert, yankılı bir ses patladı kafeteryanın girişinden. Kapının metal çerçevesi sarsıldı. Tüm kafeterya sustu. Çatal bıçak sesleri, fısıldaşmalar, kahve makinelerinin buharı... hepsi bir anda durdu.
Doğu irkildi. O sesi tanıyordu. O sesin her tonunu, her öfkesini, her kırığını ezbere bilirdi.
Rona.
Kapının önünde iki koruma ellerini kaldırmış, genç kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama o, gözlerini ileriye dikmişti. Kafasını bir an bile çevirmeden, sadece tek bir yöne yürümeye çalışıyordu. Elleri yumruk, nefesi düzensiz, gözleri dolu ama güçlüydü.
"Bana engel olamazsınız!" diye bağırdı, sesi çatladı ama tavrı dimdikti. "Adalet Hanımla konuşacağım!"
Kafasını hafifçe yukarı kaldırdı; içeri göz gezdirdi. Göz göze gelmedi kimseyle, ama gözleri arıyordu tanıdığı yüzleri, yüzleşmekten korktuğu geçmişi.
Doğu bir an yerinden kımıldayamadı. Ayakta donup kalmıştı. Sonra refleksle birkaç adım attı, kapıya doğru. Ama Adalet Hanım, hâlâ oturduğu yerden sadece fısıldar gibi söyledi.
"Bırakın gelsin..."
Kapı bir kez daha sarsıldı. Bu kez bir korumalar geri çekildi. Rona, o ânı bekliyormuş gibi içeri adım attı. Herkesin bakışları üzerindeydi. Zaman ağırlaşmıştı.
Rona durdu. Gözleri kafeteryanın ortasında duran iki kişiye takıldı. Annesi. Ve Doğu.
Yavaşça yürümeye başladı. İçinden geçen bin cümle vardı ama yüzü sadece tek bir şey söylüyordu: Hesap soracağım.
Adalet Hanım gözlerini kıpırdatmadan, yıllar sonra ilk kez kızına bu kadar yakın olmanın ağırlığını yüreğinde hissetti ama belli etmedi. Doğu ise Rona'nın gelişindeki kararlılıktan ürkse de, yüzüne hiçbir şey yansıtmadı. Sadece bekledi.
Rona'nın sesi bir kez daha yükseldi. Bu kez daha sakin ama çok daha keskin, "Siz ikiniz ne konuşuyorsunuz burada?"
Sessizlik, bu cümlenin ardından bir kez daha yere serildi.
Sahnede artık üç kişi vardı.
Üç geçmiş.
Üç yük.
Ve ortalarında yılların ağırlığı gibi duran bir masa.
•
Onun burada olduğunu öğrendiğimde kapının ardında neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Sadece yürüdüm. Kalbim, göğsümden dışarı çıkacak gibiydi ama bunu göstermek istemedim. Yıllarca yutkunup sustuğum ne varsa, şimdi o masanın öte yanında oturan kadına soracaktım. Anneme.
Kapıyı açtığım anda boğazıma bir düğüm oturdu. Kafeterya loştu. Her şey pusluydu sanki. Camlar buğulu, sandalye ayakları hafif gıcırtılıydı. Ama o sessizlikte yalnızca gözlerim görüyordu. Annemi.
Yüzü yaşlanmıştı. Bunu fark ettiğimde bir acı hissettim.
Yüzüme bakmadı önce. Belki de korktu. Belki de utandı. Belki de... hâlâ ne diyeceğini bilmiyordu. Ne yapacaktı bilmiyorum, ama ben sormaya gelmiştim. Hesap sormaya.
Bir adım attım.
Ve sonra onu gördüm.
Doğu.
Zaman bıçak gibi durdu. Bütün vücudumda keskin bir ürperme hissettim.
Gözlerim ona kilitlendi. O kadar tanıdıktı ki... ama o kadar yabancı duruyordu ki o an. Orada, annemin yanında. İkisi birlikte. Aralarında bir konuşma geçmişti belli ki. Ben olmadan. Benden gizli.
İçimdeki öfke birden başka bir renge döndü. Sadece kırgınlık değildi bu. Hayal kırıklığı da vardı. Güvensizlik. Korku. Kalbimde ne varsa darmadağın oldu o an.
"Siz ikiniz ne konuşuyorsunuz burada?"
Sözlerim dudaklarımdan taşar gibi çıktı. Ne kadar sakin kalmaya çalışsam da içimde yükselen öfke bastırılamaz bir noktaya varmıştı artık. Annemi karşımda görmek... onun yanında da Doğu'yu... hayır, bu başka bir şeydi.
Bakışlarımı Doğu'ya çevirdim. gözlerimin içine bakıyordu.
Bakışlarım sonra istemsizce Adalet Hanımın yüzüne kaydı. O tanıdık ifade... o soğukkanlı, kontrolcü bakış. Sanki hiçbir şey olmamış gibi duruyordu orada. Sanki beni hiç kırmamış gibi. Sanki oğlu için beni harcamamış gibi. Sanki ben her şeyi unutmuşum gibi.
"Ne konuşuyorsunuz?" dedim bir daha, bu kez sesim daha sertti. "Beni mi, yoksa kendini aklamaya geldin?"
İçimdeki öfke o kadar büyüktü ki, kelimeler ağzımdan dökülürken kalbim zonkluyordu. Yıllardır taşıdığım o kırgınlık, o hayal kırıklığı, şimdi bu masanın çevresine dizilmişti.
Anneme uzun zamandır söylemediğim şeyleri o anda söylemek istedim.
"Senin suskunluğun nelere mal oldu, farkında mısın, neden hala susuyorsun karşımda?"
Doğu'ya döndüm. Onun gözlerinin içine baktım.
"Sen neden buradasın?"
Kelimeler dudaklarımı keserek çıktı.
"Hem de onunla?" Gözümle annemi işaret ettim.
Bir sessizlik çöktü. Her şey durmuş gibiydi. O anın içindeydim ama dışındaydım da. Bu, bir hesaplaşma değil, bir yıkılıştı.
"Adalet Hanım benimle konuşmak istedi."
Doğu'nun sesi netti ama yüzündeki gerilim gözden kaçacak gibi değildi. Dudakları kıpırdarken çenesinde hafif bir kasılma oldu. Her zamanki soğuk hâliydi bu ama onu tanıyordum sözleri duruydu, ama sesi tam ortadan ikiye çatlamış gibiydi. Sanki o an karşımda durmak, o masada oturmuş olmak... evet, onu rahatsız etmişti.
Yüzüme değil, gözlerime bakıyordu. Ama o bakışta bir şey vardı. Bir açıklama değil, bir yakarış gibi. "Bunu böyle bilme" der gibi.
İçim daha da sıkıştı. Sanki biri göğsümün tam ortasına ağır bir taş koymuştu. Çünkü mesele konuşmak değil, mesele niyet bile değildi... Mesele, ben hariç herkesin bir araya gelip "benim" üzerimde düşünmesi, karar vermesiydi.
Ve şimdi, bu adam... gözlerimin içine bakıyor ama bulunduğu yeri savunamıyor. Gerekçesi var, evet. Ama bu, içimdeki kırılmaya çare değil.
Sessizce başımı ona çevirdim.
"Sen konuşmak mı istedin?"
Sesim çatallandı, ama yutkunup devam ettim.
"Konuşacak çok şeyimiz varmış gibi yapmayalım. Sen benim değil, yalnız oğlunun annesisin artık. Çünkü ben çocukken sustun, şimdi de sessizce beni yine başkalarına anlatıyorsun."
Bir buz gibi sessizlik düştü ortalığa. Ben içimden taşan kelimeleri durduramıyordum. Ama en kötüsü... gözümde bir damla bile yaş yoktu.
Bu, en derin kırgınlıktı. Çünkü artık ağlayamıyordum.
Adalet Hanım bir süre konuşmadı. Gözlerini kaçırmadı ama dudakları bir çizgi hâline gelmişti. Sanki içinden geçenleri cümlelere dökmeden önce kendisiyle savaşıyordu. Elini masaya koydu; titrediğini fark ettim. Ama o her zamanki gibi dimdik oturuyordu. Yine de gözleri... gözleri eskisinden farklıydı. Yumuşamıştı. Yorgundu.
"Sen benim hâlâ kızımsın Rona."
Sesi sert değildi. Kırılgandı. "Kaç yıl geçerse geçsin... anneliği bırakmak diye bir şey olmuyor. Ve bazı hatalar vardır ki, sen ne kadar sustuğunu sansan da, insanın içinde hep konuşur."
Göz göze geldik. O an kalbimin bir köşesinde hiç iyileşmeyen o yara yeniden sızladı. Çünkü gözlerindeki o kırışıklık, alnındaki çizgiler... geçmişin ağırlığını taşıyordu. Ama bu, benim acımı hafifletmiyordu.
"Ben... ağabeyine sahip çıkamadım, evet," dedi. Söylerken sesi neredeyse duyulmayacak kadar alçaldı. "Çünkü bazen bir anneyi çaresizlik de susturur. O zamanlar öyleydi. Ne yaptım desem sana az gelecek. Ne desem, öfkeni hafifletmeyecek biliyorum. Ama bunu duyman lazım. O zaman susmam, seni de, onu da kaybetmekten korktuğum içindi."
Gözleri doldu ama yaş dökmedi. Bu, kendini affettirmek isteyen birinin gözyaşı değildi. Bu, yıllarca bir kelime etmemenin, sonunda bir kelime etmeye çalışırken boğazında düğümlenmesiydi.
"Seni çok merak ettim. Doğu'yla konuşmam da bu yüzden. Bir sesini duymak, nasıl olduğunu bilmek... sadece bu."
Bir anlık sessizlik oldu. Ardından kelimeleri öyle bir boşluktan çıktı ki, ben bile yutkundum.
"Biliyorum, geç kaldım. Ama geç kalmak, hiç gelmemekten biraz daha cesaret ister. Ve ben, bu yaşta, o cesareti senin için toplamaya geldim."
"Beni mi merak ettin?"
Sözlerim sanki kendi kulağıma bile yabancı geldi. İçimde bir öfke değil artık... bir boşluk vardı. Sanki bağırmak istiyordum ama bağırmaya bile değmeyeceğini bildiğim bir sessizlikteydim.
"Bunca zaman sonra mı?" Gülümsedim. O buruk, alaycı, içimden taşan bir gülümsemeydi bu.
"Senin beni merak etmeye hakkın var mı gerçekten?"
Gözlerim annemin benimkiyle aynı olan gözlerinden hiç kaçmadı. O an bir çocuk gibi kırgın değildim. Bir kadın gibi öfkeliydim.
"Nasıl olduğumu bilmek... sesimi duymak... hele ki şimdi mi? Şimdi mi geldi aklına? Neden? Çünkü düşmanınızla evlendim diye mi? Çünkü 'elâlem arkanızdan ne der' diye mi? Yıllarca sakladıkları kızarları çıkmış dedikleri için mi merak ettin nasıl olduğumu?"
Onun sesinde yorgunluk vardı. Ama bende yorgunluk yoktu. Bende bitmişlik vardı.
"Ben küçücük bir kız çocuğuyken kilometrelerce öteye yolladığında düşünseydin beni. O günlerde merak etseydin sesimi, yüzümü, geceleri ağlayarak uyuyup uyuyamadığımı... O zamanlar arayıp sorsaydın, şimdi sana inanabilirdim belki."
Yutkundum. Nefes almayı bile unutmuştum. Sonra o son kelimeler, artık içimde tutamayacağım kadar ağır geldi.
"Bu samimiyetsiz ilgine inan, gerçekten, hiç ihtiyacım yok. Umrumda değil."
Bir an durdum, sonra gözlerimi kısmadan ekledim. "Ben annesiz büyüdüm. Ve alıştım. Sen de yokluğuma alış."
"Rona," dedi Doğu. Eli yavaşça sırtıma değdiğinde beni ortamdan uzaklaştırmak istemişti. "Çıkalım."
"Sen beni dışarıda bekle."
Sözlerim, önce havada asılı kaldı. Doğu'nun bakışları değişmedi. Ama onun duraksayışını fark ettim. Bir an, gözlerinin derinliğinde bir şey parladı. Belki de içindeki kaygıydı ama yapmadı. Sadece sessizce başını eğdi.
"Geleceğim birazdan Doğu."
Bizi yalnız bırakmaya zorladım. Onun yanımda olması, bu anı daha da içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.
Bir şey demedi, ama kapının ardında olduğunu bildiğimi bilerek çıkıp cam kapıyı kapattı.
"Benim için geç kaldınız, Adalet Hanım."
Sesim kalbimdeki tüm kırıkları, kızgınlıkları taşıyordu. Her kelime, yıllardır içimde biriktirdiğim bir öfkeydi, her sözcük yavaşça yerleşen bir yük.
"Rona, kızım..."
Adalet Hanım'ın sesi daha yumuşak, ama içindeki acı belli oluyordu. Ama ben, hiçbir şekilde yumuşamıyordum.
"İstemiyorum! Neden bana bunu yapıyorsun, anlamıyorum! Ama artık bir yerde dur!"
Bunlar, yılların bana öğrettiği kelimelerdi. Yalnızca konuşarak değil, yıllarca sustukça, her anıma yayılan biriken kırgınlıkla konuşuyordum.
"Rona..."
Adalet Hanım'ın sesi biraz daha korkmuş gibiydi, ama ben onu dinlemiyordum. Sözleri havada asılı kalıyor, içimdeki öfkenin ve acının sesi her şeye hâkim oluyordu.
"Şimdi seninle bu geçmişin hesaplaşmasını yapmayacağım." Dedim tuttuğum öfkemin sesiyle.
Sözlerim, Adalet Hanım'a doğru yöneldiğinde, öfkemin ve acımın birleştiği bir yerde duruyordu.
O an, gözlerim yeniden ona çevrildi. O an, her şey değişmişti. Yavaşça, ama kesinlikle, ağzımdan çıkan kelimeler, daha önce hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamıştı.
"Dilan." Anında, gözleri hızla yüzüme döndü. Her şey o anın içinde sıkışıp kaldı. Bir an, tüm oda sessizleşti.
"Dilan'ın kolundaki morluklar neyin nesi? Hiç bana bilmiyorum numaraları çekme görmemiş olamazsın Adalet Hanım senin o gözlerinde kulaklarında her şeyi işitir!"
"Bilmiyorum ben," dedi birden, hiç beklememişti bile.
"Neyi bilmiyorsun ya sen, siz aynı evde değil misiniz, bu kız hep görmüyor musun sen bana sahip çıkamadın aldığın emanete de mi sahip çıkamıyorsun? Berfin Hanım karşına geçip sorsa ne cevap vereceksin ona sen ?"
"Baran'la, Dilan..." dedi kısıkça bir adım yaklaştım ona . "Çok kavga ediyorlar Baran bazı geceler eve gelmiyor Dilan çok sinirleniyor, geldiklerinde de kavga ediyorlar vurmuyor ona eminim belki kolunu falan sıkıyordur ondandır o morluklar."
Sesim, öfkemin yankısıyla keskinleşti. "Vurmuyor öyle mi sadece kolunu sıkıyor ha bu da senin için önemli değil, o kız karnından senin torununu taşıyor sen nasıl bir insana dönüştü böyle!"
"Ağabeyin çok farklı davranıyor, Rona... artık ona sahip çıkamıyoruz. Ne dediysek düzelmiyor. Sanki delirmiş gibi. Artık evli kalmak istemediğini söyledi birkaç kere."
Sözleri duyduğum an, içimde bir şey durdu. Sanki kalbim değil de beynim atmaya başladı. Gözlerimin önünde bir perde çekildi, görüntüler bulanıklaştı ama kelimeler netti. "Evli kalmak istemiyor." "Sahip çıkamıyoruz." "Delirmiş gibi."
O an ses çıkarmadım. Dudaklarımı aralamadım. Ama içimde... içimde bir çığlık koptu. Tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim, derime işleyen bir acı olsun istedim çünkü beynimin içi zonkluyordu. Her şey birden üzerime çöktü. Baran'ın Dilan'ı kaçırdığı o gece, bir hayattan koparılıp sürüklendiğim Mardin yolları, o yabancı ev, bir yabancının karısı olmak zorunda kalışım...
Ben hiçbir şey istememiştim. Sadece bir hayatım olsun istemiştim. Ama Baran'nın yaptıkları yüzünden hayatım altüst olmuştu.
Ve şimdi, evli kalmak istemiyormuş. Şaka gibi.
O, hayatı mahvetmişti. Hem benimkini, hem Dilan'ınkini. Ve şimdi... çekip gitmek mi istiyordu?
İçimde öyle bir öfke yükseldi ki, mideme kadar indi. Sanki damarlarımdan geçen kan değil de, sıcak ve acı dolu bir isyandı. Sessizdim. Ama içimden binlerce kelime bağırıyordu. Konuşmak istedim, ağzımı açtım ama sadece nefes aldım. Sanki kelimeler oraya kadar gelip boğazıma oturuyordu.
"Delirmiş gibi."
Hayır...
Deliren o değildi.
Deliren bendim.
Her gün...
Her sessizlikte...
Her "sahip çıkamıyoruz" dediklerinde...
Ben, yavaş yavaş, kendi içimde yok oluyordum.
O anda Adalet Hanım'ın yüzüne bakamadım. Çünkü ona baksaydım, belki de gerçekten bağırırdım. Her şeyi, boğazımı yırtarcasına haykırırdım. Ama yapmadım.
Çünkü bu çıldırma sessizdi.
Bu, içimde büyüyen bir yangındı.
Benim için geri dönüş yoktu.
Ama Baran için...
Ona bu dünyada huzur yoktu artık.
Sözlerinin ardından bir süre sessiz kaldım. Ellerim hâlâ titriyordu, avuçlarımın içi terden ıslanmıştı. Beynim uğulduyordu, kalbim sanki kaburgalarımı kırarak çıkacakmış gibiydi. Öylece durdum. İçimde yanan o yangının ortasında, bir cümle şekillendi. Gözlerimi Adalet Hanım'a dikerek, her kelimeyi özenle seçerek, buz gibi bir sesle konuştum. "Oğluna söyle..."
Boğazımdan çıkan ses beni bile ürküttü. Ne öfke vardı ne bağırış... ama içinde ölüm gibi bir kesinlik taşıyordu.
"Yemin ederim, ona ettiğim o yemini tutarım. Leşini senin bacaklarının önüne atarım bir kez daha Dilan'a aynı şeyi yaparsa..."
Bir adım öne çıktım. Gözlerim annemin gözlerinde, öfkenin yerini artık katı bir kararlılık almıştı.
"Bir daha... bir daha onun canına dokunursa, ölümü benim elimden olur, Adalet Hanım. O zaman ne senin pişmanlığın işe yarar, ne de onun kaçışı."
Anneme değil, bir yabancıya konuşuyordum sanki. Bir anneye değil, yıllarca bizi susarak izleyen bir hayalete...
"Sakın... bir daha susma. Çünkü bir sonraki suskunluğun... ölüm olur."
Sözlerim bittiğinde içimde tuhaf bir boşluk vardı. Odanın havası bir anda soğudu sanki. Göz göze geldiğimiz an, annem gözlerini kaçırmadı. Ama ilk defa yüzünde gerçek bir korku gördüm. Ben bu hâle nasıl geldim bilmiyorum ama oradaydım. Bu kadındım artık. Geriye dönüş yoktu.
Yavaşça döndüm. Arkama bile bakmadan yürüdüm. Ayak seslerim koridorda yankılandı. Her adımda, içimde bir düğüm daha çözülüyordu ama aynı zamanda başka bir düğüm atılıyordu kalbime.
Koridora çıktığımda, başım dönüyordu ama yürümeye devam ettim. Gözlerim dolmuştu ama akmıyordu. Gözyaşı yoktu çünkü içimde ağlamaya yer kalmamıştı.
Hastane duvarları uzuyordu önümde, ben yürüyordum. Sanki her adım, geçmişe bir tekme, geleceğe bir meydan okumaydı. Artık kimse beni durduramazdı.
Rona, o an sadece yürümüyordu.
Kendi hayatının rotasını yeniden çiziyordu.
Ve bu sefer...
Hiç kimsenin sözü, susuşu ya da ihaneti bu kadını yolundan edemezdi.
Koridor, sessizliğini üzerime örterken ben hâlâ içimdeki uğultuyla yürüyordum. Ayak seslerim, boş duvarlarda yankılanıyor, her adımda bedenim ağırlaşıyor gibiydi. Hâlâ titriyordum. Ellerim soğuktu. Sanki biraz önce içimde patlayan fırtına bedenimi de yerinden söküp almıştı.
Ama...
Koridorun sonunda bir siluet belirdi.
Ve ben biliyordum.
Daha gözlerim seçemeden... daha adımlarım ona yaklaşmadan... ben onun orada olduğunu kalbimde hissettim.
Doğu.
Orada, beni bekliyordu.Kıpırdamadan. Hiçbir şey söylemeden sadece durarak...
Göz göze geldiğimizde, içimdeki bütün öfke, bütün kırgınlık, bütün savrulmuşluk... bir anlığına durdu. Sanki dünya sustu.
O koridorun, o soğuk hastane duvarlarının, annemin sesiyle çınlayan geçmişin... hepsinin sesi bir anda kesildi.
Ve ben yürümeye başladım. Adımlarım hızlanmadı. Koşmadım ona sadece Yürüdüm...
Ağır ağır, her adımda yorgunluğumu, ağırlığımı taşıyarak...
O bana bakıyordu. Sanki ne yapacağımı bilmiyormuş gibi, ama aslında tam da ne yapacağımı bildiğini bilerek.
Aramızdaki mesafe kapandıkça, kalbim daha sert atmaya başladı. Bir noktadan sonra, onun kalp atışlarını kendi içimde duyar oldum sanki.Kalbimle kalbi... Birbirini duyuyordu.
Birbirlerine denk düşen bir ritimle atıyorlardı.
İki yabancının... iki savaşçının... iki kırılmış ruhun kalbi... aynı anda. Aynı hızla.
Aynı sessizlikle.
Ve sonra...
Sarıldım. Hiç düşünmeden. Hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan. Sadece sarıldım ona.
Kendimi bıraktım o kolların içine.Omzuna yaslandım. Ve ilk kez, içimdeki her şey sanki orada durdu.
Bütün uğultu sustu. Bütün korkular geri çekildi.
O kolların içindeyken, sanki dünya yeniden şekillendi.
Sanki bunca acının, bunca kaybın, bunca çırpınışın içinde... bir tek yer vardı huzurlu...
Orası da onun yanıydı.
O sarılmada hiçbir açıklama yoktu. Sitem yoktu. Soru yoktu.
Ama içimizde anlatılamayan binlerce kelime... İkimizin de sessizliğinde yankılandı.
Gözlerimi kapattım.
Ve orada, Doğu'nun göğsünün tam ortasında, yeniden nefes aldım.
İlk kez... yıllardır ilk kez... gerçekten artık bu adamın kollarında nefes aldığımı anladım.
"Ne diyeceğini bilemediğim için sana söyleyip huzursuz etmek istemedim seni." Gözlerine öylesine bakmam belki de onu üzmüştü. Şimdi açıklamak için uğraşıyordu.
Geri çekilip ela gözlerinin içine baktım. O an sadece onun gözleri vardı önümde. Ne koridor, ne kelimelerin gölgesi... sadece o.
Ela gözleri, bir anlığına yere kaydı sonra yeniden bana döndü.
Bir şeyler söylemek ister gibiydi ama sustu.
Ve o suskunluk...
Bazen en büyük cümlelerin taşıdığı anlamı taşıyordu.
Ben o gözlerde bir şey gördüm o an. Suçluluk değil.
Korku değil. Ama... kırılmakla korumak arasında kalmış bir adamın yorgunluğunu.
Elimi tuttu. Parmaklarıyla usulca avucuma dokundu.
Sanki benden değil, kendinden onay alıyordu.
"Sadece... bilmeni istedim," dedi. "Eğer seni koruyamazsam, kendimi affedemem."
Başımı yana eğdim.
Onun gözlerine daha yakından baktım "Doğu," dedim gülümseyerek. "Teşekkür ederim beni benden daha çok düşündüğün için.
Sözlerimle birlikte yüzünde belli belirsiz bir yumuşama oldu.
"Senin iyi olman... bazen benim nefes alıp alamayacağımı belirliyor."
Bir adım daha yaklaştım.
Aramızdaki boşluklar sadece bedenimizde değil, yavaş yavaş kalbimizde de kapanıyordu.
"O kadar çok şey oldu ki," dedim kısık sesle.
"Bazen bu hayat gerçekten bizim müziğimiz değilmiş gibi geliyor. Ama sen... sen bazen tüm gürültünün içindeki sessizliğim gibisin."
O an göz göze geldik.
Sözlerin ötesinde bir anlaşma vardı o bakışta.
Doğu, başını hafifçe salladı.
"Rona... Ben senin her şeye rağmen güçlü kalışına hayranım. Ama güçlü olmak zorunda değilsin. Yanındayım. Her şey olduğunda da, hiçbir şey kalmadığında da."
Gözlerim doldu ama bu kez gözyaşı acıdan değil, birinin beni böyle koşulsuz korumandan geldi.
Bir süre daha sustuk.
O suskunluk, konuşmaktan daha derin bir yakınlıktı.
"Birlikte iyileşeceğiz, değil mi?" dedim fısıltıyla.
O da başını usulca eğdi.
"Evet," dedi. "Kırıldığımız yerden, ama birlikte."
Tam o an, sessizlik bir kez daha aramıza yayıldı. İçimizdeki söylenmemiş cümleler biraz olsun dinmişti ki Doğu, başını hafifçe kaldırdı. Gözlerinde tanıdık ama alışılmadık bir parıltı vardı. Sanki bir şeyi saklıyordu ama bu sefer kaçmıyordu o duygudan.
"Sana bir hediyem var," dedi birden.
Sesi alçaktı ama netti.
Gözlerimin içine bakıyordu.
"Bugün... her şeyin içinde bir şey iyi olsun istedim."
Gözlerimi ona diktim. Kalbim istemsizce bir kez daha hızlandı.
"Hediye mi?" dedim, kaşlarımı hafifçe kaldırarak.
Bu kadar karanlık bir günün, böyle bir yumuşaklık taşımasına alışkın değildim.
"Evet."
Cevabı o kadar kendinden emindi ki, merakım daha da arttı.
Sonra başını hafifçe eğdi, gözleriyle koridorun ilerisini işaret etti.
"Yanımda değil," dedi.
"Ama seni oraya götürebilirim."
"Şebnem-"dedim buraya asıl gelme amacımı hatırlayarak.
"Rohat geldi kontrolden çıktılar, beraber gittiler."
Sonra yüzünde hafif bir tebessümle başını çevirdi. "Gel benimle," dedi, sesi bu sefer daha derinden geldi. Adımlarımız soğuk hastane koridorundan çıkışa doğru birlikte yankılanınca gün biraz daha ısınmış güneş kasvetini adeta çekmiş gibiydi.
Adamlardan biri Doğu'nun yüksek arabasını önümüzde durdurunca Doğu kapımı açıp geçmemi bekleyip kendiside sürücü koltuğuna geçmişti.
Yavaşça, şehrin içinden çıkıp tepelerin kıvrımlarına yöneldik. Mardin'in sarıya çalan taşları, güneşin altın rengiyle birleşince, her şey bir anlığına masal gibi görünmeye başladı.
Yol kıvrıldıkça, göz alabildiğine uzanan ova, dağlar ve o taş evlerin gölgeleri ortaya çıkıyordu.
Gökyüzü açıktı, güneş eğilmeye başlamış, ışığını kısık ama yumuşak bir tonda toprağın üstüne seriyordu.
Araba yavaşça kıvrıla kıvrıla Mardin'in taşlı yollarından ilerlerken, güneş camlara vuruyor, gölgeler içimize sızıyordu. Camdan dışarı bakıyordum ama gözlerim hiçbir manzarada durmuyordu. Düşüncelerim, yolda değil, yanımda oturan adamdaydı.
Bir ara, fark ettim.
Doğu'nun gözleri yoldan bana kaymıştı.
O bakış... öyle aceleci değil ama kaçamak da değildi. Göz göze geldiğimizde, sanki içimde bir şey durdu. Zaman değil... ama sanki kalbim.
Bir anlığına, çarpıntı gibi.
Sanki göğsümdeki ritim onunkine denk gelmeye çalışıyordu.
Gözlerimizi kaçırmadık. Sessizliğin içinde sadece motorun sesi vardı a ma biz o sessizliğin altını başka bir şeyle dolduruyorduk. Söyleyemediklerimizle.
Sormaya çekindiklerimizle.
Belki de hissetmeye korktuklarımızla.
Ben gözlerimi kaçırmadım.
Ne kadar bakarsa, o kadar kalmak istedim o anın içinde. Çünkü bu, savaşsız bir andı.
Kırgınlıkların, kızgınlıkların ötesine sızan o kısa süreli barış gibi.
Ve o barışta, sadece ben ve o vardık.
Arabanın içindeki hava bile farklıydı şimdi.
Sıcaktı ama rahatsız etmiyordu. Sanki yalnızca ikimizin varlığıyla ısınmış gibiydi.
Dışarıdaki dünya, Mardin'in taş evleri, uzak tepeleri... hepsi bir süreliğine geride kalmıştı.
Sonra, Doğu usulca gözlerini tekrar yola çevirdi.
Elimi yavaşça ileri uzatıp radyonun düğmesine bastım. Her şarkıyı tek tek geçtim en son birinde durduğumda arabanın içinde yankılanan sessizlik, bir anda nağmeli bir sese dönüştü.
Kırık bir nota tınısı... ardından, derinden gelen bir adamın sesi.
'Yan yana geçen geceler unutulup gider mi?
Acılar birden biter mi?
Bir bebek özleminde seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?
Bir bebek özleminde seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?'
Bir anlığına gözlerimi kapatıp şarkının melodisine bıraktım kendimi. Ama bir anda Doğu'nun sesiyle irkilmiştim.
"Ahmet Kaya, sen böyle şarkılar sever misin?" demişti, sesindeki şaşkınlıkla.
"Sen beni başka kızlarla karıştırdın herhalde," dedim kaşlarımı çatarak.
Gülümsemişti, hafifçe başını eyvallah diyerek sesi bir kaç kere daha yükseltti.
'Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi?
Dikenleri göğü deler mi?'
Doğu, bir an için yolun ucunda uzaklara bakarak derin bir nefes aldı.
"Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya," dedi. Kelimeleri, aramızdaki boşluğa doğru süzüldü, her biri birer adım gibi kalbime dokunarak.
Sessizce dinledim onu, kısık bir mırıltıyla dudaklarında çevirdi sözleri. Başım geriye yaslı onun bana dönüp bakmasına gülümsedim.
'Kendine iyi bak, beni düşünme
Su akar yatağını bulur" Bir nefes aldım, sesimi titremeyen bir şekilde duyurmak için kelimelerimi sıraladım.'
'İçimdeki fırtına kör kurşunla diner mi?
Kavgalar kansız biter mi?
Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi?'
Şarkı yavaş yavaş son satırlarını okurken arabada bir virajdan çıkıp önü tek kapı ile kapanmış bir yerde yavaşladı.
"Neresi burası?" dedim etrafı incelerken.
"Birazdan göreceksin ama biraz yürümemiz gerekecek."
Karşıdan koşarak gelen bir adam hızla demir kapıyo açtığında Doğu baş selamını vererek arabayı içeriye doğru sürdü.
Arabayı boş araziye park ettiğinde ilerisini göremiyordum fakat uzun tahta yapıların gövdeleri ağaçlar arasından boy vermişti.
Arabadan inip etrafıma bakınmaya başladım, şaşkınlıkla gözlerimi her tarafa çevirdim. Tanıdık bir şey bulamıyordum. Her şey, bildiğim Mardin'in ötesindeydi. Havanın keskinliği, etraftaki sessizlik beni biraz daha meraklandırıyordu. Bir an duraksadım, derin bir nefes aldım, sonra gözlerimi Doğu'ya çevirdim.
"Hadi artık, çok merak ettim."
Doğu, bana bakarak hafifçe gülümsedi. Elini uzattı ve "Gel, benimle," dedi, sesi yumuşacık, ama içinde bana bir şeyler göstermek için sabırsız olduğu belliydi.
Elini tuttuğumda, yavaşça yürümeye başladık. Adımlarımız, sessizliğin içinde yankı yapıyordu. Birkaç adım sonra, etrafımızdaki manzara yavaşça değişmeye başladı.
Şehir gürültüsü arka planda kayboldu, doğanın huzuru ve sessizliği her şeyi sardı. Ve bir süre sonra, gözlerimin önüne devasa bir at çiftliği çıktı.
Nefesim kesildi. Çiftlik, yeşil çimenlerin ve uzaklara uzanan ağaçların arasında saklı kalmış bir dünya gibiydi. Atlar özgürce koşuyor, bazıları yavaşça otluyor, bazen de bir çit boyunca adımlarını atarak bir yere doğru ilerliyorlardı. Hava taze ve toprak kokusu canlandırıcıydı.
"Burası," dedim heyecanla. "Burası çok güzel."
"Beğendin mi?" dedi bana dönerek.
"Çok beğendim kokusu bile farklı buranın." Birkaç at kulübenin pencerelerinden başlarını uzatmış etrafı izliyorlardı.
"Şunların güzelliğine bak," dedim birkaç adım atarak ellerimiz birbirinden ayrılmadığı için Doğu da benimle birlikte gelmişti.
"Bekle," dedi elini kaldırıp adamlarına bir şey için işaret vererek.
"Ne oluyor?" dedim meraklı bir şekilde.
Doğu, hafifçe gülümsedi...
İleriden bir adamın tuttuğu at, yavaşça bizim önümüze doğru geldi. Gözlerim hemen ona takıldı. At, bembeyazdı, tüyleri öylesine parlaktı ki sanki her adımında ışıldıyordu. Yelesi ise upuzun, düzgünce taranmıştı ve rüzgarla hafifçe dalgalanıyordu. O kadar heybetliydi ki, sadece fiziğiyle değil, adeta varlığıyla da büyülüyordu. Her adımında gücünü ve zarafetini hissedebiliyordum.
Adım atarken bir arı gibi sessizdi, ama her adımda yere vurduğu patikalar, adeta güç ve zarafetle doluydu.
Gözleri, derin ve sakin, sanki yıllarca eğitilmiş bir hayvanın bakışı gibiydi. Vücudunun her bir hareketi, zarafetin ve gücün birleşimi gibiydi. Adam onu sakin bir şekilde yönlendiriyor, bir an bile kontrolü kaybetmeden, her şeyi mükemmel bir biçimde yapıyordu.
Yavaşça, at adımlarını keserek tam önümüzde durdu. Beyaz tüyleri parlıyor, her bir hareketiyle çevresindeki havayı değiştiren bir ihtişamla vardı.
Gözlerim bir süre atın üzerinde gezindikten sonra, istemsizce başımı çevirdim. Doğu, yanımdaydı ve yüzü, her zamankinden biraz daha huzurluydu. Ama aynı zamanda, içinde bir şeyler sakladığı belliydi.
Ona baktığımda, gözlerindeki sessiz anlamı hissedebildim. Ama beni en çok etkileyen şey, yavaşça bana dönerek "Mavi'yle tanış," dedi.
"Mavi mi?" dedim, sesimde istemsiz bir titreme vardı. Gözlerim ona kitlenmişti, kalbim neredeyse her vuruşunda boğazımda düğümleniyordu. Hala ne olduğunu, ne olacağını anlamıyordum. Ama bir şeyler vardı, hissettiğim bir şeyler vardı.
Doğu bir adım daha yaklaştı ve gözlerindeki o bilge ifadeyle bir kez daha gülümsedi.
"Gel," dedi, ama bu seferki sesi, diğerlerinden çok daha içten, çok daha yumuşaktı. Elimi tutup yavaşça beyaz bedenine yaklaştırdı.
Parmakları elimin üstünde atın bedenine değdiğimde derin nefesler aldım.
"Adın Mavi mi senin?" dedim, başımı yana eğerek, onun o parlayan gözlerine baktım.
Sözlerimden hemen sonra Mavi, başını semaya çevirdi, sonra usulca indirip bana baktı. Gözlerinde bir anlayış vardı bir tanıma, bir kabulleniş. Sanki kalbimle konuşmuştum da o beni duymuştu. İçimde garip bir sevinç kıpırdadı.
"Doğu," dedim, dönüp heyecanla ona baktım. "Adını tanıyor!"
Doğu birkaç adım attı, Mavi'nin baş hizasına geldiğinde, at başını usulca ona doğru uzattı. Öyle yavaş ve öyle güvenle... Tıpkı bir dostunu yıllar sonra görüp özlemle sarılmak ister gibi. Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi. Bu an... bu küçük mucize, içimi sıcacık yaptı.
Doğu, gözlerinde tatlı bir memnuniyetle Mavi'nin başını usulca okşarken gülümsedi.
"Senide tanıyor herhalde," dedim sessizce.
"Yaklaşık üç aydır tanıyor beni," dedi Doğu, başını usulca Mavi'nin boynuna yaslarken. Sesinde hem bir gurur hem de tuhaf bir bağlanmışlık vardı. Öylece durdu elini atın yelesinde gezdirdi, parmakları tüylerin arasından yavaşça geçti.
Doğu, atın boynuna yaslanmışken yüzünü bana çevirdi. Gözlerinde dalgın bir gölge vardı geçmişten gelip şimdiye sinen bir şeyin izini taşıyordu o bakış.
"Biliyor musun," dedi, sesi yumuşaktı, sanki kendi anılarına kendi içinde yürüyormuş gibi. "Seni Mardin'e ilk getirdiğim gün... Kafam darmadağınıktı. Ne yaptığımı ben de bilmiyordum. Sadece... seni alıp getirmek istedim. Ama sonra... sonra ne yapacağımı bilemedim."
Bakışlarını Mavi'ye çevirdi. "O gün tek başıma yola çıktım. Rastgele yürüyordum. Arabayı durdurdum buraya yakın bir yerde hiçbir planım yoktu. Aklımda bir tane bile çıkış yolu yoktu anlayacağın çıkmazdaydım, düşünmek istemiyordum, susmak da yetmiyordu. Sonra... bir yerden çıkıverdi bu beyaz şey." Mavi'nin yelesine usulca dokundu. "Oradaydı. Sessizce önümde durdu, bana baktı. Ne kaçtı, ne yaklaştı. Sadece izledi beni."
Ben içimden sessizce onun anlattığı anı gözümde canlandırmaya çalışıyordum.
"Ben adımımı attım, o da attı. Yürüdüm, arkamdan geldi. Beni bu çiftliğe kadar getirdi. Ne sahibi vardı o an etrafta, ne ses. Sanki o çiftlik onunmuş gibi yürüdü, ben de arkasından gittim. O gün hem Mavi'yi, hem bu yeri buldum. İkisini birden aldım. Ve sanki ikiniz de aynı gün çıktınız karşıma. Sanki bir şekilde bana ait oldunuz."
Yutkundum. Boğazımda düğümlenen duyguları bastırmakta zorlanıyordum.
O an sessizliğimizin içinden yumuşak, ama derin bir ses yükseldi. Doğu, Mavi'nin yelesini okşarken başını kaldırdı ve gözlerini bana çevirdi. Bakışı, bir hikâyeyi anlatmadan önce kelimeleri içinde tartan birinin bakışıydı.
"Seni anlattım ona," dedi.
Nefesim usulca göğsüme çekildi. "Mavi'ye mi?" dedim, gülümseyerek, ama içimde bir yer tam da o anda titredi.
Başını hafifçe eğdi, gözleri yumuşadı. "Evet. Onu aldığımda sessizce karşıma dikildi. Ne kaçtı, ne yaklaştı. Ama bir şekilde... bana aitmiş gibi hissettirdi kendini. Sonra konuşmaya başladım onunla. Delilik gibi belki ama... içimde ne varsa döktüm. Ve seni anlattım."
İçimde bir şey düğümlendi. Kalbim, onun o günleri yaşarken aslında neler hissettiğini ilk kez duyuyordu.
"Mavi gözlerinden başladım anlatmaya," dedi, bakışlarını kaçırmadan. "O an gözlerini açtığın ilk anı... o öfkeni, o yabani ama bir o kadar da kırık bakışı anlattım ona. Gözlerin... hem bağırıyordu hem de susuyordu. O karmaşayı, o hırçınlığı, o ilk bakıştaki nefretini... hepsini söyledim."
Yutkundum. Mavi, şimdi başını yere eğmişti. Sanki konuşulanları hisseder gibi.
"Ve o ana kadar hiç tepki vermeyen bu inatçı hayvan," dedi gülümseyerek, "tam da senin öfkenden bahsederken başını kaldırıp bana baktı. Nefes aldı, burnunu gökyüzüne çevirdi. O zaman anladım... adını o an koyduk biz. Ben düşündüm, ama o seçti. Mavi dedim çünkü... senin mavi gözlerin en saf yerindi."
Sessizliğin içinde, Mavi'nin burnundan çıkan hafif bir soluk sesi yankılandı. Gözlerim doldu.
Doğu hâlâ bana bakıyordu. "Senin öfken bile güzeldi," dedi. "Çünkü içi tertemizdi. Mavi bile hissetti bunu. O yüzden seni sevdi."
Gözlerim yavaşça Mavi'ye kaydı. Bembeyaz bedeniyle, kar gibi bir zarafetle karşımızda duruyordu. Ve şimdi... artık yalnızca bir at değildi benim için. Bir tanıklıktı. Bizim ilk hikâyemizin sessiz şahidi, adı mavi olan bir kalbin şekliydi.
Mavi'nin burnu hafifçe kıpırdadı, kulakları titredi. Sanki konuşulanları hissediyor, her kelimenin ağırlığını taşıyordu. Başını bana doğru eğdiğinde birkaç adım attım ona yaklaşmak için. Parmaklarımı uzattım, tereddütle. Ama o, bir an bile çekinmeden başını elimin altına koydu. Nefesim daraldı. Kalbim, bu temasla birlikte usulca hızlandı.
Doğu, yanımda sessizdi ama varlığı o kadar güçlüydü ki, sırtımı döndüğümde bile hissetmemek imkânsızdı. Gözlerimi kapatıp alnımı Mavi'nin başına yasladım. İçimde biriken her şey korkularım, öfkem, yalnızlığım o temasla bir nebze yumuşadı.
"Demek beni ilk önce o anladı," dedim, gözlerimi açmadan.
"Sana benziyor," dedi Doğu, sesi bir bulut gibi yumuşaktı. "Uysal değil ama adil. Güvenini kolay vermez ama bir kez verdi mi... bir ömür saklar."
Kafamı çevirdim, göz göze geldik. "O gün bana da öyle baktın," dedim. "Gözlerimdeki öfkeye rağmen, baktın. Korkmadın. Geri çekilmedin. Neden?"
Omuzlarını kaldırdı, ama bu bir savunma değil, içten gelen bir itiraftı "Çünkü ben de öyleydim, Rona. O yüzden tanıdım seni. O yüzden kalmanı istedim."
O an sessizlik başka bir renge büründü. Ne geçmiş vardı üzerimizde, ne gelecek. Sadece olduğumuz yer ve Mavi'nin başı hâlâ elimin altındaydı. Ve ben ilk defa bu kadar yabancı bir şehirde, bu kadar tanıdık hissettim.
Gülümsedim sessizce. Çünkü kelimeler yetmezdi. Çünkü bazen bir atın gözlerinden, bir adamın susuşundan, bir şehrin rüzgarından daha çok şey anlatılamazdı.
Doğu, bir adım atıp yanımda durdu. Elimi tuttu. Birlikte Mavi'ye baktık. Bizi tanıyan tek tanığa. Ve ben ilk kez, ait olduğum bir yerin nefesini hissettim. Hem onun elinde, hem bu toprağın kokusunda, hem de Mavi'nin suskun ama anlayan gözlerinde.
•
Gözlerimi açmadan önce sesini duydum.
Yanağıma düşen saçımı usulca iterken, "Rona..." dedi alçak bir sesle, "Geldik güzelim, hadi uyan."
Sanki rüyamda da onun sesiydi peşinden yürüdüğüm, ve şimdi, göz kapaklarımın ardındaki o tatlı karanlıkta, ben onun sesine biraz daha tutunmak istedim.
Mırıldandım. "Biraz daha... sadece beş dakika."
Sesim uykunun içinden boğuk, nazlı, çocuk gibiydi.
Doğu gülümsedi. Biliyorum çünkü sesinden anladım.
Sesindeki o yumuşayan ton, her kelimesine yayılan sabır... Kapı açıldığında içeri dolan serin kum rüzgârı tenimi okşadı, bir an ürperdim.
"Yatakta uyu rahatça, belin tutulacak Rona," dedi usulca. Sesi, yorgan gibi üzerime örtüldü.
"Ya Doğu," diye mırıldandım, göz kapaklarımın altından onun siluetini sezerek. "Bırak beni... ben her yerde uyurum." Sözüm, dudaklarımdan üşengeç bir gülümsemeyle döküldü.
"Anladım, onu biliyorum," dedi hafifçe gülerek.
"Her yerde uyursun da, burada uyuyamazsın güzelim. Arabanın içinde... sırtın tutulacak sonra neden izin verdiğin diye başıma kakarsın."
Ona hak vermemek ne mümkün. Ama uykunun sıcaklığı öyle tatlı sarmıştı ki,
birkaç dakika daha gözlerimi açmamak için direniyordum. "Yukarı kadar çıkarsam uykum açılır," dedim, sanki hâlâ pazarlık gücüm varmış gibi.
Başımı koltuğa yaslamıştım, ama dudaklarımda belli belirsiz bir sırıtış vardı.
Doğu sustu bir an. Sonra parmak uçlarıyla nazikçe yanağıma dokundu, "İstersen kucağımda çıkarayım seni," dedi öylesine ciddi bir tonda ki,
gözlerimi istemsizce araladım.
"Hayır!" dedim birden. Kemerimi çözerek ayaklarımı yere bastım. "Tüm konağa rezil mi edeceksin beni?" dedim kızarak.
Yüzünde hafif bir şaşkınlık, ama asla geri adım değil. Ciddiydi. Hem de fazlasıyla.
"Karım değil misin?" dedi sakin ama gururlu bir sesle. "İstersen başımın üstünde, istersem kucağımda taşırım... Kimden utanacağım?"
Ben, ses etmeden yürümeye başladım ama ayak seslerim, kalp atışımla yarışa girmişti.
Ve Doğu arkamdan sessizce geliyordu, adımlarını bana uydurarak yüzüme sürülen saçma gülümsemeye sahip çıkmaya çalışıyordum aynı anda.
'Karım değil misin?'
O sert ve erkeksi sesi hala içimde yankılanıp geceye karıştı sessizce.
Tam tamına kapıya varmıştık ki, konağın avlusundan gelen hızlı adım sesleriyle irkildim.
"Elhamdülillah, nihayet buldum sizi!" dedi, nefes nefese.
Fırat'ın gözleri heyecanla büyümüştü. Bir yandan da Doğu'nun koluna abartılı bir şekilde sarıldı. "Ağam sabahtan beri sizi arıyorum, nerdesiniz siz ya? Telefonlar mefonlar kapalı! Ben panikten Midyat Devlet'e gittim, kayıp başvurusu yapacaktım az daha!"
Doğu ona anlamlı bir bakış fırlattı, ama Fırat hızını alamamıştı.
"Yenge! Bak gerçekten kırgınım şu an," dedi bana dönerek. "Yarın sabah gidip beni evlendirmeniz gerekiyordu, ama siz aşk gezisine çıkmışsınız! Ben ne oluyorum peki? Üvey evlat mıyım ben bu ailede?"
"Lütfen bu hayatta ilk defa sen evleniyormuşsun gibi davranma bak ben evlendim hiç de öyle çok değişik bir şey yok," dedim Doğu'ya bakmayarak.
"Yenge bak yapma, gerçekten duygularımla oynuyorsunuz. Ben burada ağır stresteyim."
Doğu başını iki yana sallayıp kapıya yöneldi. "Yarın kızı istemeye gidiyoruz işte. Drama yapma Fırat."
Fırat ellerini iki yana açtı, sanki Oscar törenindeydi. "Drama mı? Ben burada hayatımın en büyük eşiğini geçmeye hazırlanıyorum, siz hâlâ beni ciddiye almıyorsunuz!"
"Her şey hazır mı?" dedim kapıdan içeri adım atarken.
Sabah yolda ona söylediğim o uzun listeyi mesajla atmıştı bana takım elbisesinden, çiçeğine, yüzük kutusundan kız tarafına götürülecek hediyelere kadar her şey detaylıca yazılıydı.
Ben de o mesajı alır almaz hiç vakit kaybetmeden Reşo'ya göndermiştim. İstanbul'da tanışmıştık onunla. O zamanlar bana sade, sıradan biri gibi gelmişti ama Midyat'a gelince anladım ki Reşo da konakta çalışıyormuş. Sessiz ama becerikli biriydi, tam benlikti.
Ona mesajı atar atmaz her şeyi halletmiş, hatta iş bitince "Yenge görev tamamlandı, yarın damadımız hazır" diye sesli mesaj bile bırakmıştı.
"Hazır yengem eline koluna sağlık, Reşo bir iki saat önce her şeyi getirdi her şey hazır arabalara yerleştirdim bile."
"O zaman..." dedim ellerimi yana açarak "şimdi beni rahat bırakıyorsun yarın için güzellik uykuma dalacağım. Sabah gözümde tek bir şişlik olursa sana kız istemeye falan gelmem diğer güne ertelenir ve sen de bu panik halinle kendini patlatırsın haberin olsun şimdi beni rahat bırak."
Doğu'yla merdivenleri çıkarken hala arkamdan bağırıyordu. "Ağabey yol şimdi uzundur kaç saate çıkarız. Yenge sen kaç saate hazır olursun? Tam olarak saat beşte hazırlanmaya başla sen bak!"
Doğu çıktığı merdivenleri sabır dileyerek aşağı inerek "Lan oğlum hasta mısın lan sen, yürü git uyu."
"Tamam ağam ben uyuyim beşte kalkarım,sizide yoklarım uyandınız mı diye."
"Sakın!" Dedik Doğu ile aynı anda.
Fırat resmen kaçarcasına "Oo tamam siz senkron bir çift olduğunuza göre bana gidiş yolu gözüktü... İyi geceler yengem, iyi geceler ağabeyim," diyerek dış kapıyı çekerek çıktı.
Doğu odanın kapısını ardına kadar açıp içeri girerken hâlâ kendi kendine söyleniyordu.
"Çattık ya, şu kızı isteyelim de akıl sağlığı yerine gelsin şunun." Sesi hem kızgın hem de hafifçe gülümseyen bir tonla döküldü dudaklarından.
Yatağa oturdum, topuklu çizmeleri ayağımdan çıkarmaya uğraşırken, başımı hafifçe yana eğip ona baktım. "Aşk öyle bir şey demek ki," dedim, çizmelerden biri elimde, diğeri hâlâ ayağımda sıkışmış halde. "İnsanın aklını alıyor, sonra kalbini bırakıyor yerine."
Doğu omuzlarını silkti, üzerindeki siyah ceketini çıkarıp sandalyeye bıraktı.
"Öyle mi olurmuş?" dedi.
Sonra yanıma doğru yaklaştı, diz çöküp diğer çizmemi çıkarmaya başladı usulca.
"Ne yapıyorsun?" dedim gülümseyerek, tedirgin bir nefesle.
"Zorlanıyor gibiydin," dedi elleri çizmemin tokasına uzanırken.
"Tanıdık mısın aşka?" dedi birden, sesi alçak ama yavaşça içime işleyen bir tonda.
Bir anlık sessizlik... Sanki odadaki hava bile nefesini tutmuştu.
Ben de sustum. Çünkü bu sorunun cevabını önce kalbime sormam gerekti. Başımı yavaşça eğdim, gözlerimi bir noktaya sabitleyip içimden geçenleri toparlamaya çalıştım. Ama hiçbir kelime yoktu o an hissettiklerime denk gelen.
Sonra dudaklarım kendiliğinden kıpırdadı "Yabancıyım," dedim, gözlerimi kaçırmadan.
"Peki ya sen?" dedim, sesim nefesime karışmış gibiydi. "Sen de yabancı mısın?"
Gözlerini kaçırmadı ama cevap da vermedi hemen.
O, kelimeleri özenle seçen adamlardandı, ama bu kez... Bir süre sustu.
Sonra dudaklarının kenarına yarım bir gülümseme oturdu, gözleri hafif kısıldı, sanki içinden geçen binlerce şeyi tek bir cümleye sığdırmak istiyordu da sığdıramıyordu.
"Bazen..." dedi. "Bir yabancının gözlerinde, en tanıdık karanlığı bulursun."
Ayağa kalktığında, bakışları hâlâ üzerimdeydi. O kalkarken ben oturduğum yerden kıpırdamadım. Sanki içimde bir şey onunla birlikte hareket etmişti.
Kalbim göğsümün içinde usulca ama güçlü çarpıyordu.
Bir adım attı.
Bir adım daha.
Ve ben de fark etmeden ayağa kalktım.
Aramızda sadece birkaç nefeslik mesafe vardı şimdi. Kumaşın içinden bile tenimizin sıcaklığı birbirine değiyor gibiydi.
Gözleri gözlerime kilitlenmişti.
O aramızdaki mesafe iyice azaldığında nefesini yüzümde hissettim. İçgüdüsel olarak durdum, ne olacağını bilerek ama yine de hazırlıksız. Doğu hiç acele etmedi. Gözlerini bir an bile benden ayırmadan başını eğdi. Dudakları dudaklarıma değdiğinde, önce sadece öylece kaldık. Ne ileri ne geri... Sanki birbirimizin varlığından emin olmak ister gibi.
Yavaşça hareket etti sonra, dudağımı kavradı. O kadar yumuşak, o kadar temkinliydi ki, sanki kırılmamda. korkuyormuş gibi... Ben de karşılık verdim. Kafamda bin türlü düşünce vardı ama o an hiçbirine yer kalmamış gibiydi. Sadece oradaydım. Sadece o anın içindeydim.
Başını hafifçe eğdi, ama öyle bir yavaşlıkla ki... sanki zaman onun dudaklarının hareketine ayarlanmıştı. Dudaklarıma ilk dokunuşu, bir kar tanesinin tenime düşmesi kadar hafifti. Bir tereddüt, bir yoklama... Sonra o dokunuş derinleşti. Dudaklarımı yakaladı, yavaşça bastırdı. İçimde bir yer yandı. Karşılık verdiğimde, nefesim kesildi sanki. Gözlerimi kapadım, hissetmek için her şeyi.
Ellerim refleksle göğsüne gitti, onu itmek ya da çekmek için değil. Orada olduğunu bilmek için. O ise bir an için ellerini belime yerleştirdi. Ne sıkıydı ne gevşek... Sadece destek olur gibiydi. Beni tutuyordu.
Parmaklarım ensesine gitti, saçlarının arasından parmaklarımı geçirip kendime çektim onu.
Bedenlerimiz neredeyse tamamen birbirine yaslandı. Belime yerleşen elleri, beni kendine çektiğinde içimden bir inilti yükseldi, bastırdım.
Birkaç adım attığımızda sırtımı duvara yasladı, elleri yanaklarıma değerken yüzümün her zerresini hissetmek istiyordu.
Boynuma doğru inmeye başlayan dudakları, her bir öpücükle beni daha da delip geçiyordu. Ellerim, bedeninde gezinirken cildinin sıcaklığına karşılık vermek için titriyordum. Derin bir nefes aldım, gözlerim kapalıydı, her şeyin içinde kaybolmuş gibiydim.
İçimdeki his, kelimelerle anlatılamazdı; her bir öpücük, her bir dokunuş, ona olan her şeyimi daha da derinleştiriyordu. Sanki yalnızca ona ait oluyordum, sadece bu anın içindeydim ve başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bedenim, ne kadar daha fazla hissedebileceğini sorgulayan bir açlıkla, onun vücuduna daha da yaklaştı.
Parmaklarım, gömleğinin düğmesini çözmek için hızla ilerledi. Kumaşı hissederken, içimde bir yer daha da açıldı, ona doğru daha da çekiliyordum. Gömleği hızla çıkardım, kararmış ipek gibi, siyah kumaşı kolundan çekip yere fırlattı. Tekrar kollarımın arasına girmesiyle çıplak teniyle yeniden karşılaştım. Her bir dokunuşumda, vücudunun sıcaklığı beni sarhoş ediyordu.
Gözlerim, onun üzerindeki her detayı tararken, dudaklarımız tekrar buluştu. Bu sefer daha cesur, daha istekliydik. Dudaklarımız, birbirini tam anlamıyla sahiplenirken, ellerim sırtında gezinmeye başladı.
Dokunuşum sanki onu daha da çıldırtmış gibi, bacaklarımın arasına yerleşen elleri, yırtmaçlı elbisemin açık bıraktığı bacaklarımı sıkıca kavradı ve bir an içinde beni havaya kaldırdı. Belini kavrayarak bacaklarımı ona doladım vücudum, havada asılı kalmışken, hiç çekinmeden dudaklarını bırakmadım.
Dudaklarımız arasındaki temas, aradaki mesafeyi bir anda yok etmişti. Her bir öpücükle, her bir nefesle daha da derinleşen bir bağ kuruyorduk. Ellerim boynuna sarılmışken, ani bir hareketle beni duvardan çekip, bedenimi daha da yakınlaştırarak yatağın etrafında dolandık. Vücudumun her bir dokunuşu, her bir hareketi ona daha fazla yakınlaşma arzusuyla titriyordu.
Bir anda kendimi, makyaj masasının önünde buldum. Doğu'nun elleri hızla masanın üzerine kayarak, masanın etrafındaki her bir malzemeyi, elinin tersiyle savurdu. Şaşkınlık, biraz da heyecanla, masadaki her şey yere dağılırken, bedenimi hızla masaya yerleştirdi. Kalçam masaya değmeden, gözlerimiz birbirine kilitlenmişti.
Bedenim, yalnızca ona aitmiş gibi, her bir hareketinde ona yanıt veriyordu. Ellerim onun vücudunda gezinirken, tüm arzumuzu daha da yoğunlaştırıyorduk. Masanın soğuk yüzeyi, dokunuşlarımıza karşılık verir gibi hissettiriyordu.
Doğu'nun nefesi, boynumda ve dudaklarımda gezdikçe, içimdeki her tutku patlamaya yakın bir hale geliyordu.
Doğu'nun elleri, vücudumda gezinirken, yavaşça elbisemin düğmelerine yöneldi. Parmakları, her bir düğmeyi dikkatlice çözüp, kumaşın yavaşça kaymasına izin verdi. Gözlerim, ona odaklanmıştı her bir hareketi, içimde bir kıvılcım gibi yankı uyandırıyordu. Elbisenin önü, göğsümün önünden açılmaya başladığında, yavaşça vücudumun silüetini serbest bırakıyordu.
Kalçamı hafifçe kaldırdım, vücudum ona doğru yönelirken, Doğu'nun elleri elbisemin etek kısmını tamamen çekip çıkarmama yardımcı oldu. Elbisem vücudumdan kayarken, çıplak cildimdeki her bir dokunuşu hissettim. Şimdi sadece siyah sütyenim ve ince ipli iç çamaşırım kalmıştı. O an, vücudumun her bir parçası onun önünde tamamen özgür olmuştu. Utanmadım, aksine tamamen ona aitmişim gibi hissettim. Her bir hareketim, içimdeki tutkunun daha da yoğunlaşmasına neden oluyordu.
Doğu'nun gözleri vücudumda gezinirken, dudaklarımda bir gülümseme belirdi. Vücut dilim, ona daha fazla yaklaşmak istiyordu.
İki elinin parmaklarını kullanarak işaret ve orta parmaklarını kullanıp bacaklarımı iki yana doğru açmıştı. Girebileceği kadar kendine yer açtığında yavaşça bacaklarımın arasına yaklaştı.
Gözlerim gözlerinden ayrılmazken parmaklarım kemerine ilerleyip hızla tokasına ulaşıp çözüp, sert bir hareketle kenara ittim.
Doğu bir an başını eğip sert bir nefes verdi, sonra yeniden bana baktı. Ellerim artık durmuyordu kemeri çözülen pantolonun kenarına ilerledi, ama onun da bana olan yaklaşımı aynı anda derinleşti. Düğmesini açıp düşmesine izin verdiğinde Doğu ustaca o kumaş parçasından da kurtulup yeniden bacakalarımın arasına kurulmuştu.
Dudakları, her bir zerremde gezinirken, sanki zamanı unutturuyordu. Yavaştı ama bilinçli her öpücüğü bedenime haz dolu bir yankı gibi yayılıyordu. Boynumdan köprücük kemiğime, oradan bacaklarıma kadar uzanan dudakları, tenimi hem okşuyor hem de sahipleniyordu.
Aramızdaki son kumaş parçaları da birer birer çıkarılıp yere atıldığında, sanki bedenim de onun ellerinde çözülüyordu. Her parça uzaklaştıkça, ben daha da açılıyor, ona daha çok yaklaşıyordum. Doğu, beni tutuşuyla bir zirvenin en yüksek noktasına taşımış gibiydi. Oradaydım tüm savunmalarımdan arınmış, tüm duvarlarımı onun dokunuşlarıyla yıkmış halde.
Ve sonra... birlikte aşağıya atladık. Sadece bir kez değil defalarca. Her düşüşte içimizdeki bütün ağırlıkları bırakıyor, yeniden yükseliyorduk. Her temas, her birleşme, her iniltiyle birlikte bedenimiz bir ritim tutturmuştu. Artık sınır yoktu zaman, beden, ses her şey birbirine karışmıştı.
İniltilerimiz birbirine dolandıkça, sadece kulağımda değil, tüm tenimde hissediyordum onun sesini. O bana değil, sanki ben onun içine düşüyordum, gözlerinde, nefesinde, kollarında kayboluyordum. Dokunuşları... sadece tenimde değil, içimdeydi. Her hücremde, her zerremde.
Adımı fısıldadığı an, gözlerimi kapattım. O andan başka hiçbir şey kalmamıştı dünyada.
Odanın her köşesi, bedenlerimizin birleşimiyle yankılanıyordu duvarlar, zemin, hava bile bizimle dolmuştu sanki. Her adımımız, her dokunuşumuz yeni bir iz bırakıyordu yatak, masa, duvar... her yer bizim hikâyemizi anlatır gibiydi. Sanki oda artık sadece bir oda değil, bizim arzumuzun yankılandığı bir evrene dönüşmüştü.
Nereye dokunsak orada bir hatıra oluşuyordu tenimin onun tenine değdiği her an, her kıvrımda yankılanan nefeslerimizle şekilleniyordu. Nefes nefese kalmıştık ama daha da derinleşmekten, birbirimizde kaybolmaktan çekinmiyorduk. Yorgunluk değil, bir çeşit tamamlanmışlık hissi yayılıyordu aramıza.
Perdenin ucuna asılı bir el, duvara dayalı bir diz, zemine yayılan kumaşlar... hepsi bu anın sessiz tanıklarıydı. Her şeyin içinde, bedenimiz kadar ruhlarımız da birbirine dolanmıştı artık. Göz göze geldiğimizde, sadece bedensel değil, içsel bir bağın en saf hâliyle birbirimizi kavradığımızı anladım.
•
Sabaha karşı odanın içinde ağır bir sessizlik vardı yalnızca perdelerin arasından süzülen solgun ışık, yerdeki dağınıklığın üzerine düşüyor, geceye ait ne varsa dingin bir sessizliğe gömüyordu. Hâlâ uyanıktık. Bedenlerimiz yorgundu ama gözlerimiz kapalı değildi ne kadar geçse de birbirimizden kopmaya cesaret edememiştik.
İnce, pamuklu pikeyi çıplak tenimize sardık. Tenimizin hâlâ birbirine değdiği yerlerde, gece boyu süren dokunuşların sıcaklığı duruyordu.
Başımı Doğu'nun göğsüne yaslamıştım. Nefes alışlarımızın ritmi, Doğu'nun kalp atışlarıyla uyum içindeydi. Her şey şafağın sökmesi ile durmuştu ama içimizde ki kıpırtısı dinmemiş bir şeyler vardı.
Doğu'nun parmakları omzumda usulca gezinirken, konuşmuyorduk. Gerek de yoktu. Gece boyunca paylaştığımız şeyin adı yoktu ama yeri belliydi derin, sessiz ve gerçek...
"Fırat'ın istediği oldu baksana," dedim gülümseyerek, Doğu'nun göğsüne hafifçe dokunup başımı yukarı kaldırarak. "Saat beş, biz hâlâ ayaktayız."
Doğu kısık gözlerle bana baktı, sonra hafifçe güldü. Elini belime doladı, bedenimi biraz daha kendine çekti. "Uyu sen, bütün gece yordum seni," dedi sonra alçak bir sesle, ama yüzünde o alaycı, tanıdık bakış vardı.
Gözlerimi kısıp güldüm. "He siz yorulmadınız yani ağam."
"Ben doğuluyum," dedi göz kırparak. "Geceyle aramız iyidir. Ama sabahları da severiz, eğer seninle başlıyorsa."
Ben ona öyle bakarken, gözüm yerde ters duran yarısı kırılmış cilt bakım ürümlerime takıldı. Kahkaha attım. "Bu oda savaş alanı gibi... senin yüzünden."
"Benim yüzümden mi?" dedi, gülerek.
"Evet bana hepsini borçlusun borcunu en kısa zamansa öde ağam." Dedim kaşlarımı çatarak.
"Öderiz gülüm, hepsi sana feda olsun," dedi, beni göğsüne daha sıkı bastırırken. "Her şeyi alırım ben sana... ama tekrar kırılmayacağının sözünü veremem."
Başımı kaldırmaya çalıştım,"Ya Doğu..." dedim kısık bir sesle. Ama o, izin vermedi. Elini başımın üzerine koyup tekrar göğsüne yasladı beni.
"Hadi biraz uyu bakalım," dedi alttan alta gülümseyerek. "Yoksa yola akşam çıkarız. Fırat da kalp krizinden evlenemeden ölür, sonra sen vicdan azabın çekersin."
Kolu belimde biraz daha sıkılaştı. Göğsüne yaslanmış halde, kalp atışlarını dinlerken gözlerim istemsizce kapanmaya başladı. Sözleri hâlâ kulağımda çınlıyordu ama yorgunluk, her şeyin üzerine örtü gibi serildi.
Ben onun göğsüne, o beni uykuya yasladı...
Gözlerimi araladığımda odanın içi hâlâ sabahın solgunluğuyla kaplıydı. Pikenin altında çıplak bedenim hâlâ geceden kalma sıcaklığı taşıyordu ama Doğu yoktu. Elimi uzattım, yanımda bıraktığı boşluk hâlâ sıcaktı. Yataktan kalkmadan önce bir an durdum sessizlik bozulmadan, o an biraz daha uzasın istedim.
Tam o sırada dışarıdan gelen belli belirsiz bir ses kulağıma çarptı. Bahçeden geliyordu. Önce ayırt edemedim rüzgâr mı, kuş sesi mi derken, bir anda o sesi tabi ki tanıdım...
"Yengemmm! Hadi kalk artık! Sabah oldu, kahvaltı hazır!"
Fırat'tı bu coşkusuyla bağırıyordu ama bu kez sesi biraz bastırılmış gibiydi. Ardından Doğu'nun boğuk sesi geldi.
"Fırat, ses tellerimi sikerim bağırma lan oradan."
"Ağam yengemi kahvaltıya çağırıyorum.Ne bağırması!"
"Sus dedim Fırat, sus! Hala bağırıyorsun gerzek herif."
Gülümsedim, gözlerimi tavana diktim. Yorganı burnuma kadar çektim.
Dışarıdaki ayak sesleri giderek uzaklaştı. Doğu belli ki Fırat'ı azarlamaya devam ederek bahçenin ucuna kadar yürütmüştü onu.
Fırat haklıydı artık kalkmam lazımdı. Yatağın sıcaklığına biraz daha tutunmak istesem de, aşağıdan gelen sesler, tabakların birbirine çarpması, kahkaha kırıntıları ve Doğu'nun sesi... hepsi beni bu sabahın içine çağırıyordu.
Pikenin altından yavaşça doğruldum. Vücudum hâlâ geceden kalma bir yorgunluğu taşıyordu ama üzerimde hafif, yerleşmiş bir huzur da vardı. Yerdeki elbisemi bulup toparlandım, saçlarımı elimle biraz düzelttim. Aynaya baktım. Gözlerim uykulu ama yüzümde farkında bile olmadan yerleşmiş bir gülümseme vardı.
Hızla duşa girip bakım işinide orada hallettikten sonra bornozu bedenime sarıp başıma da küçük havluyu geçirip giyinme odasına doğru yürüdüm.
Bugün orada aslında Fırat'ın ailesi olarak bulunacaktık bu beni heyecanlandırsa da biraz tedirgin ediyordu daha önce hiç bu kadar aile arasında ciddi bir olaya karışmamıştım nasıl davranacağımı da bilmiyordum ama mecbur ortama ayak uyduracaktım.
Dolaptan saten pembe etek ve beyaz bir ceketi çıkardığımda bugün tatlı bir elti yâda görümce olmaya karar vermiştim.
Görümceler hakkında çok şey duymuştum ama benim görümcem; en azından bir tanesi çok tatlı.
O anda sanki tam sırasıymış gibi gözlerimin önüne Dilan gelmişti.
Ne yaşandığından habersizdim, belli ki diğerleri de kendini sağır etmişti, moralim birden bozulduğunda bunu Doğu'dan saklamak beni çok huzursuz hissettiriyor bir şekilde en azından ona bahsetmem gerekiyordu bundan.
Sıkıntılı bir nefes vererek bugünlük bu konuyu sonraya bırakacaktım, üstümdeki bornozu çıkartarak kıyafetlerimi giymeye başladım. Ardından saçımı kurutup şekillendirmek için dağıttığımız makyaj masasının koltuğunu zorlukla çevirerek önüne oturup saçımı yaptım.
Gözlerime de parıltılı far ve kahverengi kalemle gölgelendirme yaptıktan sonra dudaklarımı çerçeveleyip ruju sürüp takılarımı taktım.
O anda gözüm alyansıma kaydı... Doğu da bende alyanslarımızı hiç çıkarmamıştık. Sanki hep oradaymış gibi varlığını bile hissettirmeden öyle zarafetle parlıyordu.
Gözlerim aynadan boynumdaki kolyemle de buluştuğunda rengi kombinime uymasa da her daim orada olduğundan emin olarak gülümseyerek düzelttim.
Çantamın içine de birkaç makyaj malzemesi koyup telefonumu şarjdan çıkarıp ayağa kalktım.
Anladığım kadarıyla Doğu erkenden kalkıp duş almış ve üstünü giyerek aşağı inmişti belli ki Fırat'ı sakinleştirme görevi şu anlık ondaydı.
Kapıyı çekip çıktığımda aşağıda gördüğüm ilk kişiyede odayı geldiğimde kendimin toparlayacağını, girip zahmet etmemelerini rica etmiştim.
Konak halkından Helin ve Hozan bizimle geliyordu Berfin Hanım ve Kalender Bey selamlarını gönderip vekaletlerini Doğu ve bana vermişlerdi bir nevi .
Aşağı indigimde herkes kahvaltı masasında otururken Helin de benim gibi hazır bir şekilde inmişti aşağı o da bordo bir pantolon ceket takımı giymiş saçlarına jilet gibi bir fon çekmişti. Hozan da ağabeyinin küçük boyuymuş gibi gömlek rengine kadar Doğu'yla aynı takımı giymişti.
Masada Fırat da vardı, heyecandan yerinde duramazken önündeki tabaktan tek bir lokma bile yememişti. Kalender Bey ona dönerek "Oğlum yesene bir lokama bir şey, bayılıp kalacaksın insanların içinde bak vermezler kızı sana sonra sana."
Ciddi bir adam olduğu için eminim ki çocukları dahil kimse onun espri yaptığını anlayamamıştı .
Fırat büyüttü gözleriyle başını kaldırdığında yanındaki ekmeğe uzanıp koca bir lokmayı aynı anda ağzına koymuştu .
"Yok oğom kozo alop sonro boyolocoğom."
Ağzında yemek varken konuşmaya çalışması ortamı daha komik bir hale sokunca hepimiz onun bu haline gülmüştük. Aslında bakıldığında gülünecek hiçbir tarafı yoktu onun bu heyecanını anlayabiliyordum. Yıllardır sevdiği için belki de uzaktan uzağa hayaller kurdu ve bugün evlenmek için bir adım atacaktı.
Belki bazı imkansızlıklar vardı ve mucizevi bir şekilde onun için imkanlar dahilinde olmuştu ve belki de gülünecek halde olan bizdik, Fırat değil.
Yarım saatin sonunda hepimiz hazır bir şekilde avluda olduğumuzda Fırat deli danalar gibi herkesi arabalara yerleştirmeye çalışıyordu. "Yengem hadi binin siz... Helin bacım hadi sen arkaya bin... Ağam sen mi süreceksin arabayı?... Hozan koçum sen de al bir tane araba." Hepimizi yönlendirmeye çalışıyordu ama biz yerimizden kıpırdamıyorduk.
Doğu en sonda sinir krizi geçirmesine ramak kalan, "Helin sen bizimle gel," deyip benimle Helin'i kendi arabasına yönlendirdi. Hozan'da Fırat'ı işaret ederek onu almasını söyledi, diğer adamlara da talimat verdiginde toplam on arabayla sonunda konaktan çıkmıştık.
Köy Midyat'a yakın bir köydü. Kırk dakika sonra ortasında olduğumuz araba konvoy'u bir köy evinin önünde durmuştu.
Etrafı saran meraklı gözler arabalara bakarken bir kız isteme törenin olacaklarına haberdarlardı bence.
Korumalar Helin ve benim kapımı açtığında Doğu'da inip çoktan önümüze gelmişti.
Fırat da arkadaki arabadan çikolatayla indiğinde diğer adamlarla arabanın bagajını açıp hediyelikleri çıkartıyorlardı.
Fırat hem baklava tepsisini hem de koca gül buketini taşımaya çalıştığında elindeki baklava tepsisini tutup çektim .
"Şimdi adamların kapısının önüne getirdiğimiz tatlıları dökeceksin bizi rezil edeceksin Fırat!" dedim ağzımın içinden sadece onun duyabileceği bir şekilde.
Tepsi birden elimden çekildiğinde önümde Raşo duruyordu. "Aman yenge biz dururken senin taşıman olmaz," diyerek arkaya geçti tepsiyle birlikte.
Önünde olduğumuz evin kapısı birden açıldığında, içeriden orta yaşlarında bir kadın ve bir adam çıkarak önümüze geldi. Adam yüzünde sıcak bir gülümseme ile bize doğru adım attı. "Hoş geldiniz. Hoş geldiniz ağam, hanımağam," dedi, derin bir saygı ile başını eğerek.
Kadın adamın biraz arkasında duruyordu. Üzerinde klasik bir köy elbisesi vardı ve sesini pek duyurmasa da gözlerindeki sıcaklık ve samimiyet, kelimelerinden daha fazla şey anlatıyordu.
Doğu, yavaşça başını eğip nazikçe cevap verdi ."Hoş bulduk. Sağ olun," dedi, sesinde saygı dolu bir ton vardı. Hemen yanımda durarak, beni daha da öne çekti.
Kadın bir adım daha atarak, bana doğru yöneldi. Yüzünde hâlâ o sevecen gülümseme vardı. "Hoş geldiniz, hanımağam. Evimize şeref verdiniz," dedi. Ardından hafifçe elime doğru uzanmaya başladı.
Bir anlığına duraksadım hemen ardından kadının elini tutarak, "Estağfurullah," dedim, gülümsedim. "Hoşbulduk." dediğimde başını eğip, gülümsedi.
"Buyrun, buyrun içeri dediğinde Fırat'a işaret vererek önden onu geçirdim. Önümüzde geçip adam ve kadının elini öptüğünde yaşlı adamın Fırat'a olan o bakışını yakalamıştım.
Fırat'ın içeri girmesiyle birlikte, biz de Doğu ile birlikte adımlarımızı içeriye doğru attık kapı girişinde ayakkabılarımızı çıkarttık.
Kapıdan geçtiğimizde, içerideki korumalar zaten hediyelikleri yerleştirmiş ve çıkmışlardı. Hızla içeriye girmemin ardından, eve adım attığımda her şey oldukça sessizdi, ama aynı zamanda sıcak ve samimi bir atmosferi vardı. Misafirperverlik, her köşede hissediliyordu.
Doğu, nazikçe beni tekli koltuğun birine yönlendirdi. Kendisi ise diğer tekli koltuğa yerleşti. Biz yan yana, sessizce otururken, gözlerim istemsizce çevreyi taramaya başladı.
Helin ve Hozan'ın ortasında oturan Fırat'a baktıkça gülme isteği geldiğinden gece boyunca oraya dönmemek için fazla mesai harcayacaktım.
"Hoş geldiniz tekrar ağam, şeref verdiniz ailenizle birlikte," dedi adam karşımızda eşiyle birlikte otururken.
"Hoşbulduk, Mehmet ağabey," dedi Doğu adamı şaşırtacak şekilde.
Adam hafifçe gülümsediğinde başını eğmişti.
Bir süre boyunca, Doğu ve Mehmet Bey köy halkının ihtiyaçları ve istekleri hakkında konuşmaya başladılar. Konu, doğal olarak zamanla uzamaya başladı. Doğu, köydeki gelişmeler hakkında sorular soruyor, Mehmet Bey ise köydeki mevcut durumdan bahsediyordu. Fakat bu konuşmalar, her geçen dakika biraz daha uzun ve karmaşık hale geliyordu.
Ben, sessizce Fırat'a göz attım. O an, yüzündeki ifade fazla komikti. Kan ter içinde kalmıştı. Gözleri, etrafındaki her sesin, her kelimenin daha da fazla uzadığını hissediyor gibiydi. Bir an, ellerini dizinin üstüne koyduğunda, hafifçe titreyen parmakları dikkatimi çekti. O kadar derin bir gerginlik vardı ki, konuya girilmeyen her konuda biraz daha ter boşaltıyordu.
Helin başıyla kapıya doğru işaret ettiğinde, ben de yerimden kalkıp onu takip ettim. Salondan çıktığımızda, Gülfem hemen kapısında belirdi. Onun yüzündeki ifade, tam da beklediğim gibi heyecanla karışmıştı. O kadar heyecanlıydı ki, vücudu titriyor, adeta bu anı yaşamak için sabırsızlanıyordu.
"Gelin abla, hoşgeldin." dedi sevinçle, sesi hem titriyor hem de mutluluktan taşacak gibiydi. Gözleri parlıyordu, sanki içinde biriktirdiği bütün heyecanını o kelimelere sığdırmıştı.
"Hoş buldum," dedim ben de, daha o cümleyi tamamlayamadan boynuma atıldı. Sanki gerçekten artık aynı ailenin parçasıydık. Sadece bir törenin, bir geleneğin değil, bir güvenin de ortasında durduğumu hissettim.
"Çok güzel olmuşsun," dedim onun yönlendirmesiyle mutfağa geçerek.
Üstünde lacivert dizlerinin altına kadar uzanan bir elbise vardı.
Helin de Gülfem'e sarıldığında, mutfağın içi bir anda daha kalabalık geldi gözüme. Önce fark etmemiştim ama içeride, yaşları Gülfem'e yakın beş kız vardı. Saçları özenle toplanmış, üstlerinde işlemeli, zarif elbiseler... Hepsi yan yana sıralanmış, bizi dikkatle izliyorlardı. Sanki dakikalardır gelişimizi bekliyorlarmış da artık gerçekten olduğumuza inanıyorlarmış gibi.
Benim onlara dönmemle birlikte, içlerinden bazıları hafifçe başlarını öne eğdi. Diğerleri ise gözlerini kaçırmadan, kocaman bir merakla bakıyorlardı. Aralarında fısıltılar dolaşmaya başlamıştı bile.
"Merhaba hepinize," dedim yumuşak bir sesle, gülümseyerek. Sesim odadaki havayı biraz yumuşattı. İçlerinden biri, kıvırcık saçlarını arkasına atarak heyecanla "Hoş geldiniz hanımağam," dedi.
Öteki hemen ardından atıldı "Ben sizi düğününüzde uzaktan görmüştüm, ama böyle yakından görünce..."
Söylemini tamamlayamadan gülümseyip utangaçça sustu.
Bazılarının sesi duyulmuyordu ama ağızlarıyla "gelin abla" dediklerini görebiliyordum. Birkaçı da açıkça " Hanım ağa" derken gözlerini hayranlıkla üzerime dikmişti. Fısıltılar içten içe sürüyordu
"Hanımağa geldi evimize ,"
"Bu kadar güzel olduğunu duymuştum ama böyle olduğunu bilmiyordum..."
O an bir adım geri çekilip hepsine birden baktım. İçlerinde, gıptayla karışık o saf köy hayranlığı vardı. Ama bu, mesafe koyan bir şey değildi. Aksine, içime sevecen bir sorumluluk yerleşti. Onlara abla olmak gibi bir şey... Her biri, bu evin duygusuna ait birer parça gibiydi.
"Ne güzel hazırlanmışsınız hepiniz," dedim.
"Senin yanında hiç sayılır," dedi biri, eliyle saçlarını düzelterek.
Kıkırdamalar yükseldi.
Helin'le göz göze geldim. O da bu anı benim kadar keyifle izliyordu. Gülfem hâlâ yanımda duruyordu, ama şimdi onun gözlerindeki heyecan gitmiş, yerine ışıl ışıl bir mutluluk yerleşmişti.
Kızlarla mutfağın bir köşesinde sohbete dalmış, kahkahalar arasında köyün geçmiş düğünlerinden, eski nişanlardan konuşurken, birden kapı aralandı. Ani bir hareketle içeri giren Hozan'ın sesi tüm o uğultunun üstüne düştü...
"Yenge, ağabeyim—" Ama devamı gelmedi. Kelime oracıkta kesildi, sesi havada asılı kaldı.
Hepimiz istemsizce sustuk. Kızlarla birlikte dönüp ona baktık. Hozan, mutfağın kapısında öylece durmuştu. Ne bir adım atıyordu ne de kafasını çevirip bize bakıyordu. Gözleri içeride bir noktaya sabitlenmiş, nefesi bile sanki durmuş gibiydi. Yüzünde bir ifade vardı, daha önce hiç görmediğim bir karışım hayretle karışık bir tanıma, bir çarpılma hali gibi.
Kaşlarımı çattım, hafifçe başımı ona doğru eğdim. "Ne dedin, Hozan?" dedim.
Ama dönmedi. Cevap vermedi. Belli ki bizi bile duymuyordu.
Gözleri, mutfağın içindeki kalabalığın en arkasında duran kıza kilitlenmişti. Ben de istemsizce o yöne döndüm. Gözlerim, kızların arasından ilerledi ve sonunda, en sonda duran o kıza takıldı.
Simsiyah, beline kadar uzanan saçlarını yana atmıştı. Başını biraz yana eğmişti, ama gözleri doğrudan Hozan'a dönüktü. O gözler... yemyeşil, berrak, ama içinde dalga dalga büyüyen bir şaşkınlık taşıyordu. Sanki o da, Hozan'ın neye uğradığını anlamaya çalışıyordu. Ama bakışlarındaki o boşluk... tanıdık bir donakalma haliydi.
Kızın dudakları hafifçe aralandı. Ama tıpkı Hozan gibi, o da konuşamıyordu.
Gülfem yanıma yaklaşıp hafifçe koluma dokundu, fısıldadı.
"Zin..."
"Ne?"
"Zin, kızın adı. Dayımın kızıdır."
Zin. Gözleriyle Hozan'ı saran, onu yerinden kıpırdatamayacak kadar büyüleyen bir isim gibi geldi kulağıma. Ve Hozan... hâlâ orada, nefes almadan, tek kelime etmeden ona bakıyordu.
Helin sanki bu anı bozmak istermiş gibi sertçe ikizinin koluna vurmuş. " Ne dedin Hozan?" dedi üstüne basa basa.
"Ben," kendine gelmeye çalışırken birden benimle gözgöze geldi "Yenge!" dedi gülümseyerek sanki ilk defa karşılaşıyorduk.
"Yengemm!" dedim dalga geçerek.
"Ağabeyim çağırıyor, kız isteyecek," dedi kelimeleri düzgün seçemeyerek.
Gülümseyerek oturduğum masadan kalkıp Hozan'ın yanına gittim Helin'de peşimize takılmıştı Gülfem'e dönüp "Sen hepimize birer sade kahve yap," dedim.
Mutfaktan çıktığımız anda Hozan kolumu tutmuş beni durdurmuştu "Yenge..." dedi, sesi boğazında düğümlenmiş gibi. "Allah hakkı için... içerideki kızı da bana isteyelim."
Gözlerimi kocaman açıp ona baktım. Bir an hiçbir şey diyemedim. Sanki hâlâ o bakıştan çıkamamış, bedenini toparlamış ama aklı orada, mutfağın kapısında kalmış gibiydi.
"Ne diyorsun Hozan? Daha adını yeni duydun," dedim, yarı şaşkın, yarı gülerek. Ama o hiç gülmedi.
"Zin," dedi yutkunarak. "Kızın adı Zin'miydi? Tamam, ona âşık oldum."
Başımı hafifçe geriye attım, gerçekten mi diye bakmak istedim yüzüne. Ama Hozan'ın gözlerinde ne bir tereddüt vardı ne de bir şaka ihtimali. O an, gençliğinin bütün cesaretiyle, delikanlılığının bütün doğallığıyla orada duruyordu. Düşünmemişti bile hissetmişti. Ve hissettiği şeyi saklamaya da hiç niyeti yoktu.
"Hozan, saçmalam..."
"Allah hakkı için yenge, şu an ne yapacaksan yap ama o kızı da isteyelim. Vallahi gözüm başka bir şey görmez."
Yutkundum. Bu kadar ani, bu kadar keskin bir karar beni hem gülümsetmiş hem de içimi bir tuhaf etmişti. Aşka böyle inanmak... Belki bir tek gençlikte bu kadar kör gözüne olurdu. Ama o kadar dürüsttü ki, o kadar yürekten söylüyordu ki... inanmak zorunda kalıyordun.
"Elâlem düğün telaşındayken sen kendi düğününü kurmuşsun içinden," dedim alaycı olmadan, sevgiyle.
"Tamam," dedim "ama şu an olmaz saçmalama ağabeyinle uğraşamam, ona söylemeden olmaz Hozan söz bir de Zin'lerin evine gideriz ama şu an olmaz, bugün olmaz."
"Yenge bak gider köy halkına dövdürtürüm kendimi,"
"Sana gerek kalmayacak zaten ağabeyim döver seni biraz daha burada dikilmeye devam edersek ."
"Bırak şunu ya," Helin'de diğer kolumdan tutuo beni salona çekmeye çalıştı. "Daha tanımadığı kızı isteyin diyor salak bu çocuk ya."
Hozan sakinleşmemişti ama zorla da olsa onu salona sokmayı başarmıştık ben de söylene söylene yerime oturdum. "Şu ailede bir tane bile düzgün evlenen insan evladı yok mu ya?"
Yerime oturduğumda Doğu bana eğilip bakmıştı, "Bir şey mi söyledin?"
"Yok yok hadi kızı isteyelim," diye mırıldandım çünkü biraz daha burada durursak Gülfem'in ailesi tarafından eksi birlr ayrılacaktık bu evden.
Salonda bekleyişle geçen dakikaların ardından herkesin yüzündeki ciddiyet yavaş yavaş oturmaya başlamıştı. Kahveler içilmiş, birkaç kelime daha edilmiş, ama artık herkes biliyordu ki asıl konuya gelinmişti. Sessizlik, Doğu'nun kalkacak olan sesini bekliyordu adeta. O ise, karşısında oturan Fırat'a sonra başını kaldırıp oturan Mehmet Bey'le göz göze geldi.
Yüzündeki ifade netti. Kararlı ama bir o kadar da saygılıydı. Kalabalık, bir anda sessizliğe gömüldü. Doğu, tok ve ağırbaşlı sesiyle konuşmaya başladı.
"Mehmet ağabey... Sebebi ziyaretimiz belli. Bugün burada, Allah'ın adıyla, peygamberin şefaatiyle, büyüklerin hayır duasıyla... hayırlı bir iş için bulunuyoruz. Sizi rahatsız ettiysek affola."
Mehmet Bey başını hafifçe salladı, ama hiç araya girmedi. Doğu devam etti...
"Ben Fırat'ı yıllardır tanırım. Sırtımı yasladığım dağ gibi bilirim onu. Birlikte çok yol yürüdük, çok sınav verdik. Can dostumdur. Gözüm kapalı güvenirim, arkamı dönerim, içim rahat eder. Eğer bugün burada senin karşında oturuyorsa, bil ki ben ona kefilim. Hem adamlığına, hem niyetine..."
Kelimeler Doğu'nun ağzından ağır ağır, tane tane dökülüyordu. O konuşurken herkes ona kilitlenmişti. Rona olarak ben bile, onun bu kadar açık ve içten konuşmasından etkilenmiştim. Ne ezber bir laf vardı ne de süsleme. İçinden ne geçiyorsa onu söylüyordu.
"Gülfem'i de tanırım o da evimizin bir kızı gibidir. O yüzden seni rahatsız ettik bugün. Biliyorum, kız istemek kolay bir iş değil. Hele ki evlat, hele ki biricik kız... Ama biz gönül verdik. Fırat kardeşim, Gülfem'i seviyor. Saygıyla seviyor. Hayali onunla bir yuva kurmak. Biz de bu niyetle, senden kızını istiyoruz."
Kısa bir duraklama... salondaki sessizlik, kelimelerin ardından bir dua gibi asılı kaldı.
"Senin iznin, rızan olursa... Fırat'a kardeşim Gülfem'i istemeye geldik."
Doğu sözünü bitirdiğinde, bir süre kimse konuşmadı. Mehmet Bey gözlerini yavaşça kaldırdı, karşısında duran bu adamın ciddiyetine, dürüstlüğüne baktı. Sonra gözleri Fırat'a döndü, o da hazır bekliyordu. Sessiz, dik ama gözlerinden okunuyordu heyecanı. Elini dizine koymuş, ama titrememesi için kendini zor tutuyordu.
Doğu'nun sözleri salonda yankısını bulduktan sonra Mehmet Bey kısa bir süre başını eğip düşündü. Ardından başını kaldırıp önce Doğu'ya, sonra Fırat'a, en son da odada bulunan kendi eşine ve kızına baktı. Yüzünde yorgun ama huzurlu bir ifade vardı.
"Allah sizden razı olsun ağam," dedi sakin ama tok bir sesle. "Bize de böyle hayırlı bir niyetle gelmişsiniz, baş göz üstüne. Doğru dedin, kız evladı kolay kolay teslim edilmez. Ama gönlümüz rahat. Fırat gibi bir delikanlıyı senin gibi bir dostun kefaletiyle bilmek içimize su serpti."
Sonra başını yanındaki kadına çevirdi, biraz sesini yükselterek "Gülşen, bir Gülfem'i çağır hele."
Kadın başıyla onayladı, ardından usulca kalkıp içeriye yöneldi. Salon bir süreliğine sessizliğe büründü. Fırat, nefesini tutmuş gibiydi. Ellerini dizlerinde birleştirmiş, başı hafifçe öne eğikti ama gözleri kapının önünde.
Az sonra içerden ayak sesleri geldi. Gülfem, zarif elbisesiyle içeri girdiğinde başı öne eğikti. Yanakları kızarmıştı, ama gözlerinde utangaç bir ışık vardı. Annesi usulca ona yaklaşıp bir şeyler fısıldadı, sonra Mehmet Bey yeniden konuştu.
"Kızım, buradaki ağam ve ailesi senin hakkında hayırlı bir niyetle geldiler. Fırat, seninle yuva kurmak istiyor. Gönlün var mı, rızan nedir?"
Gülfem bir an sessiz kaldı. Sonra, gözlerini yere indirmiş halde, hafifçe başını salladı. O küçücük hareket, salondaki herkese yetmişti.
Mehmet Bey derin bir nefes alarak Fırat'a döndü, "Allah mesut etsin evladım . Kızım Gülfem'i, Allah'ın izniyle sana verdik. artık önce Allah'a sonransana emanet "
Fırat yerinden kalkarken dudakları arasında neredeyse sessiz bir şükür fısıltısı dolaştı. Helin gülümsedi, ben ise usulca Doğu'nun koluna dokundum. O an içimde garip bir huzur vardı.
Fırat, Gülfem'in annesi ve babasının elini öptüğünde Gülfem'de Doğu'nun eline uzanmıştı ama Doğu izin vermeyerek ağabey edaysıyla tebrik etmişti onu. Bizde Gülfem'le sarıldığınızda Fırat da Doğu'ya sıkıca sarılıp benim elimi zorla öpmeye çalışmıştı.
"Fırat... bıraksana... Fı-rat."
"Yok öpeceğim yenge bırak."
"Iğlım bırıksını!"
"Yengem... Öpücem o mübarek elini."
En son kavga kıyamet Fırat elimi öpmüş başına bile koymuştu.
Nişan için hazırlanan tepsinin gelişiyle beraber salondaki heyecan gözle görülür bir şekilde arttı. Kız tarafının zarifçe süslediği, içinde iki çift altın yüzük, bir makas ve kırmızı kurdele bulunan tepsi, örtülü ellerle içeri taşındı. Tepsi Zin'in elinde geldiğinde herkesin gözleri bir anda oraya çevrildi, Hozan da kısa devre yapınca ona sahip çıkma işini Helin'e vermiştim.
Gülfem'in yanakları utançtan alev alev olmuştu, ama yine de başını kaldırmadan Fırat'ın yanına geçti. Fırat ise ne yapacağını şaşırmış, kıpırdanmadan ayakta duruyordu. Dudaklarında ince bir tebessüm, gözlerinde şaşkın bir huzur vardı.
Doğu yerinden kalkıp benimde ayaklanmamı bekledi. Herkesin gözleri bize çevrilmişti şimdi.
Elini uzatıp önce tepsiden kırmızı kurdeleyi aldı, sonra yavaşça Gülfem'in ve Fırat'ın ellerini bir araya getirdi. İki el, yavaşça birbirine değdiğinde odadaki sessizlik, kalplerin aynı anda attığı anı yakaladı sanki.
Doğu, yüzükleri tek tek alıp önce Gülfem'e, sonra Fırat'a taktı. Ardından cebinden çıkardığı birbirlerine lastikle bağlı paraları tepsiye bırakıp makası eline aldı.
"Bismillah..." dedi. Sesi netti ama içinde hem mutluluk, hem de sorumluluk taşıyordu. "Allah mesut etsin. Birbirinize sadece el değil, ömür verin."
Ve o an, kurdeleyi ortasından usulca kesti. Salonda alkışlar yükseldi. Kimisi dua etti, kimisi gözyaşlarını silerken gülümsedi. Fırat ve Gülfem birbirlerine bakmaya bile çekinirken, yüzükleriyle birbirine bağlanmış iki kalp gibi durmuşlardı o koltukta.
Çifti tekrar tebrik ettiğimizde Doğu elimi tutup sessizce yerime oturtup, oda yanıma geçip elini dizine koydu.
Gözleri Fırat'taydı. Ben hafifçe eğilip kulağına fısıldadım.
"Yüreğindeki herkesin yükünü tek tek taşıyorsun, ama bak... bazen o yükler bayram sofralarına dönüşüyor."
O da başını bana doğru çevirip usulca gülümsedi.
Kalabalığın içindeki neşe, gülüşmeler, arada yükselen zılgıtlar bir süre sonra arka fonda silikleşti benim için. Çünkü Doğu sessizce beni izliyordu, çevredeki herkesin meşguliyetinden faydalanıp oturduğu yerden öne doğru eğilip yüzüme yaklaştı. Kucağımda ki elimi sarıp parmaklarını doladı, sonra başını yana eğip gözlerime baktı.
Yüzüme hafif bir dokunuşla yaklaştı, sanki kalabalığın içinde sadece ikimiz vardık.
"Rona..." dedi usulca, sesi neredeyse fısıltıydı. "Sen bu sofralara, bu gülüşmelere ilk geldiğinde gökyüzü bile değişti buralarda. Bak... şimdi kardeşlerimiz yuva kuruyor, anneler bizim hayrımız için dua ediyor. Hepsinin kalbinde senin izi var."
Baktım yüzüne. Bu kadar dolu, bu kadar sade, bu kadar gerçek bir cümleyi ancak o kurabilirdi.
Devam etti.
"Ben her savaşa yalnız çıktım. Ama ilk defa bir bayrama biriyle geldim. Ve seninle gelen her şey... ne olursa olsun, kabulüm. Yorgunluk da, umut da... hepsi sende tamam."
Kalbim göğsümde değil de onun elinin içindeydi sanki. O an, dünyanın sesi susmuştu. Sadece biz vardık ve Doğu'nun bu kelimeleri.
Başımı hafifçe omzuna yasladım, kalabalığın sesleri yeniden yavaş yavaş ulaşmaya başladı kulağıma ama kalbimde yankılanan tek şey onun sesiydi.
Birde belli belirsiz. "Yengem gelin aile fotoğrafı çekeceğiz..." diyen heyecanlı sesi ile Fırat...
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.63k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |