27. Bölüm

“27.Bölüm Dicle’ni Laneti”

esra
wolffcuub

Doğu'nun Işığı

"27.Bölüm Dicle'nin Laneti"

 

 

 

Aşk, sadece hissetmekle yetinilmeyen bir duygudur; mücadele ister, cesaret ister. Yalnızca güzel anlarda değil, fırtınaların ortasında da el ele kalabilmeyi gerektirir. İki genç vardı; kadın geçmişinin feryadını omzunda taşırken, adam yarının belirsizliğine inat umutla bakıyordu. Onların yolu, rastlantıların içinde ki seçimdi...

 

Her adımda sınandılar; aileleriyle, korkularıyla, içlerindeki karanlıkla. Fakat şimdi ne zaman düşecek gibi olsalar, diğerinin gözlerinde tutunacak bir ışık buldular. Çünkü gerçek aşk, pes etmeyi bilmeyenlerin harcıdır. Ve bu hikâyede, aşk bir savaş meydanı değil, sığınaktı. Sevmek, vazgeçmemeyi seçmekti.

 

 

Konağın önünde durmuşlardı. Şebnem'in parmakları Rohat'ın avuçlarına gizlenmiş, dışarıdan bakıldığında sıradan bir el tutuşu gibi görünse de, ikisinin içinde kopan fırtınaları bastıran tek bağ buydu. Rohat'ın babasının konağıydı burası gölgeleri derin, taşları soğuk, duvarları yıllardır birikmiş suskunluklarla örülmüş bir yerdi. Bu eşiği geçmek, yalnızca bir kapıdan içeri adım atmak değildi; geçmişle yüzleşmek, geleceği savunmak demekti.

 

Rohat başını hafifçe eğdi, Şebnem'in gözlerine baktı. O bakışta bir soru yoktu, çünkü cevabı çoktan paylaşmışlardı: Korksalar da gireceklerdi. İkisi de biliyordu, bu aşk kolay bir yoldan geçmeyecekti. Ama bazı kapılar, aşkın eli tutulmadan açılmazdı.

 

Şebnem'in nefesi, bozkır sabahları kadar sakin ama titrekti.

 

Rohat derin bir nefes aldı. Babasının sesi, bakışı, hükmü... hepsi yüreğine kazınmıştı. Fakat bu kez arkasında bir yürek daha vardı. Şebnem'in elleri, geçmişin zincirlerini kırmak için yeterince sıcaktı.

 

Zaman bir anlığına durdu. Rüzgâr konak avlusunda hafifçe dolandı, saçlarını savurdu ikisinin de. Sessizlikte yalnız kalplerinin sesi duyuldu. Ve sonra, Rohat diğer eliyle kapıyı çaldı.

 

 

Kapı içerden açıldığında, evvelce yaşanmış binlerce anı gibi, ağır bir gıcırtıyla aralandı. İçeri sızan hava, dışarının ilkbahar kokusunu hemen bastırdı; konağın içindeki rutubet, ağır halıların, koyu renk perdelerin ve geçmişin sindiği taş duvarların kokusu her yanı kapladı. Sanki zaman burada ilerlememişti; yalnızca beklemişti, soğumuş, sertleşmişti.

 

Rohat ve Şebnem adımlarını dikkatle attılar içeriye. Ayak sesleri taş zemine vurdukça yankılandı, sessizlik onları her yönden kuşattı. Konağın salonuna girdiklerinde, büyükçe ama sanki daha da daralmış gibi hissettiren bir alan karşıladı onları. Koyu ceviz mobilyalar, işlemeli ama solmuş halılar, duvarlarda gençlikleri çoktan geçmiş portreler... Her şey konuşmadan hüküm veriyordu.

 

Salonun ortasında duran koltukta oturan Rohat'ın babası sırtını dimdik vermiş, gözlüklerinin ardından oğluna doğru bakıyordu. Yüzü sertti, mimikleri kırılmak bilmeyen granit gibi. Yanında, şık ama solgun giyimli bir kadın oturuyordu; Rohat'ın annesi. Gözlerinde yıllardır biriken memnuniyetsizliğin izleri vardı. Şebnem'e bir bakış attı, kısa, ölçüp biçen, duvar ören bir bakış.

 

Rohat, babasının karşısına geçti. Ellerini iki yana sarkıttı, sonra bir an başını eğerek, alışkanlıktan ya da saygıdan, elini öpmek ister gibi bir adım attı.

 

Adam yerinden kıpırdamadı.

 

Gözlüğünün altından Rohat'a baktı, dudaklarını araladı ama sesini yükseltmedi, sesi kısık ama taşıdığı öfke hâlâ tokat gibi yüzlerinde patlıyordu.

"Hayırdır Rohat kim bu kadın?"

 

Bu, bir karşılama değildi. Bu bir suçlama, bir sorguydu.

 

Rohat başını kaldırdı, bakışını babasının gözlerinden kaçırmadan, "Baba" dedi, "bu sefer karşında eğilmek için değil, anlatmak için yanına geldim."

 

Adamın gözleri kısıldı. Sessizlik birkaç saniye daha sürdü. Sonra sandalyesine yaslandı, ellerini kolçaklara koydu. "Yanındaki kim?" diye tekrarladı.

 

Şebnem bir adım geri çekilecekti, ama Rohat durdurdu onu, elini sıktı.

"Yanımdaki, sevdiğim kadın! Hayatımın ortağı. Bu eve onu utandırmak için değil, tanıtmak için getirdim."

 

Annesinin kaşları hafifçe çatıldı. Dudaklarını birbirine bastırdı. "Ne diyorsun sen Rohat? Sen bu evin neresi olduğunu unuttun herhâl," dedi. "Burası herkesin karşımıza elini kolunu sallayarak gireceği bir yer değildir."

 

Şebnem, sessizliğini korudu. Gözleriyle etrafı taradı; bu evin her köşesi onu dışlar gibiydi. Ama Rohat'ın yanında duruyordu.

 

Baba sandalyesinden yavaşça doğruldu.

"Benim oğlum, onurumla, soyadımla yaşar. Ama sen... sen yıllar önce bu kapıyı terk ettin. Gidip yıllarca yurtdışında her türlü kebrax'lığı (kaybak) yapıp şimdi de elini kolunu sallayarak, yanında" gözleri Şebnem'e kaydı "ne olduğu belli olmayan biriyle dönüp babalık mı bekliyorsun benden lan

sen?"

 

Rohat'ın içi bir an kavruldu, ama geri adım atmadı.

"Ben senin oğlun olmak için artık kendimden ödün veremem. Bu soyadı, senin yarattığın gibi bir duvar değil baba... Ben sevmeyi öğrendim. Yanımdaki kadın 'herhangi biri' değil. Hayatımı onunla kurmak istiyorum ve eğer bu evin içinde hâlâ biraz insanlık kaldıysa..."

 

Adam gözlüğünü çıkardı, "İnsanlık ha!"

 

Salonun duvarları bir an daha sessizliğe gömüldü. Saatin tik takları duyuluyordu sadece.

 

Ama Rohat artık sessizlikle sindirilecek yaşta değildi. "Biz kendi evimizi kuracağız. Bu kapıya geldik çünkü aramızda hâlâ bir bağ var mı diye merak ettim Süleyman Ağa!"

 

Şebnem ona döndü, gözlerinde bir parça hüzün ama daha çok gurur vardı.

 

Rohat, babasının gözlerinin içine son kez baktı.

"Senin onurun susturmaksa, benimki de sevdiklerime sahip çıkmak! Bize yer yoksa, başka yol da yok artık."

 

"Dade..." (anne) dedi Rohat gözlerini annesine çevirirken. O bakışların ardında nelerin yattığını ikisi göz göze geldiğinde ancak anlardı.

 

"Sen bir şey demeyecek misin?"

 

"Babanı ezeceksin Rohat..." dedi kadın öfkeyle.

 

"O bizi zaten yıllarca ezdi," dedi Rohat, sesi titremişti. "Çocuktum ana! Gözümün içine bir kez bakmanızı, bir gece kapımı açıp 'iyi misin' demenizi bekledim. Ama sen hep gözlerini kaçırdın. Hep onun gölgesinde kaldın."

 

Kadın başını eğdi.

 

Rohat'ın sesi boğuldu. "Şimdi... benden de aynı suskunluğu mu bekliyorsun? Aynı korkaklığı?"

 

Annesinin gözleri Rohat'ın gözlerine saplandı. Sonra sesi babasının, o bilindik tok ama öfkeyle titreşen tonda yükseldi.

 

"Sen iyice kendini unutmuşsun oğlum. Bu kız seni değiştirmiş. Sen atana, anana kim için böyle konuşuyorsun?"

 

Rohat irkildi, ama geri adım atmadı. Sanki babasının sesi çocukluğundan beri ruhuna kazınmıştı; o ses, yıllarca korkunun şekline bürünmüş, onu susmaya zorlamıştı. Ama bu kez gözleri, korkudan değil kararlılıktan yanıyordu.

 

"Evet," dedi, sesi önce yutkunur gibi, sonra giderek netleşen bir tonla. "Şebnem beni değiştirdi. Çünkü ben değişmeye muhtaçtım. Ben artık sizin terbiyenizle büyümüş bir çocuk değilim. Ben artık kendi doğrularımı seçecek yaştayım."

 

Adam öne doğru bir adım attı, sesi çatladı.

"Demek terbiyesizliğe doğru yaş alıyorsun."

 

Rohat'ın içi sızladı, ama bu hakaret onu susturmadı.

"Hayır. İlk kez vicdanımla yaş alıyorum."

 

Annesi bir şey söylemek ister gibi kıpırdandı ama babası elini kaldırdı, susturdu. Gözlerini Şebnem'e çevirdi, kelimeleri ise bıçak gibi havalandı. "Bu kız sana sadece hayat değil, başına bela getirecek. Sende o Doğu gibi olacaksın. Şimdi babanı hiçe saymakla başladın, yarın aileni de terk edersin. Bu kan bozukluğu öyle başlar."

 

Şebnem'in gözleri bu sözlerle doldu. O ana dek sessizce duruyordu ama artık nefesi daralmıştı. Derin bir utanç hissetti ama bunun kendisine ait olmadığını da içten içe biliyordu. Başını öne eğdi, sesi kısık ama net çıktı. "Ben sizin oğlunuzu sizden çalmak için değil, tamamlamak için sevdim. Ama belli ki burada aşk size göre suç. O zaman biz suçlu olmaya razıyız."

 

Baba bir kahkaha attı ama içinde en ufak bir neşe yoktu. "Tam da dediğim gibi. Seni ne hâle getirdiğine bak Rohat. Seni bize düşman etmek istiyor bu kadın."

 

Rohat bir adım ileri çıktı.

"Eğer sizin oğlunuz olmanın bedeli, sevdiğim kadını ezmekse... ben o bedeli ödemem."

 

 

Şebnem'in elini tutmuş tam gitmek için dönmüşlerdi ki, Rohat olduğu yerde durdu. Birkaç saniyelik bir sessizlik içinde yalnızca nefesi duyuluyordu; derin, sıkışmış, içinde fırtınalar saklayan bir nefes. Elini hâlâ Şebnem'in elinde tutuyordu, ama avuçları terlemişti. Dizlerinin arkasında hafif bir titreme vardı.

Gözlerini babasının sırtına dikti, ama sesi babasının bakışlarını hak edecek kadar güçlü değildi ilk başta.

 

"Bir şey daha var..." dedi, sesi çatlak bir cam gibi.

 

Şebnem başını ona çevirdi, gözleri büyüdü. Ne söyleyeceğini anlıyordu ama aynı anda istemiyordu da; o evin duvarları bir sırrı taşıyacak kadar yumuşak değildi. Rohat'ın annesi kaşlarını kaldırdı, sessiz bir tedirginlikle oğluna döndü. Babası ise yavaşça arkasını döndü, gözlerinde hâlâ sönmemiş öfke, yılların yargısı duruyordu.

 

Rohat yutkundu. Gözlerini kaçırmadan, ama bir çocuğun cezadan korktuğu o eski, tanıdık eziklikle konuştu.

"Şebnem... hamile bir torununuz olacak."

 

O anda salonda zaman yeniden büküldü. Hava ağırlaştı, ışık sanki biraz daha çekildi odadan. Halılar bile sanki bu kelimeyi yutmak istemedi.

 

Annesi, dudaklarını araladı ama ses çıkaramadı önce. Sonra kelimeler birden patladı.

"Ne dedin sen?!"

Sesi tizdi, neredeyse çığlık gibi. Ellerini dizlerine vurdu, sonra başını iki yana salladı.

"Kim olduğunu bilmediğimiz bir kızla ne olduğu belli olmayan bu kadından çocuk mu yaptın sen Rohat?!"

 

Şebnem geri çekildi bir adım, istemsiz. O anda elini Rohat'ın avucundan kurtaracak gibi oldu ama Rohat onu tuttu, bırakmadı. Şebnem'in eli karnında bir anda hem suçluluk, hem haklılık çarpıştı. Bu evin gözleri, onun içini bir suç gibi okşuyordu.

 

Babası Rohat'a bir adım yaklaştı. Kısık ama uğuldayan bir sesle konuştu.

"Utanmıyorsun. Benim evimde, benim gözümün içine baka baka bunu söylüyorsun."

Sonra başını ileri doğru uzattı, dişlerini sıkarak, "Bu ne biçim terbiyesizlik! Bunu bu aileye yapacak kadar mı düştün Rohat?"

 

Rohat'ın gözleri doldu ama yanmadı.

"Sana bir şey yapmadım baba. Birine âşık olmak, bir aile kurmak istemek... bu senin için hâlâ 'utanmak'sa, ben çoktan senin oğlun olmaktan çıktım demektir."

 

Babası hışımla döndü, salonun içinde bir iki adım attı. Sanki kendini tutuyordu, elleri yumruk olmuştu. Annesi hâlâ başını iki yana sallıyordu.

"Hamileymiş..." diye tekrar etti. "Ne yüzle gelip de bunu söylüyorsunuz bize? Ne hakla?"

 

O sırada Şebnem, Rohat'ın arkasında neredeyse görünmez bir gölge gibi duruyordu. İçindeki ses ona "kaç" diyordu. Bu evin hiçbir yerinde sıcaklık, hiçbir gözde kabul yoktu. Ama Rohat'a baktığında, geri dönmenin daha acı olacağını hissetti.

 

Kadın gözlerini Şebnem'e dikti.

"Sen... hiç utanmadın mı? Bu eve böyle gelip..."

 

Şebnem gözlerini yere indirdi. Sesi boğuk ama sakin çıktı.

"Ben... bu eve saygıyla geldim. Sadece sevdiğim adamın yanında durmak istedim. Eğer burada olmam size saygısızlık gibi geliyorsa, üzgünüm."

 

Bir anlık bir sessizlik daha oldu. Ardından baba derin bir iç çekti.

"Defolun gidin evimden!"

 

Rohat başını salladı, yutkundu.

"Gideceğiz," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.

 

Adamın sert adımları Rohat'ın önünde bıçak gibi kesildi. Salondaki hava bir anda daraldı. Yüzündeki damarlar belirginleşmişti, sesi neredeyse tokat gibi çarptı...

 

"Benim senin gibi bir oğlum yok!"

 

Bir anda salonda yankılandı bu cümle. Sanki duvarlar bile geri çekildi. Şebnem'in içi çekildi, gözleri doldu. Annesi, koltuğun kenarına tutunarak ayağa kalktı ama dili tutulmuştu. Söz artık ateşti ve ortalığı sarmıştı.

 

Rohat sadece baktı. Eli hâlâ sevdiği kadının elindeydi. Gözleri, karşısında bir ömür boyunca sevgi yerine sessizlik, şefkat yerine mesafe koymuş adamın gözlerine dikildi. İçindeki çocuk, yıllardır bu anı beklemişti ama bu şekilde değil.

 

Sakin ama tok bir sesle konuştu. "İnsan zaten oğlum dediği insana böyle davranmazdı, Süleyman Ağa."

 

O an herkes olduğu yerde kaldı. "Baba" yerine adıyla hitap etmişti. Ve bu, öfke değil, sonun işaretiydi. Saygının değil, kırılmış bağların ifadesiydi.

 

Süleyman Ağa'nın gözleri küçüldü. Gömleğinin yakasını gevşetti bir an, ama sesini yutmadı.

"Dilinin uzadığını, gözünün döndüğünü görüyorum. O kız seni sadece değil, soyunu da unutturmuş."

 

Rohat bir adım öne çıktı. Elini Şebnem'in elinden bırakmadı.

"Ben kendimi ilk defa hatırlıyorum. Senin oğlun olmak, yıllarca içimde bir suskunluktu. Ama şimdi... şimdi ilk defa nefes alıyorum."

 

Sonra gözlerini bir kez daha babasına çevirdi. Sesinde öfke yoktu; yalnızca bitmişliğin, kabullenişin dinginliği vardı.

 

"Sen beni kaybettin baba. Ama ben kendimi buldum."

 

Ve o cümle, yılların suskunluğunu arkada bırakıp kapıya doğru yürümeye başladığında, konaktaki saat tıkırtısı bile susmuş gibiydi. Rohat ve Şebnem sessizce çıktılar. Kapı, arkalarında ağır ağır kapandı. İçeride kalan sadece geçmişti.

 

Dışarısı serin, günün rüzgârı uyanıktı. Rohat ve Şebnem yan yana yürürken, gökyüzü ışıklarla doluydu. Her adımda, geride bir hayatı değil, kabuğu çatlamış bir kimliği bırakıyorlardı. Susarak ilerliyorlardı ama o sessizlik, yılların çığlığıydı artık. Onlar artık sadece iki âşık değil, birbirini var eden iki yarımdı.

 

Rohat, ilk defa köklerinin değil, kanatlarının izinden yürüyordu. Şebnem, ilk defa korkudan değil, aşktan sarılıyordu bir adamın koluna.

 

Geride kalan ev, taş duvarlarıyla çökse de, önlerinde uzanan yol, sessiz bir direnişin adımlarını taşıyordu. Çünkü aşk bazen bir yuvanın içinde değil, terk edilen bir kapının eşiğinde başlardı.

 

Ve o an...

İki kalp, suskun bir şehirde yürüyerek birbirine ev oldu.

 

 

Gece hâlâ uyanıktı. Şehir sessizdi ama bir yerlerde, başka bir evde, başka iki insanın kalbi de sessizliği deliyordu. Rohat ve Şebnem'in geride bıraktığı o kapı kapanmışken, başka bir hikâyede başka bir kapı aralanıyordu...

 

 

 

Ay, Dicle'nin üzerinde sessizce süzülüyordu. Su, geceyi taşıyan kadim bir yorgan gibiydi sakin ama altında derin akıntılar gizliydi...

 

 

Eller öpüldü, kahveler içildi, anneler gözlerini yere eğdi, babalar onay verir gibi sessizce başlarını salladı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ne bir eksik, ne bir fazla. Kalabalık gülüyordu, dünya dönüyordu, gece köyün üstüne kalın bir yıldız örtüsü seriyordu.

 

Ama ben, Dicle'nin kıyısında durmuş, ellerimi yorgan gibi bedenime dolamış, aklımda susturduğum şeylerin bir bir dilime gelmesinin ağırlığını yaşıyordum.

 

Yanımda Doğu vardı. Hiçbir şey söylemeden yürüyorduk. Onunla yürümek, sessizliğin başka bir dilde konuşması gibi. Kelimesiz ama derin. Ne kadar yakında olsa da, aramızdaki mesafe kolay kolay kapanmıyor.

 

Dicle ağır akıyordu. Sanki bu topraklara ait her sır, o suda yavaş yavaş çözülüyordu. Onun akışı gibi, içimdeki duygular da ağır ağır çözülüyor, ama hâlâ bulanık.

 

Ayağımın ucuyla toprağı eşeledim. Bir taş bulup kenara ittim.

"Fırat çok mutlu görünüyordu," dedim.

 

Doğu sessizce başını salladı.

"Öyleydi.

 

Sesindeki sakinlik bana hep en çok dokunan şey oldu. Fırtınaları böyle saklamayı iyi bilirdi.

Bir an sustu, sonra ekledi "İnsan birini gerçekten sevince... yüzü değişiyormuş."

 

Kafamı çevirdim ona baktım. Geceyle iç içe geçmişti yüzü. Ay ışığı gözlerini parlatıyordu ama tam olarak ne düşündüğünü hâlâ okuyamıyordum.

 

"Gerçekten sevmek nasıl bir şey?" dedim. Sınamak için değil, öğrenmek için sordum. Belki de onun sevdiğini sandığı hâliyle benim sevdiğim hâlim çok farklıydı.

 

Doğu toprağa baktı, taşları ayak ucuyla dağıttı.

"Gerçekten sevmek... yokken bile onun sesini duymak gibi. Bir daha görmeyeceğini bilsen de, hâlâ içini onunla doldurmak gibi. İçinde durduğu sessizliğe bile razı olmak..."

 

Sözleri su gibi aktı bana. Dicle gibi ağır, Dicle gibi derin.

Ve o an... içimde bir şey titredi.

Gizli bir kapı aralandı sanki; senelerce arkasında tuttuğum bir cümle oradan dışarı sızmak istedi. Ama yine tutamadım.

 

"Razı olmak mı?" dedim, başımı ona çevirerek. Gözlerim gözlerine tam değmedi. Sanki bakarsam, bakışımla her şeyi ele verecekmişim gibi... kendime bile.

 

Nefesim biraz değişti, içimden geçenleri söylememek için dilimin ucunu ısırdım. Doğru kelimeyi seçmeye değil, hiçbir kelimeyi seçmemeye çalıştım. Çünkü ne dersem diyeyim, fazla olacaktı. Çünkü bazen insan, sadece gözlerinin dolmaması için konuşur. Konuşunca dağıldığını bilir.

 

O başını eğdi. Ay ışığı alnında bir hat gibi parlıyordu. Parmakları cebinin kenarını tutmuştu, sımsıkı. Konuşmadı.

Ama susması da konuştu.

 

Adım attı sonra. Dicle'ye biraz daha yaklaştı. Ben de yanında yürümeye başladım, sanki ona değil de, bu ağır gecenin içinde kendi yükümden kaçıyormuş gibi.

 

Ayağım toprağın içine biraz gömüldü, bir an sendeledim.

O eliyle refleksle uzandı. Omzuma dokunmadı, ama parmakları havada bir an durdu. Bir şey söylemeden çekti sonra elini.

 

"Sence..." dedi sonunda. "Aşk dedikleri şey zamanla geçer mi yani biter mi?"

 

Durmadım. Ama yürümem de konuşmak gibiydi. Her adımda içimden bir anı düştü geriye, ama söylemedim.

 

"Aşk bitmez ama insan yorulur. Yorulunca konuşmamaya başlar. Beklememeye başlar. Ama içinde hâlâ kıpırdayan bir şey varsa... o zaten bitmemiştir. Sadece saklanıyordur."

 

Yüzüne bakmadım. Çünkü bakarsam... çünkü bakarsam, ona dokunmak isterdim.

Çünkü bazı anlar vardır, sadece gözle söylenir.

Ve ben ona her baktığımda, içimden "beni bırakma yanımda kal" diye bağıran bir ben vardı.

 

Ay ışığı ikimizin gölgesini suya vurdu. Yan yana ama birbirine değmeyen iki gölge. Aynı yönü gösteren ama aynı yöne gitmeyen iki kalp.

 

Kendime kızıyordum. Ona söylemek istediğim cümleler vardı. Ama dudaklarımda değil, boğazımda düğümlenmişlerdi.

İnsan en çok kendi içinde kayboluyor.

Ben de kaybolduğum yerden hâlâ çıkamadım.

 

Doğu yerden bir taş aldı. Elini gerip Dicle'ye fırlattı.

Taş üç kere sekti, sonra battı.

"Sen hiç... bir şeyi hem çok isteyip hem de o şeyden korktun mu?" dedi.

 

Cevap vermedim.

Sadece "evet" dedim içimden.

Evet, dedim...

 

"Korkmak bana göre değil bilirsin," dedim.

Gülümseyerek söyledim bunu. Ama o gülümsemenin altı boğazıma düğümlenmiş onca kelimeyle doluydu. O da anladı.

Yüzüme uzun uzun baktı ama bir şey demedi.

Bazen kelimeler, nehir gibi akar; bazen de taş olur boğazına takılır.

 

Ben yürümeye başladım.

Onun arkamdan geleceğini bilerek.

Çünkü bazı insanlar bir adım geri dursalar da, kalbinin bir yanı hep sende kalır. Ve ben o yanı hissediyordum.

 

Toprak yumuşaktı. Ayakkabılarımın altından çıkan sesler bile yavaş, sanki gecenin uykusunu bozmamaya çalışıyor gibi.

Dicle artık bizimle konuşmuyordu. Sessizce akıyordu sadece. Ama o sessizlikte bile bir hikâye vardı.

 

Adımlarımı biraz hızlandırdım.

Arkama bakmadım. Çünkü arkamdan yürüdüğünü hissetmek, dönüp göz göze gelmekten daha güvenliydi.

Gözlerine bakarsam... içimde ne varsa dökülecekti.

Ve bazı duygular döküldüğünde, toplanmaz bir daha.

 

Bir süre sadece yürüdük. Hiçbir şey söylemeden.

Ama her susuş, bir cümleden daha çok şey anlatıyordu.

 

Sonra... yanımda durdu.

Hafifçe omuzlarıma döndü yüzünü ama tam bakmadı. İkimizin de bakmaktan korktuğu bir yer vardı sanki. Aynı yöne yürüyorduk ama farklı haritalardan gelmiş gibiydik.

 

Ayağımın ucuyla toprağı eşeledim. Bir taş bulup kenara ittirdim. Söylemek istemediğim şeyler boğazımda birikti. Dilan demek istedim; Dilan'ı gördüm, Dilan'ı ne halde gördüğümü anlatmak istedim anlatmaktan korktum sonra anlattıklarımdan sonra neler olabileceğinden korktum. Ama Doğu yanımda duruyordu. Her zaman olduğu gibi sessizce, ama oradaydı.

 

Baktı bana. Uzun uzun.

 

Sonra sesi geldi, yavaş ama keskin "Evet korkak biri değilsin sen." Bir adım bana yaklaştı. "Ama korku her zaman ruhta hissedilmez. Bazen aklın korkar, Rona."

 

"Senin aklın korkuyor," dedi. "Kalbin değil. Kalbin çoktan karar vermiş. Ama aklın... her defasında sana geri adım attırıyor."

 

Yutkundu .

Bir şey söylemedim.

Biliyorum, çünkü ne söylersem yetmeyecekti o an.

 

Biraz daha yaklaştı.

"Nefes alamıyormuş gibi hissediyorsun, değil mi?" dedi.

 

"Karışık bir sessizlik çöküyor üstüne. Ne yapsan eksik gibi geliyor. Ne söylersen tamamlanmıyor. Ama ben seni görüyorum, Rona. O karmaşanın içinde... ben senin korkunu da görüyorum."

 

Eliyle kalbimin hizasını tuttu.

"Buranda değil... burada," dedi, parmağıyla başımı işaret ederek.

"Senin aklın, seni kendinden korumaya çalışıyor."

 

Yutkundum. Gözlerimi kaçırdım.

Sustuğumu gördü. Devam etti

"Senin kalbin çoktan seçmiş. Ama aklın... hâlâ o seçimi bozmaya çalışıyor. Kendini susturuyorsun.

Sanki sevince, kaybedeceksin diye."

 

İçime bir bıçak gibi saplandı bu söz.

Çünkü doğruydu.

Ben... sevmekten değil, sevdiğimi bilmekten korkuyordum. Çünkü bilmek, kaybetmenin ilk adımıydı ve ben geçmişte çok şey kaybetmiştim.

 

"Sen kendine bile itiraf edemiyorsun," dedi Doğu.

 

Sesi öyle bir yerden geliyordu ki, içimi bildiğini hissettim.

"Seviyorsun. Ama adını koymaktan korkuyorsun.

Çünkü adı olursa, anlamı büyür. Ve anlam büyüyünce... kaybetme korkusu da büyür."

 

Bir adım geri çekildim, istemsizce.

Ama o gelmedi üstüme. Olduğu yerde kaldı.

Gözleriyle sadece tuttu beni.

Kaçamadım.

 

"Rona," dedi, yavaşça.

"Sana birini çok sevip de hiçbir şey söyleyememek nasıl bir şey, anlatayım mı? Her gün onunla konuşup, hiç duymamış gibi davranmak... anındayken susmak, giderken de arkasından susmak...Her sabah gözlerini görüyorsun," dedi.

"Bir şey demeden, sadece bakarak yaşayıp gidiyorsun. Onunla gülüyorsun, onunla susuyorsun."

 

Gözleri uzak bir noktaya dalmıştı.

Ama ben, onun o gözlerle nereye baktığını biliyordum.

Bana.

 

"Çünkü söyledikten sonra hiçbir şey aynı kalmaz sanıyorsun," dedi.

"Dersen, o büyü bozulacak. Belki seni yanlış anlayacak. Belki uzaklaşacak. Belki... sen bile o kelimeyi taşıyamayacaksın. Ve o yüzden susuyorsun. Her gün, her saat. Ama içinden bir şey çürüyor."

 

Bir adım attı yanıma.

Yanıma, ama dokunmadan.

 

"Biliyor musun, Rona..."

Bir an durdu. Yutkundu.

 

"Bazen birini sevmek, onunla birlikte susmak demek oluyor. Ama bazen de... o suskunlukta boğuluyorsun. Ben... ikisini birden yaşıyorum."

 

Kalbim göğsümde öyle sert çarpıyordu ki sesini bastıracağından korktum.

Ama hâlâ sustum.

Çünkü onun anlatmasına ihtiyacım vardı.

Ve belki de o, anlatırken bir gün cesaretini toplayıp bana her şeyi söyleyecekti.

 

Ama o gece, yıldızların altında, Dicle kıyısında...

Sadece yarım kalan cümleler yankılandı aramızda.

 

"Doğu," diye fısıldadım kelimelerin boğazıma çöktüği acıyla.

 

"Rona," dedi. Bu yankı onu görmem içindi biliyorum ama... yinede sustum.

 

Uzun bir sessizlik oldu.

Sadece Dicle'nin kıyıya vuran sesi vardı,

bir de içimizde konuşan o susturulmuş şeyin yankısı.

 

Başımı çevirdim.

Bakıyordu bana, ama bu kez başkaydı.

Sanki "beni gör" der gibi.

 

Ben de konuştum. Kendim için değil, ikimiz adına.

 

"Bizim için 'sevgi' kelimesi...

kalbimizin içindeki en derine sakladığımız bir duygu, Doğu."

Sözlerim, birikmiş bir yorgunluk gibi döküldü.

 

"Biz sevgiyi hiç kolay öğrenmedik. Biz hep kırıntılarla büyüdük. Biri gülümsediğinde, buna bile minnet duyduk. Bir omuza yaslanmayı hayal ederken, yastığımızı ısırarak uyuduk." Yutkundum. Ama devam ettim.

 

"Sevgi bize hiç kolayca gelmedi. Geldiğinde de onun adı olduğunu bile anlayamadık. O yüzden... biz sevgiyi ya susarak yaşadık, ya da kendimizi geri çekerek."

 

Gözlerimden kaçmadı, Doğu'nun başı eğildi.

İçinde bir şey daha çatladı.

 

"Muhtaç gibi sevdik biz," dedim. "Bir parça sıcaklık verildiğinde, borçlu hissettik kendimizi.

Sevgi bir yere ait olmak değildi bizim için.

Bir yere sığamamaktı."

 

Sustum sonra. Bir adım attım ama ona değil, suya doğru. Nehir kıyısında, ayağımın altındaki taşlar yer değiştirdi.

 

Son cümlem dudaklarımdan döküldü, neredeyse fısıltıyla.

 

"Biz sevgiyi bilmeyiz, Doğu, bence sevgi bahsettiğin şeylerden ibaret değil."

 

Doğu'nun bakışları, beni bir anda yakalamıştı.

Beni... anlamıştı.

Gözlerinde beliren o keskin acıyı, korkuyu, kaybolmuşluğuda ben anlamıştım.

Bir an için, o boşluktan sesini duydum ama o sessizdi.

Daha fazla susmak istiyordu, ama susamayacak kadar kırılmıştı.

 

Beni, içimde büyüyen duygulardan, korkulardan, kaybolmuşluktan daha iyi tanıyordu.

 

Bir adım daha attım ileriye.

Ama Doğu da hareket etmedi. İçindeki çığlık, sessizliğe hapsolmuş gibiydi. O an, gözleri sanki 'bunu hak ediyor muyum?' diye soruyordu, ama hiçbir şey söyleyemedi.

Bir şey söylemesi gerekiyordu, ama dilinden çıkmıyordu. Ve ben... korktum.

 

Gözlerim, nehirden geri çekildi.

Ama Doğu'nun bakışları hala üzerimdeydi.

 

"Rona..." dedi, neredeyse fısıldayarak.

Sözlerini yavaşça tüketiyordu. Sanki kırılmasından, yanlış anlaşılmasından korkuyordu. Bir adım bile atamıyordu.

Ama kalbiyle bana ulaşıyordu.

 

"Yapma bunu..." dedi.

 

Ona baktım. Sözlerim kaybolmuştu, duygularımsa boğazımda düğümlenmişti.

 

O an içimdeki korku daha da büyüdü.

Bilmiyordum... bir adım atsak ne olurdu?

Ve benden bir cevap bekliyordu. Ama ben... cevapsızdım. Hislerim birbirine karışmıştı.

 

Doğu'nun yüzünde, gözlerinde hiçbir şey saklamaya gerek duymadan, bana doğru yönelmiş bir kırgınlık vardı.

Bir an, gözleri gözlerimi delip geçiyordu.

Ama sonra yavaşça gözlerini indirdi.

 

Dicle Nehri'nin kenarına kadar gelmiştik.

İçim bir ağırlıkla dolmuştu.

Gözlerimi suyun üzerine sabitleyip derin bir nefes aldım.

 

Bir anlık bir sessizlik... Gözlerim, nehrin üzerinde süzülen hafif dalgaları takip etti.

Nehrin sesi, sanki içimdeki kasveti daha da derinleştiriyordu. Bir yerden sonra, sadece suyun sesi değil, toprağın, havanın, her şeyin birbiriyle birleşerek bir ağırlığa dönüştüğünü hissediyordum.

Gözlerim suya kayarken, içimden bir soru yükseldi.

Farkında olmadan Doğu'ya döndüm.

 

"Bu nehrin bir hikayesi var mı?" diye sordum, sesi hafifçe titreyerek.

 

Doğu, birkaç saniye bana bakmadan önce, suyu izlemeye başladı.

Sözleri, hafif bir uzaklıkla dökülmeye başladı.

"Var," dedi. "Dicle'nin hikayesi, binlerce yıl öncesine dayanıyor. Onun suyu, eski zamanların tanrılarına, krallara, aşklarına... hepsine şahit oldu."

 

Gözlerim biraz daha dikkat kesildi.

 

"Dicle, eski zamanlarda, tanrıların suyu olarak kabul edilmiş," diye devam etti. "Bir rivayete göre, eski Babil'deki krallar, savaşlardan önce bu nehirde yıkanarak kutsanır, ondan sonra savaşa giderlermiş. Savaşın sonunda nehir, onların zaferini ya da yenilgisini göğüslerdi. Ama daha da önemlisi, bu nehir iki dünya arasında bir geçiş noktasıydı. Bir taraf, yaşamın olduğu dünya... diğer taraf, ölümün."

 

Bir an sustu. Gözleri uzaklara daldı.

Doğu, bana bakmadan devam etti. "Aşk hikayesi var birde. Bu nehir boyunca birbirini seven iki genç varmış. Onların aşkını, nehrin sularını aktığı gibi dolup taşarmış. Ama bir gün... o gençler bir daha buluşamamışlar. Dicle, onların kavuşmasını bir türlü sağlayamamış anlayacağın . O günden sonra da, bu nehir birbirini sevenlerin ellerini hiç bir araya getirememiş. O günden sonra, sular hep birbirini ayrı yönlere taşımaya başlamış."

 

Doğu'nun sesi yavaşlayıp bana döndüğünde "Rona..." dedi, "bazen sevgi bir nehir gibi olur. İki insanı birbirine götürse de, bazen o yolları birbirinden ayırır. Nehrin akışı gibi, bazen ne olacağını bilemezsin. O yüzden insanlar bir arada kalmak istediklerinde, nehrin akışında boğulmayı göze alıyorlar."

 

"Buraya gelen hiç mi kimse kavuşamamış?" dedim, kelimeler dilimden kayarken, içimdeki o yaralı merakla. Üzülmüştüm...

 

"Hikaye bunlar," dedi, hafifçe gülümseyerek, "efsaneler her zaman gerçeği yansıtmaz."

 

Bir şeyler yerleşti içinde, ama ben bunu kabul edemiyordum. Hikayelerin bir anlamı vardı, değil mi? İnsanlar yazarken, söylediklerinde bir gerçeklik olmalıydı.

 

"Gidelim Doğu!" dedim, aceleci bir ses tonuyla. Parmaklarım, bileklerine sarıp onu çekiştirdim. "Hadi, geç oldu zaten, artık gidelim buradan."

 

İçimden bir şey geçiyordu, ama ne olduğunu söylemek imkânsızdı. Hızla, o yere sırtımı dönüp adım attım. Derin bir nefes aldım.

 

"Lütfen..." dedim, içimden. Derine doğru... Belki Sema'ya bir duaydı bu, belki de ardındaki nehre bir feryattı... "Onu benden ayırma..."

 

 

Yazardan...

 

O an Rona'nın içinden yükselen o "lütfen"... sadece bir kelime değildi.

Bir duanın, bir korkunun, bir teslimiyetin fısıltısıydı.

Nehre, göğe, geçmişine ve belki de ilk kez geleceğe doğru uzattığı bir iç ses.

Sanki içinden geçen o yalvarış, nehrin akışını durduracak kadar güçlüydü.

"Onu benden alma..."

 

İnsanın kalbi bazen her şeyin önüne geçer.

Aklın direndiği, dilin söyleyemediği, adımların geri durduğu her yerde...

Kalp konuşur.

Rona'nın kalbi o an konuştu.

Ve ilk kez, sevgiye dair gerçek bir korku duydu içinde.

Kaybetme korkusu.

 

Bu, aşkın başladığı yerdi belki de.

Kavuşmaların değil, kaybolmaktan duyulan korkunun başladığı o ilk eşik.

Rona, Doğu'nun bile duymadığı o sessiz "lütfen"le,

kendisini değil, ilk kez bir başkasını korumaya çalıştı.

 

Kaybetmekten ödü koptuğu kişiyi.

 

İnsan en çok korktuğunda sever.

Ve en çok sevdiğinde, susar.

Rona o gün sustu.

Ama maalesef Dicle onu duymuştu(,)

 

 

Mardin'in kalbinde, o eski taş sokakların gölgesinde, küçük bir cafeye oturmuştuk. Güneş, minarelerin üstünden eğilip yüzümüze vuruyor, ama biz gölgede oturmuş, az önce aldığımız eşyalara bakıp durum değerlendirmesi yapıyorduk.

 

Şebnem elindeki etnik desenli şalı kaldırmış hâlâ fiyatını haklı çıkarmaya çalışıyor, Gülfem ise az önce pazarlık yaparkenki kararlılığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Helin, Gülfem'e diye girdiğimiz kuyumcuda kendinede aldığı bilezikleri bileğine takmış, kollarında sallıyordu.

 

Ben ise suskundum. Yorgunluktan değil ama. Onları izlemek, dinlemek, bu küçük anı içime çekmek istiyordum sadece.

 

"Bak hâlâ diyor ki, 'Abla bu son fiyat,' dedim ki bana bak, ben buranın kızıyım, beni kandıramazsın," dedi Gülfem, gözleri kocaman açılmış, elleriyle anlattıklarını destekleyerek. Hepimiz güldük, sesi çarşının taş duvarlarında yankılandı.

 

"Kıza boş versene, Hanım ağamız ödedi hepsini, ne pazarlık yapıyorsun hâlâ sen!" dedi Şebnem, kahkahasını bastırmaya çalışırken bana göz kırptı.

 

"Yenge... gerçekten bilezikleri de senin almana gerek yoktu," dedi Helin, parmakları hâlâ bileğinde ışıldayan o ince işçilikli bileziklerin üstündeydi. "Ben öylesine bakıyordum onlara..."

 

"Öylesine mi?" dedi Şebnem, ağzı açık bir şaşkınlıkla. "Kız senin altın bağımlılığın var, altın görünce vatoz balığı gibi yapışıyorsun! Almasaydın yoksunluk krizi geçirirdin!"

 

Helin başını yana eğdi, kendine güvenli o gülümsemeyle, "Mardin kızıyım ne yapayım," dedi. Gerçekten de öyleydi. Kumral tenine altının her tonu yakışıyor, bilezikler sanki onun bir parçasıymış gibi duruyordu. Işığın vurduğu yerden göz kamaştırıyordu, ama o ışık biraz da içindendi sanki.

 

"Güzel günlerde kullan güzelim," dedim, ona bakarak. "Taktıkça beni hatırlarsın."

 

"Kız Gülfem," dedi Şebnem, omzunu dürterek. Zaten narin olan Gülfem bir ileri bir geri sallandı oturduğu yerden, az daha sandalyeden düşecekti.

 

Güldük hep birlikte ama Şebnem dudaklarını büzüp ciddileşmiş gibi yaptı, ama sesi hâlâ oyunbazdı.

"Yok mu şöyle bir eğlence yapmamız bride team olarak? Mardin'in bu tavanı akmış kafesinde oturmayacağız değil mi yani?"

 

"Kına yapacağız abla," dedi Gülfem, gözleri heyecanla parlıyordu.

 

Kına fikri Şebnem'i pek tatmin etmemişti, yüzünde beliren sabırsızlıkla gözlerini devirdi. "Hayır canım, daha farklı şeylerden bahsediyorum. Eğlenmek diyorum, eğ-len-mek! Çıkar şu at gözlüğünü, etrafına bir bak biraz kızım," dedi dönüp elini havada sallayarak.

 

"Şebnem..." dedim uyarı tonumla, ama o çoktan coşmuştu.

 

"Ne var kız ilk kez evleniyor, eğlensin şöyle görsün bir hayatı. Hem senin bekarlığa vedanı nasıl eğlenmiştik ama!" dedi, sesine özlemli bir kahkaha karışarak.

 

"Ya Şebnem..." dedim, dudaklarımda fark etmeden beliren yapmacık gülümsemeyle. "Ne kadar güzel eğlenmiştik, değil mi? O kadar çok gülmüştük ki... Geceyi hatırlamıyorum bile. Sabah kalktığımda üzerimde ne olduğu belirsiz, saçma sapan kıyafetler vardı."

 

"Merak etme, seninki almaya geldi ya," dedi, imalı imalı konuşarak. Gözlerini hafif kısıp, başını yana eğmişti, sesi dalga geçer gibiydi. "O giydirmiştir seni."

 

Helin'in kahkahasını tutmaya çalışırken ağzını eliyle kapatması boşunaydı omuzları titriyordu.

 

"Şebnem şimdi sıkıcam gırtlağını. Kapa çeneni!" diyerek ayağına aşağıdan vurdum.

 

"Şu an bu ekibe kına yetmeyecek gibi hissediyorum." Dedi Helin.

 

"Yetmez tabii," dedi Şebnem, bu kez sesi daha da yüksek çıkmıştı, neredeyse çarşının öteki ucundan duyulacaktı. Sonra döndü Helin'e, bir kaşını kaldırarak, "Gençler burada eğlenmek için ne yapıyor mesela?" dedi.

 

Helin bir an durdu, gözlerini yukarı kaldırıp düşündü. Gerçekten de soru zorlayıcıydı, Mardin'in gece hayatı İstanbul'daki gibi değildi, ama bence boş da değildi.

"Hımm..." dedi, dudaklarını büzerek. Gözleri sanki hatırlamak için şehrin taş duvarlarında geziniyordu.

 

"Bir şey desene kızım, eğleniyoruz deyin bize!" diye üsteledi Şebnem, sabırsızca.

 

Helin sonunda omuz silkti. "Yani... bizim eğlencemiz biraz farklı. Avlularda toplanırız, ateş yakılır, biri darbuka getirir, biri erbane çalar. Bir bakmışsın herkes oynamaya başlamış bile. Bazen damda film izleriz, bazen sırf yıldızlara bakarız."

 

"Yıldızlara mı?" Şebnem yine göz devirdi. "Yani güzel de, ben biraz daha... bas titremesi arıyorum. Oynarken kalbim yerinden çıksın istiyorum."

 

"İstersen sana Mardin versiyonu 'kalp titremesi' ayarlarız," dedim. "Darbukayla halay karışımı bir şey. Bir de tef sesi ekledik mi tamamdır."

 

 

"Sıra gecesi yaparız," dedi Gülfem, bir anda araya girerek..

 

Şebnem kaşlarını kaldırdı, elindeki havuç suyundan bir yudum alıp geriye yaslandı. "Bu kız çok yöresel ya," dedi hafif burun kıvırarak.

 

O an sabrımın ucundaydım. "Şebnemciğim," dedim, sesimi bastırmaya çalışarak ama öfkem dişlerimin arasından sızıyordu. "Canım arkadaşım... İstanbul'da değiliz. Şartlarımız belli. Biz eğlenmek için şehir değiştiren kızlardan değiliz artık."

 

Bakışımı sabit tuttum, sonra elimle karnını işaret ettim, gözlerimi onunkilere kilitledim. "Hamilesin," dedim elimi kaldırıp yüzüğümü onun göz hizasına getirdim, "evliyim. Hem de bir ağayla."

 

Şebnem birden karnına sarıldı, şefkatli bir yüz ifadesiyle eğildi. "Hayır bebeğim, teyzen öyle bir şey demedi," dedi, sesi alaycı ama tatlıydı. "Sakın yanlış anlama. O sadece eğlenmeyi bilmeyen bir moron. "

 

"Ben mi eğlenmeyi bilmiyorum?" Karnına yavaşça eğilip "hayır senin teyzen harika, muhteşem ötesi bir insan ve eğlenmeyi de annenden kat ve kat gayet iyi biliyorum."

 

"O zaman iyi bir teyze ol ve bu gece bizi eğlendir hormonlarım ve karnımdaki bunu istiyor."

 

Biraz düşündüm de aslında hepimizin biraz eğlenmeye hakkı vardı. Bir haftadır Şebnem anca kendine gelmişti. Çok bir şey söylemiyordu ama o da Rohat'la birlikte ayrı odalarda konakta kalıyorlardı

 

Kalender Bey ve Berfin Hanım'a Şebnem'in hamile olduğunu söylediklerinde onlar da şaşırmışlardı ama sanırım kendilerinde hak görmedikleri için pek bir şey dememişlerdi. Sadece Kalender Bey işi uzatmadan evlenmelerini söylemişti, Rohat da en kısa zamanda bu işi gerçekleştireceğini dile getirip bir şekilde olayı tatlıya bağlamıştı.

 

Şebnem de pek bir şey anlatmamıştı ama sanırım ailesi pek de iç şeyler söylememişlerdi onun hakkında. İkisinin de bir haftadır yüzünden düşen bin parçaydı ama bugün iyi gibiydi fakat Şebnem'di bu işte; bazen hayata karşı oynardı bazen de gerçekten umursamazdı. Bilemezdin.

 

"Tamam o zaman," dedim gülerek, "eminim ki Mardin'de bir tane düzgün eğlence mekanı vardır. Bir geceliğine kapatırız, rica ederim."

 

"Sen ağa karısısın tabii, bir telefonla kapatırsın," dedi Şebnem, göz kırparak. "Ama bize de DJ, ışık,içecek ve çerez garantisi ver."

 

Helin parmağını kaldırdı, "Mekâna benden müzik listesi o zaman . Ben o listeyi tek tek yapacağım. Halay da olacak, İrem Derici de."

 

"Gülfem sende arkadaşlarını, nişanda ki akrabalarına çağırmak istersen çağır , Helin sen de aynı şekilde."

 

"Gelin abla çok teşekkür ederim ama beni çok utandırıyorsun, en başından beri bizim için çok uğraşıyorsun sana hakkımı nasıl öderim bilmem."

 

"Haklık bir şey yok, ben elimden bir şey gelirse onu yapmak istiyorum hem madem hanım ağa diyorlar bana o halde ismimizin hakkını verelim değil mi?"

 

"Annemden sonra gördüğüm en hakikatli hanım ağasın, ağabeyimi tebrik ediyorum doğru insanı kaçırmış."

 

"Saf bu kız be," Şebnem Helin'in söylediklerine kahkaha atarken bende gülmüştüm.

 

"Kalkalım o halde," dedim, "Fazla zamanımız yok, hem benim internetten birkaç yere bakmam gerekiyor." Yavaşça ayağa kalktım, üzerimdeki uzun, toprak rengi elbiseyi düzelttim. Güneş artık tam tepede değildi ama taş sokakların sıcaklığı hâlâ tenimize yapışıyordu.

 

Kızlar da yavaşça toparlandılar; her biri ellerine poşetlerini aldı. Gülfem renk renk kumaşlarla dolu bir torbayı taşırken, Helin bilezikleri koyduğu küçük kutuyu göğsüne bastırmıştı. Şebnem, karnına dikkat ederek usulca doğruldu, hâlâ elinde yarısı içilmiş havuç suyu...

 

Sokağın başında bekleyen siyah camlı arabaya doğru yürümeye başladık. Ayaklarımız taş sokaklara ritim tutar gibi değiyordu. Sessizlik yoktu; arada mırıltılar, poşet hışırtıları, sokak köşesinden gelen çocuk kahkahaları eşlik ediyordu bize.

 

Ve o sırada...karşıdan bize doğru gelen birkaç silueti fark ettim. Çok da yabancı değillerdi.

 

Şebnem biraz kısık gözlerle karşıdan gelenleri süzüyordu, bir yandan güneşin ışığını engellemeye çalışırken bir yandan tanıdık yüzleri ayırt etmeye çabalıyordu.

"Rohat mı o?" dedi, başını hafif yana eğip gözlerini kıstı.

 

Gülfem'in sesi daha çocuksuydu, içinde saklayamadığı bir neşe taşıyordu. "Ya Fırat..." dedi.

 

Ben onların arasında Doğu'nun ela gözleriyle karşılaşınca hafifçe gülümsedim ona.

 

O sırada Helin'in sesi kulağıma geldi, içten içe öfkeli ama artık alışmış bir tonla söyleniyordu.

"E bana adam kalmadı, bu nasıl iş ya?"

 

Adımlarımız orta noktada birleştiğinde,

"Selam bayanlar... ve güzel bebeğim." dedi Rohat. Adımları hiç çekinmeden Şebnem'in karşısında durunca eğilip yavaşça gömleğinin altında daha belirginleşmemiş karnını öptü.

 

Fırat da yavaşça adımlarını Gülfem'in yanına yöneltti. Gülfem, fark ettiğini belli etmeyen o çocukça neşesiyle biraz başını öne eğmişti ama göz ucuyla onu izliyordu.

 

Fırat hiç acele etmeden ellerini uzattı, "Ver bana ben taşırım," dedi. Fırat birini tek eliyle, diğerini kolunun altına alırken gözlerini kısıp tatlı bir gülümsemeyle sordu. "Yoruldun mu?"

 

Gülfem tam karşılık verecekti ki sesi hafif titredi, sonra toparlandı.

"Yok canım, taşıyoruz işte. Mardin kadınıyız biz," dedi.

 

Doğu karşımda dururken çiftlerin arasından çıkıp onun yanına gittim sanki bu hareketim onu memnun etmiş gibi hafifçe gülümsemişti.

"Niye geldin?" dedim.

 

Dudakları, hiç beklemediğim bir anda, saçlarımın üstüne hafifçe dokundu ve başımı okşarken, dudaklarının ılımlı baskısı kısa ama belirgindi. "Karımı almaya geldim. Suç mu?" dedi, hafif bir alayla.

 

Bir an duraksadım. "Hayır, da biz geliyorduk zaten. Bir sürü adam var yanımızda," dedim.

 

"Konağa gidiyorduk, Fırat dışarıda olduğunuzu söyleyince gelip almak istediler," dedi bana açıklama yaparken.

 

"Bu kadar romantik sahne içinde parazit gibi kaldım. Ben sahneyi terk ediyorum." Helin bizi getiren vito arabaya doğru bize bakmadan gidince arkasından gülmüştük.

 

Fırat, hafifçe gülümseyerek yavaşça bana yaklaştı. O an, tam karşımda durarak, sesi bir tık daha yumuşayarak konuştu. "Yenge, çok sağ ol vallaha," dedi, biraz da gülerek. "Elimi cebime attırmıyorsun, Gülfem'e de izin vermemişsin. Bunca şey almışsın, hakkını helal et be yenge."

 

"Olur mu Fırat yengelik görevimizi yerine getiriyoruz, hem görümce olmak kolay değil, değil mi?"

 

"Yenge tam olarak en büyük müsün bilmiyorum ama çok büyüksün Allah'ıma kurban."

 

 

Gülümseyerek Doğu'ya baktığımda onunda gözlerinin içi gülerek bana baktığını gördüm.

 

"Doğu Ağa'nın karısıyım ben unutma Fıratcığım en büyük benim hatta Ağandan bile büyüğüm." O o an yanımda duran Doğu hareketlenmişti.

 

Fırat 'Eyvallah' diyerek başını eğdi.

 

Bir anda, Şebnem'in sesi tüm ortamı değiştirdi. "Akşam eğlenmeye gideceğiz," diye ortaya bomba gibi düştü. Herkes bir anlık şaşkınlıkla birbirine baktı.

 

"Öyle mi?" diye sordu Rohat, Şebnem'i kolunun altına alırken, bir yandan da hafifçe yüzünü kolunun altında ki kadına çevirdi.

 

"Evet," dedi Şebnem, ateş kızılı saçlarını kulağının arkasına yaslarken, gülümseyerek."Gülfem'in bekârlığa veda partisini kutlayacağız. Bir sorun mu var beyler?" dedi, sözlerinin ardından hafifçe kaşlarını kaldırarak, etrafındaki erkeklere bakmaya başladı.

 

Herkes bir anda sessizleşti. Fırat bir an bakışlarını yere indirdi, sonra da başını kaldırıp, "Gerek var mıydı gülüm?" diye mırıldandı.

 

Gülfem biraz utangaç bir şekilde başını eğdi,"Gelin ablayla Şebnem abla söyleyince bende şey ettim."dedi. Sesindeki çekingenlik, ne yapacağını tam olarak bilemeyen bir genç kızın tavırlarını yansıtıyordu.

 

Fırat'ın o bakışlarına karşı, ben de aniden seslendim. "Fırat," dedim, biraz da başımı sallayarak, "Hayırdır? Altı üstü eğleneceğiz biraz, ayıp değil ya." Bu fikre sıcak değildim fakat şu andan itibaren her şeye rağmen o parti yapılacaktı.

 

Bir an sessizlik oldu, Fırat ve Rohat, Doğu'ya bakarken, Şebnem ise, bir kenarda gülümsüyor ve adeta her şeyi kontrol ediyormuş gibi duruyordu.

 

Fırat, hafifçe gülümsedi, ama dudaklarının köşesinde belli bir tedirginlik vardı. "Tabii, yengen tabii, ayıp değil, tabii ki de ben... Gülfem sevmez öyle şeyler. alışkın değil diye," dedi, kelimeleri zorla çıkarıyormuş gibi.

 

O sırada, uzun bir sessizlikten sonra, Doğu'nun sesi duyuldu. "Rona ve Şebnem alışkınlar yani diyorsun Fırat, doğru mu anladım?" dedi, sessizliğe karşın sanki çok da ciddiyetle soruyordu.

 

Fırat, sanki son nefesini vermek üzereymiş gibi derin bir nefes çekti, ciğerlerinde hava olduğundan emin olduktan sonra, kızarmış yüzüyle zorlukla Doğu'ya döndü. Gözleri, biraz da panik içinde, bir çıkış yolu arıyormuş gibiydi.

 

"Ağam, ben yengelerime öyle şey söyler miyim hiç?" dedi, bir yudum su içiyormuş gibi, kelimeleri çıkarırken zorlanarak. Kollarını hafifçe sarmıştı, ama sesindeki tedirginlik her an anlaşılabiliyordu.

 

Fırat'ın tavrı, onun bu zor durumda olduğunu belirgin bir şekilde gösteriyordu. "Yani, yengemler şehirliler diye dedim ..." diye devam etti.

 

"Sus Fırat sus, adamın karısı hakkında biraz daha konuşursan derini yüzecek... sus kardeşim." Rohat, Fırat'ı yanımızdan çekip almıştı.

 

Doğu'ya baktığımda sabır çekermiş gibi yavaşça başını çevirip gözlerini saniyelik açıp kapamıştı. Bu adamın eskiden sinir katsayısı daha yavaş çıkıyordu, resmen adamın ayarlarıyla oynamıştım.

 

"Hadi biz eve geçelim Doğu." Fırat'a sen sonra görürsün diye parmağımı sallayıp Doğu'nun koluna girmiştim.

 

Şebnem ve Gülfem'e elimi salladıktan sonra kolumda Doğu ile birlikte arabasının yolun sonunda olduğunu düşünerekten oraya çekiştirmeye başladım.

 

İleride arabasını görüp hemen oraya doğru yürütmüştüm onu. Arabasının önüne geldiğimizde siniri hala var gibiydi.

 

"Kafasını ezicem bir gün şu çocuğun," dedi caddenin karşısında duran Fırat'a bakarak.

 

"Doğu," dedim, harfleri uzatarak, sessiz bir şekilde dikkatini çekmeye çalıştım.

 

Ela gözleri hemen üstüme döndü, bir an duraksadı.

 

Yavaşça yaklaştım ona, "Ağam, çok gerginsin biraz sakinleş lütfen." Siyah ceketinde ki tozları parmaklarımın ucuyla sirkeledim.

 

Doğu, sesi daha erkeksi bir tonda başını yüzüme yaklaştırıp, "Benimle bu tonda böyle konuşursan, sadece sakinleşmem," dedi. Kelimelerin üstüne basa basa.

 

"Öyle mi?" dedim, anlamamış gibi yaparak kaşlarımı havalandırdım ve hafifçe gülümsedim. "Nasıl konuşuyormuşum?" diye sordum, sanki her şey gayet normalmiş gibi.

 

Doğu'nun gözleri, bana bir an koylaşmış gibi bakarken, dilinin ucunda başka şeyler geçiyordu ama o erkeksi gülüşüyle dudaklarını hafifçe oynattı.

 

"Bin Rona," Arkamda ki kapıyı açıp "Bin hadi kızım milletin için de başımıza bela açacaksın." Onunla oynadığımı anlamış bundan zevk aldığımı fark etmişti.

 

Ağır adımlarla önünden geçip açtığı kapıdan ön koltuğa oturdum. Kendiside hemen arabaya binip çalıştırmıştı.

 

Kısa bir süre sonra Midyat'a varmıştık.

 

Yol boyunca Şebnem'in açtığı 4 kişilik gruptan konuşmuştum.

 

Şebnem "Bride Team" adlı grubu kurdu.

 

Helin:

Yengeee

Abim bir şey dedi mi bu akşamki plan için?

 

Şebnem:

Baksana sen Rona'ya

Onun gözünde "koca lafı dinleyecek" tip var mı?

 

Siz:

Hayır.

Yani, hayır bir şey demedi.

 

Şebnem:

Rona Mekanı ayarlayabilirsen bence bugün iyidir.

Sen gittikten sonra biz konuştuk.

 

Gülfem:

Ben kuzenlerime söyledim gelin abla hepsi hazır.

 

Helin:

Benim de arkadaşlarım seni duyunca havada kaptılar

Hepsi tanışmak istiyor seninle yengeee.

 

Şebnem:

O halde bugün bize bir parti ayarlamazsan doğururum bu çocuğu bu gece!

 

Siz:

Daha fetus olan bir çocukla şantaj yapmaya utanmıyorsun değil mi ?

 

Şebnem:

Hayır!

Başka soru?

 

Şebnem yazıyor...

 

Şebnem:

Etik ahlaki kurallarını bu gecelik bir kenara bırak ve bizi partiye götür Rona İpekoğlu!!!

 

Mesaj Silindi.

 

Şebnem:

Etik ahlaki kurallarını bu gecelik bir kenara bırak ve bizi partiye götür Rona Karahanlı!!!

 

Telefonun ekranını kapatıp yavaşça başımı kaldırdım. Arabanın içi sessizdi, motorun sesi bile fonda yankılanıyor gibiydi. Doğu yan koltukta, direksiyonun başında ciddi ama dikkatli bir yüzle yola bakıyordu. Birkaç saniye ona baktım, sonra yavaşça döndüm.

 

 

"Doğu..." diye seslendim, sesim biraz yumuşaktı.

 

O, gözlerini yoldan ayırmadan, "Efendim?" dedi. Sesi duruydu.

 

Derin bir nefes aldım. "Akşam için..." dedim, kelimeleri tartarak, "Eğlenebileceğimiz bir yer bulur musun?"

 

Doğu gözlerini yoldan ayırmadan, direksiyonu biraz daha sıkı tuttu. Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıpırdadı, sonra kendi kendine homurdanır gibi söyledi, "Benim gibi bir adamdan... ancak senin gibi bir kadın bunu isteyebilirdi zaten."

 

"E bulacak mısın yoksa ben arayıp bulacağım?" dedim sabırsızca, kollarımı göğsümde kavuşturup başımı hafifçe yana eğerek.

 

Doğu o an, göz ucuyla bana baktı. "Arkadaşımın bir mekanı var, onu ararım,"dedi. "Eve gidene kadar dayanabilirsin bence."

 

"Ne münasebet," dedim kaşlarımı çatıp. "Öyle meraklıymışım gibi söylüyorsun, sadece kızlara söz verdim."

 

O an başını bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. Beni süzerken dudaklarının kenarı kıpırdadı, ama o gülümseme gelmedi. Sadece derin bir iç çekti.

 

"Neden iç çektin?" dedim, sesimi biraz alçaltarak ama gözlerimi onunkilerden kaçırmadan.

 

"Güzelsin..." dedi, gözlerini yoldan ayırmadan ama sesiyle tamamen bana döner gibi.

"Çok güzelsin."

 

Kalbim bir an göğsümde büyüdü, sonra küçüldü.

 

 

"Kaşlarını çattığında," dedi yavaşça, gözlerini benden ayırmadan,

"şurada—" parmağıyla sol kaşımın yanına doğru işaret etti,

"şurada bir çizgi beliriyor ya... derin, biraz inatçı..."

 

Sustu bir an. Sonra dudakları hafifçe kıpırdadı.

"Gülerken dudağına değen dişlerin... o kadar tanıdık ki artık bana. Her halin, her bakışın... çok güzelsin Rona."

 

O an gözlerim gözlerine değdi. Bir şey demek istedim ama boğazıma bir şey düğümlenmişti.

 

"Kafamı karıştırıp eğlenceye gitmeme mi engel olmaya çalışıyorsun sen?" dedim, işaret parmağımı ona doğru uzatarak, gözlerimi kısıp sorgular gibi.

 

Doğu, başını biraz yana eğdi. O tanıdık, sinir bozucu ama aynı zamanda içimi eriten gülümsemeyle baktı bana.

 

"Ben mi?" dedi, masum bir edayla. "Yok canım, ben sadece gerçeği söylüyorum. Gerçekler karıştırıyorsa, o senin güzel kafanla ilgili olabilir."

 

Parmağımı hâlâ ona doğru tutuyordum. "Doğu!..."

 

"Efendim," dedi, gözlerini hafifçe kısmış, gözümün içine baka baka.

 

"Biraz daha hızlı sürer misin?" dedim, hafif sertçe. Kollarımı göğsümde bağlayıp koltuğa yaslandım. "Hazırlanmam lazım."

 

Ses tonumda hafif bir mesafe vardı, o da bunu fark etti tabii.Başımı çevirip dışarıyı izledim.

 

"Küstün mü?" dedi ardından, sesi alayla karışık, eğlenirmiş gibi.

 

"Küstüm," demedim.

Ama cevap da vermedim.

 

Sadece cama vuran gün ışığına baktım.

 

Sadece motorun sesi vardı bir süre.

 

Sonra biraz daha hızlandı araba. Yol akmaya başladı gözümün önünde.

 

 

Konağın yemek kokusu, taş duvarlardan süzülerek içimize işlemişti. Hepimiz yorgunduk, ama belli etmiyorduk. Doğu, her zamanki gibi önce kalkmıştı masadan. Ben de arkasından, hazırlanmak bahanesiyle odama doğru yürüdüm.

 

Kapıyı sessizce açıp içeri girdiğimde, onun sesi balkon tarafından geliyordu. Telefonla konuşuyordu. Sesi, her zamanki o ağır ve sakin Doğu tonundaydı.

 

"Selamün Aleyküm Cihan'ım..." Kısa bir duraklama oldu.

"Var ol kardeşim, iyiyim sen nasılsın?"

Bir gülümseme duyuldu sesinde.

"Şükür kardeşim..."

 

Ayakkabılarımı çıkardım, topuklarım halıya değince kapıyı usulca arkamdan kapadım. Fakat o hâlâ beni fark etmemişti. Balkona sırtı dönüktü. Bir eli cebindeydi, diğerinde telefon. Omzunun düşüklüğünden, konuşmanın samimiyetinden belliydi ki, Cihan denen adamla yakınlardı.

 

"Bir şey rica edecektim kardeşim," dedi Doğu.

 

Balkonda rüzgârın hafifçe savurduğu sesiyle birlikte, telefondan gelen gülme sesi duyuldu.

 

"Estağfirullah Cihan'ım, emir ne demek..."

 

Doğu konuşmaya devam etti.

 

"Hanımla... kardeşim ve arkadaşları bu gece bir kardeşimizin evlilik öncesi biraz eğlenecekler. Malum, kadınlar arasında... öyle çok büyük bir şey değil. Ama mekanın güvenli, rahat bir yer olması lazım."

 

Dudaklarımdan istemsizce o kelime döküldü...

 

Onu dediği gibi... 'Hanım...' diye mırıldandım.

 

İçimde garip bir kıpırtı vardı. Sanki kalbim, o kelimenin içini ilk defa doldurmuş gibiydi. Sadece bir unvan, bir statü, bir halk arasında söylenen kelime değil... Gerçekten bir yere ait olma hâli.

 

"Mekânı bu gece kapat Cihan'ım, benim adamlar olacak kapıda... hiçbir şeyden kaçınma," dedi Doğu, sesi biraz daha kararlı, biraz daha buyurgandı bu kez.

 

Ben hâlâ içerideydim. Artık yüzümde hafif bir tebessüm vardı. Kimi zaman kelimeler değil, bir adamın arkasından nasıl durduğudur insanı etkileyen.

 

"Gelen herkes bizim misafirimiz, ne gerekiyorsa yapılacak. Sadece kadınlar olacak içeride, giriş çıkışa dikkat edin. Eğlenmeye geldiler, keyifleri kaçmasın."

 

"Ben de uğrarım yanına, Cihan'ım... sağ ol," dedi Doğu, sesi bu kez daha yumuşaktı. Dostuna içten bir teşekkür, ama içinde hâlâ koruyucu bir titizlik taşıyordu.

 

Telefonu kapatıp cebine koyarken başını çevirdi o an beni gördü.

 

Bakışlarımız buluştu. Bir şey demedi hemen.

Ama yüzüne, beni fark ettiğine dair belli belirsiz bir gülümseme yerleşti.

 

İçeri girdiğinde, adımlarını ağır ama kararlı attı. Yüzündeki sertlik, beni görünce biraz yumuşamıştı. Yanıma kadar geldi, gözlerini gözlerime dikti.

 

"Hanım," dedim, dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle.

 

O da gülümsedi. Yüzünde bir an için o çocukça rahatlık belirdi.

"Benim hanım," dedi, sesi derinden ama yumuşak bir gururla.

Söylerken dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.

 

"Beğendim," dedim, parmak uçlarım göğsüne düşen beyaz gömleğin pamuklu dokusunu hissederken.

 

"Bende beğendim," dedi, parmakları saçlarıma dokunarak.

Ellerinin sıcaklığı, saçlarımdan cildime geçerken bir huzur dalgası gibi yayıldı.

Ama gözlerindeki derinlik, bana başka şeyler söylüyordu.

 

"Sen neyi beğendin ?" dedim, biraz merakla, biraz da hafifçe gülümseyerek.

Hareketlerim istemsizce yavaşladı, sanki o an sadece onun söylediklerini dinlemek istiyordum.

 

Doğu, gülümsedi ama bu sefer gülümsemesi daha yumuşak, daha anlamlıydı. Yavaşça başını yana eğdi, ardından gözlerini mavilerime dikerken, nazikçe fısıldadı, "Doğu Ağa'nın karısıyım demeni."

 

"Bir daha söylerim istersen," dedim, alaycılıkla cilveliliğin ince bir çizgisinde, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle.

 

"Rona..." dedi, son harfi uzatarak hem uyarır gibi hem şaka eder gibi.

 

Başını hafifçe eğdi, boynuma yaklaşırken sesi daha da yumuşadı, "Partiye geç kalmak istiyorsun sanırım..." Nefesi tenime değdiğinde, kelimeler kulağımda değil, sanki içimde yankılandı.

Kalbim bir anlığına hızlandı ama bunu ona belli etmemek için gözlerimi kırptım.

 

"Elimi kolumu bağlarsan, hazırlanamam tabii," dedim hafifçe gülümseyip geri çekilirken ama gözlerim hâlâ onun gözlerinde asılıydı.

 

Doğu, dudaklarının kenarında beliriveren o karanlık gülümsemeyle bir adım daha yaklaştı. Başını hafifçe eğdi, sesi kısılıp derinleşti. "Elini kolunu bağladıysam..." dedi, gözlerini gözlerime dikerken, "...o andan itibaren hiçbir yere gidemeyeceğinin garantisini verebilirim."

 

Sesi öyle bir tondaydı ki, kalbim göğsümde değilmiş gibi hissettim. Sanki bir yerlere bastırılmış, dışarı çıkmak için çırpınıyordu.

Nefesim kesilmedi ama duraksadı onunkiyle aynı ritme geçmek ister gibi.

 

"Bu tehdit mi?" dedim alaylı bir bakış atarken ama sesim olması gerekenden daha yumuşaktı.

 

"Hayır," dedi fısıltıya yakın bir tonda, bakışları gözlerime kilitlenmişti.

"Bugün biraz daha benimle oynarsan..."

Bir adım daha attı, artık aramızdaki mesafe neredeyse yoktu. "...seni bir yere bırakmam."

 

Sözcükleri öyle yavaş, öyle emin telaffuz etti ki kelimelerin arasındaki boşluklar bile dokunuyordu. Sanki sesi değil, elleri tenimde dolaşıyordu.

Yutkundum ama bu onu daha da cesaretlendirdi.

 

"Doğu," dedim adını söylemekle susmak arasında kalmış gibi.

 

"Söyle güzelim?" dedi, dudakları neredeyse tenime değerken.

 

"Doğu," dedim tekrar. Bu sefer sesim daha yumuşak, daha ihtiyatlıydı.

 

İleri doğru bir adım attı, ben de içgüdüsel olarak geri çekildim ama o hiç durmadı.

Aramızdaki mesafeyi inadına inatla kapattı.

Sanki her adımında beni daha da köşeye sıkıştırıyordu ama bu bir tehdit gibi değil, aitlik gibiydi.

 

Nefesi boynumdaydı artık. Tenime değmeden değen o sıcaklık...

Dudakları dokunmuyordu ama nefesi bile vücudumu kendi çizgisinde şekillendiriyordu.

 

"Söyle kocana..."

 

Elimi kaldırıp aramıza koydum. Avucum, göğsüne değdiğinde kalbinin benimkinden farksız çırpındığını hissettim.

"Dur," dedim. Sesim titremiyordu ama içinde bastırılmış bir yangın vardı. Biraz daha yaklaşırsa... her şeyi yakar, bu geceyi ateşe verirdik ve bende gözümü bile kırpmadan izlerdim.

 

Doğu, gözlerini kısmış bir halde başını hafifçe eğdi.

 

"Uzakta dur," dedim, işaret parmağımı ona doğru sallayarak.

Karşımda hala o gülümsemesiyle duruyordu ama gözleri, söylediklerime gerçekten dikkat kesilmişti.

 

Ellerini yavaşça havaya kaldırdı, teslim olmuş gibi ama o bildiğin teslimiyetten değil, beni daha iyi görmek için geri çekilmiş bir yırtıcının dinginliği gibi.

 

"Tamam," dedi alçak bir sesle, gözlerini benden ayırmadan.

 

"Gidip giyineceğim," dedim, onu uyarır gibi.

 

"Buyur," dedi alaycı bir sakinlikle, giyinme odasını eliyle işaret ederek. "Giyin..."

Sözcüğü öyle bir tonda söyledi ki, içimdeki bütün kıvılcımlar bir anda alev aldı.

 

Resmen benden intikam almıştı.

Geri çekilmişti ama kazanan oymuş gibi davranıyordu. Kinci köpek.

Öylece durduğu yerden beni süzerken, dudaklarının kenarında sinsice yayılan o gülümseme... Sanki "oyun şimdi başladı" der gibiydi.

 

Ama ben de kolay lokma değildim.

Omzumu dikleştirip başımı çevirmeden odaya doğru yürüdüm.

 

Odaya girer girmez kapının arkasına yaslandım. Göğsüm hafifçe inip kalkıyordu nefesim yerini bulmaya çalışıyor gibiydi.

Derin bir nefes aldım. Bir daha. Bir daha.

 

O oyunu ben oynarken keyifliydi, ama o oynarken değilmiş...

 

Sakindim, bir şey yok Rona, diye diye elbiselerin içine daldım. Her biri, bana farklı bir ruh hali sunuyordu ama sonunda lacivert, kısa bir elbiseyi çıkarıp üstüme tuttum. Bence konsepte uygundu, hem sade hem de şık. Aynada bir süre kendimi inceledim. Elbise, vücudumun hatlarını belli ederken, aynı zamanda zarif bir duruş da sergiliyordu.

 

 

 

Ayakkabıyı giyip çıktığımda, Doğu odada değildi ama banyodan suyun sesi geliyordu.

 

O gelene kadar saçlarımı yapıp makyajımı da bitirmiştim. Hafif takıları, her zamanki takılarımla kombinleyip tamamladım. Saçlarımda dalgalar, makyajımda ise doğal ama etkileyici bir ton vardı. Takılarım sade ama zarifti; her biri, bulunduğum ortamla uyum içinde parlıyordu.

 

Aynada son bir kez kendime bakarak, her şeyin tam olduğuna karar verdim. Hazırdım.

 

Banyodan su sesi kapandığında ayağa kalktım. Birkaç saniye sonra kapı açıldı ve Doğu, beline sardığı siyah havluyla, vücudundaki su damlalarıyla içeriye girdi.

 

Banyodan yeni çıkmıştı, saçları ıslak ve su damlacıkları tenine düşüyordu. Havlu, kaslarının hatlarını belirginleştirirken, vücuda düşen su damlaları ışıkta parlıyor, onu daha da çekici kılıyordu. Gözleri hala hafif buğulu bir şekilde bana odaklandı.

 

"Hazırlanmışsın," dedi, sesinde yine o tanıdık erkeksi ton vardı,

 

"Senin aksine, evet," diye mırıldandım, gözlerim arada vücuduna kayıyordu.

 

Hafifçe gülümseyerek ve adımlarını yavaşlatarak yanıma yaklaştı.

 

"Geliyorum, beş dakikaya," diyerek önümden geçip giysi odasına girdi.

 

Bende, "Sana geliyorum, Rabbim," diyerek gözlerimi yukarı çevirdim, içimden bir dua eder gibi.

 

 

Işıklar patlıyor. DJ şarkının introsunu başlatıyor: "Eminönü Laleli..."

Renkli spotlar dönüyor, kalabalık tezahürat içinde. Sahnenin tam ortasında biz dördümüz.

 

"Eminönü Laleli, al getir sülaleni..."

 

Şebnem mikrofona doğru bağırdı.

"Hadi getir sülaleni Ronaaa! "

 

Helin kalçasını savurarak ritme uyuyordu. "İstesinler babamdan söz kessinler anamdan"

 

Gülfem tam o anda başında gelin yazan tacı ile kalabalığa karşı döktürüyordu.

"Eminönü Laleli, al getir sülaleni..."

 

Şebnem'le göz göze geldik. Bir bakışıyla anladım ki geliyordu.

Ben de tam karşısına geçtim.

 

Ayaklarımız yerde, eller havada.

Şebnem bana bir adım atıyor, ben ona bir dönüşle cevap veriyorum.

 

Gülfem dansın ortasında kollarını havaya kaldırdıp, kendi etrafında dönerken tacı neredeyse fırlayacaktı. Sanırım hayatında ilk kez içiyordu ve ben daha ne ara içtiğini anlamadan sarhoş olmuştu.

 

Tam o sırada Helin atladı sahneye. Ayakkabılarını çoktan çıkarmış, çıplak ayakla zıplıyor. "Ben bu gece yere basmıyorum kızlar!"

 

Şebnem tutmayıp sadece metafor olarak elinde tuttuğu şampanyayı havaya kaldırdı.

"O zaman içip uçuyoruz!"

 

Helin mikrofonu DJ kabininden tutup kaptı.

"Bu geceyi hatırlayan yansın! Hatırlamayan... zaten bizden sayılır!"

 

Kalabalık alkışladı. Helin sonra bana döndü, göz kırptı. Elimi çekip, beni dans çemberinin ortasına soktu.

 

Kalçasıyla tempo tutuyorken içmeden sarhoş olmuş gibiydi ama bir anda ciddileşip, gözleri bana dikildi.

"Rona. Yemin et. Ne olursa olsun... hep böyle güleceğiz."

 

Elimi kalbime koydum.

"Yemin ediyorum, ne olursa olsun güleceğiz be." Sanırım alkol yavaşça damarlarımda gezmeye başlatı ama Şebnem'e ne oluyordu da bu kadar gaza gelmişti.

 

"Sikeyim ailesinide ağasınıda! Sevdim lan işte! Öldürecekler mi? Öldürsünler beni!"

 

"Şebnem," dedim onu susturmaya çalışarak.

 

"Susmayacağım ulan. Evleneceğim onunla göreceksiniz." Birden Gülfem'in kafasında ki taçı çekip aldı.

 

"Bende gelinim artık."

 

"Şebnem sen bir şey mi içtin?" Kolunu tutup çektim.

 

"Hayır be, hamileyim ben ne içeceğim safoz." Elimden kurtulup kalabalığa doğru dans ederek ilerledi.

 

Kecka me nazdare.

Lawkê me biryare

Der u dur baldare

Gundî li ser bane

 

"Kızımız nazlıdır

oğlumuz kararlıdır

Etrafına dikkat eder

Köylüler damda durur

Dedim gel"

 

Birden ortam değiştiğinde, o an çalmaya başlayan şarkıyla birlikte kızların bu anı beklediğini anlamıştım. Hepsi birbirleriyle Göz göze gelip gülümsediklerinde bir anda ayaklar yerden kesildi.

 

Halay.

 

İp gibi yan yana dizilip parmaklarını birbirlerine doladılar. Gülfem halayın başını almıştı. Adımlarını yere vururken çıkardığı sesi, herkes duyuyordu.

 

Şebnem de ortalarda bir yerlere geçmişti, biraz afallamış ama keyfi yerindeydi. Öğrendiği birkaç figürü hatırlamaya çalışıyor, gecikse de adımlarını uyduruyordu.

 

"Hanım ağam, gel gel!" dedi halaydaki genç kızlardan biri, yüzüme dönüp elini uzatarak.

 

Helin, arkamdan sessizce yaklaşıp elimi tuttuğunda bir anda, beni kızların arasına kadar çekti. Parmaklarımı kendi parmaklarının arasına geçirip sımsıkı tutup, ayaklarını gösterdi nasıl basmam gerektiğini anlatırcasına.

 

"Hadi hanım ağam, oyna!" dedi, gözlerini kısıp bir kahkaha attı.

O kahkahanın içinde hem neşesi hem meydan okuması vardı. "Sen de bizdensin, saklanma artık açıl," diyordu.

 

Ayaklarım kararsızdı belki ama içimde bir kıpırtı başladı.

 

Bir adım attım. Sonra bir tane daha.

Kızlar bağırdı, alkışladı, Halay dönmeye başladı.

 

İlk birkaç adımda tökezledim, ama sonra ayaklarım yere bastıkça Doğu'nun öğrettiği gibi oynamaya başladım.

 

Benim uyum sağladığımı görmek herkesi sevindirmişti gözlerinden belliydi. Gülfem başını çevirip bana gülümsedi, Helin omzuyla hafifçe dokundu, Şebnem ise bir adım geri çekilip beni izledi bir an.

 

Bazıları dönüp bakıyor, bazıları telefonlarını çıkarmış, gülerek videoya çekiyordu bizi. Halayın halkası genişlemiş, neşesi taşmıştı.

 

"E kanında var nede olsa!" diye bağırdı Gülfem, kahkahalarına karışarak.

 

O an herkes bir ağızdan güldü. Biri alkış tuttu, diğeri zılgıt çekti bense gülümsememi tutamadım. Ne kadar zamandır böyle gülmemiştim, bilmiyorum.

 

Adımlarım artık başkalarının adımlarına karışmıyor, onlarla birlikte akıyordu.

Kanın sesiymiş bu meğer ritmi içinden gelen, sana ait bir şey...

 

Gülfem'in sesi hâlâ kulaklarımdaydı

'E kanında var... nede olsa.'

 

İşte o cümle, o an belki de ilk kez ait hissettiğim andı...

 

 

A benim avanak arızalı arsız gönlüm

Feleğin çemberine takılıp döndün ya

Arayan bulur elbet aradın buldun pes

Hanya'yı Konya'yı gördün ya

 

Tam halayın ritmi içimize işlemişken, bir anda değişti müzik. Davul sustu, klarnet yerini bas ritme bıraktı.

 

Kızlar birden bire karşılıklı geçtiler, eller havaya, kalçalar kıvrılıyor, kahkahalar yükseliyor. Gülfem kendini ortaya attı, Helin peşinden.

 

Şebnem karşımdaydı.

Bana karşı geçmiş, ellerini beline koymuş, kalçasını ritme uydurmuştu.

Gözleri gözlerimde, dudaklarında o tanıdık alaycı gülümseme.

 

"A benim avanak, arızalı, arsız gönlüm," diye söylemeye başladı sözleri uzata uzata, üstüne basa basa. Her kelimeyi öyle imalı söylüyordu ki, sanki şarkı benim günahlarımı sayıyormuş gibi.

Kahkahası şarkının ritmine karıştı.

 

"Feleğin çemberine takılıp döndün ya..."

Elini havaya kaldırdı, sonra çevirdi.

"Arayan bulur elbet aradın, buldun... pes!"

Parmağını bana doğru salladı, sonra güldü.

 

"Kader, kahpe kader..."

Elimi kaldırdım.

 

"Ağlarını ördün mü?

Yardan yok hiç haber...

Yar kaldın mı, öldün mü?"

 

Gözlerim Şebnem'deyken bir hareket hissettim yanımda.

 

Biri yanaştı sessizce. Ellerini hafifçe kaldırmıştı, parmak uçları havayı okşar gibi ritme eşlik ediyordu. Ne abartılı ne çekingen, zarifti.

 

Başımı çevirdim. Genç biriydi, gözlerinde tanıdık bir sıcaklıkla bakıyordu.

Gülümsedim, o da gülümsedi.

 

"Zin," dedim, gülerek. Adı bu muydu, o anda mı uydurdum bilmiyorum biraz kafam bulanıyordu.

 

"Merhaba, gelin abla," dedi.

 

Potansiyel gelinimize büyükçe gülümseyip sarıldım. "Merhaba," dedim, sesimi olabildiğince yumuşak tuttum. İçimde garip bir heyecan vardı. Sanırım bana bir sorunluluk yüklenmişti şu an da.

 

"Yengem!" Uzaktan birinin sesi gibi duyuyordum. Bir an, kafamı kaldırıp etrafa bakındım ama hiç kimseyi göremedim. Hozan'ın sesi, alkolün etkisiyle bana oyun oynuyordu.

 

Az kalsın, "Söyle yenge kurban!" diye bağıracaktım.

 

Şarkı değişmişti ve Zin, çoktan yanından ayrılmış, dans eden kuzeninin karşısına geçmişti.

 

"Kız, oynasana!" Şebnem ellerimi tutup havalandırdı, beni dansa çağırırken. Gözlerinde eğlence vardı, her şeyin akışına kapılmıştı.

 

"Sende az oynasana, Şebnem! Geldiğimizden beri durmadın." diye takıldım ona, biraz gülerek.

 

Şebnem, başını salladı, "Bir şey olmaz, O gecelerin kadını Şebnem'in yavrusu. İçeride onun da parti yaptığına eminim," dedi, sesi şehvetli bir gülüşle karıştı.

 

Gece boyunca nasıl geçti zaman, anlamadım. Müzik her seferinde içimizde işlemiş ritimle beraber hafifledik sanki. Gülfemle göz göze geldik... Onun kahkahası, biraz önce dans ederken yüzüne yayılan o kocaman gülümseme... Sadece o an için değil, gerçekten, derinden mutlu. Belki de ilk kez. Ve ben ilk kez, birini bu kadar mutlu görünce, kendimi de o kadar mutlu hissettim.

 

Bu insanlara, bu kalabalığa, şehre ait hissediyordum artık. İlk zamanlar ne kadar yabancı, mesafeli geldiyse, şimdi o kadar sıcak, içten ve tanıdık. Şebnem'in kahkahası, Zin'in zarif dansı, Gülfem'in dans ederken savrulan saçları, Helin'in uzaktan gelen gülme sesi... Her şey olması gerektiği gibiydi.

 

O an anladım; alışmıştım. Belki hâlâ bazı şeyler tam yerli yerinde değildi ama kapılar açılmıştı. Ve artık her şey açılabilirdi.

 

 

Arabanın içinde dört adam, gecenin ritmine bambaşka bir yerden dahil oluyordu. Doğu, sürücü koltuğunda sessizdi. Gözleri yola kilitlenmiş, direksiyonu sanki biraz daha sıkı tutuyordu. Yan koltukta Rohat, cama yaslanmış, dışarıdaki karanlıkta bir şey arar gibi bakıyordu. Ama aslında düşüncelerindeydi; kelimelere dökmediği şeylerde.

 

Arka koltukta Fırat, heyecanını sessizliği ile koruyordu. Bazen bakışları öne kayıyor, bazen gözlerini kapatıp kendini gecenin içindeki bu hareketin akışına bırakıyordu. Ama ne yaparsa yapsın, Hozan'ın sesi her şeyi bastırıyordu.

 

"Ağabey yalvarırım, biraz daha bas ya! Kız oradaymış, yemin ediyorum arkadan sesini duydum!"

 

Hozan'ın sesi heyecanla, neredeyse çocuksu bir umutla doluydu. Hem gülüyor hem de bir yandan sitem ediyordu. Kafasını hafif camdan dışarı uzatıp geceye seslenir gibi konuşuyordu bazen. Kelimeleri hızla, neredeyse nefes almadan sıralıyordu. "Ağabey bak ben sana dedim, oradaydı o kız. Böyle bir ses yok, böyle bir koku yok! Vallahi aşk bu, şaka yapmıyorum, yemin ederim arkadan sesi geldi."

 

Doğu, hafifçe iç çekti ama bir şey demedi. Gözleri yolda, aklı ise belli ki başka bir yerdeydi.

 

Rohat bir an başını çevirip Hozan'a baktı, sonra gözlerini Doğu'ya çevirdi. "Oğlum bizim ailede bu bulaşıcı mı lan?" dedi sakin ama eğlenirmiş bir sesle. "Zalimin kızları yaktılar bizi ulan."

 

"Yanmak ne demek ağabey... ölüyorum ya..." dedi Hozan, sesi çatallıydı, gözleri uzak bir noktaya dalmış. "Köyüne gittim dün... bir kez daha görmek için... Göremedim ağabey..."

 

Fırat başını eğip ona baktı, gözlerinde alayla karışık bir şefkat vardı. Gülümserken kolunu Hozan'ın omzuna attı, biraz kendine çekti.

 

"Ulan Hozan... akraba mı oluyoruz lan, ha?" dedi. Sesi hafif şakayla karışıktı ama içinde bir sahiplenme vardı.

 

"Fırat ağabey, yemin ederim... seninle akraba olmaya bile razıyım, vallahi razıyım!" dedi Hozan, gözleri parlıyordu ama içinde bir yer hâlâ acıyordu. "Yeter ki o kızı bana versinler be..."

 

Fırat bir an baktı ona, gözlerini kısıp, Hozan'ın dediğini sonradan anlamıştı. "Yürü git lan! Yok sana kız falan." dedi Hozan'ı hafifçe geriye doğru itti.

 

"Önce bi adam ol da gel," diye ekledi, sesi sert değildi ama boş da değildi.

 

Hozan, gülerek geriye yaslandı, omzunu cama dayadı. Sustu bir süre. İçinde ciddiyetle şaka, şakayla umut birbirine karıştı.

 

Sokağa döndüklerinde, nihayet kızların olduğu gece kulübüne varmışlardı. Hozan, daha araba tam durmadan atladı neredeyse. Ayakları yere değer değmez başını kaldırıp kapıya baktı. İçeride bir yerlerde olduğunu bildiği o sesi, o yüzü görmek için sabırsızlanıyordu.

 

Doğu, motoru kapatıp ağır hareketlerle indi arabadan. Arabanın kapısını kapatırken gözleri hemen kulübün girişine kaydı. Işıkların arasından silüeti belirginleşen bir figür vardı. Kapının hemen önünde durmuş, elleri ceplerinde bekliyordu.

 

Cihan'dı bu. Doğu'nun eski bir arkadaşı, gecelerin içinde tanınan, burada da sözü geçen adamlardan. Doğu yaklaşınca, Cihan ileri adım attı ve elini uzattı.

 

"Ağam şeref verdiniz," dedi. Sesi yüksek değildi ama netti. Bir selamdan fazlası vardı o cümlede, ciddiyetin izi ve Doğu'ya duyulan saygı.

 

Doğu elini sıktı, başını hafifçe salladı.

 

"Eksik olma kardeşim," dedi.

 

"Buyurun ağam, bir şeyler içelim. Ofiste oturalım," dedi Cihan, eliyle kulübün yanındaki özel girişe doğru işaret ederek yanında duran adamlara kısa bir bakış attı,

 

Doğu, etrafa kısa bir göz gezdirdi, sonra Cihan'a döndü. "Sözümüz olsun kardeşim," dedi. Gülümsemedi ama sesi yumuşaktı. "Biz hanımları alıp gidelim... Geç oldu."

 

"Nasıl derseniz, buyrun," dedi Cihan, sesinde hafif bir saygı ama alışkanlık haline gelmiş bir rahatlık vardı. Ardından eliyle kulübün kapısını işaret etti.

 

"Gece boyu yabancı kimse girmedi," diye ekledi.

 

Doğu, kısa bir bakış attı kapıya. Başını hafifçe sallayıp adımlarını hızlandırdı.

 

Kısa koridordan geçerken, kalabalığın içinden geçtiği an gözleri onu buldu. Etrafında birkaç kadın vardı ama Doğu'nun bakışı doğrudan ona yöneldi... Rona'ya.

 

Eğleniyordu. Mavi gözleri ışıkların arasında adeta daha da parlıyordu, hareket ettikçe, güldükçe ışık da onunla birlikte dans ediyordu sanki. Doğu, istemsizce durdu bir an. O anı içine çekmek ister gibi.

 

Doğu'nun ikinci kez Rona'yı böyle görüyordu. İlki, kendi bekârlığa veda partisiydi, gürültülü, kalabalık ama içinde tuhaf bir boşluk taşıdığı o gece.

 

O zamanlar yüreğindeki sızı, hiçbir şarkıyı bastırmıyordu. Her kahkaha, her içki yudumu, o eksikliği biraz daha derinleştiriyordu.

 

Doğu, onun güldüğünü ilk kez böyle bir ortamda görmüştü. İçinden bir şeyin kıpırdadığı, o gülüşte bir yerinin tamir olmaya başladığı andı belki de.

 

Şimdi yine buradaydı. Ve o gülüş hâlâ oradaydı. Ama artık Doğu'nun içinde yankılanışı bambaşkaydı.

 

Doğu'nun adımları yavaşladı. Kalabalığın içinden, zamanın dışına çıkar gibi izlemeye başladı onu. Rona, dans ediyordu öylece, kendini tamamen müziğe bırakmış gibi. Gözleri gülmekten hafif kısılmış, dudaklarının kenarında içten bir neşenin izi vardı.

 

Ellerini havaya kaldırmıştı bileklerinden omuzlarına kadar her hareketi akıyordu sanki, şarkının ritmine değil, içindeki özgürlüğe uyarak. Müziğin her vuruşunda bir adım, bir kıvrılış... O an onun etrafında dönen dünya, sadece o müzikten ve ışıklardan ibaretti.

 

Doğu'nun gözleri ondan başkasını görmüyordu artık. O gülüş, o dans... Hayatın tüm ağırlığını bir kenara bırakmıştı Rona, ve Doğu'nun içinden geçense tam da buydu, "Keşke hep böyle olsa. Hep böyle gülebilse."

 

Şarkı salondaki havayı doldururken, Rona ellerini tekrar havaya kaldırdı, gözleri kapalı, sözleri dudaklarından dökülüyordu.

 

"Bir eda, bir çalım, aldın başını gittin

Ne kadar masum bir şeyi terk ettin..."

 

Doğu hafifçe gülümseyerek onu izliyordu.

 

"Ne sen unuttun, ne ben unuttum..."

 

Rona'nın sesi biraz daha yükseldiğinde, Doğu sessizce bir kez daha gülümsedi. İçindeki yumuşak bir yer, her seferinde Rona'nın bu haline boyun eğiyordu.

 

"Gel gel sarışınım gel

Gel sana alışığım gel..."

 

Doğu kımıldamadan durdu. Bir sıcaklık yayılıyordu içine o andan sonra. "Sarışınım"...

 

Kendine baktı bir an. Sarışın değildi. Belki kumral denebilirdi, ama hayır... o da değildi tam olarak. Peki neden o kelimeyi bu kadar içten söyledi bu kadın?

 

Doğu, gözlerini Rona'dan ayıramadı. Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Müzik yükseldikçe içindeki sesler de yükseliyordu,

Rona'nın arkası ona dönüktü. Dans ediyordu hâlâ, kolları havada, kalçası ritme uyumlu bir şekilde kıpırdayarak.

 

Ama Doğu çok net duyuyordu söylediği sözleri.

 

"Gel gel sarışınım gel

Gel sana alışığım gel..."

 

Doğu, o kelimelerin içinde kendine yer bulamamaktan doğan o kıskançlık hissini bastırmaya çalıştı. Bir an durdu. Yüzü ifadesizleşti, ama gözlerinde bir şey kıpırdadı. Rona, dönmemişti hâlâ.

 

"Doğuu," dedi. Rona birden döndüğünde görmüştü onu.

 

Doğu ise o sesi dünyanın en güzel sesinden duymuş gibi hissetti.

 

Rona yavaşça yönünü ona döndü. Gözlerinde ışıkların yansıması, yüzünde gecenin neşesi vardı. Gülümseyerek, yavaş ama net bir sesle, "Geldin mi?" dedi.

 

Doğu kaşlarını kaldırıp ciddi bir ifadeyle eğildi ona doğru, "Sarışının kim?"

 

Rona'nın gülüşü yarıda kesildi. Bir an gözlerini kırpıştırdı, sonra kıkırdadı.

 

"Ne?"

 

"Az önce şarkıda bağırıyordun ," dedi Doğu tutmaya çalıştığı sitemle başını sallayarak. "'Gel gel sarışınım gel'... Şimdi ben kumral mıyım, değil miyim, orası da muallak... Ama sarışın olmadığım kesin."

 

Rona kahkahayı bastı. "Doğu, şarkı o! Şarkı yani..."

 

"Ama çok içten söyledin," diye devam etti.

 

"Tamam, tamam..." dedi Rona, kahkahasının arasından, Doğu'nun suratındaki o alıngan ciddiyeti taklit eder gibi. "O zaman bir esmer şarkısı açalım."

 

"Bak, bana bütün sarışınları vurdurtma durup dururken," dedi, sesi ciddiydi. Bu kadın cidden onun bütün ayarlarını bozmuştu. Şimdi de bütün sarışınlara kinlenmişti.

 

Rona artık kahkahasını tutamıyordu, eliyle ağzını kapattı ama nafile. Şarkı arka planda hâlâ çalıyordu ama onlar başka bir ritimdeydiler artık.

 

Doğu, bir adım daha yaklaştı. Bu kez sesini alçaltarak, ama ciddiyetini bozmayarak fısıldadı...

 

"Rona... sen burada gecenin bir yarısı, sen 'gel sarışınım' diye bağırırsan... ben de gider bütün kuaförleri yakarım."

 

Rona başını yana eğdi, yüzünde o tanıdık muzır ifade.

 

"İyi ki 'esmerim' diye şarkı yokmuş, kendini yakardın."

 

Doğu, başını iki yana salladı. "Beni zaten sen yaktın. Gerisi mühim değil."

 

Ve o an, aralarındaki şaka durmuştu ama gülüş kalmıştı. Rona gözlerini kaçırmadı bu kez. Başını hafif yana eğdi. "Bunu bir daha söyleme," dedi yumuşak bir sesle.

 

Doğu bir an durdu. Gözleri hafif kısıldı "Neyi?"

 

"Yaktığımı..." dedi Rona. "Sanki kötü bir şeymiş gibi söylüyorsun."

 

"Bazen iyi şeyler de yakar." dedi. "Ama alışıyor insan... biraz yangınla yaşamaya."

 

Rona bir adım yaklaştı, aralarındaki mesafe kalabalığın ortasında neredeyse yok gibiydi şimdi. Elini hafifçe Doğu'nun koluna dokundurarak, içten ama alay etmeden gülümsedi.

 

"Ben yangınım demiştim sana, Doğu," dedi Rona, yavaşça ona yaklaşırken.

 

Doğu, gözlerini Rona'dan ayıramadı.

 

"Evet," dedi sessizce. "Ama bu kadar güzel yakacağını söylememiştin."

 

Rona başını eğip gülümsedi. "Sen hiç," dedi, sesi neredeyse fısıltıya dönerek, "ateşe isteyerek yaklaşan biri gördün mü?"

 

Doğu bir adım daha attı. Artık aralarında mesafe kalmamıştı. Rona'nın nefesi dudaklarına değecek kadar yakındaydı.

 

"Evet," dedi. "Şu an yanında gördüğün adam... Yanarda. Yakarda."

 

Rona gözlerini bir an kapattı, gülümsediği dudağının kenarında içten bir heyecan belirdi.

 

Gözlerini yeniden açtığında Doğu'nun gözlerinde kendi yansımasını gördü.

 

"Beni yakarsan," dedi fısıltıyla, "sen de yanarsın."

 

Doğu eğildi, dudakları neredeyse onun kulağına dokunacak gibiydi. "Zaten birlikte yanmayacaksak, ne anlamı var?"

 

Ve müzik o an sustu. Kulüp, gürültünün içinde sessizliğe gömüldü. İki kişi, bir yangının ortasında, göz göze.

 

Hiçbir şey söylemeden her şeyi söyleyen o anla...

Gece, tam da o noktada alev aldı.

 

Bölüm Sonu

Bölüm : 18.06.2025 08:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...