29. Bölüm

“29.Bölüm Yalanla Başladı” Sezon Finali

esra
wolffcuub

Merhaba...

İçimde karmaşık duygular var bugün. Bir yanda hüzün, bir yanda tarifsiz bir gurur... Bu benim ilk sezon finalim. Bir hikâyeyi buraya kadar getirebilmek ve bunu sizinle paylaşmak benim için çok büyük bir anlam taşıyor.

 

Belki sayımız kalabalık değil, ama siz benim en özel yol arkadaşlarımsınız. Rona ve Doğu, hayatımın beklenmedik bir yerinden girip en derin yerinde kaldılar. Bazen onlar bana, bazen ben onlara tutundum. Her cümlede biraz daha büyüdük birlikte. Vazgeçmemem için sanki bana fısıldadılar hep...

 

Bu yolda en büyük desteğim önce siz oldunuz, sonra da yanımdan hiç eksilmeyen iki güzel dostum. İyi ki varsınız. İyi ki bu hikâyede beraberdik. Hep var olun...

 

Keyifli okumalar... Bölüm sonunda görüşmek üzere𐙚

 

Doğu'nun Işığı

"29.Bölüm Yalanla Başladı"

Sezon Finali

 

 

 

Yalan küçüktür; ama taşıdığı gölge koca bir hayatı örtebilir. Bir kez söylendi mi, gerçeğin yerini almaz onu boğar, unutturur. İnsan bazen korktuğu için yalan söyler, bazen kurtulmak için, bazen de sevdiğini korumak için.

Ama yalan korumaz.

 

Yalan yalnızca erteler.

Gerçeği, acıyı, sonu...

 

Bir yalanla başlayan hikâyeler, eninde sonunda gerçeğin suskunluğunda biter.

Ve suskunluk bazen, ölümden bile daha soğuktur.

 

Dilan, gelen mesajı okuduktan sonra silip telefonu sessizce masaya bıraktı. Artık her şeyin zamanı gelmişti, içini kavuran yangın onu sabırsızlaştırıyordu.

 

Neredeyse her gece yaşanan o anda, bilinçli ya da bilinçsiz, sarsak adımlar kapının önüne yaklaşır, kapı koluna dokunur ve hızla içeri girerdi. Ezbere biliyordu hareketlerini çünkü her gece böyle oluyordu.

 

İlk önce sarsak adımlar duyuldu, hatta kapıya çarpma sesi. Sonra hızlı adımlar odanın içine yöneldi. Dilan, yavaşça oturduğu yataktan kalktı. "Yine mi sarhoşsun?" dedi. Bu cümleyi artık ezberlemişti Baran.

 

Dilan karnını tutarak yanına yaklaşınca yayılan kokudan midesi bulandı o an. "Her akşam midemi bulandırıyorsun!" diye bağırdı Dilan.

 

Baran, karısının yükselen elini görünce geri itip "Bana alkolik muamelesi çekmeyi kes!" dedi sertçe. "Çekil, git önümden."

 

 

Her zaman olduğu gibi kapıda bu konuşma yapılırdı. Dilan söylenir, söylene söylene yatağa girip arkasını dönerdi. Baran ise duşa girer, aynaya uzun uzun bakar, sabah da sanki her şeyin üzerinden silindir geçmiş gibi, sessiz bir pişmanlıkla uyanırdı.

 

Ama bu gece öyle olmadı.

Dilan, alışılmadık bir şekilde, çekip gitmesine izin vermedi. Sıkıca tuttu Baran'nın kollarından.

Sanki bu sefer yalnızca bir gecenin değil, yılların hesabını tutuyordu.

 

"Dilan bırak kolumu," dedi Baran, dişlerinin arasından süzülen sesiyle. Öfkesi dudaklarında değil, alnındaki damarlarında atıyordu. Gözlerini Dilan'ın gözlerine kilitledi; eskiden aşk aradığı gözlerde şimdi yalnızca öfke ve yorgunluk vardı

 

 

Ama Dilan o kadar ustalıkla oynuyordu ki rolünü, neredeyse kendi gözyaşlarına kendisi de inandı.

 

"Çok sıkıldım Baran! Ne kocalık yapabiliyorsun, ne babalık!" Sesi yükseldi. Baran'ın zayıf karnına sapladı kelimeleri.

 

Baran'ın bir adım geri çekildiği o anı yakaladı Dilan. Daha da yaklaştı, sesi alayla kırıldı. "Erkekliğin de bitti artık, Baran. Sadece gölgen kaldı şu evde. Baban yüzüne bakmıyor, o seni çok seven annen bile zorla konuşuyor seninle. Ben esir gibi bu odadayım tüm gün, sen ne yapıyorsun peki? Zayıf bir erkek gibi içiyorsun sabah akşam."

 

Baran nefes aldı ama yetmedi.

Boğazında bir yumru gibi duran kelimeleri yutamadı. Gözlerini Dilan'ın yüzüne diktiğinde, artık sevdiği kadının sureti yoktu orada.

Yalnızca hesap, yalnızca niyet vardı.

 

Dilan, bir adım daha yaklaştı.

Eliyle Baran'ı göğsünden itti sertçe, tiksinerek.

Baran sendeledi bir an, geri adım attı.

 

Dilan gülümsedi o an.

Soğuk bir gülümsemeydi bu.

Dudak kenarına sinmiş bir zaferin habercisi.

 

"Ben bu yüzden mi aldım koca Doğu Ağa'yı karşıma? Ben boşuna mı ailemi düşman ettim kendime?" Sesi titrese de sözleri çok netti.

"Senin arkanda durdum. Herkes seni bırakırken ben 'Baran' dedim. Ne için peki? Bu sessiz, korkak, içen adama mı kaldı kaderim?"

 

Baran dişlerini sıktı, yumruklarını da.

İçinden geçenle yapabildiği arasında uçurum vardı.

 

"Sen... Sen böyle biri değildin Dilan," dedi, sesi çatallı. "Sen böyle bir kadın değildin."

 

"Benim kim olduğumu sen şekillendirdin Baran," dedi Dilan, burun buruna geldiği adamın gözlerinin içine baka baka. "Ben senin gölgenle yaşarken unuttum kim olduğumu. Ama şimdi hatırlıyorum."

 

O an Baran'ın nefesi kesildi.

Kafasının içinde uğuldayan sesler artık gerçekti.

Duyduğu her kelime, yıllardır kendi kendine söylediği tüm korkularla örtüşüyordu.

 

Baran başını geriye attı, elleriyle saçlarını kavradı.

Odanın içinde bir ileri bir geri yürümeye başladı.

 

"Yeter!" diye bağırdı birden.

"Yeter Dilan, sus!"

 

Ama Dilan susmadı.

Bir adım daha attı.

Artık sesi düşmanca, neredeyse tükürür gibiydi. "Sen bir hatasın Baran. Bir başarısızlık örneğisin. Ben seninle evlenerek kendi mezarımı kazdım!"

 

Baran'ın yüzü kıpkırmızıydı.

Nefesi düzensizdi.

Elleriyle masaya vurdu, sehpa devrildi.

 

"Beni deli mi etmek istiyorsun?!"

 

Dilan hiç korkmadı.

Aksine, gözlerini kırpmadan söyledi. "Sen zaten delisin Baran. Yalnızca seni daha görünür yapmak istiyorum."

 

Ve o anda...

Baran bir adımda gelip Dilan'ın kolundan tuttu, hızla kendine çekti.

Sarsarak bağırdı "Ne istiyorsun benden? Ne yapmamı istiyorsun ha?! Vurmamı mı?! Onu mu bekliyorsun?!"

 

Dilan'ın gözleri ıslandı ama bu gözyaşlarında korkudan çok başka bir şey vardı; başarı.

Yalancı bir titrek sesle fısıldadı. "Sen zaten vurdun Baran... Her gün biraz daha."

 

Baran'ın elleri gevşedi.

Sanki biri içinden fişi çekmiş gibi.

Kendini geri attı.

Duvara yaslandı.

Gözleriyle bir noktaya kilitlendi.

Artık nefes almak bile lüks gibiydi.

 

Dilan ise o anda geri çekilip aynaya baktı.

Saçlarını düzeltti.

Kolu hâlâ acıyordu, ama yüzünde bir sakinlik vardı.

 

Plan ilerliyordu.

Ve Baran, daha yeni düşmeye başlamıştı.

 

Baran hâlâ duvara yaslanmıştı. Gözleri boşluğa dalmış, elleri sarkmıştı. Nefesi düzensizdi, sanki vücudu kendi yükünü taşıyamaz hâle gelmişti.

 

Dilan, aynadan kendine son bir kez baktı.

Sonra yavaşça döndü.

Sanki bir karar vermiş gibi, adımlarını yavaş ama sertçe attı Baran'a doğru.

 

"Baran," dedi sessizce ama içi çelik gibiydi.

"Sen hastasın."

 

Baran irkildi.

Duyduğunu anlamadı önce.

 

Dilan bir adım daha attı.

Sesi yükseldi, kelimeler terazisizdi artık "Evet, doğru duydun. Sen hastasın. Aklınla barışamayan bir adamsın sen. Öfkenle boğuluyorsun.

Ve ben böyle birinin, ruhu darmadağın birinin, çocuğuma babalık yapmasını istemiyorum!"

 

O cümle sondu.

Baran'ın gözleri büyüdü.

Kulağında uğultular başladı.

Önce ince bir vızıltıydı.

Sonra bir çınlama...

 

"Sen hastasın..."

"Sen hastasın..."

 

Sanki her yer yankı yapıyordu.

O kelimeler, beyninin içinde döne döne büyüdü.

 

Baran elleriyle kulaklarını kapattı.

Başını eğdi, ayakta zor duruyordu.

 

"Kes sesini... Yeter..."

dedi, ama sesi neredeyse duyulmuyordu.

 

Geri adım attı, sendeledi.

Dilan ona baktı.

Donmuştu.

Ama hâlâ acımadan izliyordu.

 

Baran birden doğruldu.

Gözleri kan çanağı gibiydi.

Dilan'a yöneldi, ama bu bir öfke anı değil, bir çöküş anıydı.

 

"Ben iyi olmaya çalıştım... her gün... ama içimden biri susmadı..."

Sesi çatallıydı.

Göğsünü tuttu, nefesi daraldı.

 

Sonra...

Aniden dizlerinin üzerine çöktü.

Nefesi boğuklaştı, elleriyle yere bastı.

 

Yüzü kıpkırmızıydı.

Bir kolunu göğsüne bastırdı, diğer eliyle boşluğu yoklar gibiydi.

Sanki bir şey, içinden paramparça çıkıyordu.

 

"Baran?!" Dilan'ın sesi bu kez gerçekten panikliydi. Planladığı şeyin bu kadar gerçek olabileceğini düşünmemişti belki de.

 

Baran yere yığıldı.

Dudaklarından sadece tek bir kelime döküldü.

"Oğlum..."

 

Ve sonra, tüm ev yine sessiz çığlıklara gömüldü.

Ama bu seferki sessizlik, geri dönülmez bir sessizlikti.

 

Ev sessizdi.

Fazla sessiz.

Baran'ın hırıltılı nefesinden başka hiçbir ses yoktu geride.

Zemin soğuktu ama Dilan'ın ayakları kararlıydı.

 

Kapının önünde durdu. Elini tokmağa uzattı, bir an duraksadı. Arkasına bakmadı.

Çünkü bakması gerekmedi. Bu sahneyi bin kez düşünmüştü.

 

Bazen yalnızca olması gereken olur. Yüzünde ne korku vardı ne de endişe.

Sadece... derin, dipsiz bir sükûnet.

 

Ayaklarını yere biraz daha sert bastı.

Adımları genişti artık. Omuzlarını dikleştirdi.

Kendi kendine yürüyen biri gibi değil, kendi yönünü çizen biri gibi.

Her adımda içerideki kadını biraz daha arkasında bırakıyordu.

 

Bahçe kapısını geçtiğinde gece hala hükmünü sürüyordu.

Ama onun içindeki ateş gündüz gibiydi. Kapıda kimse yoktu çünkü bunuda ayarlamıştı.

 

O an onu gören biri "bir savaştan çıkmış" diyebilirdi belki.

Ama o bir savaşa giriyordu aslında.

 

Elbisesinin eteği hafifçe savruldu. Sokak lambasının altından geçtiğinde yüz hatları daha da keskinleşti.

Kadınlıkla vahşetin, acıyla gücün arasında duran bir gölge gibiydi.

 

Konaktan uzaklaştıkça içinden bir şey sustu.

Ama başka bir şey...

Daha eski, daha soğuk, daha ne istediğini bilen bir şey uyanmıştı.

 

Gecenin içinde ilerlerken yüzünde beliren hafif kıvrım, bir tebessüm değildi.

Zafer de değildi.

 

Sadece... Karanlığın içindeki biri için,

zafer sandıkları bir adımın aslında ne kadar sessizce planlandığını bilen biri için

kendine ait, sessiz bir memnuniyetti.

 

Kendi konağının kapısını görür görmez, içinden tek bir cümle geçti.

 

"Şimdi sıra onlarda."

 

 

Bedenim birdenbire ağırlaştı.

Ayaklarım yere mıhlanmış gibiydi ama gözlerim Dilan'ı bırakmıyordu. Elbisesi yırtık, saçları darmadağın.

Yüzünde morluklar, dudak kenarında kan.

Ama gözleri...

 

Yalvaran biri gibi bakıyordu.

Kırık, suskun, perişan.

 

Ve Dilan bana değil, Doğu'ya bakıyordu. Dönüp Doğu'ya bakamadım ancak kapının kapanma sesini duydum o benden sonra ancak çıkabilmişti arabadan.

 

Olduğum yerden adım atamıyordum. Ayaklarım yere çakılmış gibi değildi sadece; sanki içimde, tam göğsümün ortasında bir şey tüm ağırlığıyla bastırıyor, kemiklerimi içine gömüyordu. Her şey çok yavaşladı birden, sesler sanki boğuk bir odanın içindeymişim gibi geliyordu kulağıma. Gözüm Dilan'da takılı kaldı, yüzüne, ellerine, dudak kenarındaki kurumuş kana. Ama hiçbir şeye inanmıyordum. Gördüklerime, hissettiklerime, buraya nasıl gelindiğine dair aklımda dönüp duran tüm düşüncelere rağmen, hiçbir şey beni hareket ettiremiyordu.

 

Bir anlık bakışla Doğu'nun bana dönmesini bekledim belki ama o, gözünü Dilan'dan ayırmıyordu. O bakışlarda çözülmeye başlayan bir adam vardı; geçmişle bugünün, vicdanla sevginin birbirine karıştığı bir adam. Ve ben, o an, tam olduğum yerde taş kesilmişken, duyduğum o sesle içimde bir şeyin çatladığını hissettim.

 

"Ağabey..." Dilan'ın sesiydi. Zayıf, çatallı, kırıktı sesi. Ama netti. Ayakları artık onu taşıyamayacak gibi olduğunda yere doğru çöktü. Doğrudan Doğu'ya sesleniyordu.

Aralarında geçen yılların, çocukluk anılarının, acıların ve suskunlukların üzerine basarak çağırmıştı onu. Bir kadının değil, bir kız çocuğunun, bir yerlerden hâlâ korunmak isteyen birinin sesi vardı o tek kelimede.

 

Ama ben orada, o kanlı yüzün altında sadece bir kırgınlık ya da korku görmedim.

Başka bir şey... Daha derin, daha karmaşık bir şey vardı orada. Belki bir hazırlık, belki bir teslimiyet gibi duran ama içinde kontrol barındıran o şey.

 

Doğu bir anda yerinden fırladı, koşar adımlarla Dilan'ın önünde durdu. Eğildi, neredeyse dizlerinin üzerine çökecek gibiydi.

"Dilan!" dedi, sesi hem korku hem öfke yüklüydü.

"Ne oldu sana? Kim yaptı bunu? Kim seni bu hale getirdi?"

Sesi o kadar yüksekti ki, konağın içinden yankılandı kelimeler. Bahçe kapısından taşlara, oradan duvarlara çarpıp tekrar üzerimize döndü sanki.

 

Onun bağırışıyla birlikte içeriden bir koşuşturmaca başladı. Kapılar hızla açıldı. Merdivenlerden adımlar geldi, tül perdeler savruldu, ışıklar yanmaya başladı birer birer. Konağın içinde kim varsa, artık dışarıdaydı.

 

Ve aynı anda birbiri ardına gelen fren sesleri etrafımı sardı. Sert, sarsıcı, tiz. Geceyi yaran metal çığlıklar gibi.

 

Arabalar bir bir yolun kenarına savrulmuş gibi durdu. Kapılar aynı anda sertçe açıldı.

Kalabalık hızla büyüyordu.

 

Bir çığlık duydum o anda.

Yüksek, keskin, delip geçen bir ses:

"Dilan! Kızım!" Berfin Hanım'dı.

Peşinden adamlar hızla Kalender Bey'in tekerlekli sandalyesini arabadan indirdiler

Onların hemen arkasında Helin ve Hozan.

Hepsi birden koşarak Dilan'a yöneldiler.

 

Dilan'ın çevresinde bir halka oluştular.

Berfin Hanım yere diz çökerken ağzını kapatmıştı elleriyle. Kalender Bey'in gözleri büyümüş, çenesi kilitlenmişti.

Helin'in yüzü solgundu, bir çığlık daha atacak gibi titriyordu. Hozan gözlerini Dilan'dan ayıramıyordu.

 

Berfin Hanım'ın dizlerinin üzerine çökmüş halde Dilan'a sarılışını izlerken, zamanın yavaşladığını hissettim. Çevremdeki herkes hareket hâlindeydi; ayak sesleri, feryatlar, panik hâlinde çırpınan eller... ama ben, tam o an, bir taş gibi olduğum yere sabitlenmiştim. Nefes alıyor muydum bilmiyorum, bedenimle ruhum birbirinden kopmuş gibiydi.

 

Berfin Hanım'ın sesi birden havayı yardı.

"Doktor! Doktor çağırın! Doğu, hastaneye götür kardeşini!"

Sesi öyle titrek, öyle içliydi ki, bu feryat sadece yardım çağrısı değil, aynı zamanda bir annenin içinden kopup gelen en kadim dualardan biriydi sanki.

Doğu, bir anlık tereddüt bile yaşamadan kucağına almak ister gibi Dilan'a eğildi ama Berfin Hanımın o sarsıntılı hâli, ortamın dengesini bozdu.

 

Kadıncağız bir anda yere doğru yığıldı.

Helin, korkuyla fırladı yerinden.

"Anne! Lütfen... Anne, sakin ol!"

Hem ağlıyordu hem de annesini elleriyle kavramaya çalışıyor, sanki ayakta tutabilirse her şeyi yerine koyabileceğine inanıyordu.

Berfin Hanım'a sarılmış, onu tutmaya çalışırken yalvaran sesiyle titriyordu.

"Anne, ne olur... Ne olur sakin ol. Sana da bir şey olmasın. Anne..."

 

Ama Berfin Hanım ne duyar ne görürdü.

Yalnızca gözlerinin önündeki kanlı kızına bakıyordu.

Dudakları titriyor, gözlerinden yaş değil, adeta bir ömür dökülüyordu.

 

"Doğu..."

diye inledi yeniden.

"Ne hale getirmişler kızımı... Ölmüş... Benim güzel kızım, benim ilk göz ağrım, ölmüş..."

 

Bu sözler dökülürken ağzından, sadece kelimeler değil, bir annenin canı dökülüyordu sanki toprağa.

Çığlıkları taş duvarlara çarpıp geri dönüyor, yürekleri oyuyordu.

O an insan kendi kalbinin içini duyabiliyor işte.

O ağlayış, içimde bir yerlere bıçak gibi saplandı.

Gözlerimin önünde, yere diz çökmüş bir kadının acısı, tüm evrenin üstüne serilmişti.

 

Ben hâlâ kımıldayamıyordum.

Ayaklarım yerle bütünleşmişti sanki.

Ne bir adım ileri atabiliyordum, ne bir adım geriye. Ellerim soğumuştu.

Parmaklarımın ucunda his kalmamıştı.

Sadece kulaklarım vardı o anda, duyan, yankılanan, titreten...

 

Tüylerim diken diken olmuştu.

O kadının her bağırışı, her yakarışı, her "kızım" deyişi içime içime işliyordu. İçimdeki duvarlar birer birer çatlıyor, ama ben hâlâ dimdik duruyordum. Bir şeyler beni ayakta tutuyordu ama bunun güçle, cesaretle ilgisi yoktu.

Tam aksine, donmuşluktu belki.

Ya da anlamlandıramadığım bir korku.

Ya da sadece, her şeyin içinde olup da hiçbir şeyi değiştiremeyen birinin çaresizliği.

 

Kalabalığın arasından, kucağında Dilan'la birlikte hızla bana doğru geldiğini gördüm Doğu'nun.

Gözüm onun yüzündeydi ama onun bakışları bir boşluğa sabitlenmişti.

Göz göze gelmedik, çünkü o bana bakmıyordu.

Daha doğrusu hiçbirimize bakmıyordu artık.

Gözlerinin içindeki o hâl... bir insanın bakışı değildi.

Bir yangının, bir çöküşün, bir gerçeğin karanlığında donmuş bir ruhtu sanki.

Yüzü taş gibiydi, dudakları aralık ama kelimesizdi. O an, sadece bedenini değil, içinde taşıdığı ne varsa onu da yitirmiş gibiydi.

 

Ben hâlâ hareket etmiyordum.

Doğu, Dilan'ı kucağında tutarken yanımdan geçti.

Ama ben hâlâ taş gibi... hâlâ buz gibi...

 

Çevremdeki herkes ya bağırıyor ya da koşturuyordu, ama bana seslenen yoktu. Kimse "çekil" bile demedi. Çünkü ben orada yok gibiydim. Ve galiba gerçekten yoktum. Sanki bu âna ait değildim artık. O geçip giderken, rüzgâr gibi bir şey değdi yüzüme. Onun ardından gelen Hozan'ın ayak sesleri duyuldu. Arkasından hızlı hızlı yürüyordu, koşar gibi ama düşecekmiş gibi.

Yüzündeki ifade, Doğu'nun taşıdığı yükten daha az değildi.

Omzunda taşımadığı bir yükü kalbinde taşıyordu sanki.

 

Doğu arabaya vardığında, kollarındaki Dilan'ı öyle bir dikkatle, öyle bir hüzünle arka koltuğa bıraktı ki, o an bir kardeş değil de, bir babaydı sanki.

Arabayı kendi sürecekti, bu çok belliydi.

Direksiyona geçtiği anda bile gözleri hâlâ Dilan'daydı.

Hozan, arka kapıyı Dilan'ın başucundan kapatırken gözlerini bir an bile çekmedi ondan.

Sanki bir hareketi kaçırsa, bir nefesi eksik duysa, sonsuz bir pişmanlığın içine düşecekti.

 

O ilk araba hareket ettiğinde, arkasından bir başka araç daha çalıştı.

Sonra bir diğeri. Ve bir diğeri...

Sanki bir konvoy hazırlanmıştı. Konağın kapısında toplanmış ne kadar araç varsa hepsi sırasıyla yola çıkmaya başladı.

 

Motor sesleri arka arkaya birleşti.

Toz havaya kalktı. Kalabalığın içinden sıyrılıp çıkan bu uğultu, gecenin içindeki tek gerçekti artık. Koca bir ev, koca bir geçmiş ve koca bir sessizlik...

Hepsi, birkaç saniyeye sıkıştı ve ben hâlâ olduğum yerdeydim.

 

Ne bir adım atmıştım,ne bir nefes değiştirmiştim.

Sadece kalbimde ağır ağır büyüyen bir şey vardı.

 

Bir şey daha yıkılmıştı sanki.

Ama neyin yıkıldığını anlayabilmek için biraz daha orada kalmam gerekiyordu.

Birkaç dakika daha...Hiçbir şey söylemeden, kimseye yaklaşmadan... Sadece bakarak.

Çünkü bazı felaketlerde yapılacak tek şey, izlemektir.

 

Ve ben, o an sadece izledim.

 

Onu bu hale getiren... Baran mıydı?

 

Bu soruyu kendime sormak bile, içimdeki en karanlık odanın kapısını aralamak gibiydi.

Ama sormadan edemiyordum.

İnsan insana bunu yapabilir miydi? Yaparsa nasıl yaşardı?

 

Kelimeleri zihnimde bir araya getirmek, onları cümle hâline sokmak... mümkün değildi.

Çünkü kurduğum her cümle, sonunda aynı yere çıkıyordu.

Ve o yer, kabul edemeyeceğim kadar karanlıktı.

 

 

O hastanede o gün...O morlukları ilk gördüğümde, içimde bir yerin titrediğini hatırlıyorum. Ama ses etmedim.

Bakarken sustum. İşte tam o anda, her şeyin önünü açtım aslında.

O suskunluğumla, o bakıp da görmezden gelişimle... Kendi ellerimle o kötülüğe yer açtım.

 

Oysa bir şey demeliydim. O an, o ilk an...

Bir kelime, bir ses, bir duruş... belki her şeyi değiştirebilirdi. Ama ben sustum. Ve şimdi biliyorum ki suçlu arıyorsak, sadece birini değil... birçok kişiyi, birçok sessizliği, birçok göz yummayı konuşmamız gerek.

Ve en başta da kendimi.

 

Suçlu bendim.

En az Baran kadar, en az o konağın duvarları arasında yaşayan, her gün Dilan'a göz ucuyla bakıp yoluna devam eden herkes kadar.

 

Ve yine de hiçbir şey yapmadım.

Çünkü öfkeliydim. Kendi savaşlarımda boğulmuş, başkasının acısına yer bırakmamıştım içimde.

Vicdanımı susturmak kolaydı, çünkü öfkem daha yüksekti ondan.

 

Ama şimdi...

Her şey bittiğinde, herkes dağıldığında, bir tek vicdanım kaldı elimde.

 

Elimde sıktığım çantanın içinden titreyen ellerimle telefonu çıkardım. Parmaklarım onun ismine gitti.

Aylardır aramadığım, sesini duymadığım...

Ama adını her gün zihnimden silemediğim o isme.

Baran.

 

Ekrana bastığım an, içimdeki sessizlik kırıldı.

Çaldı... Ve her çalma sesiyle birlikte, boğazıma bir düğüm daha eklendi.

Sanki kelimeler, daha ben konuşamadan sıralanıyordu içimde.

Sana ne diyecektim, Baran?

"Neden?" mi?

"Ne yaptın?" mı?

 

Telefonu indirdiğimde bu sefer, "Anne" yazan o isme gözlerim uzun süre takılı kaldı.

Ne bir farklılık, ne bir sıfat, ne bir sıcaklık...

Sadece kuru bir kelime. Sahiplenilmeyen, içi boşalmış bir sesleniş.

 

Parmağım istemsizce bastı üzerine.

Titriyordum, öfkemin ellerimden taşması an meselesiydi.

Ama sesim çıkmadan önce, onunki duyuldu.

 

"Rona?" Sesi... dümdüzdü.

Ne şaşkınlık vardı tonunda ne endişe.

Sanki yıllardır yokmuşum da, bu arama sıradan bir hatırlatma gibi gelmişti ona.

 

"Baran nerede?" dedim. Üstüne basa basa.

Yutmadan, yutkunmadan. Kelimenin ucunu kesmeden, tam yerinde bırakarak.

Öfkem sesime yüklenmişti artık.

 

"Ne oluyor Rona, gece gece... Sen iyi misin?"

Hâlâ anlamamıştı. Hâlâ o boş ses tonuyla konuşuyordu. Sanki ben başka bir dilde konuşuyordum da, o sadece kendi bildiği gibi cevap veriyordu.

 

"Baran nerede!" Bağırışım boğazımı yırttı.

Kelimeler artık bağırmıyor, haykırıyordu.

Tutamıyordum... Yılların biriktiği o kabuk şimdi çatlamıştı.

 

"Ne oluyor, evde değiliz biz Rona. Siirt'teki eve geldik kalan eşyalar için. Birkaç adam var konakta, Baran'la Dilan evde olmalılar... Bu saatte nerede olacaklar?"

 

"Anne." Sadece öyle dedim.Tek kelime.

Ama içinde öfke de vardı, yıkım da, çaresizlik de.

Çünkü annemi aramam, annem demem bile artık bir tutunma şekliydi.

Bir boşlukta çırpınan elimle, geçmişten bir parça arıyordum.

 

"Baran nerede?"

 

"Bilmiyorum, Rona. Adem Bey'le diğer evdeyiz diyorum kızım, neden beni korkutuyorsun? Anlamıyorum annem ..."

 

Sustu bir an.

Ya da bana öyle geldi.

Ama o aralıkta yılların yükü konuştu içimde.

 

"Sana, oğlunu bir daha gördüğümde o kurşun ona saplanacak demiştim. Hatırlıyor musun?"

 

"Ron—"

 

"O kurşun bana saplandı, anne."

Sesim artık bir çığlık değil, bir ağıt gibiydi. Kendi cenazemi anlatır gibiydim. "Hem de bir kez değil, defalarca. Ben her susuşunuzda, her görmezden gelişinizde öldüm. Her 'Baran yapmaz' deyişinizde... Her sessiz kaldığınızda...

Her gözümü kapattığımda öldüm ama ben artık yokum anne."

 

Gelen sinyal bir telefondan değildi bu kez. Sanki beynimin içinden kopup gelen bir uyarıydı.

Bir çığlık, bir haykırış, bir çöküş sesi.

O an her şey durmuştu. Zaman bile sanki kıpırtısızdı, nefesim bile içimde sıkışmıştı.

 

Elimde tuttuğumu sandığım telefonu önümde, paramparça hâldeydi.

 

"Yenge..." dedi biri çekinerek, parmakları temkinli bir dokunuşla omzuma değdiğinde irkildim. Refleksle döndüm. Arkamda Fırat duruyordu hemen yanında da Gülfem, endişeyle bana bakıyorlardı.

İkisinin de yüzüme bakan gözlerinde aynı ifade vardı:ç. Şaşkınlık, korku ve biraz da üzüntü.

Kim bilir ne hâlde görünüyordum onlara...

Yüzüm solgun muydu, gözlerim donuk mu?

Yoksa içimde fırtınalar koparken dışım tamamen sessizliğe mi gömülmüştü, bilmiyordum.

 

"Yenge... iyi misin?" diye sordu Fırat, sesi neredeyse bir fısıltıydı. Ama bana ulaşan yankısı, kendi iç sesim gibiydi. İyi miydim?

 

O an dudaklarım kıpırdadı ama cevap vermek gibi değil... Sanki kendime hatırlatır gibi, sanki hâlâ bu dünyadayım demek ister gibi, sadece tek kelime söyledim.

"Fırat."

Sade, düz, sönük bir sesle.

 

Genç adam gözlerimi ararken bir adım daha yaklaştı.

Ne söyleyeceğini toparlamaya çalışır gibiydi.

Sonra hızla konuştu, kelimeler peş peşe döküldü ağzından. "Biz yoldaydık... Ağabeyim aradı, hemen konağa git Rona'yı hastaneye getir dedi. Dilan falan bir şeyler söyledi ama tam anlayamadım, yenge. Ağabeyimin sesi garipti, telaşlıydı ama korkmuş gibiydi de... Bize bir şey söylemedi, sadece 'Rona'ya dikkat edin' dedi.

Ne oldu, ne oluyor? Dilan mı döndü? Siz... siz iyi misiniz?"

 

Gülfem'in eli sessizce koluma uzandı, ama ben hissetmedim. Fırat konuşuyordu, Gülfem bakıyordu, dünya dönüyordu belki ama benim içimde her şey durmuştu.

O an, kalbimde ne varsa yerinden sökülmüş gibiydi.

 

Ama hâlâ dimdik duruyordum. Çünkü yıkılmak için bile bir yere tutunmak gerekirdi.

Ve ben... Hiçbir yere tutunamıyordum artık.

 

"Dilan..." dedim. Sesim titremedi belki ama içim öyle bir boşaldı ki, kelimeyi söyledikten sonra devamı gelmedi. Birden, cümleyi nasıl tamamlayacağımı bilemedim.

Dudaklarım açık kaldı ama ses çıkmadı.

Dilimin ucuna gelen her şey boğazıma düğümlenmişti. "Baran..." Baran diye bahsettiğim kişi... Benim ağabeyimdi. Kanımdandı. Ama neden içimde hiçbir kardeşlik hissi kalmamıştı? Neden sanki bir yabancıdan bahsediyordum?

Neden adı geçince midem sıkışıyordu?

Neden kalbimde utancın çamur gibi biriktiğini hissediyordum?

 

Midem bulanıyordu.

Gerçek anlamda, fiziksel olarak.

O an sanki tüm vücudum bu kelimeleri kusmak istiyordu.

 

"Geldiğimizde..." dedim, gözlerimi uzağa dikip.

"Kanlar içindeydi."

Boğazımdaki düğüm daha da büyüdü "Bir şey... bir... şey olmuş." Ne dediğimi ben bile tam anlayamıyordum. Sadece ağzımdan çıkan kelimelerin, içeride kopan fırtınanın bir yankısı olduğunu biliyordum.

 

Fırat, gözümün içine dikkatlice baktı.

Bütün yüzünde bir tedirginlik, bir koruma içgüdüsü vardı. Sanki birazdan düşecekmişim gibi, sanki dağılacakmışım gibi. "Yengem... tamam, tamam." Sesi yumuşaktı ama acelesi vardı. "Sen sakin ol, gel, arabaya geçelim."

Kolumdan usulca tuttu.

 

"Gülfem, sen de bir bardak su getir, yengeme. Gülüm hemen." Ben hâlâ oradaydım.

Yerdeki kan izlerinin zihnimdeki yankısını silemeden. Dilan'ın yüzü gözümde, Baran'ın adı boğazımda. Doğu'nun acısı yüreğimde.

Ve ben... Hiçbir şeyin ne başlangıcını ne de sonunu tutamıyordum artık.

 

Gülfem'in uzattığı suyu damla damla boğazımdan akıtırken midem daha da bulanıyordu.

Su değil sanki, içime ince bir buz dökülüyordu...

Tüm iç organlarım birbirine geçmiş gibiydi; ne yutkunabiliyor ne de rahat nefes alabiliyordum.

 

Bardağın yarısını zorla içtikten sonra, kalanını uzattım. Elim hâlâ titriyordu.

Arabanın ön koltuğuna oturmuştum, kapısı açıktı. Sırtım koltuğa yaslıydı ama bedenim gevşemiyordu, kaslarım taş gibiydi. Fırat ayakta, Gülfem ise kapı eşiğinde diz çökmüş, yüzüme bakıyordu.

 

İkisi de ne diyeceklerini bilemeden susuyordu önce. Sonra Fırat sesi alçak ama telaşlı bir tonda konuştu. "Yenge... iyiysen hemen hastaneye gidelim." Bakışlarını kaçırmadan ekledi. "Ağabeyim bir de seni merak etmesin. Hemen gelin dedi. Hatta birkaç kez daha aradı. Sesi... çok kötüydü."

 

Gülfem usulca elimi tuttu, sıcak avuç içi avucumda huzur değil daha büyük bir huzursuzluk yarattı. "Gidelim..." dedim, yavaşça.

 

Sesim neredeyse fısıltıydı ama içimde kopan şeyleri bastırmaya yetmeyecek kadar yankısızdı.

 

Fırat motoru çalıştırdı. Arabayı nazikçe hareket ettirdi, sanki içimdeki boşluğun farkındaymış gibi sessiz sürdü. Gülfem hâlâ yanımdaydı, elini çekmemişti elimin üzerinden. Camdan dışarı baktım ama hiçbir şey görmüyordum.

Şehir, yollar, tabelalar... Hepsi birer gölgeydi artık. Aklımda hâlâ Dilan'ın yüzü vardı.

 

Hastanenin önüne geldiğimizde karşılaştığım manzara, içimde hâlihazırda dağılmış olan her şeyi daha da parçalıyordu. Büyük bir kalabalık toplanmıştı.

 

Adamların çoğu takım elbiseli, sert bakışlı, elleri cepte ya da kollarını göğsünde bağlamış hâlde bekliyordu. Sanki hastanenin önünü sarmışlardı sanki içeride bir hasta değil, bir savaş vardı.

Gözlerim o an neyi aradığını bilmiyordu ama bedenim yönünü bulmuş gibiydi.

İçgüdüyle, neredeyse refleksle yürümeye başladım.

 

Büyük bir çemberin içinden geçerek adım attım hastane kapısına. Omuzlarıma değen bakışlar vardı, tanıdık ve tanımadık herkesin...

Fısıltılar vardı ardımdan dökülen, ağırlığını duymak bile yeterince boğucuydu.

Ama durmadım.

 

Hastaneye girdiğimde ilk hissettiğim şey sessizlik değildi. Topuklarımın koridor boyunca yankılanan sesi oldu.

Her adımda... Tavandan inen o steril ışıkların altında... Ayak sesim yankılandıkça, içimdeki korkunun sesi de büyüyordu.

 

Ne göreceğimi biliyordum ama bilmek yetmiyordu. O an korkunun bile bir sesi vardı içimde, derinden gelen bir uğultu gibi...

 

Büyük kapı ağır ağır açıldığında, içerideki havadan, sessizlikten, duvarların rengine kadar her şeyin bu alanın farklı olduğunu fısıldadığını hemen anlamıştım. Burası sıradan bir koridor değil, önemli bir geçişti belki de yaşamla ölüm arasındaki o ince çizginin sınır kapısıydı.

Adım attığım anda nefesim yutuldu sanki... Göğsümde bir sıkışma, boğazımda büyüyen o tanıdık yumru...

 

İçeri girer girmez tanıdık yüzler çarptı gözüme. Her biri başka bir köşede, kendi çaresizliğiyle baş başa... Kalender Bey, sandalyesinde oturuyordu ve sadece yere bakıyordu. O kadar derin ve suskundu ki, bir an yaşayıp yaşamadığını bile anlayamazdınız. Güçlüydü sözde... Ama şimdi kendi gölgesine bile dayanamıyor gibiydi.

 

Hozan ise koridorun diğer ucunda, bir duvarın dibine yaslanmıştı. Başını eğmiş, ellerini saçlarına gömmüştü. Sanki ne duvar destek oluyordu ona ne de zaman geçiyordu.

Donmuştu, nefessizdi.

 

Rohat ve Şebnem biraz daha ilerde, kapının hemen yanında durmuşlardı. Şebnem beni görür görmez harekete geçti. Yanıma gelip hafifçe omzuma dokundu. "Güzelim... İyi misin sen?" diye fısıldadı.

Gözlerime baktı, ama ben gözlerimle hiçbir şey anlatamıyordum artık.

Sadece başımı ağır ağır salladım.

Ne evet demeye hâlim vardı, ne hayır demeye cesaretim...

 

Ama sonra... Orada...

Müdahale odası yazan kapının önünde bir siluet vardı. Yüzü dönük değildi ama o omuzları, o duruşu... Görmekten başka hiçbir şey istemediğim o tek kişiydi. Kıpırtısızdı ama içeriye dönük bir gerginlikle ayaktaydı. Sanki içerden gelecek bir sese, bir kapı açılışına, bir doktor cümlesine tutunuyordu.

 

Şebnem gözlerimin o noktaya takıldığını anlayınca kolumu usulca bıraktı. Gözlerimle değil, kalbimle yürüdüm ona.

Topuklarım her adımda o steril zeminde yankılandıkça, sanki geldiğimi hissediyordu.

Çünkü bir anda... Omuzları hafifçe kıpırdadı.

Ardından çok yavaş döndü.

 

Ve göz göze geldik.

 

O an dünya durmuş gibi oldu. Söylenecek hiçbir kelime yoktu, hiçbir açıklama yeterli değildi.

Sadece bakıştık.

 

Yanına ulaştığımda elim, koluna dokunmakla dokunmamak arasında kaldı ama o, beni bekliyormuş gibi hiç düşünmeden uzandı.

Hızla sardı bedenimi. O kadar güçlüydü ki sarılışı... Sanki içimdeki tüm duvarlar bir anda yıkıldı. Başımı göğsüne yasladım.

 

Ve ağlamadım.

 

Çünkü o sarılma bile bir ağıttı zaten.

Sanki o an, ikimiz de aynı yerden kırılmıştık.

O, kardeşi için... Ben, kardeşim yüzünden.

Ama acı ortaktı. Ve o hastane koridorunda, kapının önünde, sadece bir beden değil iki ruh, aynı enkazda birbirine tutunmuştu.

 

Eli yavaşça başımın arkasına, saçlarıma yaslandı. Nefesinin sıcaklığı kulağıma değdiğinde, içimde yıllardır biriken o bütün öfke, sitem, kırgınlık ve çocukluk suskunlukları bir anlığına durdu.

 

"Özür dilerim..." dedi, sesi yavaş ve boğuktu. "Seni orada bıraktığım için."

 

Kulağıma çarpan bu cümle, o soğuk hastane koridorunun tüm buzunu bedenime yaydı.

Dudaklarım kendiliğinden titriyordu artık.

Ne kadar susmaya çalışsam da gözyaşlarım beni ele verdi.

 

Kendimi tuttum. Nefes alıp vermeye çalıştım ama her nefeste içimdeki acı yeniden doldu boğazıma.

"Dilan nasıl?" dedim. Sesim çatlamıştı, dudaklarım arasından ancak süzülebilmişti kelimeler.

 

"Doktorlar ellerinden geleni yapıyor ama... iç kanaması var dediler. Kaburgaları kırılmış olabilir." dedi.

 

"Ona bunu yapan... Baran mı?" Bu cümleyi sormak, duymaktan daha zordu.

Ama artık kaçacak bir yer yoktu. Kırılacaksam da, dağılacaksam da, gerçeklerin içine düşmeye razıydım.

 

Gözleri, o tanıdık ela gözler, şimdi koyu bir hal almıştı. İçine çöken öfke, kelimelerin sesini bastırıyordu. Yüzü titriyordu ama vücudu dimdikti, sanki içinden taşan bütün o öfkeyi bedeninde zor tutuyordu.

 

"Bilmiyorum..." dedi.

Sesi ilk başta kısık ve yorgundu, sonra bir adım geri çekilip nefesini içine çekti. "Bilmiyorum o mu yaptı, ama..." Gözlerini yere indirdi, dudaklarını sıktı. Sonra birden başını kaldırdı ve karşımda bir yabancı gibi sertleşen o bakışıyla konuştu. "Eğer o yaptıysa... onu yaşatmam."

 

Bir anda içimdeki tüm hava çekilmiş gibi oldu.

O cümlede öyle bir karanlık vardı ki, ne kadar haklı olsa da, ne kadar yerinde dursa da, yine de kalbim delik deşik oldu.

 

"Başka kim olacak ağabey!" Hozan birden yerinden fırladı. Kapıya doğru yürüyüp yanında ki duvara vurdu, sanki acısını oradan çıkarmaya çalışıyordu.

 

"Baksana ağabey... Bizim ablamız... Bizim evimizin önüne atıldı!"Sesindeki titrek öfke duvarları sarstı. "Söylesene nerede o piç kurusu? Nerede o kansız kocası?!"

 

Her kelimesiyle nefes alışverişi hızlanıyor, öfkenin karanlık rengi tenine kadar çıkıyordu.

"Ondan başka kim olacak! Kim yapar bunu bizim ablamıza! Kim evin önünde bırakıp gider o halde onu."

 

Dudakları artık titriyordu. Gözleri dolu, yüzü kıpkırmızı... "Ağabey bırak, ne olur bırak gideyim! Öldüreyim onu! Öldürmeden dönmem vallahi!" Kelimeler değil, öfkenin çığlığı çıkıyordu içinden.

Gözyaşlarıyla karışık, tarifsiz bir isyan vardı bakışlarında.

 

Ama Doğu hâlâ susuyordu. Sadece izliyordu onu, sanki içinde bir şey kopuyor ama dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Çünkü o da biliyordu...

Bir adım ileri giderlerse artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Baran'la bir savaş değil, kendi vicdanlarıyla hesaplaşma başlayacaktı.

Ve bu hesap sadece akacak olan kanla kapanmazdı.

 

Doğu bir anda sert adımlarla Hozan'a doğru yürüdü. Herkes olduğu yerde kalakalmıştı; öfkenin, acının ve belirsizliğin kol gezdiği bu soğuk koridorda sadece onun ayak sesleri yankılanıyordu. Hozan tam bir yumruk daha vurmak üzereydi ki Doğu, hiçbir tereddüt göstermeden elini uzatıp onu ensesinden yakaladı. Güçlü bir hareketle kendine doğru çekti.

 

İkisinin de başı birbirine yaklaşmıştı. Aralarındaki mesafe neredeyse sıfırdı, nefesleri birbirine karışıyor, gözlerinden dökülen ateşin kıvılcımları birbirine temas ediyordu. Hozan'ın gözleri öfke doluydu, ama o öfkenin içinde kırılmış bir çocuğun yüzü vardı. Doğu'nun gözleri ise bambaşkaydı. Orada korkunç bir sessizlik, yılların yükü, sırtına çökmüş bir kabulleniş ve şimdi taşmakta olan bir volkan vardı.

 

Doğu'nun sesi tok ve bastırılmış bir hırıltı gibiydi.

"Sakin ol Hozan... Sakin ol oğlum."

 

Hozan tam karşısındaydı, ama Doğu'nun bu sesinde öyle bir ton vardı ki, o bana anlattığı çocukken onu dizine yatırıp başını okşayan o yumuşak adamdan eser kalmamıştı. Şimdi konuşan bir ağabey değil, bir cellat gibi karar vermiş, içinde fırtına taşıyan bir adamdı.

 

"Ama şimdi değil... Şimdi zamanı değil."

Kelime kelime söyledi, her biri Hozan'ın yüreğine çivi gibi çakıldı. "Otur şimdi. Ablan için dua et."

Elini yavaşça Hozan'ın omzuna koydu.

"Ne yapılacaksa ben yapacağım. Ama şimdi değil, Hozan."

 

Bu cümledeki kararlılık, bir çocuğun öfkesini değil, bir adamın hükmünü taşıyordu. Hozan, nefes nefese kalmıştı. Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Gözleri doldu, ama bir şey söyleyemedi. Başını hafifçe öne eğdi. Çünkü ağabeyinin gözlerinde gördüğü şey, ne bağırarak ulaşabileceği bir cevap, ne de yumrukla hesaplaşabileceği bir düşmandı.

 

Acil müdahale odasının kapısı ani bir gürültüyle açılınca koridorun yankısıyla birlikte herkesin kalbi bir anlığına durur gibi oldu. Yüzlerinde maske, üzerlerinde kan lekeleriyle doktorlar dışarı çıktı. En öndeki, gözlüğünü hafifçe düzeltip Doğu'ya doğru yaklaştı. Sesi, ortamdaki sessizliği yararak geldi. "Geçmiş olsun Doğu Bey," dedi sakin ama yorgun bir tonla.

 

Doğu hemen ileri atıldı, sesi titrekti.

"Sağ olun doktor bey... Kardeşimin durumu nasıl? Yaşıyor değil mi?"

 

Doktor gözlüğünün üzerinden Doğu'nun gözlerinin içine baktı."Evet... Dilan Hanım yaşıyor. Geldiğinde durumu oldukça kritikti. Vücudunun çeşitli bölgelerinde darp izleri vardı, bazı kaburgalarında çatlaklar tespit ettik. Yüzüne ve başına aldığı darbeler sebebiyle bir süre müşahede altında tutacağız. Şu anda hayati tehlikesi yok ancak ciddi bir travma geçirmiş durumda. Uzun süreli bir dinlenme ve psikolojik destek şart."

 

Doğu'nun boğazı düğümlendi. Gözleri bir anlığına kapanmıştı. Doktor devam etti. "Bunun dışında..." Doktor hafifçe duraksadı.

"Karnındaki bebeği de kontrol ettik. Şans eseri darbelerin yoğunlukla üst gövdeye alınması sebebiyle... bebek de yaşıyor.

 

Koridordaki herkesin nefesi aynı anda boşaldı adeta. Doktor dikkatle ekledi. "Ancak... bu süreçte en küçük bir sarsıntı ya da duygusal çöküş bile hem annenin hem bebeğin sağlığını tehdit edebilir. Stres, Dilan Hanım için şu an en büyük risk. Mutlaka özel bir bakım ve istirahat gerekiyor. Uzun vadeli takip şart. Bebek gelişim dönemine yeni girdiği için bu dönem çok kritik."

 

Doğu'nun elleri yanlarında kenetlenmişti, parmakları titriyordu. Berfin Hanım da ona yürümesi için destek olan Helin'le birlikte koridorun sonundan dönüyordu Kalender Bey iseı hâlâ sessizdi, sadece başı bir milim oynadı. Hozan, gözlerini yere dikmiş, yumruklarını sıktığı halde kıpırdamıyordu.

 

Doktor son kez konuştu, "Bu süreçte en önemli şey dinlenmesi. Ciddi bir travmanın ardından vücudu tepki gösterebilir. Uyutmadık, ama ilaçlarla sakinleştirdik. Kısa süre içinde bilinci yerine gelecek. Odasına alacağız, birazdan onu görebileceksiniz ve lütfen yanında kalacak kişi sakin olsun, onu zorlamasın. Vücudu kadar ruhu da büyük bir yıkım geçirmiş."

 

Sonra başıyla selam verdi ve arkasındaki ekip arkadaşlarıyla birlikte yavaşça koridordan uzaklaştı. Geride yalnızca sessizlik kaldı. Ve o sessizlikte, bir kadın ve bir bebeğin hayatta kalmış olmasının getirdiği ağır bir bedel yankılanıyordu.

 

Doktorun sözleri hala kulaklarımda çınlarken "Doktor doğru söylüyor, değil mi? Kızım iyi değil mi?" dedi Berfin Hanım, neredeyse kendini zor duyuracak kadar bitkindi. O an anladım ki ona sakinleştirici vermişlerdi, ayakta durması bile güçtü. Birkaç adım atıp sendelediğinde, hemen yanına koştum, koluna destek vermek istedim ama bana dönmemişti. Gözleri olduğu gibi karşıya bakarken kolunu hafifçe çekti, sanki beni nazikçe uzaklaştırmak istiyordu ama biliyordum bu soğukluk, bana karşı değil, yaşadığı çaresizliğe bir tepkiydi.

 

Berfin Hanım'ın sesi bu kez daha sert, daha keskin çıkıyordu adeta içinde biriken öfke ve koruyucu sevgi dalgası dışa vurmuştu. "Dilan'ın o halde gördüm ya, işte ben o an öldüm," dedi, gözlerindeki yangınla. "Onu bu hale kim getirdiyse, onun canını al. Bugün benim kızımın canını almak isteyen herkesin cezasını kes Doğu."

 

Sözleri kulaklarımda yankılanırken, uzattığım elimi bir anda elektrik çarpmış gibi geri çekmek zorunda kaldım.

 

"Ana," dedi Doğu, yorgun ve kırgın sesiyle. "Şimdi kızının yanına çık, başında dur." Gözleri ağır ağır bana döndü, derin bir burukluk vardı içinde. "Uyandığında beni ara." Ardından bir kez daha bana baktı ve önümden tek bir kelime etmeden geçip gitti.

 

Onun gidişini izlerken ben olduğum yerdeydim ne gidebiliyordum ne kalabiliyordum. Adeta cehennemin içindeydim, her şey bir gece de ansızın mahvolmuştu.

 

"Dilan Hanım'ı odasına aldık," dedi hemşire. "Dilerseniz, buyurun... Yanına çıkabilirsiniz." Sesi kulaklarımda yankılanırken içimde bir boşluk büyüdü. Ayaklarım ağırlaştı, kalbim hem gitmek istedi hem de korktu görmeye.

 

Berfin Hanım ve Kalender Bey, yorgun ve ağır adımlarla çocuklarıyla birlikte asansöre doğru yönelmişti. Her biri suskun, her biri yıkılmıştı. Sessizlik, koridorun havasını daha da boğucu kılıyordu. O an ne ağlayan vardı ne konuşan sadece taş gibi çökmüş bir hüzün yürüyordu önlerinden.

 

Bense hâlâ olduğum yerde, hastane duvarlarına yaslanmış bir gölge gibiydim. Bir adım bile atamıyordum. Ne onlara katılacak cesaretim vardı ne de uzak durmaya dayanacak gücüm. Tam o sırada, Helin'in ince ama kararlı elleri elime uzandı, teni sıcaktı ve yavaşça parmaklarımı kavradı. Gözlerinde içten bir kararlılıkla bana baktı, sesini kısık ama sarsılmaz çıkardı.

 

"Sen de gel yenge. Sen bu ailenin gelinisin. Rona Karahanlısın... Kendini böyle uzak tutmana izin vermeyeceğim." Söyledikleri, içimde tuttuğum tüm duyguları bir anda çözmüş gibiydi. Dışarıdan ne kadar güçlü görünmeye çalışırsam çalışayım, içimde bir yerde hâlâ aitlik arayan bir çocuk vardı. Ve Helin'in bu sesi, işte tam oraya dokunmuştu. Birinin beni hâlâ bu ailenin parçası sayması, her şeyin içinde bir yerlerde hâlâ kabul ediliyor olmak... Göğsümdeki o düğüm biraz çözüldü. Gözlerimden yaşlar süzülmeden önce sadece başımı eğebildim.

 

Asansör, odaların olduğu katta durduğunda herkesin içinde taşıdığı ağırlıkla birlikte açıldı kapılar. İlk adımlar hemen atıldı Berfin Hanım önde, ardından Kalender Bey'in tekerlekli sandalyesini süren Hozan ve Helin sessizce yürüyordu yanlarında. Ben... en son indim. Herkesin sırtı bana dönüktü ama ben, o an herkesin duygusunu içimden tek tek okuyabiliyordum. Kalbim sanki birazdan duracak gibiydi.

 

Derin bir nefes aldım. Belki de kendimi dışarıdan izliyordum, bilmiyorum. Ayaklarım, istemeye istemeye kapıya doğru gitti. Odanın önüne geldiğimde, iki adam dikilmişti, bedenleriyle kapıyı siper alıyor gibiydiler. İçeriden bir ses gelmiyordu ama içeride bir ağırlık olduğu belliydi, öyle bir ağırlık ki duvarlardan sızıyordu dışarıya.

 

Berfin Hanım, tek kelime etmeden içeri girdi. Hozan da babasının sandalyesini dikkatlice odaya sürdü. O an herkes yerini almıştı sanki, bir ben fazlaydım.

 

Tam içeri girmek üzereydim ki, Helin bana döndü. Gözlerinde bir şey vardı... anlayış, sabır, hatta belki sitemle karışık bir merhamet. Ama o konuşmadan ben söyledim.

 

"Ben... sonra gireyim. Lütfen Helin."

 

Bana kızmadı. Belki kızgındı ama göstermedi. Yalnızca kısa bir baş sallayışıyla onayladı. Ardından o da içeri girip kapıyı sessizce kapattı.

 

Geriye sadece ben kaldım. Kapının hemen karşısındaki dar koridorun soğuk metal sandalyelerine oturdum. Ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. Ne hissettiğimi de. Zaman diye bir şey kalmamıştı sanki. Beklemeye başladım. Ama neyi beklediğimi bilmiyordum. Belki bir mucizeyi. Belki bir çığlığı. Belki de sadece içimdeki fırtınanın dinmesini.

 

Dakikalarca öylece oturdum. Bir zaman sonra sessizliğin sesi vardı sadece. İçimde çırpınan her şey susmuştu ama ben hâlâ oradaydım... yerimden hiç kıpırdamadan

 

Yanımdaki sandalyeye birinin oturduğunu fark ettiğimde, başımı bile çeviremedim. Önüme bir su uzatıldı.

 

"Al iç Ronim," dedi Şebnem, sesi hem yumuşak hem de çekinerek çıkıyordu. "Yüzün çok solgun gözüküyor."

 

Başımı yavaşça sağa çevirdim, gözlerim suya değil onun gözlerine takıldı. Sonra dudaklarım zorla hareket etti. "İstemiyorum, Şebnem," dedim neredeyse fısıltıyla.

 

Bir an sustu. Beni kırmamakla, beni sarsmak arasındaki ince çizgide duruyordu. Ardından yine konuştu. "Yapma böyle... Daha kimin onu bu hale getirdiğini bilmiyoruz. Rohat söyledi, bulamıyorlarmış hiçbir yerde Baran'ı. Yani... daha Dilan da bir şey demedi."

 

Dudaklarımda acı bir kıvrım oluştu.

"Ne diyecek Allah aşkına, başka ihtimal mi var? Annemler evde değilmiş, Siirt'e gitmişler. Birkaç korumadan başka kimse yokmuş konakta. Onlar da Baran'ı durduracak değil ya. Başka kim buna cesaret eder Şebnem, kim?" Sesim yükselmedi ama içindeki öfke ağır ağır taşarak yayıldı ortalığa.

 

Gözlerini kaçırdı. "Güzelim benim..." dedi ardından. "Sen neden böyle kendini mahvettin bir anda. Senlik hiçbir şey yok, sen suçlu değilsin ki."

 

Derin bir nefes aldım. O nefes, ciğerlerimi değil boğazımı tırmaladı sanki. Sanki her solukta içim daha da parçalanıyordu.

 

"Ne kadar kabul etsek de etmesek de... ben İpekoğulları'nın kızıyım Şebnem," dedim. "Baran'ın kız kardeşiyim. Onun kanını taşıyorum. O ailenin bir ferdiyim. Soyadımı değiştirmem belki benim için bir şeyleri değiştirdi ama onlar için hiçbir şey değiştirmedi. Onlar hâlâ bana baktığında o soyadını, o kanı görüyor. Ve artık bana nasıl baksınlar Şebnem? Kızlarını... o halde gördükten sonra..."

 

Şebnem'in gözleri dolmuştu ama konuşamıyordu. Ben gözlerimi kapadım, kelimeler boğazımda düğümlendi.

 

"Dilan'ın hali çok kötüydü Şebnem... Çok çok kötüydü."

 

Başımı dizlerime gömdüm.

 

"Sen sakin ol lütfen, o güzel canını sıkma her şey olacağına varır bunların suçlusu sen değilsin Ronim." Şebnem'in eli sırtımı sıvazlarken insanların her bir cümlesi beni daha da üzüyordu.

 

 

Kapı yavaşça açıldığında içerideki herkes dışarı çıkmıştı. Yüzünde ne tam bir hüzün ne de açık bir öfke olan o belirsiz ifadeyle bana doğru yaklaşan Helin'e baktım. Ne yapacağımı bilemediğimden refleksle ayağa kalktım.

 

"Ablam," dedi. Sonra duraksadı. Gözlerini kaçırdı bir an. "Seninle görüşmek istiyor."

 

"Benimle mi?" dedim, sesim farkında olmadan titredi.

 

Helin başını salladı. "Evet. Bize bir şey anlatmadı... Seninle konuşacakmış."

 

Kapının eşiğine baktığımda Berfin Hanım oradaydı. Gözleri doluydu. Ama ağlamıyordu. Öyle dik, öyle sessiz ama içten içe çökük duruyordu.

 

Kapıya doğru yürürken, Berfin Hanım hiçbir şey demedi. Ama gözlerinin içindeki ağırlığı görebiliyordum. Artık bana bakan o gözler, eski Berfin Hanım'ın gözleri değildi. O sıcaklık, o anlayış, o sükûnet... yerini bir kırgınlığa bırakmış gibiydi. Sanki beni görmek zorundaymış gibi oradaydı, hissettiriyordu bunu. Onun gözlerinden kaçmaya çalışmadan ama içine de girmeden, sessizce geçip içeri girdim.

 

Nefeslerimin her biri ciğerimi yakarken odaya adım attım. Kapıyı yavaşça arkamdan kapatırken titreyen ellerimi hissediyordum. Odanın bir köşesindeki büyük kolon yatağı görmemi engelliyordu. Kalbim göğsümün içinde hızla atarken ilk önce sessizlik karşılıyordu beni. Sonra yavaşça birkaç adım daha attım ve yatağın sonu göründü.

 

İçeriden bir ses gelmemişti ama sanki geldiğimi hissetmiş gibiydi. Başını yavaşça çevirip bana doğru baktı. Göz göze geldiğimizde içim paramparça oldu.

 

Bir kolu alçıdaydı. Diğer elini, göğsünün üstüne kadar çıkan sargı bezlerinin üzerine yerleştirmişti. Dudağındaki kederi kaplamaya yetmeyen küçük yara bantları, sol gözünün altındaki morluk, alnından saçlarının arasına doğru uzanan başka bir sargı...

 

Yutkundum. Ama kelimeler boğazıma dizildi.

O sırada o, hâlâ bana bakıyordu.

 

"Korkuyor musun bana bakmaktan?" dedi, sesi öyle düzdü ki içinde ne bir kırılma ne bir sitem vardı. Sanki yalnızca gerçeği dile getiriyordu, duygulardan arınmış bir tanıklık gibi. Gözleri gözlerime değmedi ama sesindeki dinginlik bir tokat gibi çarptı yüzüme.

 

"Namını çok duydum," diye devam etti. "Gördüm de. Hiç korkmadan ağabeyine silah çekecek kadar cesaretli bir kadınsın. Ağabeyimi dizginleyecek kadar hırçın, bir adımıyla ortalığı yangın yerine çevirecek kadar kararlı... Ama şimdi karşımda böyle titriyorsun, öyle mi?"

 

Yutkundum. O an kendimi dizginleyemediğim ne öfkemle ne vicdanımla baş edebilen biri gibi hissettim. Koca bir savaşın ortasında silahını düşürmüş bir asker gibiydim. İçimde yüzleştiğim şey onun acısı değildi sadece benim suskunluğumdu, zamanında hiçbir şey yapamayışım, susarak olan biteni kabullenmiş olmamdı. Ama en kötüsü... haklıydı. Gerçekten titriyordum.

 

"Seni bu hale o mu getirdi?" diye sordum. Sesim, dudaklarımdan çıkan bir cümleden çok, içimde bir yerden kopup gelen boğuk bir uğultu gibiydi.

 

Dilan, başını çevirmedi. Gözlerini benden kaçırmadı ama hemen de cevap vermedi. Bir an durdu, yüzünde belirsiz bir ifade belirdi. Sanki acıyla karışık bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Önce gülümser gibi oldu, sonra gerçekten güldü. Bu gülüş yalan değildi, ama alay yüklüydü, ağırdı.

 

"Hayır," dedi kısaca.

 

"Hayır mı?" dedim, anlamaya çalışarak.

 

Başını hafifçe yana eğdi. Gözleri artık sadece bana değil, içimdeki geçmişe, o geceye, sustuğumuz bütün anlara bakıyor gibiydi.

 

"Evet... Ama herkes onun yaptığını sanıyor, değil mi?" dedi. Gözlerinde bambaşka bir ışık vardı şimdi. Donuk, ama derin. Sanki içine başka biri kaçmış gibi bakıyordu.

 

"Neden?" dedim. Sesim bu kez daha cılızdı.

 

"Ben sana neden olduğunu söyleyeyim mi?" dedi, sesi bir süre odanın içinde asılı kaldı. Yatakta doğrulmaya çalıştı, ama her hareketi acı veriyordu. Dişlerini sıkarak, bedenini zorlayarak doğruldu. "Hem intikam hem aşk için..." dedi, gözleri bir noktaya takılmıştı, ama görmüyordu orayı. "İntikam ve gerçek aşk için kendinden vazgeçiyorsun. Canından, onurundan, hatta adından bile. Kendini bile tanıyamayacak hale geliyorsun."

 

"Sende ağabeyime aşık oldun mu, Rona?" diye sordu, sesi alay doluydu, ağzında hafif bir sırıtış vardı. Gözleriyle beni tartıyordu.

 

Duraksamadı, beklemeden devam etti.

"Ah, ama sende çok güzel bir kadınsın eminim ki ağabeyimde sana aşık olmuştur."

 

Bir an sustu, sonra fısıldar gibi ekledi.

"Senin yerinde olsam, bu kadar aptalca bir hikayede aşık olmaya kalkmazdım."

 

O an öyle bir şaşkınlık kapladı ki beni, ne diyeceğimi bilemedim. Sesim titremeden, ama içinde hem acı hem de hesaplaşma olan kelimeler döküldü dudaklarımdan. "Oyun oynadın, değil mi? En baştan beri... Hepsi senin planındı."

 

Yatağa yaklaşıp üzerine doğru eğildim, gözlerimin içine baktım.

 

"Baran'ı kullandın en başından beri, değil mi? Ama bir şeyler yolunda gitmedi. O yüzden seni hırpalamasına izin verdin... Ya da o bile senin planındandı."

 

Sözlerim ağırdı, içimde biriken tüm sorularla birlikte...

 

O ise sadece gülümsedi, o alaycı, soğuk gülümseyişle. "Cidden çok zeki bir kızmışsın Rona. Baran arada bahsederdi. Ailede tek salak cidden Baran."

 

O an, oyunlarının ne kadar derin ve acımasız olduğunu daha iyi anladım.

 

"Amacın ne?" diye sordum, sesimde hem öfke hem de anlamaya çalışma vardı. "Neden bütün bunları yaptın?"

 

Telefonunu eline aldı, beni duymamış gibi birkaç şeye bastı. "Ağabeyin çok içer, biliyor musun?" Durup bana baktı. "O da benim yüzümden," dedi alaycı bir sırıtışla.

 

"Ama her içmeye başladığında, ağabeyin hep senin adını anardı. Onun ağzından seni çok dinledim, Rona. Her sözünde, her halinden ne kadar özel biri olduğunu anlıyordum. Hatta ben bile bir kadın olarak sana hayran kaldım. Gücüne, duruşuna, bir o kadar kırılgan ama bir o kadar da dirençli oluşuna."

 

Elindeki telefonun ekranında bir videoya tıkladı, ekranda Baran yatakta uzanıyordu.

 

"Nasıl biriydi, Rona?" diye sormasıyla başladı video.

 

Videoda Baran, hafif kısık konuşuyordu "Çok iyi biri benim kardeşim... çok güzel..."

 

Dilan'ın sesi tekrar yankılandı, "Seviyorsun yani?"

 

Baran, biraz daha belirsiz ve yavaş "Kardeşim o benim, canımın parçası... çok, seviyorum onu..." dedi. "Ama o çok yalnız kaldı. Tek büyüdü o çok zor geçti çocukluğu çok pişmanım onu yalnız bıraktığım için... Bir şansım daha olsa onu asla yalnız bırakmazdım. Onu... Çok özledim."

 

Tek bir damla yaş, yanaklarımdan süzülüp sessizce düştü. Video durmuştu. Yıllardır bir kez bile duymadığım o kelimeler, Baran'ın ağzından her gece dökülmüş meğer. Sessizliğin içinden beni derin bir sancı gibi bıçaklayan o sözler... Onun sevgisini hiç duymamışken, başkalarının önünde itiraf ettiğini izlemek, bıçaktan daha keskin acıttı.

 

"Bu kadar bile yetti, değil mi?" dedi Dilan alaycı bir sesle. Gözlerinde hem zafer hem de tehdit vardı.

 

"Ne istiyorsun Dilan? Amacın ne? Benden ne duymayı bekliyorsun?" diye sordum, içimdeki kırgınlığı bastıramadan.

 

Omuz silkti hafifçe, dudaklarında sinsice bir kıvrım. "Zor bir şey değil aslında," dedi. "İkimizin de işine gelecek bir teklif... Ama bence, sen bir taşla iki kuş vuracaksın."

 

Sesi sakince çıksa da altındaki zehri hissedebiliyordum. Bu bir oyundu. Ama ben kurallarını daha bilmiyordum.

 

"Ağabeyin elimde... hatta beni bu hale getiren adamın elinde," dedi Dilan, kelimeleri sanki birer kurşun gibi ağzından bırakırken. Ardından gözlerini kısarak devam etti. "İstediği şey... ben ve bebeği."

 

O an beynimin içinde bir uğultu başladı. Her kelimesi, içimde yankılanan bir çığlık gibiydi. Başım zonkluyordu, kalbim ise sanki kaburgalarımın arasından çıkıp yere düşecek gibi ağırlaştı. Nefesim kesildi. Boğazıma görünmez bir el sarılmıştı sanki.

 

"Ne?" dedim. Kelime bile sayılmazdı, nefesle karışık bir hece sadece. Gözlerim açılmıştı ama hiçbir şey net değildi artık. Odanın içindeki her ses boğuk, her şekil bulanıktı.

 

Şaşkındım. Gerçekten duyduklarımı mı duymuştum? Yoksa beynim yaşadığı şokla hayal mi görüyordu?

 

"Baran'ın... çocuğunu ...sen... sen ne diyorsun?" diye fısıldadım, ayakta durduğum yer titriyormuş gibi sendeleyerek. Gözlerim Dilan'ınkine kilitlenmişti ama onun gözleri bambaşka bir dünyadaydı artık. O her şeyi önceden planlamıştı. Ama ben... hiçbir şeyin farkında değildim.

 

Sadece şaşkınlık değil, bir ihanete uyanmanın mideyi yakan sancısı yayılıyordu içime. Dünyam yerinden kaymıştı. Ağabeyim... ben hatta Doğu nasıl böyle bir çarkın içinde olurduk?

 

Dilan yavaşça doğrulduğu yatakta, gözleri gözlerime kenetlenmişti. Her kelimesi, içime buz gibi bir ağırlık bırakıyordu. Yüzünde acıyla karışık bir teslimiyet vardı ama aynı zamanda sanki bütün maskeleri bir kenara bırakmış, nihayet gerçekleri anlatmaya karar vermiş gibiydi.

 

"Yıllardır... aşık olduğum tek adam İsa Kamber," dedi. Sesi titrek değildi, tam tersine rahatsız edici bir sakinlikle konuşuyordu. "Kamber Ağa. Ağabeyimin eski arkadaşı. Ama sonra aralarında bir şeyler yaşandı... biz de söyleyemedik. Söyleyemedim onu sevdiğimi."

 

Sözleri boğazıma düğümlenmişti. Duyduklarım beynimde çarpışıyordu. Ama o anlatmaya devam etti.

 

"İsa hapse girince anladım... hamileydim. Ondan bir çocuk taşıyordum." Başını hafifçe yana eğdi, bir an için gözleri nemlendi ama sonra kendini toparladı. "Ağabeyini bilirsin... biraz saftır, biraz da duygusal. Onu buldum. Zaten İpekoğlularına büyük bir öfkeyle büyüdün ben. Sanki tesadüfmüş gibi davrandım karılaştığımda... Bir şey bilmiyormuş gibi konuştum. Baban babamı sakat bırakmamış gibi."

 

Gözleri boşluğa kaydı, dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi.

"Sonra bir baktım... bana aşık olmuş. Gözümün içine başka bir adamın çocuğuna şefkatle bakarak sevdi beni. Ama ben... ben aslında sadece bebeğim yaşasın diye ateşe attım kendimi. Onun korumasına sığındım."

 

Derin bir nefes aldı, yaralarına baktı, başını yasladığı yastıktan destek alarak sargılı kolunu kımıldattı.

 

"İsa çıkmaz sanmıştım. Ama çıktı. Geldi. Beni buldu. Beni ve bebeğini yanına alacağını söyledi. Ben de onu seçtim." Gözleri o an parladı, bir gurur bir acı birbirine karıştı bakışlarında. "Ama... onun da bir bedeli oldu," dedi, vücudunu saran yaralara bakarak.

 

"Sen..." dedim, neredeyse nefes nefese, kelimeler dudaklarımdan dökülürken kontrolümü kaybetmiş gibiydim. "Sen nasıl bir şeytansın?"

 

Ellerim titreyerek omuzlarına uzandı. Bedenimi eğdim, onu yatağa bastırdım. Sargılarının üzerinden bile hissediyordum zayıflığını ama içimdeki öfke öylesine güçlüydü ki elimdeki gücün farkına varamıyordum.

 

"Öldürürüm seni! Ağabeyim nerede, ha? Baran nerede? Öldürürüm seni ona bir şey yaparsan" Sesim yükselmişti, boğazımı yırtarcasına bağırıyordum artık. Gözlerimde öfke, göğsümde kırılmış bir kalbin yangını vardı.

 

O ise... sadece kahkaha attı. İğneleyici, ürpertici bir kahkahaydı bu. Boğuk ama gururluydu. Ve her kahkahasında, ellerimin gücü azalıyordu. Onu bastıran parmaklarım yavaşça gevşedi. Hareket edemez hale geldim. Beni durduran o değildi. Onun maskesiz gülüşüydü.

 

"Baksana halime..." dedi, nefesini toparlarken. Dudak kenarındaki yara bandı hareket etti. "Sence ben ölümden korkar mıyım Rona?"

 

Gözlerinin içine baktım. Gerçekten korkmuyordu. İçinde korkuya dair tek bir iz yoktu. O an fark ettim... bu kadın, canından bile geçmişti.

 

"Sence... benim canım yanar mı?" diye fısıldadı.

 

Ve ben, nefes bile alamadım. Çünkü onun canı yanmıyordu belki ama benimki paramparça olmuştu.

 

 

"Ne istiyorsun benden?" dedim. Sesim önce alçaktı, kısılmıştı... ama her kelimeyle biraz daha yükseldi. "Ne istiyorsunuz daha benden? Hayatımı mahvettiniz! Sen... sen hepimizin hayatını darmadağın ettin!"

 

Boğazım düğümlendi ama durmadım. Kelimeler ağzımdan değil, içimdeki yangından dökülüyordu.

 

"Benden daha ne istiyorsun sen?!"

 

Bağırıyordum artık. Ağlıyordum da... Kıpkırmızı olmuş gözlerimden yaşlar süzülüyor, dudaklarım titriyordu. Ayakta zor duruyordum ama yine de haykırıyordum bu kâbusun ortasında. Ama her şey nafileydi. O kıpırdamadan bana bakıyordu. Gözlerini bir saniye bile kaçırmadan. Sanki tüm fırtınamın ortasında tek sabit nokta oydu.

 

Ve yüzü... yüzüme öyle bir bakıyordu ki... O bakışta merhamet yoktu, pişmanlık yoktu, suç da yoktu.

 

"Gideceksin," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. Sanki uzun uzun düşünmüştü bunu, her kelimesi tartılmış ve seçilmişti. "Zaten senin de isteğin bu değil miydi en başından beri?"

 

Gözlerimin içine bakıyordu, sanki her şeyi bilirmiş, her planı okurmuş gibi. "İkimiz de boşanmak istediğimizi söylediğimizde berdel düşecek. ancak ikimiz de söylediğimizde ve onlar kabul ettiğinde, ağabeyin serbest kalacak. Ve ben de... İsa'yla birlikte yeni, mutlu hayatıma adım atacağım. Sizde biz de boşanacağız."

 

Kelimeleri ağır ağır, tam bir hesapla döküldü dudaklarından. Her cümle, bir hançer gibi içime saplanıyordu. Ne diyeceğimi, nasıl karşılık vereceğimi bilemez haldeydim çünkü o, her şeyi çoktan önceden planlamış, her taşını özenle yerleştirmişti.

 

Ve ben, o an tek bir şey hissettim. Her şey bitmişti.

 

"Baran'ı ara," dedim, sesim karanlıkta yankılanan bir emir gibiydi. Sert, net, tereddütsüz. "Baran'ı... onunla konuşacağım."

 

Dilan hafifçe başını yana eğdi, gülümsedi. "Zaten hemen ikna olacağını düşünmemiştim," dedi ve elindeki telefonu yavaşça havaya kaldırdı. Parmaklarıyla birkaç tuşa bastı, biriyle arama başlattı. Telefon birkaç kez çaldı. Sonra bir erkek sesi cevap verdi ama Dilan doğrudan konuşmadı, telefonu açan kişiye sertçe emretti: "Kardeşi konuşacak, telefonu ona ver."

 

Telefonu hoparlöre aldı, sesi bana dönük şekilde kaldırdı. Karşıdan bir uğultu geldi önce, sanki bir yer altı boşluğundan yükseliyor gibiydi sesler. Ardından birinin bağırdığını duydum. "Hadi! Bacın seninle konuşacakmış!"

 

Ve birkaç saniye sonra... o sesi duydum. Tanıdık, yorgun, içimi burkan bir fısıltı gibiydi.

 

"Rona..."

 

İnanamıyordu. Sesi neredeyse yok gibiydi. Acı içindeydi, belliydi. Boğazım düğümlendi.

 

"Ba... Baran? Baran iyi misin? Bir şey yaptılar mı sana?"

 

"Rona," dedi, sesinde korkuyla karışık bir uyarı vardı. "O yanındaki kadına dikkat et... Dikkat et kardeşim, o çok tehlikeli... En başından beri yalan söylemiş bana... Karnındaki çocuk da benim değil."

 

Nefesim durdu. Dizlerimin bağı çözüldü sanki.

 

"Söyle babama... sakın inanma ona... ne derse de yapma... amacı hepinizin mutsuzluğu..." dedi, sonra bir darbe sesi gibi bir inilti geldi. "Hepinizi öldürürüm... ona dokunmayın..." Ve sonra... her şey sustu. Ne bir ses kaldı, ne bir nefes.

 

Telefon kapanmıştı.

 

Ben ise hâlâ tek kelime bile edememiştim. Donup kalmıştım. Kalbim göğsümün içinde değil, sanki elimde atıyordu. Kapana sıkılmış gibiydim. Nefes alamıyor, düşünemiyor, sadece kulaklarımda çınlayan Baran'ın sesiyle baş başa kalıyordum.

 

"Çok dayanamaz," dedi umursamaz bir sesle. Sanki olan bitenin hiçbir anlamı yokmuş gibi sakindi. "Kocamı bilirim ben, en az birkaç saat daha... sonra tükenir. Ben istiyorum ki sen ağabeysiz kalma."

 

Sözleri buz gibi dökülüyordu ağzından. Her kelimesi bir zehir gibi yayılıyordu içime. Gözlerini üzerime dikti, bakışı acıma falan değil, bildiğin alaydı.

 

"İsa bıraksa zaten," dedi başını hafifçe sallayarak, "ağabeyim bana inanır, Baran'ı her türlü öldürür. Ben de dul bir kadın olarak baba evine geri dönerim. Güzel değil mi?"

 

Gülümsedi. Bir kadının değil, bir yılanın gülümsemesiydi bu.

 

"Ama sen... sen hem ağabeysiz kalacaksın, hem de ağabeyinin katilini her gün görmüş olacaksın. Aynı evde, aynı sofrada. Karar senin Rona. İstersen eski hayatına, o güzel küçük huzuruna, o çok sevgili 'Barana'a geri dön. Unut her şeyi. Hiç olmamış gibi yaşa."

 

Gözlerini dikti bana. Sesi düştü, ama etkisi artmıştı. "Ya da kal... Kal bu cehennemin ortasında. Kal ve her nefeste ağabeyi in ölümüne biraz daha yaklaş. Ona bir kez ölürken sen her gün öle öle yaşa."

 

Son kelimeleri söylerken gözlerimin içine öyle bir baktı ki... sanki içimi delip geçti.

 

"Karar senin Rona. "

 

Kapı birden hızla açıldığında, Doğu girmişti içeri. Üzerindeki tedirginliği gözlerinden okumak mümkündü. Önce bana, sonra Dilan'a baktı. Yüzünde tuhaf bir ifade belirdi bir şeyler olduğunu sezmiş gibiydi.

 

"Rona?" dedi temkinli bir sesle. "İyi misin?"

 

Cevap vermeye fırsat bulamadan Dilan atıldı araya. Yüzüne o tanıdık telaş ifadesini yerleştirip, Dilan'ın yanına gitti. Gözlerini dolu dolu Doğu'ya çevirdi.

 

"Ağabey," dedi, sesi boğuk çıkıyordu sanki. "Seni çok özledim," diye mırıldandı. Sözleri, Doğu'nun dikkatini dağıtmıştı.

 

Dilan ise bu dağınıklığı fırsat bilircesine harekete geçti. Titreyen elini hafifçe Doğu'nun koluna dokundurup, ona doğru yaklaştı.

 

"İyi misin sen?" dedi kısık bir sesle. "Nasıl hissediyorsun kendini?"

 

Ben hâlâ oradaydım, ama içimde kopan şeyleri bastıramıyordum. Bir anlık sessizlikte içeriye birer birer girdiler. Berfin Hanım'ın güçlü adımları, Kalender Bey'in arkasında sessizce duran Hozan, Rohat, Şebnem... Oda, birden dolup taştı. Kalabalık artık nefes alınmaz bir hâl almıştı. Sanki bir kapana sıkışmış gibiydim.

 

Bedenim oradaydı ama ruhum, çoktan dışarı kaçmak için yola çıkmıştı. Nefesim daralmaya başladığında refleksle hızla kapıya yöneldim. Koşar adımlarla çıktım dışarıya. Koridorun sonu, sanki bir çare gibi görünüyordu ama hiçbir çıkış kolay değildi. Asansörün yerini dahi bulamıyordum. Kaç kat indim bilmiyorum, ayaklarım beni bilinçsizce aşağıya taşıdı.

 

Sonunda hastanenin dışına atmıştım kendimi. Gözüm, uzakta birini seçti, Fırat beni gördüğü gibi hızla koşarak yanıma geldi.

 

"Yenge?" dedi panikle. "Ne oluyor yenge, neden koşuyorsun?"

 

"Fırat," dedim nefes nefese. "Fırat... Gitmem lazım buradan." Sesim, içimde kırılan bir şeyin yankısı gibiydi. Kalbime doğru elini uzattı, ne yapacağını bilemeden sadece baktı.

 

"Tamam yenge, tamam..."

 

Arabayı açtı. İçeri oturdum. Hâlâ nefes alamıyordum ama en azından hareket edebiliyordum. Kaçmak, şu an yapabileceğim tek şeydi.

 

"Dicle'ye sür, Fırat," dedim. Sesim, ciğerimden değil, içimin ta dibinden kopup gelmiş gibiydi.

 

Fırat direksiyonda dondu kaldı. Gözlerini bana çevirdi, ne demek istediğimi anlayamamıştı.

 

"Hangi Dicle yenge?" diye sordu, temkinli bir sesle.

 

Yutkundum. Ellerim hâlâ titriyordu. Camdan dışarı, gökyüzüne baktım bir şey kopmuştu içimde.

 

"Lanetli Dicle'ye," dedim." Bizi en son orası beraber gördü."

 

Fırat artık daha başka soru sormadı. Motoru çalıştırırken sessizdi. Belki de gözümdeki karanlığı gördü, belki de kalbimdeki çığlığı. Ama artık anladı. Bu yolun dönüşü yoktu.

 

.

 

Ayaklarımın altındaki taşlar, sadece tenimi değil, ruhumu da kanatıyordu sanki. Her adımda, daha derine saplanan bir acı, her adımda içime işleyen bir sancı... Ama durmadım. Sürükledim bedenimi. Yavaşça, gözümün görebileceği kadar yaklaştım. Ve sonunda onu gördüm.

 

Oradaydı.

 

Dicle...

Suyu durgundu, sanki ne yaptığını biliyordu.

Sanki beni bekliyordu.

 

Beni yeniden görmeyi, son bir kez duymayı... Bekliyordu. O suya ne zaman baksam, kendimi görür gibi oluyordum. Parça parça, dağılmış, darmadağın...

 

Önce kısık bir sesle söyledim ama sonra çığlığa dönüştü. "Sana dedim! Sana kaç kez söyledim! Lanetini bize bulaştırma diye... Neden bir kez olsun mutlu etmeyi denemedin?!"

 

Sesim titrekti ama kelimelerim keskin.

"Neden?" dedim, "neden?"

 

Dizlerimin üzerine çöktüm, ayaklarım artık taşımayı reddediyordu bedenimi. Gökyüzüne değil, suya değil, hiçbir yere bakmadım. Gözlerim sadece içimdeki o boşluğa dikilmişti.

 

"Ben..." dedim boğuk bir sesle,

"Ben zaten hayatımda hiç mutlu olmadım ki..."

 

Gözlerimden akan yaşlar, artık içimdeki isyanı taşıyamıyordu. "Sen neden onu benim elimden almak istedin?" dedim dişlerimin arasından.

"Ben bu hayatta hiç kimseye bir şey yapmadım..."

 

Sesim çatladı. Sonra boğazımdan kopan çığlık geldi, "Hiç kimseye bir şey yapmadım!"

 

Nefesim düzensizleşti, vücudum titredi. Çığlık atarken sesim bir çocuğunki gibi inceldi.

"Neden?! Neden bütün bunlar benim canımı yakıyor?!"

 

Gökyüzü sessizdi. Dicle sessizdi.

Ama içimdeki yankı, hiç susmuyordu.

 

"Neden herkes... neden herkes benim canımı yakmaya çalışıyor..." Ve sonra dizlerim, bileklerim, ruhum... Hepsi çöktü.

 

Vücudum keskin taşların üstüne düştü.

Ellerim yara oldu. Ama acıyı hissetmedim.

Çünkü içimdeki sancı her yerden daha keskindi.

 

Avazım çıktığı kadar bağırdım.

"Onu benden almak istiyorlar! Ondan gitmemi istiyorlar!" Suya baktım. Sadece yansımam değil, geçmişim de titriyordu orada. "Nasıl bırakırım onu?! Nasıl giderim?!" diye feryat ettim.

 

Sesim rüzgâra karıştı.

Ama cevabı yoktu hiçbir şeyin.

 

Ve ben, paramparça ruhumla, o lanetli nehrin kıyısında, bir damla daha gözyaşım kalmamış gibi kaldım.

 

Kaç saat geçmişti bilmiyordum. Gökyüzü kaç kere renk değiştirmişti, güneş kaç defa kımıldamıştı yerinden, hiçbiri umurumda değildi. Boğazım kupkuruydu, sanki içimdeki bütün kelimeler dökülmüş, geriye sadece sessizlik kalmıştı. Elbisemin açık bıraktığı yerlerden bacaklarım çizilmiş, taşların sertliğiyle kanamıştı. O kanlar bile kurumuştu artık, tıpkı içimdeki umut gibi.

 

Yavaşça doğruldum yerimden. Ayaklarımı hissetmiyordum, ama yürüdüm. Kenarda duran ayakkabılarımı aldım, giymedim, sadece elime aldım. Taşların üstünde çıplak ayakla yürümek, acıyı hissetmek istedim... belki de hâlâ hayatta olduğumu anlayabilmek için.

 

Arabanın yanına geldiğimde etraf sessizdi. Tehlikeli bir sükûnet vardı her şeyde. Kapıyı açtım ve her zaman oturduğum koltuğa, sanki o gün hiç yaşanmamış gibi oturdum. Aynada göz göze geldim Fırat'la.

 

Bakışlarında bir şey vardı, kırılmışlık gibi.

Anlamışlık gibi ama en çok da acı.

 

Her şeyi görmüştü ve her şeyi duymuştu bunu biliyordum. "Yenge..." dedi sessizce.

Sesi titriyordu.

"Ağam aradı...Yoksul baba..."

 

Yutkundu. Boğazında bir düğüm gibi durmuştu söyleyecekleri.

"Konağa gelmiş herkes. Konak'ta seni bekliyorlar... Adem İpekoğlu da geliyormuş. Dilan, boşanmak istediğini söylemiş. Ağam... deliye dönmüş durumda."

 

Bir süre aynadan sessizce ona baktım ve sonra dedim ki "Fırat... az önce ne gördüysen, ne duyduysan... sen ölene kadar, seninle. Tamam mı?"

 

Sustu önce. Sonra başını eğdi. "Eyvallah yenge..." dedi, Boğuk ama sadık bir sesle.

 

Ben de aynı sesle karşılık verdim. "Eyvallah Fırat."

 

Araba çalıştı. Ama içimde hiçbir şey kıpırdamadı.

Çünkü ne yana gidersem gideyim, içimdeki acı hep yanı başımda olacaktı.

 

 

Sanki son kez gelişim bu eve, bu yola, bu yaşanmışlıklara. Son kezmiş gibi gözlerim yoldaki her taşa, her ağaca, her yamaca değdi. Sanki hepsini tek tek ezberlemek istedim, bir daha dönmem mümkün değilmiş gibi. Araba, konağın bayırından yavaşça süzülürken, yol kenarına dağılmış insanlar vardı. Kalabalık ama sessizdi hepsi. Öyle bir düzenle duruyorlardı ki, sanki ben geçeceğim diye daha saatler öncesinden yerlerini almışlardı.

 

Araba büyük taş konağın ön kapısına doğru ilerlerken içimdeki sıkışma büyüyordu. Herkes oradaydı. Arabaların dizildiği, insanların sıralandığı o dar koridordan geçip nihayetinde konağın genişçe açılan kapısından içeri girdik.

O an fark ettim orada onlarca insan vardı. Ama sadece bir kişi vardı gözlerini hiç benden ayırmayan, sanki saatleri sayarak gelişimi bekleyen...

 

Araba daha tam durmamıştı ki koşarak geldi. Kapımı hızla açtı. Elini uzattı, ama sadece kapıdan çıkmam için değil sanki beni oradan, o karanlıktan, o girdaptan da çekip çıkarmak ister gibi.

 

"Rona!" dedi nefes nefese, sesi titriyordu.

Belli ki bana gelmemesi için tutmuşlardı onu , belli ki sabrını zorlamış saatlerdir.

Yüzümü iki eliyle kavradı, gözlerimin içine öyle bir baktı ki içim ürperdi.

 

"Sana ne derlerse desinler, onları dinleme, tamam mı güzelim?" dedi titreyen sesiyle.

"Ben seni asla bırakmam. Ne olursa olsun, duyuyor musun beni?"

 

Gözlerim dolmuştu ama ağlamadım.

Çünkü artık ağlayacak yaşları geçmişti kalbim.

Sadece o an, ellerinin sıcaklığında, sesinin titrekliğinde, kalbimin hâlâ bir yerinde nabzın atabildiğini fark ettim.

 

Ama o bilmiyordu... Ben çoktan dağılmıştım.

O eller beni ne kadar tutsa da, içimde bir yer çoktan düşmüştü.

 

"Doğu Ağa!" diye yankılandı bir ses, tanıdıktı...

Yılların içinden gelen, çocukluğumun diplerinden bir yankı gibi çarptı kulağıma.

Başımı hızla çevirdim. Gözlerim önce Doğu'nun gözlerinde dondu kaldı, sonra sesin geldiği yöne çevrildi.

 

Babam. Yüzünde yılların çizgisi vardı ama bakışı aynıydı. Kızını arayan, kızını soran, kızını bekleyen bir babanın bakışı.

 

Yıllar sonra, iki dağ gibi adam karşı karşıya gelmişler. Kalender oturduğu sedirden usulca, bana bakıyordu. Gözlerinde bir şey vardı sanki o da yaşanmış her şeyin ağırlığını taşıyordu artık.

 

Ama asıl dikkatimi çeken ortalarında duran, daha önce hiç görmediğim biriydi.

Beyaz keten gömleği, üstünde koyu renk bir yelek. Bol şalvarın içinden yere sağlam basıyordu.

Elindeki tespihi yavaşça masaya bıraktı. Parmakları tespihin son tanesinde durduğunda sesi yükseldi. "Sakin ol Adem, otur hele şöyle bir." Babamın koluna hafifçe dokundu. "Kızımız da gelsin. Konuşalım şu yürek yakan meseleleri."

 

Doğu önümde duruyordu hâlâ.

Gitmeme izin vermiyormuş gibi, beni kendine çekiyormuş gibi, gözlerini benden bir an ayırmadan.

 

Yutkundum. Kalbim karmakarışıktı.

Her şey üstüme yığılmış gibiydi ama bu yığıntının içinde bir cümle yol buldu kendine.

 

"Doğu..." dedim fısıltıyla.

"Geçmeme izin ver..."

 

Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu ama artık zamanı gelmişti. Geçmişin hesapları, geleceğin kararları için...

O adımı atmam gerekiyordu.

 

Geçmem için bir adım geri çekildiğinde, ayaklarımın altındaki toprağın her zerresini hissederek yürümeye başladım. Kalabalığın ortasında açılan yoldan ağır ağır geçerken, gözler üzerimdeydi. Herkes bir şey söylemeden beni izliyordu ama ben yalnızca ileriye, o adamın durduğu noktaya bakıyordum.

 

"Bana Yoksul Baba derler," dedi tok ama yorgun bir sesle. "Hiç karşılaşma fırsatımız olmadı ama seni bilirim güzel kızım. Babanı da bilirim, hele ki kocanı... onu çok iyi tanırım."

 

Kelimeleri ağır ağır döküldü ağzından. Her hecesi sanki yerleştiği yerden çıkarken bir bedel ödüyordu. Yüzünde acının izleri, ellerinde yılların yorgunluğu vardı. Ama bakışları netti, kararlıydı. Gözlerinde taşıdığı şeyin adı otorite değil, görmüşlük, yaşamışlıktı.

 

Hiçbir şey söylemedim. Sadece dinledim. Sözleri kalbimde yankılanırken, Doğu yanımdaydı. Sessizce duruyordu ama bakışları üzerimdeydi, dudaklarımın kıpırdayışını, gözlerimdeki buğuyu, nefes alırken titreyen göğsümü izliyordu.

 

Yoksul Baba birkaç adım attı, sesi biraz daha yaklaştı bana. Tüm avlu sessizliğe gömülmüş, nefesler tutulmuştu. Sözleri ağırdı ama kalbimi delen yine o yumuşaklıktı, yılların, görgünün getirdiği o garip şefkatli sertlikti.

 

"

Aylar önce," dedi, "berdel kararınıza hüküm veren bendim. Tek istediğim şey kan dökülmesin, ocaklar sönmesin, kimsenin canı yanmasın... Ama bugün geldiğimiz yer orası değil, güzel kızım."

 

Bir an sustu. Gözlerini kaçırmadı benden. Ben de kaçmadım. İçimde ne varsa öylece duruyordum orada kırık, bitkin ama ayakta.

 

"Geldik bugüne... Kızımız Dilan, büyük bir talihsizliğe uğradı. Ağabeyin ona kötülük etmiş... Dilan boşanmak istiyor. Bu kolay bir karar değil, eminim o da çok acı çekiyor. Ama evliliğiniz" dedi, sesini alçaltarak, "senin de bildiğin gibi normal bir evlilik değildi. Gönül perdesi çekilmemişti, perde kapalıydı Rona kızım. Herkes biliyor bunu."

 

Yutkundum ama konuşmadım. Gözlerim hafif buğulandı ama ağlamadım. İçimdeki sızı sadece yüzümdeki çizgilere yansıyordu belki.

 

"Bir taraf evliliği yürütmek istemiyorsa, diğer taraf da akdi bitirmek zorundadır güzel kızım," dedi. "Biliyorum, bütün bunlar sana sanki hayatınla oynuyormuşuz gibi gelebilir. Ama buralarda... Yöre, töre böyle. İnan ki senden önce de yaşandı, senden sonra da yaşanacak. Sen ilk değilsin, son da olmayacaksın."

 

Bir süre sessizlik oldu. Sadece kalbimin sesi vardı kulaklarımda. Bazen insanın içinden gelen uğultular dışarıdaki her şeyi susturur ya... Öyleydim.

 

"Şimdi sana sormam gerekiyor," dedi en sonunda. "Ama ben senin gibi bir yüreği zorlamam. Kocanla konuştum. Eğer istemezsen... Elbet bir hal çaresini buluruz ama karar sende. Boşanmak istiyor musun, istemiyor musun? Söyle Rona. Bu defa seni dinliyoruz."

 

Derin bir nefes aldığımda avuç içlerimi sıkı sıkıya kapadım.

"Bir sabah uyandım... kendimi Mardin'de buldum," dedim, gözlerimi bir an bile kaçırmadan. "Oysa burası bana yasaktı. Daha dünyada değildim buradan kaçırıldığımda... Annem, babam... Hepsi, bu töreden beni korumak istedi. Ama ne oldu? Yine düştüm aynı törenin ortasına."

 

Sesim çatlamaya başlamıştı. "Ben sanıyordum ki yaşadığım her şeyi kendim seçtim. Güya ben karar verdim, ben istedim... Meğer kader dedikleri şey, başkalarının iki dudağının arasından çıkıyormuş."

 

Karşımdakiler susuyordu ama ben devam ettim, çünkü artık susmak mümkün değildi. "Doğu'yu gördüm ilk başta bir şeyler söyledi ama anlamadım... çünkü o an fark ettim ben hayatım boyunca hiçbir şeyi kendim için yaşamamışım. Güçlüydüm sandım ama hayır... sadece alışmışım. Sadece dayanmışım. Direnmişim. Ama güçlü olmak bu değil."

 

Nefes aldım, ama sanki boğazımdan geçmiyordu kelimeler.

 

"Ben bir kere bile gerçekten mutlu olamadım biliyor musuz? Kahkahalarım hep yarım kaldı. Hep başkaları gülsün diye ben sustum. Hep başkaları üzülmesin diye ben yandım."

 

Son kez baktım yüzlerine.

 

Bir sessizlik çöktü avluya. Herkes gözlerini bana dikmişti. Babamın, Doğu'nun, Kalender Bey'in, Yoksul Baba'nın ve diğerlerinin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Yalnızca birkaç saniye sürdü ama sanki zaman ağırlaşmıştı. Derin bir nefes aldım, içimdeki son tortuyu da temizleyip artık kendim olabilmek için... ve sonra, başımı kaldırıp konuşmaya başladım.

 

"Fakat... ilk kez... kendi kararımı kendim vereceğim," dedim, sesim çatlamadan ama gözlerim dolarak. "Ve ne olursa olsun... arkasında duracağım."

 

Kalabalık kıpırdanmaya başlamıştı ama kimse bir şey demedi. Devam ettim.

 

"Evet... boşanmayı kabul ediyorum. Hatta... en başından beri tek isteğim buydu ama kimse duymadı beni. Bu evlilik bana ait değildi, ben sadece bana biçilen rolü oynadım. Ama ben... buralara ait değilim. Hiç olmadım."

 

Bir süre sustum, sadece gözlerimi gezdirdim üzerlerinde. Sonra daha da sertleştirdim sesimi.

 

"Bu toprakların, bu evin, bu törenin, bu cezanın, bu suskunlukların, bu acıların... hiçbirinin bana ait olmadığını ilk kez bu kadar net görüyorum. Ben bir yabancıydım burada. Ve artık yabancı kalmak istemiyorum."

 

Yavaşça geri adım attım, kendimi kalabalığın içinden çıkarmaya çalışır gibi. "Geri dönmek istiyorum. Eski hayatıma. Orada hiçbir şey yokmuş gibi... yaşamak istiyorum. Belki bunu yapamam, bilmiyorum. Belki her şey hep iz bırakacak içimde. Ama yine de denemek istiyorum."

 

Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı ama yüzümde ilk defa bir huzur vardı.

 

"Ve buradan... hiç kimseyi... bir daha görmek istemiyorum."

 

Son cümlemi söyledikten sonra başımı eğmedim. Kimsenin gözünden kaçmak istemedim. Ben buyum işte, dedim bakışlarımla. Yaralı ama dimdik duran bir kadın.

 

 

"Hayır!" diye bağırdı Doğu, sesi tüm konağın duvarlarından yankılandı. Öyle güçlüydü ki bir an herkesin nefesi kesildi. "İzin vermem! Gitmesine izin vermem!"

 

Adımlarını hızla bana doğru atarken, babam yerinden fırladı. Aramıza giredi ama o anda birkaç adam Doğu'nun kollarına yapıştı.

"Gidemezsin!" diye haykırdı yine, sesi çatlayarak. "Hayır! Alamazsın onu benden! Kimse alamaz! Hepinizi öldürürüm!"

 

Omuzlarındaki kaslar gerilmiş, gözleri kısılmış, , onu tutmaya çalışan beş adam neredeyse onu zorla yere bastırmaya çalışıyor gibiydi ama Doğu'nun içindeki fırtına kolay dinmeyecek cinstendi.

 

Fırat kalabalığın arkasından öne çıkmıştı. Elini kaldırdı, "Ağam!" der gibi ama sesi duyulmadı bile. Doğu'nun çığlıkları hâlâ gökyüzünü deler gibiydi.

 

Babam bana dönerek "Kızım ben seni burada bekliyorum eşyalarını topla gel," dedi fakat o sırada Yoksul Baba başını çevirdi, Kalender Bey'e dönerek. "Öyle olmaz Adem... Bu iş de usulünce uygun olacak, eski usul." dedi sertçe. "Siz Dilan'ı getireceksiniz, onlar Rona'yı. Eski tepeye gideceğiz. O zamana kadar Rona, Kalender'e emanet, değil Kalender? Ben de orada olacağım."

 

Sözleri bir hüküm gibi havada asılı kaldı. Kalabalık başlarını eğdi. Kalender Ağa hafifçe başını salladı. Sessizce onay vermişti.

 

Ama Doğu hâlâ direniyordu. Durdurulamaz bir feryat gibi haykırdı. "Ne 'evet'i? Ne başını sallıyorsun sen? Sana söyledim, Rona'yı bırakmam! Kimseye vermem, vermeyeceğim! Alamazlar onu! Ancak cesedimi çiğnersiniz!"

 

O sırada yavaşça geri adımlar attım. Yüzümde gözyaşı yoktu, ama içimde kopan fırtınalar sessizce bedenimi sarsıyordu. Ayağım her yere bastığında, adımlarım beni eve değil, bir vedaya taşıyordu belki ama... kararımdan dönmüyordum.

 

Doğu'nun gözleriyle gözlerim buluştu bir an. Titriyordu. Sanki o an dizlerinin üzerine çökecek, yalvaracak gibiydi ama hala öfke sarıyordu her yerini. İçinde sevgiyle birlikte büyüyen o yıkıcı yangın gözlerinden fışkırıyordu.

 

Arkamı döndüm. Eve doğru yürümeye başladım. Her adımımda Doğu'nun çığlıkları arkamdan yankılandı.

 

"Seni vermem! Rona! Rona yapma! Rona... seni kaybedemem!" Ama ben durmadım.

 

İçeri adımımı attığımda ev sanki sessizce ağlıyordu. Duvarlar bile soluk almayı unutmuş gibiydi. Salona girdiğimde Helin'le Berfin Hanım karşımdalardı. İkisi de yorgun ve çaresiz görünüyordu. Gözleri kan çanağına dönmüş, belli ki ikisi de çok ağlamıştı. Ama artık ağlamanın da faydası yoktu.

 

Ne söyleyecek sözleri kalmıştı ne de teselli edecek bir güçleri. Sadece yüzüme bakabildiler. Helin başını öne eğdi. Berfin Hanım ellerini bir mendilin içinde büküp duruyordu. Aramızda geçmişten gelen ne varsa, o an suskunluğa gömüldü. Göz göze gelmemek için birbirimize bakamadık bile.

 

Onların yanından tek kelime etmeden, hızlı adımlarla geçtim. Ayak seslerim boş koridorda yankılandı. Odaya girdiğimde içimdeki nefes boğazımda düğümlendi. Sanki içeriye girdiğim anda hava ağırlaştı. Nefes almak mümkün değildi artık. Pencereler açıktı ama dışarıdaki serinlik bile yüreğimin yangınını söndüremiyordu.

 

Her şey, yüreğimin orta yerine çöreklenmişti. Kıpırdamıyor, hareket etmiyor, sadece orada duruyordu... ağır, karanlık ve soğuk. Bir girdabın içindeydim öyle bir girdap ki beni sağa sola savuruyordu ama ayakta kalacak gücüm kalmamıştı. Dizlerim titredi, yatağın kenarına oturdum, ellerimi başıma götürdüm.

 

Ne yapacağımı bilmiyordum. İlk kez.

 

İlk kez bu kadar çaresizdim. İlk kez hayat beni bir köşeye sıkıştırmıştı. Bir kafese kapatılmış gibiydim; kaçamıyor, konuşamıyor, nefes bile alamıyordum. Ve ilk kez... ölüm bu kadar yakınındaydı bana. Bu kadar sessizce, ama bu kadar kesin bir biçimde yanımda duruyordu.

 

Kapı büyük bir gürültüyle açıldı neredeyse kırılırcasına duvara çarpıp sekmişti. O an, kalbim sanki yerinden fırlayacaktı. Kapının ardında Doğu vardı. Yüzü karanlık, bakışları fırtınaydı. Bir adımda içeri girdi, sonra arkasını dönüp kapıyı kilitledi. Tüm yolları kapatmıştı.

 

"Ne diyorsun sen? Ne diyorsun Rona!" diye patladı sesi. "Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun?"

 

Gözleri hem öfke kusuyor hem de çaresizlikle doluydu. O karmaşayı daha önce hiç böyle görmemiştim. İçindeki yangın sanki sesine sığmıyordu artık. Kelimeler titreşimliydi, kontrolsüzdü. Göğsü inip kalkıyor, nefesi düzensizleşmişti.

 

"Ben gitmek istiyorum, Doğu," dedim, boğazımdan güçlükle çıkan kelimelerle. Gözlerimi kaçırmadan söyledim bunu, çünkü ilk kez korkmamayı seçmiştim. Ama içimde binlerce ses bağırıyordu: "Gitme!"

 

Doğu bir adım daha attı. Dudakları kıpırdadı ama bir şey demedi önce. Sonra haykırır gibi fısıldadı.

"Sen gitmek istemiyorsun... Sen yine bir şeylere kendini kurban ediyorsun. Hep böyle yapmıyor musun? Hep susuyorsun. Söylesene bana! Ne oldu yine? Neden anlatmıyorsun?"

 

Bir anda iki elimi tuttu. Parmaklarımın arasına parmaklarını geçirdi. Sıkıca... öyle bir tuttu ki, sanki bıraksa kaybolacağımı hissediyordu. Sanki ben gitsem bir daha asla bulamayacaktı beni. Sesinde çatlaklar vardı artık.

 

"Sen beni nasıl bırakıp gidersin?"

 

Ona bakıyordum. Yüzüme yaklaşmıştı, nefesimiz birbirine karışacak kadar yakın. Ama ben hâlâ susuyordum. Çünkü kelimeler yetmiyordu. Kalbimdeki fırtınayı anlatacak bir dil yoktu.

 

Ellerimi sertçe çekip parmaklarının arasından kurtuldum, nefesim kesiliyordu.

 

"Boğuluyorum artık... Sen de beni boğuyorsun!" dedim, sesim hem kırgın hem öfkeli.

 

"En başından beri aynı şeyi yapmadın mı? Ben zaten hayatı mahvolmuş, her şeyi kaybetmiş biriydim. Bana ne dedilerse onu yaptım, ne dedilerse yaşadım. Evlen dediler, evlendim. Şimdi ise gitmek için bir fırsatım var özgür kalmak için bir şansım. Ama sen, neden böyle bencilsin?"

 

Gözlerime bakıyordu, ama aramızda bir duvar vardı. Benim içimde büyüyen isyanı, kırgınlığı o göremiyordu belki de. Yine de oradaydı, beni tutmaya çalışıyordu. Ama ben artık tutunmuyordum.

 

"İstemiyorum artık, Doğu."

 

"Beni mi istemiyorsun? Sen beni mi istemiyorsun, Rona?"

 

"Evet... Seni istemiyorum. Sen benim için hep bir zorunluluk oldun. Asla gerçek bir seçim değil, sadece omzuma yüklenen bir yük, taşıması zor bir zincirdin."

 

Doğu'nun yumruğu makyaj masasına indiğinde, o eşyaların hepsi bir anda yere savruldu kırılan camlar, dağılan pudralar, saçılan fırçalar... Hepsi, içinde büyüyen fırtınanın sessiz birer yansımasıydı. Gözlerindeki öfke ve kırgınlık bir arada patlıyor, ama en derinde saklı duran şey asla değişmeyecek gerçekti.

 

"İstediğin kadar vur, istediğin kadar kır, istediğin kadar parçala," dedim, sesi hem titrek hem kararlı. "Ama bil ki... Ben seni istemiyorum artık. Ne seni, ne burayı... Bu hayatı, bu karmaşayı, bu yalanları... Hepsini arkada bırakmak istiyorum."

 

Derin bir nefes aldım, kelimeler boğazıma düğümlenirken devam ettim. "Benden çaldığınız ne varsa, hepsini geri almak istiyorum. Kaybettiğim o huzuru, o mutluluğu... Çok mu şey istiyorum, Doğu? Sadece kendim olmak istiyorum. Kendi hayatımı yaşamak..."

 

"Her şey yalan mıydı? O mutluluğumuz, o umutlarımız... Hepsi birer yalan mıydı?

Bana dokunuşların, ellerinin sıcaklığı, kalbime bıraktığın o izler... Hepsi sahte miydi? Benden istediğin o güven. O da mı yalanmış? Sen... Sen beni nasıl bir şeyin içine sürükledin,?" dedi sesi sinirden titreyerek, "Ne istedin benden? Kızım sen benden ne istedin ki ben her şeyimi verdim sana... Her zerremi, her parçamı..."

 

Bir an durdu gözlerimin içine bakarak devam etti, "Seni memnun edebilmek için gözlerinin içine baktım, gecelerimi sabahlara kattım, sana yaşattım her şeyin pişmanlığını yaşadım her şey bana haram oldu bir tek sen helal oldun."

 

"Yalan sayılacak hiç bir şey yaşamadık biz seninle Doğu. Bir insanın dokunuşu nasıl yalan olur bilmiyorum ama istersen benimkinin adını arzu, de istek de, çekilme de ne dersen de ama her şey bundan ibaret. Üç ay demiştin ayrıca baksana çoktan doldu ve istediğinde oldu Doğu artık."

 

"Aşığım lan ben sana! Seni ilk gördüğüm andan beri aşığım!" dedi.

 

O an zaman dondu. Kalbim... kalbim göğsümün tam ortasında, acıyla çatladı sanki.

İçimde sıkı sıkıya tuttuğum, bastırmaya çalıştığım her şey... paramparça oldu. Ben gitmek zorundaydım. Bu, bir kapris ya da kırgınlık değildi. Bu, can pazarıydı.

Ama onun sesi... O sesiyle birlikte unuttum neydi gitmek, nereye gidilirdi onsuz... bilmiyorum artık.

 

Gözlerine bakamadım. Baksaydım... kalırdım.

Yalvarırdım. Sarılırdım, gitmezdik.

O zaman her şey biterdi.

Belki biz kalırdık, ama başka birileri toprağa girerdi.

 

Boğazım düğüm düğüm.

Bir adım atsam yıkılacağım.

 

"Doğu—"

Dudaklarımdan sadece ismi döküldü.

 

O ise bir adım daha yaklaştı. Sanki yüreğimin tam ortasına basıyordu.

Gözleri... gözleri yalvarmıyordu, haykırıyordu.

 

"Söyle!" dedi. "Gözümün içine baka baka de ki... seni sevmiyorum. Yemin ederim, tek kelime etmem. Çeker giderim. Yeter ki bir şey söyle. Sadece gözlerimin içine bak... ve söyle."

 

Nefesim kesildi.

Zaman bir çığlık gibi içimde yankılandı.

Kalbim... kalbim o an öyle bir sızladı ki, bir daha asla hiçbir şeyle iyileşmeyecek sandım.

 

Sustum.

 

Çünkü gözlerine bakarsam... kalırım. Kalırsam her şey biter. Onunla birlikte biteriz.

 

Ama yapmak zorundaydım.

 

Yavaşça başımı kaldırdım. Önce gözlerine bakamadım. Korktum. Göz göze gelmekten, onun içinde hâlâ beni sevmeye devam eden o adamla yüzleşmekten korktum. Sonra kendimi toparladım. Derin bir nefes aldım, ciğerlerim acıdı. Ve bakabildim. Son kez... son kez o ela gözlerine baktım. Ne zaman görsem içinde bir yangın, bir karanlık, bir umut vardı. Bu defa hepsi birbirine karışmıştı. O an içimde bir feryat koptu. Ama bir damla yaş dökmedim. Çünkü ağlarsam, anlardı. Çünkü titrersem, çözülürdüm. Duygularımı boğazımda sakladım, gözlerimi kocaman açtım ki inanabilsin, yalanım gerçek gibi görünsün.

 

Ve söyledim.

 

"Sevmiyorum seni."

 

Kelimeler ağzımdan çıkarken ciğerim söküldü sanki. Kendi sesim bile yabancı geldi bana. Bir yabancının yalanını ezberleyip tekrarlayan biri gibi... ama sesim titrese de, gözlerimden bir şey sızmasın diye bütün gücümle direniyordum. Sustu. Bakışları dondu. Gözbebekleri küçüldü, nefesi kesildi. O kadar çok şey söylemek istedi ki... ama tek kelime edemedi. Bu onun için ölümcül bir darbeydi. Biliyorum. Biliyorum çünkü ben de o an öldüm. Ayakta kalmaya çalışıyordum ama içim yıkılmıştı. Öyle bir yıkım ki, bir daha altından kalkamayacağımı biliyordum.

 

"Ve asla sevmedim," dedim ardından. Söylemem gerekiyordu. Noktayı koymak gerekiyordu. O umut etmesin, o beklemesin, o anlamasın. Ben bu yalanı onun yaşaması için söyledim. Bu defa kendi kalbimi korumak değil, onun kalbini yok etmekti niyetim. Çünkü kalbiyle hareket ederse, başına gelecek olan şeyin vebalini ben taşıyamazdım. O yaşamalıydı. Ben ne olursam olayım ama o yaşamalıydı. Kalmak... sadece ölüme götürürdü.

 

Hiçbir şey demedi... Tek bir cümle bile kurmadı.

Ne öfke kustu, ne bağırdı, ne suçladı beni. Sadece... gözlerimin içine baktı.

 

O bakış işte en çok o yaktı canımı. Keşke bağırsaydı, keşke bağırıp çağırsaydı, keşke içini dökseydi, bana her şeyi söyleseydi. Ama böyle bakmasaydı...

O suskun, yutkunan, yıkılmış ama hâlâ inatla gözlerime tutunan bakışla bakmasaydı.

 

O an, olduğum yerde taş kesildim.

Ne bir adım atabildim, ne de başımı çevirebildim. Çünkü o bakış... içimi delip geçti. Yapmak zorunda olduğum şeylerin ağırlığı omuzlarıma çökerken, bir yandan da kalbimin paramparça oluşunu seyrettim.

 

Sonra ağır ağır başını salladı.

Kabul müydü bu? Yoksa sadece vazgeçiş mi?

Bilmiyorum. Ama o baş sallayış... her şeyin sonuydu.

 

Geriye doğru birkaç adım attı. Her adımında içimden bir şeyler koptu. Sanki her adımıyla beni benden söküp götürüyordu. Ve sonra... o kapı.

Az önce öfkeyle çarpıp açtığı o kapıyı...

Bu kez sessizce, usulca, ağır ağır kapattı arkasından.

 

Ne bir söz, ne bir bakış daha. Sadece sessizlik kaldı geriye. Bir de kalbimin tam ortasında kapanan bir kapının sesi...

 

 

Kıyametin ortasında oturdum saatlerce.

Ne ağlayabildim, ne bağırabildim sadece öylece, sessizce, yatakta oturdum. Ellerim kucağımda birleşmişti. Bazen sıktım, bazen bıraktım... ama gözüm bir noktaya kilitlendi. Hiç kıpırdamadım.

 

Yanımda büyük bir kol çantası vardı ama içi neredeyse boştu. Sanki bu evi hiç yaşamamışım, bu hayatı hiç giyinmemişim gibi...Geldiğim gün üzerimde ne varsa, şimdi yine aynı elbiselerle oradaydım. Geriye hiçbir şey almadım. Ne bir fotoğraf, ne bir anı, ne bir iz.

Bu kendimce bir vedaydı. Belki de bir intihar yaşarken, usul usul ölmenin en sessiz biçimi.

 

Çünkü bazı yerleri terk ederken, sadece eşyalar değil, kalbinin parçalarını da bırakıyorsun geride. Ve ben... kendimi orada bırakıp gidiyordum.

Gitmekten başka yol yoktu artık.

 

Kapı yavaşça çaldı.

Ardından hafifçe aralandı.

 

Gülfem, başını içeri uzattı önce. Gözlerinde bir çekingenlik, dudaklarında belli belirsiz bir titreme vardı. Adımını atıp içeri girdiğinde, sesini neredeyse fısıltı kadar kısarak konuştu. "Gelin abla... herkes aşağıda. Seni bekliyorlar."

 

Gülfem başını eğip durduğum yere biraz daha yaklaştı. "Gitmek... için."

 

Yavaşça ayağa kalktım, yanımda ki çantayı elime aldım.

 

Bir adım atıp kollarımı açtım usulca.

"İlk seninle vedalaşmış olayım," dedim sessizce.

 

Bir an bile düşünmeden geldi, hiç tereddüt etmeden kollarımın arasına girdi.

Sıkı sıkı sarıldı bana.

 

Başını omzuma yasladığında, sesi titriyordu.

"Çok üzülüyorum gelin abla... Sen bize çok şey yaptın. Hep yanımızdaydın. Ama ben... ben hiçbir şey yapamıyorum. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Keşke gitmesen."

 

"İstanbul'a gittiğimde... sizi de evimde misafir etmek isterim," dedim gülümseyerek, gözlerimin içinde sakladığım o binbir duyguyu bastırmaya çalışarak. "İkinci balayınızı İstanbul'da yaparsınız belki," diye ekledim.

 

Gülfem önce utangaçça başını eğdi, sonra gözleri dolu dolu bana baktı. "Elbette geliriz," dedi sesi titreyerek. "Sen de bize gel, olur mu gelin abla?"

 

Elini tuttum, sıktım hafifçe. "Birbirinize iyi bakın," dedim. "Birbirinize sahip çıkın. Allah mutluluğunuzu daim etsin. Sakın kalbinize gölge düşürmeyin."

 

Sonra yutkunarak ekledim.

"Benim hakkım varsa... sana helal olsun.

Sen de hakkını helal et, Gülfem."

 

Gözünden süzülen yaşla birlikte kollarıma sarıldı tekrar.

"Helal olsun gelin abla... bin kere helal olsun."

 

Elimde ki çantaya uzandığında engel olmadım ona. Odanın eşiğinde durduğumda sessize durup döndüm geriye. Bu oda bana evdi. Bu oda bana hem yuva olmuştu, hem mezar. Kırık dökük ne varsa içimde, burada tamir etmiş gibi yapmıştım. Bütün geceyi karanlığıyla bana sararak geçirmiş, bütün sabahları sessizliğiyle susturmuştu.

Yastıklarım şahit olmuştu uykusuz gecelere.

Perdeler görmüştü ağladığım her sabahı.

Koltuklar, halılar, duvardaki o resimler... Hepsi birer tanıktı yaşanmamış bir hayata.

 

Kapıyı usulca çekip çıktım. Ardımda kalan her şeyin, kapanan o ahşap kapının ardında kaldığını bilerek. İçimde uğuldayan sessizlikle, merdivenlerden ağır ağır inmeye başladım. Her basamak, ayaklarımın altında eski bir anı gibi gıcırdadı. Sanki ev bile gitmemi istemiyordu, sanki beni biraz daha tutmaya çalışıyordu içinden.

 

Salondan geçtim. Her köşeye son bir kez bakmadım ama her şey zaten bana bakıyordu. Duvarlardaki çatlaklar, masa üstünde yarım kalmış çay fincanı,

Avluya çıktım. Topuklu ayakkabılarım taş zeminde yankılanıyordu. Rüzgâr yoktu ama içimde bir fırtına vardı sanki. Gözlerim istemsizce verandaya kaydı.

 

Durakladım.

 

Orada, o yerde... Sonsuzmuş gibi gelen birçok sahnenin oynandığı, onun beni ilk kez izlediği, göz göze geldiğimiz o yer.

Veranda bomboştu şimdi. Ama yine de kalabalıktı.Hatıralar oturuyordu orada, sanki Doğu'nun bakışı hâlâ o noktada asılı kalmıştı.Ben oraya uzun bir süre baktım.

Öylece...

Kıpırdamadan. Nefes bile almadan.

Veranda hiçbir şey demedi. Ama o da benimle vedalaştı.

 

Sonra başımı çevirdim. Adımlarım ağırlaştı.

Bu topraklardan değilmişim gibi, bu evi hiç solumamışım gibi yürümeye başladım.

 

Kalender Bey'i avlunun kenarında, ağır ağır salınan o eski ceviz ağacının gölgesinde gördüm. Yüzü her zamanki gibi sakindi ama içinde bir dağ vardı sanki, çökmüş ama hâlâ dimdik duran bir dağ gibi...

 

Adımlarımı yavaşlattım. Ona yaklaştıkça kalbim ağırlaştı.

Son bir saygı, son bir veda gibi, usulca eğildim.

Elini uzattı, ben de ellerini iki elimle tuttum.

Yavaşça öptüm elini, sonra alnıma götürdüm.

Gözlerim dolmuştu ama yüzümde bir huzur vardı.

 

"Her şey için teşekkür ederim, Kalender Bey," dedim. "Bana sığınacak bir kapı, susacak bir gölge verdiniz. Size minnettarım."

 

Kalender Bey derin bir nefes aldı, sonra içten, tok bir sesle konuştu. "Ben teşekkür ederim kızım... Bana yeniden baba olduğumu hatırlattığın için... Senin gibi bir evladın yokluğu eksikliktir bu hayatta. Çok şey borçluyum sana. Hakkını helal et kızım bize."

 

Gözlerim dolu dolu, ama gülümseyerek başımı salladım.

"Helal olsun," dedim. "Gönülden. Her şey helal olsun."

 

Arkamdan usulca dokunan bir elin sıcaklığını hissettim. Yavaşça döndüm.

 

Karşımda Berfin Hanım vardı.

Gözleri dolmuştu. İçindeki pişmanlık, yüzüne çizilmişti adeta. Titreyen sesiyle konuştu "Kalbini gücendirdiysem affet beni, kızım..."

 

Gözlerim doldu. Bir şey söylemeye çalıştım ama boğazıma düğümlenenler izin vermedi. Sadece başımı sallayabildim.

 

"...Siz de beni affedin Berfin Hanım," dedim titreyen bir sesle. "Her şey için... çok üzgünüm."

 

Berfin Hanım'ın gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarına indi. "Ben de," dedi fısıltıyla. "Ben de çok üzgünüm, kızım."

 

"Bana yaptığınız anneliği... asla unutamam," dedim, sesi titreyen bir teşekkürle.

 

"Varlığınız bana bazen annemi, bazen bir dostu, bazen sadece sessizce arkamda duran bir gölgeyi hatırlattı. İyi günümde de kötü günümde de yanımdaydınız. Belki her şeyi doğru yapamadık, ama kalpten davrandık. Ve ben bunu unutmayacağım.Hakkınızı helal edin."

 

"Elbette helal olsun kızım," dedi Berfin Hanım, gözlerinden akan yaşlara engel olamadan.

"Sen de hakkını helal et... Her ne olduysa, ben seni gerçekten sevdim eşek gözlüm." Kolunu uzatıp sıkıca sarıldığında bende kollarımı doladım ona.

 

Berfin Hanım'ın arkasında duran Hozan'ı o an fark ettim. Yüzünde karmaşık bir ifade vardı, hem buruktu, hem öfkeliydi. Gözleri dolmuş ama inatla ağlamamaya çalışıyordu. Kalbinde kırgınlıkla karışık bir veda gizliydi.

 

Adını usulca söyledim.

"Hozan..."

 

Kolumu uzattım ona doğru. Hiç tereddüt etmedi. İki adımda yanıma geldi, gözlerini kaçırmadan kucakladı beni. Sarılırken kelimeleri dudaklarından süzüldü, neredeyse bir fısıltı gibi.

"Kendine iyi bak yenge. Sen hep... hep benim yengem olarak kalacaksın."

 

O an, kalbimin bir yerinde ince bir çizik daha açıldı. Ne söylenirse söylensin, ne yaşanırsa yaşansın... bazı bağlar gerçekten kolay kolay kopmuyordu. Avuçlarımı sırtına koydum, "Aşkına sahip çık," diye fısıldadım. Kollarımız birbirinden ayrılırken burukça başını sallayıp gülümsedi.

 

Hozan'ın yanına yavaş adımlarla yaklaşan Helin, gözyaşlarını tutamıyordu. Yüzü ağlamaktan kıpkırmızıydı, titreyen sesiyle "Keşke gitmesen..." dedi sadece.

 

Usulca ona doğru döndüm, kolumu kaldırıp "Gel buraya," diye fısıldadım. Sarılırken omzuna başını yasladı, o masum yüreğiyle hıçkırıklarıma ortak oldu.

 

"Her şey için teşekkür ederim Helin," dedim, sesim boğazımda düğüm düğüm. "Sen olmasaydın, her şey çok daha zor olurdu benim için. O masum kalbin... hep güzellikle dolsun. İçindeki ışığı hiç kaybetme."

 

Helin başını kaldırdı, gözleri dolu doluydu. Dudakları titreyerek konuştu.

"Asıl ben teşekkür ederim... Sen bana hem abla oldun, hem dost. Hakkını helal et, ne olur."

 

Başımı usulca salladım. "Helal olsun Helin'im," dedim. "Sen de hakkını helal et."

 

Yönümü arabaya doğru çevirdiğimde, kalabalığın arasından bir siluet ayrıldı. Fırat'tı. Sessiz ama kararlı adımlarla bana doğru geliyordu. Yüzünde buruk bir ifade vardı, gözleri doluydu ama tutuyordu kendini.

 

"Yenge..." dedi sesi biraz titreyerek, "...biz de vedalaşalım."

 

Gülümsedim yorgun bir yüzle. "Sen gelmiyor musun Fırat?"

 

Başını hafifçe öne eğdi, sonra gözlerini kaldırdı.

"Geleceğim yenge. Ama o kalabalığın içinde, herkesin önünde vedalaşamam. Ağabeyim seni götürecekmiş zaten. Ben arkadaki araçta olacağım."

 

İleride çıkmaya hazır konağın kapısında ki arabaya baktım. Ters durduğu için içindekini Fırat sanmıştım.

 

Elime uzanmaya çalıştığında hemen bir adım geri çekildim. "Öpeyim yengem," dedi, gözleri dolu dolu. İçinde tuttuğu hıçkırık neredeyse sesine yansıyacaktı.

 

"Hayır, Fırat... lütfen..." dedim kısık bir sesle.

 

O ise başını önüne eğdi, ellerini önde bağladı.

"Hakkını helal et yengem," dedi. "Senin hakkın ödenmez... Sen bana kimsenin yapmadığını yaptın. Herkesin susup baktığı yerde, sen bir tek bana ses oldun. Sen bu konağa hanımağa gibi girdin... ve hepimizden daha büyük çıktın. Senin gibisi gelmez buralara yengem... Gelmeyecek de."

 

Sadece dudaklarımı araladım. "Helal olsun... Fırat," dedim titreyen bir sesle. "Sen de hakkını helal et bana..." Gülümsedi burukça.

 

"Gülfem'e iyi bak. Birbirinizden başka kimseniz yok birbirinize sahip çıkın. Ona da söyledim İstanbul da bir eviniz var sakın beni unutma yoksa bela olurum sana." Göz yaşlarımın aradında gülümsediğimde oda gülümseyip elinin tersiyle sildi tek damla yaşını.

 

Artık veda vaktiydi. Ayaklarım bedenimden daha yorgundu sanki, ama yine de durup son bir kez döndüm ardıma. Konağa baktım. O taş duvarlara, o yüksek kapılara, o avluda yankılanan anılara...

 

Gözlerim doldu, ama ağlamadım.

 

"Hepiniz kendinize iyi bakın," dedim sessizce ama net bir tonla. "Her şey için teşekkür ederim..."

 

Son bir kez elimi kaldırdım. Usulca... zar zor bir vedayla... içimde kocaman bir boşlukla.

 

Ve sonra arkamı dönüp arabaya doğru yürüdüm. Kalbimi orada bir yerlerde bırakarak.

 

Kapıyı açtım ve bir anda içime çöken o ağır duyguyla birlikte arabaya bindim. Sanki koltuk değil, geçmişin ağırlığına oturmuştum. Kapı kapandığında her şeyin bittiğini anladım. Bu kez gerçekten gidiyordum.

 

Ona dönüp bakmak zordu ama son kez bakacağımı bilerek döndüm ona. Gözleri yola sabitlenmiş, çenesini sıkarak sürüyordu aracı. Gözlerinin ışığı sönmüştü, elaları kararmıştı sanki.

 

Ellerimi dizlerimin üstünde kenetledim. Dışarıya bakıyor gibi yaptım ama hiçbir şey görmüyordum. Kalbim onunla yan yana ama binlerce kilometre uzaktaydı sanki.

 

Arada gizlice baktım yüzüne. Sertti. Öfkeliydi. Ama en çok da kırgındı. Bana, hayata, belki de en çok kendine.

 

Arabanın içindeki sessizlik artık dayanılmaz bir hale gelmişti. Kalbim her saniye biraz daha ağırlaşıyor, yan koltukta oturmak bile bir işkenceye dönüşüyordu. Doğu tek kelime etmiyor, direksiyona kenetlenmiş gözleriyle sanki yoldan çok içindeki fırtınaya odaklanıyordu.

 

Elimi yavaşça uzatıp radyonun düğmesine bastım.

 

Radyoyu açtığımda, ilk notalar çalmaya başladığı anda içimde bir şeyler koptu.

 

"Kendine iyi bak, beni düşünme

Su akar, yatağını bulur..."

 

Şarkı arabanın ortasına bırakılmış bir mektup gibiydi. Zamanında beraber dinlediğimiz, sessizce göz göze geldiğimiz, her sözünde başka anlamlar bulduğumuz o şarkı... Şimdi yine çalıyordu ama bu kez vedayı söylüyordu bize. Bu kez her kelimesi bıçak gibiydi.

 

Göz ucuyla Doğu'ya baktım. Çenesini sıktığını gördüm, gözlerini yoldan kaçırmıyordu ama ben biliyordum... O da hatırlıyordu.

O da unutamamıştı. Ama bu sefer geri dönüşü yoktu.

 

Dışarıda tozlu yollar akıp gidiyordu, içimde ise o an zaman durmuştu. Birlikte paylaştığımız onca şey, bir şarkının içine sıkışmış gibiydi.

Ben ellerimi dizlerimde sıkarken, o sadece sürdü.

 

"İçimdeki fırtına kör kurşunla diner mi?

Kavgalar kansız biter mi?"

 

O şarkının her kelimesi, kaderimize işlenen bir yara gibi yüreğime saplandı.

Sessizce dinleyip Doğu'ya baktım.

 

"Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya

Bu hep böyle böyle gider mi?"

 

Araba yavaşça durduğunda, sona geldiğimizi anlamıştım. Motorun sesi sustu.

Yol bitmişti, şarkıda son mısrasından sonra kapanmıştı.

 

Sessizlik... Bazen çığlık kadar yüksek olur derler ya, işte o an öyleydi.

 

Ona bakarken ne geçmişin yükünü,

ne geleceğin korkusunu taşıyacak gücüm kalmıştı. Sadece oradaydım. Bitmiş bir hikâyenin son satırında, sadece onu izliyordum.

 

Ellerini direksiyondan çekmedi, öylece tuttu sıkıca. Parmaklarının eklemleri bembeyaz olmuştu bastırmaktan... Ama hiç kıpırdamadı. Sadece karşıya bakıyordu.

 

Araba, yavaş yavaş bir tepeye tırmanmıştı.

Yolun iki yanı sararmış kuru otlarla kaplıydı,

sanki sonbaharın değil, bir vedanın rengi sinmişti toprağa.

 

Motor sustuktan sonra bile, rüzgar taşıdı ardımızdaki konvoyun sesini. Toz duman havaya karıştı, sanki geçmişten gelen tüm acılar gibi

göz gözü görmez olmuştu bir an.

 

Ben de yüzümü çevirdim karşıda, sırayla dizilmiş birkaç araba daha vardı ama kimse inmemişti.

 

Karşıdaki ilk kapı açıldığında, yavaş ve temkinli bir hareketle babam indi arabadan. Omuzları her zamanki gibi dimdikti ama yüzünde alışkın olduğum o sarsılmaz ifadeden eser yoktu. Ardından Dilan'ı indirdi... Ayaktaydı evet, ama üstündeki sargılar hâlâ duruyordu. Solgun teniyle, koca bir suçun ve çaresizliğin beden bulmuş hali gibiydi.

 

Arabanın diğer tarafından Baran çıktı.

Yüzü gözü morluk içindeydi, dudağı patlamıştı belli ki ama ayaktaydı o da.

Doğu'nun yanımda daha da sertleşen nefesini duydum.Baran'ı görür görmez çenesi kilitlendi, dişlerini sıktı. Parmakları direksiyonu yeniden kavradı ama bu defa öfkeyle.

 

Fakat inmedi arabadan. Ne ben bir şey dedim ne o. Sanki bir savaşın orta yerinde, sadece bir dakika daha susarsak her şey geçecekmiş gibi... Ama karşı taraf için zaman çoktan başlamıştı.

 

Diğer araçlardan insanlar inmeye başladı.

Önce ağır ağır, sonra daha net adımlarla...

Sonunda, Dilan ile Baran arabanın önünde durdular ama Baran'ın eli sıkı sıkıya sardı Dilan'ın sargısız kolunu.

 

"Veda vakti..." dedim. Sesim, arabanın döşemelerine çarpıp geri döndü sanki.

 

Tek kelime etmedi Doğu, sadece karşıya bakıyordu.

 

"Son kez de olsa... bakmayacak mısın bana?" dedim usulca.

 

Sesim çatlamıştı, ama titrememi bastıramadım.

Kırık dökük, yaralı, yutkunamamış bir cümleydi bu. Arabanın içinde asılı kaldı kelimelerim, çıkıp da ona varamadı.

 

O ise hâlâ direksiyona bakıyordu.

Ellerini çözmemişti, gözleri karşıya sabitlenmişti.

Ama ben biliyordum... orada değildi. Orada oturuyordu ama çoktan binlerce parçaya bölünmüştü içi.

 

Yavaşça çevirdi başını o an zaman dondu sanki. Elâları oradaydı ama içinde hiç renk yoktu.

Sanki hayat çekilmişti gözlerinden. Baktı ve sustu. Ve ben o bakışta, bir daha asla onaramayacağım bir yara açıldığını hissettim.

 

"Bir şey demeyecek misin?" dedim, gözlerimin dolduğunu fark etmeden.

 

Ama o sadece nefes aldı. Bir şeyi içine çekti sanki, içinden bir şeyleri bastırır gibi...

Ama sesi çıkmadı.

 

Bir şey demedi. Yüzünde ne bir öfke, ne bir sevgi... Sadece büyük, koca bir suskunluk vardı.

O suskunluk var ya... Bir cümleden, bir haykırıştan daha çok canımı acıttı.

 

Ben bir veda beklemiştim belki... Ama ben bunuda hak etmemiştim.

 

"Rona! Hadi, babam gel!" diye bağırdı babam.

 

Son kez baktım gözlerine, hiçbir şey demiyordu bana. Ama ben, içimdeki bütün kelimelerle veda ettim ona... Gözlerimle anlattım, söyleyemediklerimi. Elim kapı koluna gittiğinde artık geri dönüşü olmayan çizgiyi geçtiğimi biliyordum. Yavaşça bastım yere... Ve arabadan indim.

 

Aynı anda, o da kapısını açıp çıktı.

 

İkimiz de iki ayrı yandan ağır adımlarla arabanın önüne yürüdük. Ayak seslerimiz toprağa değil, geçmişimize bastı sanki.

 

Arkamızdan gelen korumalar hızla etrafımıza dağıldı, görünmez bir çember gibi çevrelendik.Benim arkamda Fırat vardı.

Usulca başımı çevirdim ona, hafifçe gülümsedim.

 

O, dimdik durmuştu. Bakışlarıyla "yolun açık olsun" der gibiydi. Sadece sessiz bir baş selamı... Ya da belki, sonsuz bir vedasını.

 

Karşımızda Baran kolunu tuttuğu Dilan, onların biraz arkasında babam ve onun arkasında onlarca koruma vardı. Aramızda belkide yüzlerce metre vardı fakat birazdan ben karşıda, Dilan ise yerimde olacaktı.

 

Derin bir nefes aldım, elimdeki çantayı sıkıca kavradım. Ayaklarım yere sağlam basıyordu ama içimde bir boşluk vardı sanki birazdan atacağım adımlarımın her biri, yüreğimin derinliklerinde açılan bir yarayı daha derinleştirecekti.

 

Karşıda ani bir hareketlenme oldu, Baran, Dilan'ın kolunu yavaşça bıraktı. Dilan, ilk adımını atmaya hazırlanırken içimde bir yerlerde kıyamet koptu. O acı, sessizce ruhuma yayıldı, bedenimi sarmaya başladı.

 

Doğu'ya döndüğümde...

O çoktan bana bakıyordu.

Bana değil de, yitip giden bir hayale bakar gibi... Sanki içindeki tüm savaşları çoktan kaybetmişti de hâlâ ayakta kalmaya çalışıyordu.

 

Uzun uzun baktım ona. İçimde binlerce kelime vardı ama hepsi boğazımda bir yumruya dönüşmüştü. Gözlerimi kaçırmadım. Çünkü bu defa kaçarsam, bir daha asla cesaret edemezdim.

 

Derin bir iç çekişle, nefesimi en sessiz yerime bırakarak konuştum. "Hoşçakal, Doğu."

 

Sanki bir ömür sürdü o cümle.

 

Ayağımı kaldırıp ilk adımımı attığımda...

Sanki göğsümün tam ortasına, görünmeyen bir hançer saplandı. Hava birden ağırlaştı. Nefesim içime hapsoldu, ciğerlerime kadar ulaşamadan.

Ayaklarım yerden kesilmiş gibi oldu ya da yere mıhlandı tam bilemedim.

 

Ve işte o an...

Kulakları sağır eden bir ses yankılandı vadide.

Büyük, sert ve acımasız bir patlama gibi...

Bir kurşunun sesi.

 

Bedenim irkildi.

Sonra zaman yavaşladı.

Elimdeki çanta yere düştü önce, metal fermuarın taşlara çarpması tiz bir çınlamayla karıştı havaya.

Göğsümün tam ortasında yanan bir ateşle geriye doğru sendeledim.

Ayaklarım beni taşıyamadı. Dünya başımın üzerinden kayıp giderken, gökyüzü bembeyaz bir sessizliğe büründü.

 

Birisi bağırıyordu uzaktan, adımı haykırıyordu.

"Rona!"

Ses tanıdıktı... Parçalanmış bir yüreğin sesi gibi...

Ama ben artık duyamıyordum.

 

Sadece içimde, çocukluğumdan kalma bir ezgi vardı.

Rüzgâr gibi...

Usulca uzaklaşan bir melodi.

 

Bedenim sertçe yere çarptığında, dünyam paramparça oldu. Toprak soğuk ve acımasızdı her bir zerresi, her bir tanesi derinlere işleyen bir ateş gibi yanıyordu tenimde. Kalbim sanki göğsümden dışarı fırlayacakmış gibi çarpıyor, acının her dalgası bedenimi sarsıyordu. Her nefes alışımda yanımda yanan o büyük boşluğu, o tarifsiz sancıyı, tarifsiz kaybı hissediyordum. Zaman durmuş, acı ise her zerremde ölümsüzleşmişti. Her şey, en büyük, en keskin acıyla içime işliyordu.

 

"Rona! "diye feryat etti tekrar biri, sesi yankılanırken kulaklarımda. Başımda birinin varlığını hissediyordum, ama gözlerimi açmak, o an dünyaya dönmek neredeyse imkânsızdı. Zorla, büyük bir mücadeleyle gözlerimi araladım, etraf bulanıktı, silüetler dans ediyordu. İçimdeki acı ve şaşkınlık öylesine büyüktü ki, kendimi tamamen kaybetmek üzereydim. Ancak o feryat, beni biraz olsun ayakta tutmaya çalışan bir umut gibiydi.

 

Onca karmaşanın, çığlıkların arasında, onun sesi öyle net, öyle gerçek geliyordu ki kulaklarımda, adeta bir lütuf gibiydi. "Rona, bırakma beni..." dedi, sesi titreyerek, çaresizce. "Yalvarırım, bırakma... Ben sensiz yaşayamam..." Her kelimesi yüreğime saplanan bir hançer gibi derin, ağır ve sarsıcıydı.

 

"Do-ğu... "Elimi son kalan gücümle yavaşça kaldırdım, titreyen parmaklarım onun yüzüne dokundu. Gözlerim ona bakarken, zaman sanki donmuştu tüm acılar, tüm kırgınlıklar o an sadece birer gölge gibi uzaklaştı. Kalbim, o yorgun ellerimde haykırıyordu.

 

"Nolur bırakma beni, Rona... Nefes alamam sensiz, bende ölürüm," dedi sesi titreyerek, gözleri dolu dolu, elleri sıkıca ellerimi kavrayıp bırakmak istemiyordu.

 

Aksini söylemek istedim içimdeki tüm direnişe rağmen, dudaklarım sustu. Biliyordum ki bu, bizim sonumuzdu. Son kez sesleniyordum dünyaya, son nefesimdi bu ve ardımda bıraktığım her şeyle birlikte artık gitmeye hazırdım. Kalbim paramparça olsa da, içinde sakladığım umutların, acıların ve vedaların ağırlığıyla ağır ağır teslim oldum o sona.

 

Ona söyleyeceğim son bir sözüm vardı, içimde kalmamalıydı. Sesim titreyerek, nefesimi toplayıp zor da olsa fısıldadım. "Seni... Seviyorum. Seni çok... sevi-yorum."

 

 

Bu son nefesimde ona fısıldadığım sözlerdi; ruhum bedenimden ayrılmadan önce hissettiğim en derin mutluluktu bu. Elim acıyla teninden kayarken, gözlerim usulca kapanıyordu. Doğu'nun çığlıkları yükseliyordu etrafımda, gözyaşları içinde ağlıyordu. Ama ben ona sesleniyordum, sessizce... "Ağlama sevgilim, ben seni son nefesimde bile sevdim."

 

Bölüm Sonu.

 

Nasıl bulduk finali... :(((

Bir süreliğine kısa bir ara veriyorum ama bu bir veda değil. Yeni bölüme başlamadan önce eski bölümlerimi gözden geçirip yazım hatalarını düzenlemek istiyorum. Bu süreçte sizden tek ricam, kitabın aktifliğini korumanız. ♥️

 

Sizleri çok seviyorum.

Ben yeniden yazmaya dönene kadar, kendinize çok iyi bakın...

Kitap sizlere emanet.

– Esra

Bölüm : 22.06.2025 20:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...