
Merhaba...
Üç ayın ardından yeniden buluştuk. Kaldığımız yerden, yarım kalan hikâyelerin, suskun kalan gözlerin ve içimize işleyen acıların ardından yeni bir yolculuğa çıkıyoruz.
Her satırında yeniden doğan, her kelimesinde kalbimize dokunan bu hikâyeyi sizinle paylaşmaya devam edeceğim.
•
Doğu'nun Işığı
•
"30.Bölüm Yaralı Kader "
•
"Kaderin ince bir çizgiye sıkışması"
Kader, insana çoğu zaman geniş yollar sunar; sağa dönersin başka bir hayata, sola dönersin bambaşka bir akıbete çıkarsın. Fakat bazen öyle bir an gelir ki, bütün yollar tek bir çizgiye daralır. Ne sağa kaçacak yer kalır, ne sola; ne geriye dönmek mümkündür, ne ileriye koşmak. O çizgi, insanın boynuna geçirilmiş ince bir ip gibi gergindir. Bir nefesle kopacak, bir nefesle düğümlenecek kadar hassas.
İşte o anlarda kader, koca dağlardan daha ağır, en keskin bıçaktan daha serttir. Çünkü bütün ihtimaller, bütün hayaller, bütün kaçış yolları tek bir çizgiye sıkışır. Ve o çizginin üzerinde yürüyen, kendi adımlarını değil, aslında yazgısını duyar. Her adımda yer titrer, kalp sarsılır, ruh savrulur.
Kaderin ince bir çizgiye sıkışması demek, bir göz kırpışında sevdayla ölümün birbirine değmesi demektir. Bir merminin soğuk çeliğinde, bir bakışın titreyen sıcaklığında... Kimi zaman bir söz, kimi zaman bir susuş, kimi zaman da bir kurşun o çizgiyi belirler.
Ve insan, o çizginin üzerinde yürürken aslında en çıplak haliyle kalır. Gücü, parası, ailesi, dostları... hiçbir şey tutmaz elinden. Sadece kalbi ve vicdanı kalır yanında. Çünkü kaderin ince çizgisi, en çok insanın özünü sınar.
O çizgide bir adım ileri, ölüm. Bir adım geri, pişmanlık. Orada durmak ise ömür boyu taşınacak bir yük. Kaderin oyunudur bu; insanı kendi içinden vurur.
Ve bazen, o çizginin üzerinde kan damlaları parlar... Tıpkı geceye düşen yıldızlar gibi. Bir daha asla yerine konamayacak olanlar gibi.
"Bazen bir an, bütün bir ömrün hesabını sorar insana. Zaman, o anın içinde donar; nefesler yarım kalır, bakışlar havada asılı kalır. Bir merminin uğultusu, günün sessizliğini yırtarken, kader yeni bir sayfa açar. Kanın toprağa düşüşü, gökyüzünden kopan bir yıldız gibidir; bir daha yerine konmaz. Ve işte o an... herkesin suskunluğu, çığlıktan daha ağırdır."
O gece gökyüzü, binlerce yıldır gördüğü nice hikâyeden bir yenisini daha kaydediyordu. İnsanlar, kendi adımlarını özgür sandılar; oysa çoktan çizilmişti yolları. Bir merminin havada aldığı yol, bir kalbin çarpıntısıyla aynı anda yazılmıştı kader defterine. Hiç kimse bilmiyordu ama o an, bir ömrün kırılma noktasıydı.
Kimi gözyaşına sarıldı, kimi öfkeye... Kimi suskun kaldı, kimi çığlık attı. Ama hepsi aynı çizgide buluştu kaderin ince, keskin ve geri dönülmez çizgisinde.
İnsan ne kadar kaçarsa kaçsın, yazgının gölgesini aşamaz. Çünkü kader, insanın en büyük sırdaşı ve en büyük tuzağıdır. Ve işte şimdi, o tuzak kapanıyordu. Kurşunun uğultusu, sadece havayı değil, zamanın kendisini de yardı. Herkes o anın içine sıkıştı bir bakışın donduğu, bir nefesin yarım kaldığı, bir kalbin sustuğu yerde.
Ve gökler şahitlik ediyordu. İnsan sandığından daha küçük, yazgısından daha büyük değildir.
Zaman, o anda bütün ağırlığıyla çökmüştü. Kurşunun uğultusu çoktan bitmişti ama yankısı hâlâ herkesin yüreğinde çarpıyordu. Rona'nın bedeni, çaresizce Doğu'nun kollarına düşerken gökyüzü, bir yıldızın kayışını izler gibi sessizdi.
Genç kadının başı, Doğu'nun ellerinin arasına yerleştiğinde artık kelimeler kanla yarışıyordu. Dudaklarından dökülen her hece, nefesiyle birlikte eriyip gidiyordu. Onun son sözleri, delice korktuğu şeyi saklamaktan vazgeçişin ağırlığıyla döküldü. Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide, insan en çok gizlediklerini itiraf ederdi.
Doğu, o an bütün dünyayı sustu sandı. Ne çığlıklar, ne ayak sesleri, ne de yankılanan öfke... Hepsi geriye çekildi. Kulaklarında uğuldayan tek şey, Rona'nın o son sözleriydi. Bir sırrın açığa çıkışı kadar keskin, bir vedanın çaresizliği kadar derindi.
Kan, Doğu'nun parmaklarının arasından süzülüyordu. Dokunmaya kıyamadığı ten, şimdi kanla ıslanıyordu. Ellerini Rona'nın yüzüne sürmekten çekiniyordu sanki o dokunuş, son vedayı mühürleyecekti. Ama iradesi artık kendisine ait değildi.
Etrafına toplanan insanları görmüyor, seslerini işitmiyordu. Kalabalığın uğultusu, gökyüzünden kopup gelen bir fırtına gibi dağılıp gidiyordu. Doğu'nun duyduğu tek şey, kendi kulaklarında çınlayan o sözlerdi... Rona'nın son nefesiyle fısıldadığı, içinde korkunun ve itirafın aynı anda titrediği o cümleler.
O anda, dünyayla arasına görünmez bir duvar örülmüştü. Kimseyi yanına yaklaştırmadı. Ne çığlık atan Dilan'a, ne öfkesini tutamayan Baran'a, ne de feryat eden babasına izin verdi. Elini Rona'nın yarasına bastı, kanı durdurabileceğine inanmaktan başka çaresi yoktu. Onu kendine doğru çekti sanki böyle yaparsa kaderin hükmünü geri çevirebilirmiş gibi.
Bir babanın feryadı da yükseldi o anlarda... Yıllarca gururla dik tuttuğu başı, şimdi yerin tozuna bulanmıştı. Üstü başı toz içindeydi, gözlerinden fırlayan yaşlar, toprağa karışmış kanı yıkamaya yetmiyordu.
"Nerede kaldı bu ambulans!" diye haykırdı. "Kızım ölüyor! Rona'm!" Sesindeki titrek çaresizlik, taş duvarları bile inletecek kadar güçlüydü.
O an babanın yüreğinde tek bir cümle yankılanıyordu. Bir baba evladını toprağa değil, hayata emanet etmek ister. Ama kader, insanın en büyük itirazlarını işitmezdi. Gökler sessizdi; yıldızlar yukarıdan bakıyor, insanın acısıyla ilgilenmeyen o uzak ışıklarıyla parıldıyordu.
Doğu, Rona'yı kollarında sımsıkı tutarken Adem, kızının üzerine kapanmıştı. İki adam... Biri sevdayla, biri evlat sevgisiyle parçalanmıştı. İkisi de aynı gerçeğe bakıyordu...Rona'nın gözleri ağır ağır kapanıyordu.
"Fırat!" diye haykırdı Doğu, sesi öfke ve korkuyla çatallanmıştı.
Ama Fırat... O ise çoktan dizlerinin üzerine çökmüştü. Ellerini başına yaslamış, sanki bu sahneyi görmektense kendi karanlığında kaybolmayı seçmişti. Yıllardır nice ateşin içinden geçmişti ama böylesine yanmamıştı hiç. Rona onun için sadece bir dost değil, kan bağı olmayan bir kardeşti. O an yüreğinin derinliklerinde bir boşluk açıldı sanki gerçek bir kardeşi kayboluyormuş gibi.
Doğu, boğazındaki düğümle haykırdı,
"Fırat, yaşıyor mu? Söyle bana yaşıyor mu karım?!" Sanki kendi kollarında can çekişen Rona değilmiş gibi... Sanki gerçek olanı kabullenmemek için başka bir ağızdan umut dileniyordu.
Oysa hissetmiyordu. Ellerinin titremesini, kollarındaki ağırlığı, gömleğine bulanan kanı... Hiçbirini hissetmiyordu. Tek bildiği, avuçlarını Rona'nın yarasının üzerinden tek bir an çekmemek gerektiğiydi. Çünkü çekerse, hayatın da onunla birlikte kayıp gideceğine inanıyordu.
Uzaktan ambulansın sirenleri çınlamaya başlamıştı. Geceyi yaran o ses, herkes için umut demekti. Ama Doğu'nun kulaklarına ulaşmıyordu. O, sadece kollarındaki kanın sıcaklığını, göğsüne yaslanan başın ağırlığını duyuyordu.
Rona'nın solgun yüzüne eğildi, titreyen dudaklarından bir fısıltı döküldü. "Yaşayamam... yemin ederim sıkarım kafama. Beni bırakıp gidersen, seni asla affetmem Rona."
Bu sözler, bir adamın sevgisini değil, korkusunu haykırışıydı. Sevmek bazen korumaktı, bazen kıskanmak... ama en derini, kaybetme korkusuydu. Doğu'nun içindeki o çocuk, sevdiklerini elinden alan hayata öfkeyle bağırıyordu.
Ambulansın çığlığı andıran sireni keskin bir frenle sustu. Toz duman içinde kayarak duran aracın kapıları hızla açıldı, iki sağlık görevlisi çantalarıyla koşar adım yere indi. Biri hemen sedyeyi çekip açarken diğeri eldivenlerini takıyor, bakışlarıyla kalabalığı yara yara yaralının nerede olduğunu arıyordu. İnsanların telaşı, ayak sesleri ve boğuk feryatlar, sirenin kesilmesiyle daha da belirginleşmişti.
Sağlık görevlileri kalabalığı yararak Rona'ya ulaşmaya çalıştığında , onu Doğu'dan ayırmak neredeyse imkânsızdı. Doğu, kan içinde kalan Rona'nın üzerine kapanmış, titreyen elleriyle göğsüne bastırıyor, "Bırakmam seni!" diye haykırıyordu. Gözleri korku ve çaresizlikle yanıp tutuşurken, ambulans ekibi sedyeyi yanaştırmaya çalışıyor, ama Doğu'nun pençelemiş gibi sıkı kolları çözülmüyordu. Rona'nın yarı kapalı göz kapaklarının arasından belli belirsiz bakışları, Doğu'nun yüzüne takılı kalmıştı; sanki gitmesine izin vermemesi için onu sessizce uyarıyordu. O an, Doğu'yu Rona'dan koparmak güçten öte, yürek isterdi.
Sağlık görevlileri kalabalığın arasından güçlükle geçip Rona'ya ulaştığında, karşılarında ilk engel Doğu oldu. Dizlerinin üzerinde yere çökmüş, kanlara bulanmış halde Rona'nın başını dizine almıştı. Parmakları, göğsündeki yaraya bastırıyor, solgunlaşan yüzüne eğilip tekrar tekrar ismini fısıldıyordu. Gözleri öfkeden ve korkudan alev alevdi yanına yaklaşanı düşman bellemiş gibi herkese sert çıkıyordu.
Görevlilerden biri, sakin ama kararlı bir ses tonuyla Doğu'ya seslendi "Beyefendi, lütfen... Onu yaşatmak için bize izin verin. Ne kadar erken müdahale edersek o kadar şansı artar."
Doğu'nun elleri titredi, gözlerinden yaşlar boşaldı. Sanki elini çekerse Rona'nın son nefesini vereceğine inanıyordu. Bir an boğazı düğümlendi, yumruğunu yere vurdu, sonra çaresizce başını iki yana salladı. "Bırakamam... yapamam..." diye mırıldandı.
Diğer sağlık görevlisi diz çökerek göz göze geldi Doğu'yla. Sesini biraz daha yumuşattı, ama kelimelerine aciliyet kattı"Bakın, zamanımız yok. Eğer şimdi müdahale etmezsek, onu kaybedebiliriz. Elinizi çekin, biz onun için buradayız."
Doğu'nun soluğu kesildi, dişlerini sıktı, alnından süzülen terle birlikte gözyaşları yanaklarına karıştı. Sonunda elleri ağır ağır geri çekildi, ama kalbi hâlâ Rona'nın üzerinde atıyordu. "Eğer... eğer bir şey olursa... yemin ederim sizi yaşatmam," dedi, sesi titreyerek.
O an sağlık görevlileri hızla devreye girdi. Birisi oksijen maskesini hazırlarken diğeri Rona'nın nabzını kontrol etti. Keskin komutlar peş peşe sıralanıyordu "Sedyeyi yana çek! Basıncı artır! Damar yolu açıyorum!"
Çantaların fermuarları hızla açıldı, metal aletlerin tıkırtısı ve kalabalığın nefesini tutmuş sessizliği birbirine karıştı. Görevli, iğneyi damarına yerleştirirken bir diğeri göğsüne sıkı bir tampon yaptı. Rona'nın göğsü zorlukla inip kalkarken, oksijen maskesi yüzüne yerleştirildi.
Doğu, birkaç adım geride, titreyen ellerini havada sıkıp açıyor, gözünü bir an olsun Rona'dan ayırmıyordu. Müdahalenin her saniyesi onun için bir ömür gibiydi ama artık yapılacak tek şey, çaresizlikle sağlık görevlilerinin ellerine güvenmekti.
Doğu'nun ruhu yanıyordu. Öyle bir yanıştı ki bu ne bedenin dayanabileceği bir ateşti ne de kalbin taşıyabileceği bir ağırlık. İçindeki bütün damarlar kurumuş, kanı çekilmiş gibi hissediyordu. Sanki yaşam ona ihanet etmiş, nefes almak bile işkenceye dönüşmüştü.
Üzerinde biriken toprak, sadece yerin ağırlığı değildi. O toprak, onu içine çağırıyor, sinsice ayaklarının altını boşaltıyordu. Her zerresi, "Bana ait olacaksın," dercesine ruhunu çekiştiriyordu. Kaçmaya çalışsa da kaçamıyor, toprağın gölgesi bile sırtına yapışıyordu.
Zihni, acının dar koridorlarında çırpınırken etrafındaki hiçbir şeyin farkında değildi. Sağlık ekibinin telaşı, insanların bağırışları, yankılanan ayak sesleri... Hepsi silik, boğuk, uzak bir uğultuya dönüşmüştü. Oysa onun içinde öyle bir gürültü kopuyordu ki; pişmanlıkla haykıran bir kalp, sessizce çırpınan bir ruh...
Gözleri boşluğa takılı kalmıştı. Ne görebiliyor, ne de gerçekten bakabiliyordu. Çünkü gözlerinin önünde duran tek şey vardı: kayıp. Kaybetmenin acısı, geri dönülmezliğin çaresizliği. İnsan, en ağır darbeyi dışarıdan almazdı; kendi içinden yıkılırdı. Doğu da tam orada, kendi içinin enkazı altında kalıyordu.
Ve zaman, onun için artık ilerlemiyordu. Bir anın içinde donmuştu; ne geçmişin hatırasından sıyrılabiliyor, ne geleceğe dair bir nefes bulabiliyordu. Ruhu, yangınlarla dolu bir mezara hapsolmuştu.
Rona'nın bedeni, sedyenin üzerine titizlikle alındı. Sağlık ekibinin elleri aceleyle ama bir o kadar da özenle hareket ediyordu; çünkü o an, saniyeler canla yarışıyordu. Çevreyi kaplayan uğultu, bir anda keskin bir telaşa dönüştü. İnsanların kalbi, sedyenin gidişine ayak uydururcasına hızla atıyordu.
Sedyenin tekerlekleri toprağa çarpıp hızla ilerlerken, herkesin gözleri tek bir noktaya kilitlenmişti, Rona'ya. O bedenin üzerindeki her nefes, hem umut hem de korku taşıyordu. Ambulansın kapıları açıldı metalin soğuk sesi, sanki ölümle yaşam arasındaki ince çizginin yankısıydı.
Doğu orada taş kesilmiş gibi bakıyordu. O an, ne bağırabiliyor ne de adım atabiliyordu. Sanki dünya elinden alınmış, ruhu bedeninden sökülüp toprağa savrulmuştu. Her adımda, sedyenin uzaklaştığını değil, kendi ömrünün eksildiğini hissediyordu.
Ambulansın içine alındığında Rona'nın bedeni bir ışık gibi gözlerden kayboldu. Kapanan kapılar, sanki göğe yükselen bir perdeydi. İçeride zamanla ölüm savaşırken, dışarıda herkesin kalbi tek bir dua ile atıyordu.
Ambulansın kapıları büyük bir gürültüyle kapandığında, Doğu'nun kalbine bir bıçak saplanmış gibi oldu. O ses, onun için sadece bir kapının kapanışı değildi umutla ölüm arasındaki o ince çizginin üzerine çekilmiş bir perdeydi. İçeride Rona, yaşamla ölüm arasında mücadele ederken, dışarıda Doğu taş kesilmiş bir heykel gibi dikiliyordu.
Bir an, koşmak istedi. Ayaklarını ileri fırlatmak, ambulansın arkasından yetişmek, kapıları yumruklamak... "Beni de alın, bırakmayın!" diye haykırmak istedi. Ama bedenine hükmeden bir güç vardı sanki dizlerinin bağı çözüldü, toprağın ortasında çakılı kaldı. Sonra yavaşça, istemsizce dizlerinin üzerine çöktü. Çökerken omuzlarından değil, ruhundan kırılıyordu.
Gözlerinden yaş akmıyordu çünkü o an gözyaşı bile yetersizdi. Onun içindeki fırtına, hiçbir damlaya sığmazdı. Boğazı düğümlenmiş, nefesi yarıda kesilmişti. İçinde bir şey yanıyor, küle dönüyor ama asla sönmüyordu. İnsan bazen öyle bir acıyla karşılaşır ki, sesini bile unutur. Doğu'nun sessizliği, işte tam da o türdendi yürek paralayan, içten içe haykıran bir sessizlik.
Ambulansın siren sesi, uzaklaştıkça kalbinde derin bir boşluk açıldı. Her metre, Rona'dan biraz daha uzaklaştırıyordu onu. Sanki siren sesi değil, kalbinin atışları kesiliyordu yavaş yavaş. Ayağa kalkmak istedi, ama dizleri toprağa yapışmış gibiydi. Ellerini yere bastı parmaklarının arasından kayan toprak, sanki bütün suçunu, bütün pişmanlığını içine çekiyordu.
Ve o an, Doğu anladı İnsan en ağır yükü dışarıdan değil, kendi yüreğinin içinde taşır. Rona'nın bedeni ambulansa taşınırken, onun ruhu oracıkta toprağa gömülmüş, karanlığa bırakılmıştı. O acı, ömrünün sonuna kadar susmayacak bir yankı gibi içinde kalacaktı.
Doğu dizlerinin üstüne çökmüş, elleri toprağa gömülmüş haldeydi. Nefesi kesik kesikti, bakışları boşluğa takılı kalmıştı. Ambulansın sireni uzaklarda bir çığlık gibi yankılanırken, o çığlık içini parçalıyordu. Tam o sırada, ağır bir gölge üzerine düştü. Arkasında Adem İpekoğlu vardı. Yanaklarına düşen damarları belirginleşmiş, gözlerinin içindeki öfke ve keder birbirine karışmıştı.
Bir elini kaldırdı, titremiyordu bilakis, sert, kararlı bir şekilde Doğu'nun omzuna koydu. O dokunuşla birlikte Doğu irkildi, başını kaldırdı. Adem'in gözlerinde bir babanın acısı değil, bir dağın yıkılmaya direnen bakışı vardı.
Sesi kısık ama sarsılmazdı
"Şimdi değil..." dedi. Kelimeler, Doğu'nun kalbine çelik gibi saplandı.
"Şimdi yıkılmayacaksın. Bunun hesabını vermeden yıkılma, Doğu Ağa..."
Sanki o an zaman yeniden dondu. Adem'in dudaklarından dökülen sözler, Doğu'nun titreyen omuzlarına ağırlık gibi çöktü. Yıkılmak istiyordu, parçalanmak istiyordu, bağırmak istiyordu... ama Adem'in eli, onu toprağın içinden çekip ayakta tutuyordu. O el, bir babanın merhametinden çok, bir davanın ağırlığını taşıyordu.
Doğu gözlerini kapattı, nefesini derin çekti. İçindeki fırtına susmuyordu ama artık yön değiştirmişti yıkımdan öfkeye, acıdan hesap gününe...
Ambulansın sireni acil girişin önünde kesildiğinde, kapılar hızla açıldı. Sedyeyi dışarı çıkardılar. Rona'nın bedeni, beyaz çarşafın üzerinde hareketsizdi alnındaki solgunluk, dudaklarındaki morarma ölümün gölgesini hatırlatıyordu. Sağlık personeli, "Hadi, hızlı!" diye bağırarak sedyeyi koşar adım acil servisin içine sürükledi.
Doktorlardan biri, stetoskopu boynunda savrularak yanlarına yetişti. Gözleri sedyenin üzerindeydi. Bir bakışta teşhisi koydu "Ateşli silah yaralanması! Mermi giriş yeri sternumun hemen altında, göğüs boşluğu etkilenmiş. Solunum düzensiz. Kan basıncı hızla düşüyor, sistolik 70'e inmiş!"
Hemşireler telaşla yanlarından koşuşturuyordu. Birisi, maskeyi Rona'nın yüzüne bastırdı "Oksijen veriyorum!"
Bir diğeri damar yolu açıyordu. "Hemen Ringer laktat, hızlı infüzyon başlatın!"
Doktorun sesi gittikçe sertleşti "Hemotoraks ihtimali yüksek, akciğer perforasyonu olabilir. Nabız zayıf, periferik dolaşım bozulmuş. Ameliyathaneyi hazırlayın! Hemen!"
Sedyeyi hızla koridordan geçirdiler. Metal tekerleklerin zemine vurduğu ses yankılanırken, Rona'nın göğsünden çıkan hırıltılar neredeyse yırtıcıydı. Doktor, stetoskopu yerleştirip dinledi, gözleri büyüdü "Sol hemitoraks neredeyse tamamen sessiz. Sol akciğer kollabe olmuş. Toraks tüpü hazırlayın, ameliyat için kardiyotorasik cerrah çağrılsın!"
Bir başka ses karıştı araya "Hastanın bilinci kapanıyor, GKS 6'ya düştü!"
Doktor yumruğunu havaya kaldırıp kararlı bir tonla bağırdı "Hayır! Burada zaman kaybedemeyiz. Direkt ameliyathaneye, hemen torakotomiye alıyoruz!"
Koridorun sonunda çift kanatlı kapılar açıldı. Sedye içeriye kaybolurken, içeride ölümle yaşam arasındaki kavga başlamıştı
Ameliyathanenin ağır kapıları kapandığında, içeride zaman başka türlü akmaya başladı. Beyaz ışıkların altında Rona'nın bedeni çelik masaya yatırıldı. Doktorların sesleri, bir savaş meydanının komutanları gibiydi. "Kalp atımı çok zayıf... Nabız filiform!"
"Kan basıncı 60'a düştü! Hemen daha geniş damar yolu açın, hızlı sıvı!"
"Hemotoraks ilerlemiş, sol akciğer kollabe. Toraks tüpü getir!"
Bir an monitörde çizgi inceldi, kalp sesi sustu. O an doktorun tok sesi yankılandı "Kalbi duruyor! Defibrilatör, çabuk!"
Metal sesleri, kabloların telaşı, göğse basılan elektrotlar... Ardından gökyüzünü yırtar gibi bir ses "Şok veriyorum... 200 joule... Şimdi!"
Rona'nın bedeni masanın üzerinde sıçradı, sonra sessizlik çöktü.
Kapının dışında ise bambaşka bir sessizlik vardı. Bekleme alanının loş ışıkları, oradaki insanların ruhlarına sinmişti.
Doğu ellerini dizlerinin üstünde kenetlemişti parmakları beyazlamış, eklemleri kanamaya hazır gibiydi. Gözleri sabitlenmiş, dudakları arasından bir dua bile çıkmıyordu. Onun içinde fırtınalar koptukça dışı taş kesilmişti.
Adem, sandalyede dimdik oturuyordu. Yorgun gözleri kıpkırmızıydı, nefesini bastırıyor, kalbinin fırtınasını saklamaya çalışıyordu. Yanaklarının çizgilerinde öfke ve sabır yan yana durmuştu.
Biraz ötede Kalender Ağa, tekerlekli sandalyesinde ellerini bastonuna bastırmış, öne eğilmişti. Gözkapakları titriyor, dudakları arasından sessiz dualar dökülüyordu. Yaşlı bedeninin titremesi, bir babanın acısını ele veriyordu.
Fırat duvara yaslanmış, yumruğunu sımsıkı sıkıyordu. Başını kaldırıp gözlerini kapattığında, kalbinde boğazına kadar yükselen isyanı susturuyordu. Onun için bu, hem kardeş kaybı gibiydi, hem de dostunun düşüşü.
Tam o anda koridordan bir çığlık gibi ayak sesleri yankılandı. Bir kadın koşarak geldi, gözlerinden sel olmuş yaşlar süzülüyordu. Nefesi kesilmiş, elleri titriyordu. Rona'nın annesiydi bu. Kapının önünde dizlerinin üzerine çöktü, parmaklarını kapıya vurdu, hıçkırıkları yankı oldu "Kızım! Allah aşkına söyleyin yaşıyor mu?!"
Ve o an zaman ağırlaştı. Ne içerideki doktorların "Şok veriyorum!" haykırışı, ne dışarıdaki çığlıklar duyuluyordu artık. Zamanın kendisi derin bir nefes aldı, sahnenin üzerine çöktü.
Bir yanda ölümle savaşan eller, öte yanda dua eden dudaklar... Rona'nın bedeni, kaderin ince ipinde asılı kalmış bir ışık gibiydi. Doktorların bastığı her defibrilatör tuşunda, dışarıda bir kalp yerinden sökülüyordu. İçerideki her nabız düşüşünde, dışarıda bir nefes daha kısılıyordu.
O an, herkesin kalbi aynı ritimle atıyordu yaşamla ölüm arasında, incecik bir çizgide...
O an, dünya durdu. İçeride doktorun sesi yankılandı "Kalbi duruyor... Nabız alınamıyor... Şok veriyoruz!"
Defibrilatörün sesi kapıların ardında yankı buldu; ama dışarıda, herkesin kalbi aynı anda tek bir sessizliğe gömüldü.
Monitörün ekranındaki çizgi, son bir kez dalgalandı. İnce, titrek bir kıpırtı... Sonra... uzun, kesintisiz bir düz çizgiye dönüştü.
Ve o çizgi, içeride bir kalbin sustuğunu, dışarıda ise bir dünyanın yıkıldığını ilan etti.
Doğu dizlerinin üzerine çöktü. İlk defa yer, sadece ayaklarının altındaki bir zemin değil, ruhuna saplanan bir acı gibi hissettirdi. Toprak, taş, soğuk zemin... Hepsi birden canına dokundu, yüreğini dağladı. Sanki dünya değil, bütün evren onun üzerine çökmüştü; her zerresi, her molekülü onun içindeki boşluğu hissediyor, acısını büyütüyordu.
Göğsü daraldı, nefesi kesildi. İçinde bir fırtına koptu; öfke, suçluluk ve çaresizlik birbirine karıştı. Her adım, her saniye, Rona'nın bedeniyle birlikte onun da yıkıldığını hatırlatıyordu. Ama o yıkılmayı ertelemek zorundaydı her şeye rağmen ayakta durmak, içindeki yangını bastırmak...
O an Doğu anladı ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yer, ilk defa onun canını yakmıştı yüreği öylesine dağılmıştı ki, kelimeler bile yetmezdi, sadece içinden kopan sessiz bir çığlık vardı.
Gözlerini kapattı nefesi düğümlendi, kalbi sanki ikiye bölünmüş gibiydi. Her atışı, her duraklayışı, içindeki acıyı daha da derinleştiriyordu.
İçinde bir yangın vardı, öyle bir yanış ki kelimeler yetmezdi. Her nefes, Rona'nın yokluğunu, kendi çaresizliğini ve o anın ağırlığını hissettiriyordu. Dünyanın altında ezilen bir taş gibi, bir anda her şeyin ağırlığını omuzlarında hissetti. Ama yıkılmamalıydı. O kalp, onun içindeydi artık o kalbi taşımalı, o acıyla dimdik durmalıydı.
Nefesi düğümlenmiş haldeyken, bir ses yankılandı. "Ağabey! İyi misin? Ağabey, duyuyor musun beni?"
Fırat'tı. Hızla yanına geldi, eğildi, "Ağabey, bak bana... Duyuyor musun?
Doğu dizlerinin üzerinde, sırtı soğuk hastane duvarına yaslanmıştı. Koridorun beyaz ışıkları ve soğuk zemin, her zerresine dokunuyor, onu iyice küçültüyordu. Başını kaldırdı; ela gözleri artık eskisi gibi canlı değildi, rengi solmuş, puslu bir yorgunlukla bakıyordu.
Fırat yanına eğildiğinde, Doğu hırıltıyla elini uzattı, titreyen parmaklarıyla Fırat'ın kolunu sıkıca tuttu. Gözleri donuk ama kararlıydı sesini neredeyse fısıltı kadar ince çıkardı "Silahını ver..."
Sözcükler boğazından zorla çıkıyordu, her hece bir acı, bir teslimiyet, bir çaresizlikle doluydu. Ellerinin titremesi, gözlerindeki puslu ela, ruhunun yangınını daha da görünür kılıyordu. O an Doğu için dünyadaki her şey durmuş, tek gerçeklik Fırat'ın yanında uzanan kolu ve verdiği silahın ağırlığı olmuştu.
Her nefes alışında yüreği dağlanıyor, her parmağının titremesi acısını artırıyordu. Sessiz bir fırtına gibi, içinde hem öfke hem çaresizlik hem de derin bir özlem vardı; Rona'nın yokluğu ve kendisinin çaresizliği, o küçük hırıltılı cümlede bir araya gelmişti.
Ruhunun derinliklerinde bir gerçekle karşılaştı. Rona onu bırakmıştı. Biliyordu bunu, hissetmişti.
Fırat o an hızla ayağa doğruldu, sesi sert çıkmıştı,
"Ne diyorsun ağam!"
Doğu, öfkeyle başını kaldırdı gözlerinde hem acı hem isyan vardı.
"Ben yaşayabilir miyim lan... onsuz?" diye bağırdı Doğu, sesi koridoru titretir gibi yankılandı.
"Ben nasıl yaşarım lan... onsuz?"
Her hece, her kelime, ruhunu parçalıyordu.yüreği bir taş gibi ağır, kalbi bir yangın gibi yanıyordu. Rona onun hesapta yokken tüm hesaplarını tarumar edendi. Kıymetti kopan, bu Doğu'nun kıymetiydi.
Çaresiz hissetmek Doğu'ya yabancıydı o kadından önce, fakat şimdi damarından akan kan korkudan durmuş. Ruhu edebi bir ızdıraba çekiliyordu.
Doğu'nun öfkeden deliye dönmüş gözleri Fırat'ın üstündeyken, ameliyathanenin kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Bir an herkes nefesini tuttu. Koridorun ortasında beliren doktorun yüzünde hem yorgunluk hem de ağır bir ciddiyet vardı.
Doğu bir adım öne çıktı, sesi kısılmıştı "Rona nasıl? Yaşıyor mu doktor?"
Doktor derin bir nefes aldı, bakışlarını Doğu'dan ayırmadan konuşmaya başladı, "Ameliyat sırasında çok ciddi bir tabloyla karşılaştık. Kurşun, göğsüne yakın bir bölgeyi zedelemiş. İçeride yoğun kanama vardı, kalbine giden damarlardan biri hasar görmüştü. Müdahale ederken bir an kalbi tamamen durdu... Dakikalarca kalp masajı yaptık, defalarca şok verdik. Sonunda yeniden çalıştırmayı başardık."
Doğu'nun gözleri kocaman açıldı, dudakları kıpırdadı ama kelime çıkmadı.
Doktor sözlerini sürdürdü, sesi biraz daha yavaşladı "Şu an yoğun bakımda. Vücudu çok büyük bir travma atlattı. Kalbi hâlâ çok zayıf, risk tamamen geçmiş değil. Önümüzdeki saatler onun için kritik. Yaşama tutunabilmesi... biraz da kendi direncine bağlı olacak."
Koridorda ağır bir sessizlik çöktü. Doğu, o an sanki ayaklarının altındaki zemin kayıyormuş gibi hissetti ama dimdik ayakta kaldı. Elleri titriyor, boğazı düğümlenmişti
"Kalbi... durdu mu?" diye fısıldadı Adalet Hanım, sesi neredeyse çıkmayacak kadar zayıftı.
Doktor başını ağır ağır salladı. "Ama yeniden çalıştırmayı başardık. Şu an yoğun bakımda, yaşama şansı var."
Adalet Hanım birden doktorun önüne atıldı.
"Doğru söyle bana kızım nefes alıyor mu?"
Kadının sesinde hem umut hem de çaresizlik vardı. Ağlamaklı gözlerle Adem Bey'e döndü, eliyle onun kolunu sıktı. Adam ise koca bir dağ gibi sessizdi. Gözleri dolmuş, dudakları ince bir çizgi gibi kapanmıştı. Yıllardır ağırbaşlılığıyla bilinen Adem Bey'in yanaklarından ilk kez sessizce yaşlar süzüldü.
"Ben yavrumu"... dedi kısık bir sesle. "Onu koruyamadım."
Doğu, bu sözleri duyunca bir an irkildi. Adem Bey'in gözleri bir anlığına onun gözlerine takıldı içinde hem suçlama hem de çaresiz bir baba feryadı vardı. Adalet Hanım ise titreyerek dua etmeye başlamıştı, sürekli aynı kelimeyi tekrar ediyordu. "Allah'ım kızımı bana bağışla... Allah'ım kızımı bana bağışla..."
Doktor derin bir nefes aldı, gözlüğünü çıkarıp alnındaki teri sildi. Sesini biraz toparlayarak herkese hitap etti. "Dediğim gibi hastayı yoğun bakıma alıyoruz. Şu an hayati tehlikesi devam ediyor. Kalbi bir kez durdu, müdahaleyle yeniden çalıştırdık. Kanamayı büyük ölçüde kontrol altına aldık fakat önümüzde zorlu bir süreç var. Bundan sonrasını... hep birlikte göreceğiz."
Sözlerinin sonunda bakışlarını kısa bir süre Doğu'ya, sonra Adem Bey ile Adalet Hanım'a çevirdi. Ardından kimseye başka bir şey söylemeden başını eğdi, ağır adımlarla geri dönüp koridorun ucundan kayboldu.
Yalnızca Adalet Hanım'ın titreyen hıçkırıkları duyuluyordu.
Birden, gözyaşları içinde kocasına döndü. Elleri yumruk olmuştu, sesi çatallaştı, "Koruyamadık kızımızı, Adem Bey!"
O an elleriyle göğsüne vurarak kocasına yaklaştı, çaresizliğini öfkeye çevirmişti. Yumrukları Adem'in omzuna, göğsüne indi. "Koca konağın, onca adamın var! Onu gözümüzün önünde de koruyamadık! Sen baba değil miydin? Sen kızını nasıl koruyamadın!"
Adem'in güçlü omuzları o yumrukların altında sarsıldı ama o hiç karşılık vermedi. Gözleri dolmuş, boğazı düğümlenmişti. Yıllarca ailesinin direği olan adam, karısının öfkesine sessizce göğüs gerdi. Dudakları titredi, nihayet fısıldadı. "Haklısın... Haklısın Adalet. Kızımızı koruyamadım."
Adalet Hanım, bu sözlerle daha da çöktü. Yumrukları yavaşça güçsüzleşti, sonra kocasının göğsüne kapanıp hıçkıra hıçkıra ağladı.
Doğu ise birkaç adım ötede, bu sahneyi izlerken nefesini tutmuş gibiydi. Gözlerini kapadı, kalbinde yükselen suçluluk ve çaresizlik kor gibi içini kavuruyordu.
Adalet Hanım, kocasının göğsüne kapanıp ağlarken birden bakışları Doğu'ya kaydı. Gözlerinde yaş değil, bu kez öfke vardı. Aniden doğruldu, ayakları titreyerek Doğu'ya doğru yürüdü.
"Sen!" dedi hıçkırıklarla karışık bir çığlıkla. "Senin yüzünden bu hâlde kızım!"
Doğu irkildi, gözleri büyüdü ama yerinden kıpırdamadı. Kadının parmağı doğrudan onun göğsüne saplanır gibi uzandı.
"Sözde sevdiğini söyleyen sendin! Nerede korudun kızımı? Hani bırakmazdın? Hani gözünden sakınırdın?"
Adem hemen araya girmek istedi ama Adalet Hanım'ın sözleri keskin bir bıçak gibi yankılandı.
"O ameliyat masasında ölümle boğuşuyorsa sebebi sensin Doğu! Sen! Senin o ailen!"
Kadın bir adım daha attı, sanki üzerine yürüyecek gibiydi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken sesi çatladı. "Ben kızımı sana emanet etmedim mi? Biz sana güvenmedik mi?"
Doğu'nun boğazı düğümlendi, nefesi kesildi. Bir şey söylemek istedi ama kelimeler çıkmadı. İçinde yükselen suçluluk, Adalet Hanım'ın her kelimesiyle daha da ağırlaşıyordu.
Koridorda Adalet Hanım'ın öfkesi hâlâ Doğu'nun üzerinde asılı kalmıştı ki, arkadan bir ses yankılandı.
"Adalet..."
Bu kez ses öfkeli değil, titreyen, yutkunarak çıkan bir sesti. Adalet Hanım'ın gözleri dondu, yaşlarla kaplı yüzü yavaşça o yöne döndü.
Karşısında çocukluk arkadaşı, yılların ahiretliği Berfin Hanım duruyordu. Yüzünde mahcup bir ifade, bakışlarında hem özlem hem de derin bir hüzün vardı. Dudakları titredi, tekrar etti. "Adalet'im..."
Bir anlık sessizlik çöktü. Adalet Hanım'ın nefesi boğazında düğümlendi, gözleri karşısındaki kadında kaldı. Zaman geriye akmış gibiydi, çocukluk günleri, gençlik anıları, birbirlerinin düğününde elleri kenetli halleri, birlikte edilen dualar... Hepsi bir anda canlandı.
Berfin Hanım birkaç adım attı, gözyaşları yanaklarından süzülürken ellerini açtı. Mahcup bir ifade zorla dudaklarına kondu. "Xwedê şahid e ku agir ketiye dilê min . (Allah şahit ki yüreğime ateş düştü.)"
Adalet Hanım önce bir adım geri çekilir gibi oldu, yüreği öfkeyle doluydu ama Berfin Hanım'ın gözlerindeki samimiyet buzları eritiyordu. Bir an dayanamadı, titreyen ellerini kaldırıp eski dostunun boynuna sarıldı.
İki kadın koridorun ortasında birbirlerine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladılar. Yılların mesafesi, küskünlüğü, yaşanmışlıkların gölgesi bir anda eridi. O an orada iki düşman değil, iki anne; iki yaralı yürek vardı.
Adalet Hanım'ın sesi boğuk, titrek çıktı. "Dilê keça min sekiniye, Berfin, ez ê ji kê hesab bipirsim? (Kızımın kalbi durmuş Berfin, ben kimden hesabını sorayım?)"
Berfin Hanım, gözleri kapalı halde onun sırtını okşadı. "Rona keçek bihêz e. Min agir di çavên wê de dît. Bi îzna Xwedê tiştek bi keça me nayê. (Rona güçlü kızdır. Ben gördüm onun gözlerinde ki ateşi. Kızımıza hiç bir şey olmayacak Allahın izni ile.)"
Berfin Hanım, Adalet Hanım'ın gözyaşları arasında titreyen yüzüne bakarken kelimeleri dudaklarından kendinden emin bir şekilde döküldü. "Adalet'im... Senin kızın çok güçlü. Ben gördüm, ben tanıdım onu. Öyle bir bakışı vardı ki, insanın içine işler. Ben o güce şahit oldum... hatta o güçten korktum bile, Allah'ın izniyle o güç kızını yaşatacak."
Adalet Hanım'ın gözlerinden yaşlar süzülmeye devam etti. Berfin Hanım'ın bu sözleri, içindeki annelik umuduna tutunacak ince bir dal gibi geldi. Yüreği dağlanmış, acıyla yanıyordu ama eski dostunun gözlerindeki inanç onu bir anlığına bile olsa sarstı.
O andan sonra sanki zaman su olup akmıştı. Koridordaki telaş, insanların ayak sesleri, ağlayan annelerin feryatları birbirine karışmış, her şey ağır ağır uzaklaşıp sadece tek bir gerçeğe odaklanmıştı... Rona.
Beyaz önlüklü hemşireler ve doktorlar onu ameliyathaneden çıkarıp yoğun bakım odasına taşıdılar. Tekerlekli sedyenin üzerinde solgun yüzüyle adeta bir meleği andırıyordu. İnce bir örtü göğsüne kadar çekilmişti, damarlarına bağlanan serumlar, monitörlerin kesik kesik ötüşleri, nefes alışverişini sağlayan cihazın soğuk sesi... Hepsi Rona'nın hâlâ nefes aldığına dair tek işaretti.
Rona, yoğun bakımda tek kişilik bir odaya alındı. Odanın kalın camlı kapısı dışarıya kapandığında Doğu bir an bile geri adım atmadı. Dizlerinin bağı çözülse de dimdik ayakta kaldı, gözlerini camın ötesindeki karısına dikti.
Elini camın üzerine koydu, sanki dokunabilse onun tenini hissedecekmiş gibi. Dudaklarından çıkan kelimeler neredeyse fısıltıydı. "Ben buradayım, Rona. Sana söz veriyorum, bir an bile ayrılmayacağım."
Camın ardında Rona'nın göğsü makinenin ritmine göre inip kalkarken Doğu, gözlerinden süzülen yaşları saklamadan, kalbinin her atışını onunla birleştirir gibi izliyordu.
Doğu, camın gerisinde dimdik ayakta duruyordu. Saatler sanki donmuş, yalnızca Rona'nın kalp atışlarını duyduğu monitörün kesik kesik sesi zamanı belirliyordu. Elleri camın üzerine yapışmış, nefesi buğulu camda küçük izler bırakıyordu.
İçinden binlerce kelime geçiyordu ama hiçbiri yeterli değildi. Suskunluğunun içine fısıltılar, dualar ve özürler doluydu.
"Dayan, Rona... Lütfen dayan..."
"Affet beni... Seni koruyamadım..."
Zaman, camın ardında yavaşça akıp giderken Doğu'nun zihni geçmişle, şimdikiyle ve olası gelecekle dolup taşıyordu. Her an Rona'nın gözlerini açıp kendisine bakabileceğini hayal ediyor, o anı bekliyordu. Ama her nefes alışında, kalbinin kırık parçaları daha da acıyordu.
Ayakları yorulsa da geri adım atmadı, gözlerini kapatıp sessizce dua etti, ellerini camdan kaldırıp kalbine bastı, sanki o ritimle Rona'ya güç verebilecekmiş gibi.
Gece sessizliğinde, koridorun diğer ucundan ara sıra hemşirelerin adımları ve monitörlerin bip sesleri geliyordu. Her bip, her adım, onun için hem korku hem umut demekti. Doğu, sabaha kadar orada bekledi, gözlerini camdan ayırmadı, kalbi Rona ile attı, nefesi onun nefesiyle senkronize olmuş gibiydi.
O gece, Doğu için zaman durmuş, dünya sadece Rona'nın yoğun bakım odası ve onların sessiz, kırılgan, ama derin bağları olmuştu.
Gecenin karanlığında, koridorun loş ışıkları altında Adem İpekoğlu sessizce geldi. İkisi de neredeyse gölge sadece camın ardında ki kadına baktılar.
Adamların yüzünde tek bir kelime yoktu. Gözleri sert, bedenleri gerilmişti. Ama elleri boştu, nefesleri derindi. İkisi de akıllarında sadece bir şey düşünüyordu, alacakları intikamı.
Yine de, o an hiçbir şey yapmayacaklardı. Sessizlik, ağır bir anlaşma gibi koridoru dolduruyordu. Ne kavga, ne öfke, ne plan... Sadece bekleyiş ve içsel bir hesap vardı.
Sabaha karşı Berfin Hanım gelip Adalet Hanım'ı boş bir odada müşahade altında olduğunu söyledi. Berfin Hanım konuşurken oğlu onu fark etti, göz göze geldiler ama Doğu hiç cevap vermedi. İçinde fırtınalar kopuyordu kelimeler dudaklarından çıkacak gibi oldu ama sessizliği seçti.
Sabahın ilk ışıkları, hastanenin loş koridorunu yavaş yavaş aydınlatıyordu. O sessizliğin içinde Rohat ve Şebnem de gelmişti, camın ardına yaklaşmışlardı.
Şebnem adımlarını güçlükle atıyordu. Rona'yı her görüşü onu derinden etkilenip fenalık geçirmesine sebep oluyordu. O yüzden doktorlar, onun da kontrol altında olmasını şart koşmuştu. Şebnem'in yüzü solgundu, elleri titriyordu ama kararlı bir şekilde camın önüne geldi.
Rohat, yanında durdu, gözleri camın ötesindeki Rona'ya kilitlenmişti. Sessizce nefes aldı, gözleri yavaş yavaş doldu. Şebnem'in ellerini tuttu, onu destekledi.
Doğu hâlâ camın gerisinde duruyordu, sessiz ve dimdik. Rona'ya bakışı değişmemişti, içindeki korku, suçluluk ve sevgi birbirine karışmıştı. Berfin Hanım ve Adalet Hanım da yakındaydı, sessizliklerini koruyorlardı.
Şebnem'in nefesi kesik kesik geldi, gözlerini kapatıp birkaç kez derin nefes aldı. Sonra yavaşça camın önünde durdu, Rona'ya bakarken gözleri doldu.
"Rona..." dedi fısıldar gibi. "Lütfen... kal, dayan... Bak yeğenin seni bekliyor." Gözyaşlarını elinin tersiyle sildi. "Bizi yarım bırakma ne olursun kalk kardeşim."
•
Koca üç gün geçmişti. Hastanenin beyaz koridorları, sessizlik içinde her adımı yutuyordu. Doğu, sadece üstünü değiştirmek için kısa süreliğine odaya girip işini hallediyor, ağzına sudan başka bir şey koymuyordu. Doktorlar, kimseyi Rona'nın yanına yaklaştırmamıştı. Bu üç gün boyunca zaman, ağır ağır akıyor, Doğu'nun içinde büyüyen boşluk ve çaresizlikle birleşiyordu.
Üç gün... Üç gün, içinde korku, pişmanlık ve bekleyişle yan yana geçmişti. Ve Doğu, her nefeste, Rona'ya ulaşamamanın acısını, kalbinin en derin köşesinde hissediyordu.
Her zamanki gibi, bütün aile üyeleri camın önünde toplanmış, Rona'nın giderek solan benzinini izliyorlardı. Sessizlik ağır bir perde gibi üzerlerine çökmüştü. Öğle saatlerinde doktor gelmiş ve tek bir kişinin odaya girebileceğini söylemişti, bu, ailede hem bir umut hem de bir gerilim yaratmıştı.
Herkesin gözleri camın diğer tarafında, Rona'ya ulaşamamanın verdiği çaresizlikle doluydu.
Doğu'nun içi kemiriliyordu kalbi hızla çarpıyor, her nefesi ağırlığını hissettiriyordu. Bir yandan Rona'ya koşma arzusu, yaşananların suçluluğu omuzlarına çökmüştü. Her düşünce, onu hem ileriye hem de geri çekiyordu.
Tam o anda, Adem İpekoğlu sessizliği bozdu. Elleriyle camın önündeki kalabalığı nazik ama kesin bir şekilde durdurdu. Kimse konuşamazdı, kimse itiraz edemezdi. Sesindeki kararlılık, hem güç hem de bir uyarı taşıyordu.
"Doğu... sen gir," dedi Adem, sözcüklerini uzun uzun, ağır ağır ve dikkatle seçerek. "O da seni görmek ister. Onun yanında olman gerekiyor. Başka kimseye gerek yok şimdilik."
Doğu, Adem'in bakışlarında hem güven hem de yük hissini aynı anda taşıdı. Adem'in sessiz ama güçlü duruşu, içindeki karışık duyguları bir nebze olsun durdurdu suçluluk ve endişe hâlâ vardı, ama Rona'ya dokunma arzusu her şeyi bastırıyordu.
Doğu, Adem'in sözleriyle kalbinde bir ağırlık hissederek derin bir nefes aldı. Odaya girmeden önce, yoğun bakım ünitesinin önündeki steril koridor boyunca adımlarını yavaş ve dikkatli attı. Her adım, hem korkusunu hem de umutla dolu beklentisini artırıyordu. Ellerini titreyerek dezenfekte etti, koruyucu önlüğünü giydi, maskesini doğru şekilde taktı, her şeyin kusursuz olmasına dikkat etti. Çünkü içeri girdiğinde Rona'yı gördüğü anda geri dönüş yoktu.
Kapıdan içeri adım attığında, sessizlik onu karşıladı. Yoğun bakım odasının ışıkları hafif loş, makine sesleri ritmik bir uğultu halinde odada yankılanıyordu. Ve orada, yatağın üzerinde Rona...
Rona, neredeyse hareketsiz yatıyordu. Gözleri kapalıydı, cildi solgun, yüz hatları ise yaşanan acının ve yorgunluğun izlerini taşıyordu. Ona bağlı birkaç monitörün kabloları, kollarına ve gövdesine dikkatlice yerleştirilmişti, her bir tel, onun hayatta kalmasını sağlayan bir bağ gibi görünüyordu. Ağzında nefes almasını kolaylaştıran cihazın maskesi vardı. Maskenin hafif buğu yapmış camından küçük buhar bulutları çıkıyor, her nefes alışında ritmik bir hareket yaratıyordu.
Doğu'nun kalbi sıkıştı. Yıllardır sevdiği kadının bu hâlini görmek... gözlerini onu incitmeden süzmek, maskenin arkasındaki yüzünü dikkatle okumak zorundaydı. Yanına yaklaşırken titreyen ellerini yavaşça yatağın yanındaki korkuluklara koydu. Nefesini tutarak Rona'ya baktı; her kablo, her cihaz, her ufak hareket onun için hem bir umut hem de korku işaretiydi.
"Rona..." diye fısıldadı, sesi neredeyse odadaki cihazların uğultusunda kayboluyordu.
Rona hiç bir tepki vermedi.
Doğu, parmaklarını Rona'nın eline hafifçe dokundurdu cildinin soğukluğu, kalbinin çarpıntısı... her şeyin gerçek olduğunu bir kez daha hatırlattı. İçindeki suçluluk ve korku, yerini koruma ve yanında olma ihtiyacına bırakmıştı. Kafasında "Eğer bir şey olursa..." diye başlayan tüm cümleler sustu, tek gerçek vardı: o an, o odadaydı ve Rona'ya dokunuyordu.
Doğu, titreyen ellerini Rona'nın ellerine doğru uzattı, parmakları kabloların arasına dikkatle dokundu. Nefes cihazının hafif hırıltıları arasında fısıldadı.
"Rona'm. Cânımın cânı. Senin gözlerini görmediğim her gün ölüyorum. Allah benden alıp senin ömürüne versin diye her gün dua ettim şu camın ardında. Her nefeste seni düşündüm... her saniye senin için attı kalbim."
Sesini boğuk bir titreme sardı, gözleri doldu. Dudaklarının ucuyla hafifçe gülümsedi ama acısı gözlerinden okunuyordu. "Sana ilk günden beri acı verdim ama o kadar bencilim ki keşke karşına çıkmasaydım bile diyemiyorum." Sesi fısıltıdan daha sıcak, ama yüreğini parçalayacak kadar acılıydı. "Beni affet... belki sözlerim yetmez ama kalbim sana ait... her zerresi, her ritmi, sadece sana... Sadece senin için atıyor. Lütfen, dayan... benim için dayan... Sensiz nefes alamam."
Doğu'nun elleri, Rona'nın ellerine nazikçe sarılmıştı. Parmakları kabloların arasından geçiyor, Rona'nın soğuk tenine dokunuyor, ama bir yandan da sanki kırılacakmış gibi titriyordu. Her nefeste, kalbi hem korku hem de umutla çarpıyordu.
O an... Doğu bir şey hissetti. Rona'nın parmakları, onun avucunda, yavaşça kıpırdanmaya başladı. Önce hafif, neredeyse fark edilmeyecek kadar küçük bir hareketti, baş parmağı minik bir kıvılcım gibi titredi. Doğu, nefesini tutarak gözlerini kırpmadan izledi.
Parmaklar yavaşça, sanki hayatın kendisine geri döndüğünü hatırlıyormuş gibi, elinin içinde bir ritim buldu. Oradaki kablolar, nefes cihazı ve soğuk metal yüzeyler, o küçük hareketin önünde kayboldu. Her bir kıpırtı, Doğu'nun yüreğini parçaladı ve aynı anda bir umut dalgası yarattı.
"Rona... beni duyuyor musun?" dedi Doğu, sesi titrek ama sevgiyle dolu. "Ben buradayım... seni bırakmayacağım güzelim ne olur sende beni bırakma."
Parmaklar biraz daha kıpırdadı, sanki minik bir "evet" dercesine. Doğu'nun gözleri doldu hem gözyaşlarını tutuyor hem de bu küçük ama anlam dolu tepkiye kalbini bırakıyordu. Her parmak kıpırtısı, acılı bekleyişin karşılığını veriyor, Doğu'ya Rona'nın hâlâ orada, hâlâ mücadele ettiğini anlatıyordu.
Doğu, parmaklarını Rona'nın ellerinde nazikçe hareket ettirirken, camın diğer tarafındaki aile sessizliği koruyordu. Herkes nefesini tutmuş, o küçük mucizeyi izliyordu. Sonra, parmakların hafifçe kıpırdadığını gördüklerinde, gözlerinde ilk şok, ardından tarifsiz bir sevinç belirdi.
Şebnem'in gözleri doldu, elleri karnına gidip titreyerek hafifçe dua etti. Adem İpekoğlu, sessizce başını sallayarak, gözlerinde hem gurur hem de derin bir rahatlama vardı. Baran'ın yumrukları istemsizce sıkıldı, kalbindeki korku yerini bir nebze olsun umut ve mutluluğa bıraktı.
Fırat'ın gözlerinde kelimelere dökülemeyen bir mutluluk vardı. Herkes, Rona'nın hayatta olduğunu, savaşmaya devam ettiğini o küçük hareketle anlamıştı. Camın ardından bakarken, gözyaşlarını tutmakta zorlanıyor, ama sessizce sevinçlerini paylaşıyorlardı.
Ailenin yönlendirmesiyle, doktorların hepsi Rona'nın başına toplanmıştı. Doğu, istemeye istemeye odadan dışarı çıkmak zorunda kaldı. Her adımı ağır, kalbi ise hâlâ odadaki küçük mucizeyle doluydu. İçindeki mutluluğu, tarifsiz bir coşku ve huzur karışımıyla hissetmesine rağmen bunu kelimelere dökemiyordu; sadece derin bir nefes alıp, gözleriyle odadaki Rona'ya bakmak istedi.
Koridorda ilerlerken, Adem İpekoğlu'yla göz göze geldi. Adem'in bakışları derin, kararlı ama bir o kadar da yumuşaktı. Sanki kızının Doğu'yu duyduğunu, ve Doğu'nun sesini işittiğinde uyanacağını biliyormuş gibi bir emindi. Sessiz bir anlayış, kelimelere gerek bırakmadan aralarındaki havayı doldurdu.
Doğu, Adem'in bu bakışlarından güç aldı içindeki suçluluk ve korku bir an için hafifledi. O bakışta, Adem'in hem güveni hem de kızına olan sevgisiyle birlikte, Rona'nın hâlâ mücadele ettiğini ve yeniden hayata dönebileceğini hissetti.
Koridorda adım adım ilerlerken, Doğu'nun kalbi hem sevgi hem de şefkatle dolup taşıyordu. İçindeki mutluluk, Rona'nın küçük bir parmak kıpırtısıyla verdiği umutla birleşiyor, ona dayanması ve yanındaki sevgiye tutunması için güç veriyordu.
Adem, sessiz ama kararlı adımlarla Doğu'nun yanına geldi. "Doğu," dedi Adem, sesi sakin ama derin bir güven taşıyordu, "doktorlarla konuştum. Uyandığında normal odaya alacaklar. Kızım uyandı... artık Rona normal odaya taşınacak."
Doğu'nun göğsü bir an için hızla çarparken, Adem devam etti. "Sen de eve git, biraz toparlan.Uyandığında kızım seni bu halde görmesin evlat."
Adem, Doğu'nun omzuna hafifçe dokundu bu dokunuş hem bir destek hem de bir güven işaretiydi. Doğu, Adem'in sözlerini ve bu sessiz onayı içselleştirirken, gözlerinde hem minnettarlık hem de hâlâ çözülmemiş bir suçluluk vardı. Ama artık biraz nefes alabileceğini, biraz rahatlayabileceğini hissetti.
Gözleri kararlı, sesi keskin ve kesim bir tondaydı
"Hayır... odaya alındığını görmeden gitmem!"
Adem, bu kararlılığı karşısında kısa bir süre duraksadı, sonra derin bir nefes aldı. Doğu'nun yüzündeki o kararlılık ve çaresizliğin karışımı, Adem'in yumuşak tavrını bir an bile değiştiremedi. "Doğu..." dedi sesi sakin ama ısrarcı, "biliyorum... ama biraz dinlenmen gerekiyor. Rona uyandığında, senin yanında güçlü bir şekilde görmek , diğer türlüsü onuda üzer. Yapma git, toparlan, sonra yanına dön."
Doğu, başını hafifçe salladı ama gözlerinden kararlılığı silinmiyordu. Her adımı, her nefesi, onun Rona'ya olan bağlılığını ve ona duyduğu koruma içgüdüsünü gösteriyordu. Odadan çıkarken bile, zihninde tek bir düşünce vardı Rona, güvenle, sağlıklı bir şekilde yeni odasına taşındığında yanında olmalıydı.
Doğu'nun kararlılığı ne kadar güçlü olursa olsun, Adem'in sözlerinde bir gerçek vardı. Son üç gündür hastane odasında, tek bir nefes molası bile almadan Rona'nın başında beklemişti. Üstünü değiştirmek için kısa süreliğine girdiği o odadan başka bir şey yapmamış, ağzına sadece su koymuştu.
"Evet," diye düşündü Doğu, kendi kendine fısıldayarak. "Haklı... üç gündür neredeyse hiç uyumadım, yemek yemedim. Bir duş almalı, biraz toparlanmalı, sonra Rona'nın odasına hazır bir şekilde dönmeliyim. O da bu süre içinde odasına taşınacak, rahat edecek."
Adem'in bakışları onu izliyordu sessiz ama kesin bir güven vardı. Doğu, başını hafifçe salladı. İçindeki suçluluk ve korku hâlâ vardı, ama artık mantığıyla da hareket etmesi gerektiğini biliyordu. Bu kısa mola, hem kendi bedeni hem de Rona'nın sağlığı için gerekliydi.
Tam o sırada Fırat geldi, hızlı adımlarla Doğu ve Adem'in yanına yöneldi. Yüzünde hem bir rahatlama hem de hafif bir tebessüm vardı.
"Ağabey... hepimize geçmiş olsun," dedi, sesi hem ciddi hem de sıcaktı. "Yengemizin inadını bir ben, bir de Allah bilir. Ama merak etme, kısa sürede toparlanacak inşallah."
Doğu, Fırat'ın sözlerini duyduğunda hafifçe başını salladı. İçinde hem bir gülümseme hem de hâlâ Rona için duyduğu endişe vardı. Fırat'ın bu sözleri, küçük ama güven verici bir destek olmuş, Doğu'nun kalbinde biraz olsun ferahlık yaratmıştı.
Adem de sessizce başını onaylar gibi salladı.
Fırat, Doğu'ya doğru hafifçe eğildi, sesi hem ciddi hem de hızlıydı "Ağabey... yengeyi odaya çıkartacaklarmış. Bizim çocuklar üç gündür burada, hiç dinlenemediler, ben güvenlik şefinden yeni bir ekip istedim onlar gelecek. Yarım saat, bir saate her şey hazır olur, haberin olsun."
Doğu, Fırat'ın sözlerini dikkatle dinledi. İçinde hem bir rahatlama hem de hâlâ yoğun bir sorumluluk duygusu vardı. Üç gündür hastanenin etrafında her an Rona'nın güvenliği için bekleyen adamların durumunu düşününce, Fırat'ın önlem alması bir nebze olsun içini rahatlattı.
Doğu, sessizce başını salladı. "Sen buralarda ol, adamları yerlerine koy. Ben eve gidip geceyi geçireceğim."
Fırat kısa bir süre duraksadı, sonra başını salladı.
Koridorda adım adım ilerken aklında hala Rona vardı fakat onun karşına güçlü çıkmak için gidip gelmesi gerekiyordu.
Konağa vardığında, gözleri kimseyi görmedi. Görseydi, suçlayacağı o kadar çok insan vardı ki... Ama şimdi aklında olan tek şey karısıydı.
Dilan'ın bu çatı altında olduğunu biliyordu, ama onu görmezden geldi dikkatini sadece Rona'ya odaklamıştı. Kalbindeki öfke, kırgınlık, tüm hesaplaşma duyguları bir kenara itilmişti. Herkesten alacağı vardı, sayamayacağı kadar çok. Ama şimdilik hiçbirine dokunmayacaktı tek önceliği, karısının iyi olup tekrar onun gözlerinin içine bakabilmesiydi.
Doğu, evin içinde sessizce ilerlerken, zihninde sadece bir düşünce vardı. "Rona, sen iyileşene kadar... sabredeceğim, bekleyeceğim. Hiçbir şeyi yanlarına bırakmayacağım ama hiçbir şeye de dokunmayacağım. Sadece senin iyileşmeni bekleyeceğim ."
Merdivenleri çıkarken, Konağın sessizliği, kalbindeki fırtınayı daha da belirgin kılıyordu. Odanın kapısını açıp onların son kez bu oda da oldukları günü hatırladı. Yüreğine saplanan bıçaklar sanki sızlamış gibi acı vermişti. O gün Rona'nın sözlerinin gerçek olmadığını biliyordu. Bu yüzden kızmıştı ona bu yüzden Rona veda edelim dediğinde bile dönüp bakmamıştı suratına. O tek bi anlık öfke onun günlerce pişmanlığı olmuştu.
Kapının eşiğinden geçip Rona'nın her zaman oturduğu camın önünde ki sandalyesine baktı. Hep masanın üstünde acı bir kahvesi olur gözlerini dikerdi semaya. Çoğu zaman Doğu'nun geldiğini bile bilmezdi.
Daha en başlarda, Rona'nın ne düşündüğünü bilmediği zamanlarda, Doğu'nun içinde kıyametler kopuyordu. Her an, her saniye bir belirsizlik fırtınasıydı ama odaya gelip Rona'yı burada, tam karşısında otururken gördüğünde, sanki tüm dünya duruyordu. Nefes almadan onu izliyor, her hareketini, her küçük detayını zihnine kazıyordu.
Sanki bir ressammış gibi, suratını, gözlerinin ifadesini, ellerinin duruşunu, saçlarının uçlarını tek tek tuvale çizecekmiş gibi dikkatle bakıyordu. Her nefesi, her göz kırpışı, her küçük mimik Doğu'nun aklında işleniyor, kalbinin derinliklerine kazınıyordu. O anlarda zaman, odanın içinde donmuş gibiydi sadece Rona vardı ve Doğu'nun bakışlarının yoğunluğu.
Her hareket, onun için bir mesaj, bir sır ve bir umut kaynağıydı. İçinde fırtınalar koparken, bu sessiz gözlem, hem acı hem de tarifsiz bir hayranlıkla doluydu. Rona'nın orada olması, Doğu için hem bir sığınak hem de bir meydan okumaydı çünkü onu her gördüğünde hem kendi suçluluklarını hem de sevgisini daha derinden hissediyordu.
Gözleri odanın köşelerinde gezdi, farkında olmadan Rona'ya ait küçük bir eşyanın üzerine takıldı yatağın kenarında bırakılmış, hâlâ hafifçe kıvrılmış bir fular. Kokusu hâlâ üzerinde taşınıyor gibiydi.
Doğu yavaşça yaklaştı, nefesini tutarak fuları eline aldı. Parmağını yumuşak kumaşından geçirdi dokusu ona Rona'nın sıcaklığını hatırlattı. Kokladı, içinde fırtınalar kopan kalbi, o tanıdık koku ile hem rahatladı hem de özlemle daha da yanmaya başladı. Elleri titreyerek fuları avuçladı, gözleri hafifçe doldu.
Yavaşça yatağın kenarına oturdu, fuları dizine koydu. Sessizlik, odada ağır bir örtü gibi yayılıyordu. Doğu, fuları koklamaya devam ederken gözlerini kapattı ve hayal etti. Rona'nın yanında oturduğunu, hafifçe gülümsediğini, ellerini uzattığını... ama gözlerini açtığında yalnızlığın ağırlığıyla tekrar yüzleşti.
O an, sadece fiziksel bir boşluk değildi Rona'nın yokluğu, kalbindeki eksiklikle birleşmiş, her nefesinde hissedilen bir acıya dönüşmüştü.
Doğu derin bir nefes aldı, fuları hafifçe sıkarak dizlerine bastırdı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü, ama kalbindeki sevgi ve umut büyüyordu.
Saatler gibi ağır akan sessizlikte, Doğu sadece oturdu, fuları kokladı ve Rona'nın yanındaymış gibi hayal ederek, hem acısını hem de sevgisini aynı anda yaşadı. Bu an, onun için hem bir teselli hem de bir kararlılık anıydı. Rona ne zaman geri dönerse, onu aynı aşk ve bağlılıkla karşılayacak, yanında olacak, bir saniye bile ayrılmayacaktı.
Doğu, fuları hâlâ avuçlarında sıkarken bir an fark etti gözleri hızla açılmıştı. Hızlıca çevresine baktı ve bir saniyeliğine ne olduğunu anlayamadı zihni hâlâ karışıktı, kalbi çarpıyordu. Meğer, kendi yorgunluğundan uyuya kalmıştı.
Başını hafifçe salladı, alnını ovuşturdu ve fuları hâlâ elinde tutarken sessizce gülümsedi. Uykusuzluk ve yorgunluk, onu bir süre boyunca farkında olmadan almıştı. Ama o küçük uyku bile, Rona'ya olan yoğun özlemi ve sevgisiyle birleşince, sanki bir nebze olsun içindeki fırtınayı yatıştırmış gibiydi.
Derin bir nefes aldı, kaslarını gerdi ve ayağa kalktı. Artık kendini toparlama zamanıydı hem bedeni hem de ruhu bu kısa molaya muhtaçtı.
Banyoya yöneldi, adımları sessiz ama kararlıydı. Musluğu açtığında suyun sesi, odadaki sessizliği biraz olsun parçaladı; sıcak su, yorgun kaslarını ve zihnindeki karışıklığı rahatlatıyordu. Su, alnından başlayıp omuzlarına, kollarına ve ellerine düşerken, üç gündür biriktirdiği yorgunluk ve endişeyi bir nebze olsun akıtıyor gibiydi.
Duş sırasında gözleri kapalıydı, ama zihninde Rona'nın görüntüsü hâlâ canlıydı. Onun yokluğu, odada yalnız başına geçen anlar, küçük fular ve hatıralar... Hepsi üst üste geliyordu. Her damla su, içindeki suçluluk, özlem ve sevgiyi biraz olsun temizliyordu ama aynı zamanda kararlılığını daha da güçlendiriyordu. "Senin yanına döneceğim... sana asla yalnızlık hissettirmeyeceğim," diye mırıldandı kendi kendine.
Duşu bitirdiğinde, havluyu alıp vücudunu hızlıca kuruladı. Üzerine rahat bir kıyafet geçirdi, saçlarını elledi ve aynaya baktı gözlerinde yorgunluk hâlâ vardı ama aynı zamanda kararlılık ve sevgiyle parlıyordu. İçindeki yoğun duygular, bakışlarının derinliğine yansımıştı.
Doğu, evden çıkmadan önce odalarının tekrar temizlenmesini ve bazı hazırlıkların yapılmasını söylemiş, adamlara birkaç emir vermişti. Her şeyi olabildiğince hızlı ve eksiksiz organize etmek istiyordu; Rona'nın odasına döndüğünde her şeyin hazır olmasını istiyordu.
Aracına bindiğinde, hastanenin otoparkına vardığında sessizlik hemen dikkatini çekti. Burası her zaman hareketli, koridorlar, kapılar, girişte bekleyen adamlarıyla dolu olmalıydı ama şimdi her şey bir sessizliğe gömülmüştü. Doğu, durdu, derin bir nefes aldı ve gözlerini hastanenin girişine dikti.
Sessizlik tuhaftı kalbi biraz hızlandı. İçgüdüleri ona, Rona'nın yanına yaklaşırken her adımın dikkatle atılması gerektiğini söylüyordu. Sessizlik, hem huzur veriyor hem de hafif bir gerilim yaratıyordu. Doğu, araçtan inerken bu sessizliğin ağırlığını omuzlarında hissetti.
Koridora doğru ilerlerken gözleri etrafı taradı, her detayın farkında olmaya çalıştı. Adımlarını sessiz atıyor, kalbinin ritmini kontrol etmeye çalışıyordu. İçinde hem rahatlama hem de bir miktar endişe vardı. Rona'nın odasına döneceği an gelmişti ama sessizliğin ardında nelerle karşılaşacağını tam olarak bilemiyordu.
Doğu, hastanenin koridorunda sessiz adımlarla ilerliyordu. Her adımı, kalbinin hızlı ritmiyle uyumlu, ama dikkatliydi. Gözleri her detayı tarıyor, sessizliği dinliyordu odalara, kapılara, koridorun sonundaki ışığa dikkat kesilmişti. Her şey yerli yerinde olmalı, kimseyi rahatsız etmemeli, hiçbir şey Rona'nın yanına dönüşünü zorlaştırmamalıydı.
Koridorun köşesini döndüğünde, bir anda karşısına Fırat fırladı. Fırat'ın yüzündeki ifade ciddiyet ve ani bir panik karışımıydı.
"Ne oluyor?" diye sordu Doğu, gözleri Fırat'ın gözlerinden ayırmadan. Fırat, derin bir nefes aldı.
O an koridorda zaman yavaşlamış gibiydi. Doğu, adımlarını geri çekmedi, aksine ileri doğru bir adım attı her iki taraf da sessizliği bozacak bir kelimeyi bekliyordu ama koridor hâlâ gerilimin ağırlığı altında duruyordu.
"Ağabey... Adem İpekoğlu, yengeyi hastaneden kaçırmış."
Bölüm Sonu
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 8.63k Okunma |
453 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |