15. Bölüm

12. Bölüm : "Panzehir"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

 

 

 

Hayat, en çok inandığın yerden sınar çünkü yıkım, güvenin en derinlerinden doğar.

 

 

 

 

 

Yiğit'in Günlüğünden

 

 

 

24/11/2009

 

 

Kardeşim dediğim insanı kaybettim. Kan bağımız yoktu ama kalbimin en sağlam yerine onu yazmıştım. Her düştüğümde elimden tutan, "Ben buradayım," diyen tek kişiydi.

Şimdi toprak olmuştu.

Ay Tanrıçası’na gitti. Ona âşıktı, belki bu dünyada tutan tek bağ oydu. Ve evet onun için öldü. Gözlerini son kez ona dikti, son nefesini onunla verdi. Ben arkada kaldım, ellerim bomboştu.

Ne zaman “kardeşim” desem, bir boşluk yankılanıyor içimde. Sanki adını andıkça daha da uzağa gidiyor. Ay’a değil… hiçbirimizin dönemeyeceği bir yere.

Onu kaybettim. Ve şimdi kendime itiraf ediyorum. Bazen en çok sevdiğin, seni değil, ölümü seçerdi.

Yiğit'in Anlatımıyla

2008

Gökhan, yeşil gözlerini bana diktiğinde, o bakışlardaki siniri sadece sokak lambasının cılız ışığı değil, benim de içimde hissettiğim yorgunluk körüklüyordu. Oraya buraya salınan incecik vücuduna bakıp, yine mi birilerine yakalanmamaya çalışıyor diye düşündüm.

"Aptalsın oğlum." dedi. Sesindeki o sinirli, tiz tını damarlarıma işliyordu. "Diyorum ki sana, seni 'Gece Kuşları' ile tanıştırayım. Bak bizim yerimiz var, çatı var, yiyecek var. Ama sen, 'ay yok kalsın' diye kapris yapıyorsun."

Torbanın içine son bulduğum, hafif ezik plastik şişeyi tıkıştırırken, o an konuşmaktan çok şişenin sesini duymak istiyordum. Gökhan’ın gürültüsü beynimi yoruyordu.

Başımı bile kaldırmadan torbayı sıkıca bağladım. "Ne yapayım lan ben sizin yerinizde?" diye sordum. Omuz silkerek, onunla göz teması kurmaktan kaçındım. "Tek başıma yaşayıp gidiyorum işte. Kimseye hesap vermem, kimsenin pis işine ortak olmam. Sokak benim, kurallarım benim."

Torbanın ağzını sıkıca tutuyordum ki, Gökhan pat diye yanıma geldi ve eliyle torbanın ipini yakaladı. "Ne demek ne yapayım Yiğit?" diye sordu, sesi daha çok bir hayal kırıklığı fısıltısıydı. "Ulan eşek ne kötü iş yaptığımızı gördün?"

Onlu yaşlarında olmasına rağmen, sanki benden çok daha fazla kış görmüş, çok daha fazla sokak bilmiş gibiydi. Dünyanın en bilge insanı oymuş gibi hissederdim hep. Öyle bir havası, öyle bir konuşma gücü vardı ki; her insanı saniyesinde kendine bağlayıp, sözlerine inandırabilirdi.

"Benim de kardeşimsin sonuçta," dedi, sesi yumuşamıştı ama hâlâ baskın bir tını vardı. "Bizimkiler ile yaşa ne olacak sanki? Tek başına yaşamak daha tehlikeli bu sokakta."

Kaşlarını çatıp, loş ışıkta ilerideki bir köşeyi işaret etti. "Bak," dedi, sesi aniden sertleşerek. "Sansarlar ve Çakallar'ı bilmiyor musun? Tek başına yakalarlarsa neler olacağını biliyor musun? Onlar seni öldürüp atarlar Yiğit. Torbanı alırlar, seni de kimse bulamaz."

Onu dinlememek için gözlerimi kaldırımdaki çatlaklara diktim. Bütün bu hikayeler beni korkutmuyordu, sadece yoruyordu. "Bir şey olmaz," desem de, gözlerinin içine bakamıyordum.

Gökhan, dudaklarını birbirine bastırdı, sabır çekiyordu belli ki. "Allah'ım sen bana şu aptala dayanacak güç ver," diye mırıldandığı anda öne eğilmesi bir oldu.

Arkasından fırlayan, kuş tüyü kadar hafif ama beklenmedik bir küçük beden, Gökhan'ın sırtına atladı. O, şaşkınlıkla bir çığlık atarken, torbayı tutan elini bıraktı ve dengesini zor kurtardı. Az kalsın o soğuk betona kapaklanıyordu.

"Allah sana dayan diye Mavi'yi vermiş daha ne versin eşek?" desem de Gökhan beni duymuştu ama Mavi umursamıyordu. İlk kez küçük kızın yüzünü bu kadar yakından görüyordum. Yaptığı her şey her zaman sokaklarda yankı uyandırsa da kendisini tanıyan çok az insan vardı.

Delinin önde gideniydi. Ne yapacağı asla beli olmayan bir kaçık maymundan ötesi değildi. Her an her delikten bir anda çıkabilirdi. Giremediği yer yapamadığı iş yoktu. Sonuna kadar hayran olduğum kişi el kadar küçük bir kızdı.

Birde çok güzeldi.

"Düşeceksin," dedim, elimle torbayı sıkıca tutarken, Gökhan zaten zorlukla kendini toparlamıştı. Sonunda küçük kızı yere indirdi. Mavi, yere indiği anda elindeki buruşuk, kumaş torbayı hızla bir kaldırım taşına bıraktı. O anda, bakışları ilk kez benimkilerle kesişti.

Gözlerindeki o kıvılcımlar, bir anlığına benim üzerime odaklandı. Aramızdaki gergin sessizlik, Gökhan’ın varlığıyla daha da belirginleşmişti. Belli ki, bu küçük asi benimle Gökhan varken konuşmak istemiyordu. Sadece hafifçe başını salladı, bir baş selamı. Bu küçücük hareket bile, ileride hatırladıkça yüzümü güldürecek, komiğime gidecek tuhaf bir anıyı oluşturmuştu.

"Ben gidiyorum," dedi aniden, sesi ne aceleci ne de yavaştı. Bıraktığı torbayı geri aldı, sanki az önceki cümbüş hiç yaşanmamış gibi.

Gökhan kaşlarını çattı, yüzünde tam bir şaşkınlık ifadesi vardı. "Güzelim ne diye geldin ne diye gidiyorsun?" diye sordu, sesinde sitemden çok merak vardı. Bu sorunun cevabını ben de merak eder gibi, omuzlarımın üzerinden küçük kızın yüzüne baktım. Mavi'nin her hareketi bir bilmeceydi.

O, umursamazca omuz silkti ve sırtındaki, yaşına göre büyük duran, rengi solmuş okul çantasını gösterdi.

"Okuldan geldim," dedi, sanki bu, sokak ortasında sırtına atlamaktan daha sıradan bir şeydi. "İşlerimi hallettim, abime gidiyorum. Seni gördüğümde de sadece küçük bir rahatsızlık vermek istedim."

Bunu söylerken yüzünde beliren o yaramaz, masum gülümseme, Gökhan'ı tamamen silahsız bırakmıştı. Mavi, cevabını vermiş olmanın rahatlığıyla arkasını döndü ve bıraktığı kısa bir 'görüşürüz' fısıltısıyla, sokak lambasının vurduğu gölgesi uzayarak hızla uzaklaştı. Bir anda gelmiş, bir anda gitmişti, geride sadece Gökhan'ın şaşkın yüzünü ve benim aklıma takılan, o güzel, kaçık gülümsemeyi bırakarak.

Mavi'nin "rahatsızlık" kelimesiyle bıraktığı tatlı zehir, içimde garip bir kıkırdamaya yol açsa da, Gökhan'ın bakışları yüzünden o gülüşü boğmak zorundaydım. Arkamı dönerek, yere çömeldim ve elimdeki su şişelerini büyük bir özenle torbaya dolduruyor gibi yaptım. Oysa tüm dikkatim Gökhan'ın omuzlarının üzerinden süzülen Mavi'nin uzaklaşan siluetindeydi.

Tam o an. "Alt mahallede daha fazla cam şişe var! Oraya gidin isterseniz!"

O cılız ama tiz ses, sokak lambasının cızırtısıyla yarışarak havaya karıştı. Sanki elinde bir megafon varmış gibi, etraftaki eski ve nemli beton binalar arasında yankılandı. Şaşkınlıktan elimdeki şişe torbanın kenarına takıldı, o hışır hışır sesi bile durdu.

Kaşlarım hızla çatıldı. Bu nasıl bir çılgınlıktı? Gökhan'ın Sansarlar'ı ve Çakallar'ı... O an, sokağın iki ucundan gelen sessiz uğultularla her şeyi anladım.

Sol taraftaki, terk edilmiş deponun karanlık köşesinden, genellikle ağır adımlarla ve fısıltılarla konuşan Sansarlar'ın gölgeleri hareketlenmeye başladı. Sağ taraftan, demir parmaklıkların arasından ise Çakallar'ın hızlı, telaşlı ayak sesleri ve "Duydun mu?" diye fısıldaşan iki farklı ses duyuldu. O cam şişelerin cazibesi, bir anda iki çeteyi de av peşindeki köpekler gibi ayağa kaldırmıştı.

Mavi, sanki sadece bir oyuncak kurmuş ve şimdi çekilip sonucu izleyecekmiş gibiydi. Gökhan'ın yüzüne baktım; gözleri iri iri açılmış ama dudaklarının kenarında dur durak bilmeyen bir kahkaha titreşiyordu. Bu kızın yarattığı kaostan zevk alıyordu.

Mavi, omuzlarından sarkan çantasıyla hafifçe sallanarak, bir zafer edasıyla gülümsedi. O gülümseme, "Ben kazandım," diyordu. O cam şişelerden gelecek paranın, o iki 'hayvan' grubunun midesine gitmeyeceğini bilmenin sevinciyle, bizi ve yarattığı tehlikeli durumu umursamadan, sokağın derin karanlığına doğru hafifçe seke seke kayboldu. Geride ise, aniden canlanan bu sokak ve üzerimizde toplanmaya başlayan tehlikenin çiğ gerginliği kalmıştı.

Sokağın iki ucundan gelen kısık sesli homurtular ve ayak sesleri, Mavi'nin kurduğu tuzağın çalıştığını gösteriyordu. Sansarlar'ın o kambur, tehditkar gölgeleri ve Çakallar'ın enerjik, aceleci figürleri birbirlerinden hızlı olmak için alt mahalleye doğru kaybolmaya başladığında, ben hâlâ şaşkınlıkla Mavi'ye dönmüştüm.

Kızın yüzündeki alaycı, parlak ifade beni çileden çıkarıyordu. Ona doğru eğildim. "Kızım, madem var o şişeler. O iki hayvanın duymasına niye izin veriyorsun? Şimdi onlar her şeyi toplayacak!"

"Birincisi sana bana kızım deme hakkını kim verdi? Benim vermediğim kesin çünkü." Mavi, yüzüme bile bakmadan, omuzlarından sarkan çantasının kayışını düzeltti. Sesi, sanki bir sırrı paylaşıyormuşçasına alçaktı ama kendinden emindi. "İkincisi bütün çöpler on dakikalığına sizindir."

Bu sözler havada asılı kalırken, Mavi kaşlarıyla karşıdaki sokağın köşesini işaret etti. Oraya baktım. Orası, genellikle kimsenin yanaşmadığı, terk edilmiş bir tamirhanenin arkasıydı. Mavi'nin gözleri parlıyordu. "Şu ağzına kadar bakır dolu yeri diyorum."

İşte o an, beynimin içindeki bütün lambalar birden yandı. Mavi, o iki çeteyi değeri düşük cam şişe vaadiyle tamamen ters yöne, birbirleriyle didişmeye yollamıştı. Asıl hazine, en değerli ve ağır malzeme olan bakır, şu an tam önümüzdeydi ve tamamen savunmasızdı. Mavi, kısa bir zaman penceresi açmıştı bize.

Gökhan'a veda edercesine canlı bir el sallayış attı, sonra hızla sokağın köşesinden dönüp kayboldu. Ben ise, elimdeki torbayla, hem Mavi'nin dehşet zekasına hem de önümüzde duran altın değerindeki fırsata bakakalmıştım. Birkaç torba dolusu bakır, bizi aylarca idare ederdi. Bu, bir kaçık maymunun değil, bu sokakların en zeki tilkisinin oyunu olmalıydı.

Gözlerim, Mavi'nin işaret ettiği, eski tamirhanenin arkasındaki o ağzına kadar dolu konteynere kilitlenmişti. Paslı demir yığınlarının arasında parlayan o kızıl kahverengi ışıltılar... Cidden, bir çöp şişesi ile bir haftalık yiyecek alırken, buradaki bakırla aylarca rahat edebilirdik.

"Yok, bu kız cidden şeytan," diye mırıldandım, torbamı sertçe yere bırakıp, bakır dolu konteynıra doğru hızla yürümeye başladım. Hatta adımlarımın sesi bile heyecandan daha hızlı çıkıyordu.

Gökhan, arkamdan omuz silkerek, Mavi'ye olan sarsılmaz hayranlığıyla gülerek cevap verdi. "Melek o, melek. Tam bir lütuf."

Bu kadar büyük bir risk alıp, bizi bu kadar büyük bir fırsatın eşiğine getiren birine 'melek' demek sabır çeken bu sefer bendim. Konteynerin yanına ulaştığımda, içinden dışarı sarkan kalın kablo parçalarını çekiştirirken cevap verdim. "Şeytan da bir melektir yalnız. Hem de en zeki, en güzeli."

Tam o anda, Gökhan elindeki bir avuç parlak teli konteynerin içine sessizce fırlatırken, yüzünde bir anlık bir durgunluk yaşandı. Gülümsemesi kayboldu. Gözleri bakırlarda değil, sanki uzak bir noktadaydı. Sesi çıkmayınca, ona baktım. Normalde bu kadar sessiz kalmazdı.

"Ne oldu?" diye sordum, elime aldığım kalın bir bakır boruyu konteynerin kenarına yaslarken. Ortamdaki gergin hava, Mavi'nin yarattığı kaostan değil, Gökhan'ın o anlık değişen yüz ifadesinden kaynaklanıyordu. Bir şey hatırlamış ya da bir şeyden korkmuş gibiydi.

Gökhan'ın yüzündeki o anlık donuk ifade, tüm bakır heyecanını bıçak gibi kesmişti. Soruma cevap verirken, bakırları çelik bir hızla torbaya doldurmaya devam ediyordu; sanki vakit kaybetmekten korkuyordu. "Dün gece rüya gördüm de," dedi. Sesi, metale çarpan bakırların tok sesinin altında boğuluyordu. "Onu düşünüyordum."

"Ne gördün?" diye sordum, elimdeki parlak bakır boru soğuk bir hisle avucumu yakıyordu.

Torbasına eğilmiş olan Gökhan, aniden durdu. Bana bakmadı ama sesi, bulunduğu konumdan beklenmedik şekilde net ve sarsıcı çıktı. "Ölüyordum."

Nefesim kesilmiş şekilde, elimdeki boruyla kalakaldım. Sanki az önceki 'on dakikalık fırsat' bir anda önemsizleşmişti. Benim için Gökhan, bu sokaklarda ölümü en son düşüneceğim kişiydi. "Seni şimdi ben gebertirim hayvan herif!" diye kükredim, öfkeyle bakır boruyu fırlattım. Boru, konteynerin kenarına tok bir sesle çarptı. Gökhan buna rağmen kafa sallayarak gülüyordu. "Bir de gülüyor, tam dayaklık! Ne biçim rüya bu?"

Gökhan, gülümsemesini aniden durdurdu. Başını kaldırmadan, omuz silker gibi konuştu. "Yiğit." Sesi ciddiydi, benimkine benziyordu ama daha derindi. "Ölürsem Mavi'ye sahip çıkar mısın?"

Gökhan hâlâ bakırlara bakıyordu ama bu soruyu sanki en derin kuyusundan çekip çıkarmıştı. Ona sinirle bakmaya devam ettim. Bu sorunun, bu ortamda, bu zamanda sorulmasına içerliyordum. Ama içimdeki tüm mantıksız öfke ve endişe bir anda dağıldı.

Yere eğilip torbamdan bir parça yırtık çuval çıkarırken, gözlerinin içine baktım. Sanki bir yemin ediyormuş gibi, kararlı ve net konuştum. "Çıkarım."

2024

Yiğit'in Anlatımıyla

Hayat... Ne kadar garip bir şey değil mi?

Bazen, en muhtaç olduğun anda, o ihtiyacın ince, kırılgan bir cam damla gibi avucunun içine düşüverirdi. Öyle ki, parmak uçlarınla o şeffaf sıcaklığı hissederdi. Ancak tam da o anda, o damlayı senden söküp alacak kadar da kötüydü. Öyle kötü ki, gidişi avucunda küçük, buz kesmiş bir boşluk bırakırdı; derinin üzerinde anlık bir yanma hissi kalırdı.

Hayat… İnsanın elinden en çok neyi alırdı? Belki de en ihtiyacı olan şeyi, tam da o an. O an ki, ciğerlerinin havayı çekiş ritmi bile değişmişti. Düşünseler; bazen bir anda yaklaşırsın umutlara. Sanki deniz kenarında durmuş da insan, o çok istediğin şey, kıyıya vuran bir inci kabuğu gibi sana gelmişti. Ellerin usulca uzanır, parmak uçların o pürüzsüz yüzeye değecek gibidir ama hayat tam o anda çekiverir. O çekiş, rüzgârın bir anda odanın camını çarparak açması gibi ani ve keskindir. Öyle ani, öyle acımasızdır. Ardında sadece yere düşen bir gölgenin titremesini bırakır.

İnsan en çaresiz anında, omuzları görünmez bir ağırlıkla çöküyorken, en kırılgan halindeyken, sanki kendiyle alçak sesle dalga geçer gibi alır götürür en büyük dayanağını. Sanki o dayanak, yıllanmış bir ahşabın gıcırdayarak ortadan ikiye yarılmasıdır.

Ve sonra, tam umudunu yitirmişken, gözlerinin feri sönüp de sadece tavandaki çatlaklara bakarken, o kaybettiğin şeyi ya da belki daha başka bir şeyi, bir anda önüne serer. O şey, güneşin loş bir odada toz zerreciklerini aydınlatan ışık huzmesi gibi belirir. “Al” der, sessizce, dudağının kenarında alaycı bir kıvrımla, “yaşa” der. Ama bu sefer o şeyi almak, öncekinden daha ağırdır. Çünkü o, senin için hem boğazına düğümlenen sıcak bir nefes hem de sol bileğine kelepçelenmiş soğuk, çelik bir sınavdır artık.

Hayat böyle bir döngüdür; verir, alır, kırar, tamir eder…

İnsan ise o arada hem savaşır, dişlerini sıkarak, hem susar, boğazındaki o kuru yumruyla. En ihtiyacın olan şey, hayatın oyunudur aslında; bazen sana verilir, bazen elinden alınır. Ama her iki durumda da sen büyürsün. Ve belki de en büyük güç, hayatın elinden aldıklarına rağmen, sırtının kaskatı ağrısına rağmen, yeniden ayağa kalkabilmektir. Hayatın insana yaptığı en büyük şakası budur: En çok ihtiyacın olanı alır, ama o yokluğun içinde sana gerçek gücünü, o çelikten sertliği gösterir.

İhtiyacınız olan şeyi size bir anda verebilir. Ve aynı şekilde onu sizden bir anda da alabilir. Bana Mavi’yi ilk başta öyle bir zamanda vermişti ki. O kız, ılık bir nefes gibiydi; yaşama sebebim olmuştu. Mavi’nin saçlarından vuran o hafif papatya kokusu, en karanlık odada bile ışık yakıyordu. O, Gökhan'ın avucuma bıraktığı bir emanetti; ne kadar sıkı tutsam da, her an kaybolacak diye korktuğum bir cam bilyeydi sanki.

Annem ile babam boşanmıştı. Yeni biri ile evlenmişti babam. Annemde kalmak için yalvarmışım ona. Gözlerimden akan yaşlar, babamın ayakkabısının burnuna düşen küçük, ıslak lekelerdi. İzin vermedi. Evlendiği kadına anne dememi istedi.

Benim annem zaten yok muydu? Dünyanın en iyi kadını değil miydi benim annem? Ben neden ondan başkasına anne demek zorunda olduğumu anlamıyordum. O kadının sesi, kulağımda her zaman nemli bir pas kokusu gibiydi. Annem üzülmez miydi? Ben onun kadar kötü, gözlerinin içinde sürekli parlayan o hesapçı ışıltı olan bir kadına anne desem annem üzülmez miydi?

Bir kere bile demedim anne ona. Babam inadına vermedi beni anneme. Yurda vermişlerdi. Kaçtım. Duramadım ben o gri, çatlak boyalı dört duvar arasında. O duvarlar bana dar geliyordu. O duvarlar bana yaşadıklarımı veya yaşayamadıklarımı bağırıyordu sanki; yankısı metalik ve soğuktu. Her köşede bir hayaletin nefesi vardı.

Can, yani şu anki adıyla Ilgaz, buldu beni. Islak, kirli bir kaldırım köşesinde, gökyüzünün griye döndüğü o saatte. Ateş, yani Yaman ile beraber takılıyordu.

Annemi özlüyordum köpek gibi. Geceleri yatağın sert, yün kokan battaniyesini yüzüme bastırıp, annemin kokusunu arıyordum. Sonra vefat etti annem. O an, dünyanın üzerime çöken büyük, dipsiz bir kuyuya dönüştüğünü hissettim.

Gökhan bana bir küçük kız emanet etmişti. Bir umut emanet etmişti. Bir güzel emanet etmişti. Bana Ay Tanrıçası’nı emanet etmişti.

Bana ait olan değil sadece onun olan Ay Tanrıçası'nı.

O kız Mavi’den başkası değildi. O geldiğinde, hayatın tüm gürültüsü anlık bir fısıltıya dönmüştü. Gece kuşlarının, gölgede yaşayanların, hayattaki neşe kaynağı olarak tam ortalarına, bir mum alevi gibi gelmişti. Herkesin yarasını saracak o insan olmuştu Mavi. O küçücük elleriyle, sanki ipek ipliklerle görünmez yaraları dikiyordu.

O, benim için yaşam için mücadelemin kendisiydi. Onun yumuşacık avuç içleri, benim sertleşmiş derimde anlık bir sızı bırakıyordu. O, Gökhan için yaşamam için sebep olmuştu. Can Abi’nin, o karanlık gözlerinde yıllardır tuttuğu nemi akıtan, ölen kardeşi olmuştu. Ateş’in de biricik, hiç sahip olamadığı, dokunulmamış bir hatıra gibi olan kardeşi olmuştu.

Gökhan Mavi demişti ona. Tıpkı gece göğünün derinliğindeki bir yansıma gibi.

Kısacası o onların her şeyimiz olmuştu. Benim yaşam sebebim olmaktan çıkmıştı. O aynı zamanda artık benim göğüs kafesimin hemen altında atan, hızlı ve ritmik kalbim de olmuştu. Şimdi hayat, benden onu yine almak için savaşıyordu. Bir tehdit, havada asılı duran soğuk ve görünmez bir zehirli gaz gibi üzerimize çöküyordu. Bu sefer o savaşın galibi kesinlikle ben olmalıydım. Kanımın son damlasına kadar, o olmalıydım. Benim yüzümden o mavi ışıltı sönmemeliydi.

O hayallerini severdi...

Daha hiçbirini gerçekleştirmeden ölemezdi. Gözlerinin içinde parıldayan o yarım kalmış resimler, silinip gidemezdi.

Oysaki onun hayalleri hiçbir zaman tek kişilik değildi.

İnsanın kendine yapabileceği en büyük kötülüğü yapmış hayallerini kendisi için değil Gece Kuşları için kurmuştu.

Ben onun kadar güçlü değildim. Ben Mavi kadar küçük omuzlarında koca bir dünyayı taşıyan bir aslan yavrusu gibi dik duramazdım. Ben, onun bir yerlerde nefes alıp verdiğini, göğsünün usulca inip kalktığını bilmek bile bana hayatımı devam ettirirken, onun ölümüyle, hele de bu ölüm benim yüzümden olurken bu dik duramazdım. İçimdeki son dayanak tahtası çatırdayıp kırılırdı. Dik duramazdım. Gökhan’a ihanet olurdu. Onun emanet kelimesini söylerken ki tok sesi, beynimde bir çekiç gibi yankılanırdı.

Kesinlikle bende ölürdüm. Nefesim anında kesilir, damarlarımda buzlu bir su akardı.

Şu anda Mavi'nin ihtiyacı olan panzehiri almak için İbrahim Albay tarafından, avucumun içine sıkıştırılmış, kenarları yıpranmış bir kâğıt üzerindeki koordinatlara gelmiştik. Hava, yeni düşmüş ıslak toprak ve kurumuş ot kokuyordu. Toprak Timi'nin bütün üyeleri buradaydı. Hepimiz, birer gergin yay gibi, ormanın koyu yeşil gölgeleri arasında duruyorduk. Herkesin yüzünde, ağız hizasına kadar çekilmiş kamuflaj maskelerinin üstünden bile okunan, çaresiz bir keskinlik vardı. Sadece Mavi için, bu savaşın galibi kesinlikle ben olmalıydım.

Orada, rutubetli toprağın üzerinde öylece kalmak bana hiçbir şey kazandırmazdı. Ben Mavi'yi kaybetmek istemiyordum. O benim nefesimden bir parça, kanımdan bir damlaydı. Onun için o panzehiri kesinlikle, nefesim kesilse bile bulmalıydım. Onun yaşaması için gerekirse burayı, bu paslı, karanlık binayı yerle bir etmeliydim.

Kardeşim dediğim insana verdiğim söz için yapmalıydım.

Plan hazırdı. Sırtımdaki yeleğin ağırlığı bile bu kararlılığın yanında tüy gibi kalıyordu. Direkt içeri girecektik. Gecenin zifiri karanlığında parlayan hedef belirleme ışıkları gibi herkesi indirip, o doktor olduğunu düşünen ama aslında parmak uçları dahi titreyen, bir boka yaramayan o adamdan panzehiri alıp Mavi'ye yetiştirmeliydik.

Dört saatten biraz daha fazla geçmişti. Gün aymasına sadece dört saat kalmıştı. Bu saat her geçtikçe, kola takılı saatimin camından yansıyan o parlak tik-tak sesi, kulağımda bir davul sesi gibi yankılanıyordu. Gözümün önündeki yelkovan ve akrep, artık sadece birer demir çubuk değil, kalbime saplanan iki sivri bıçak gibiydi. Her hareket edişleri, korkumu daha fazla artırıyordu. Her an geç kalacakmışız, o son anı kaçıracakmışız gibi geliyordu. Bu korku, boğazıma yapışan soğuk bir el gibiydi.

Şu anda Mavi hala yaşıyor muydu? Bilmiyordum. Bu belirsizlik, midemde kramp yaratan, ağır, metalik bir tat bırakıyordu.

"Komutanım," dedim en sonunda dayanamayıp. Sesim, içimdeki onca öfkeyi zorlukla tutan, çatlak bir cam gibi çıktı. Akın Komutan’a kalsa biz buradan ayrılıp Mavi'ye hiçbir şekilde ilacı yetiştirmeyecektik. Uyuşuk mu hareket ediyordu? Aklında bir şeyler var mıydı bilmiyordum ama biz bu aptal yerde ayaklarımızın altındaki kuru yaprakları ezerek boş boşuna saatlerimizi harcıyorduk. Komutan o olduğu için hiçbir şey de yapamıyor, boynumun arkasındaki her bir kası kasarak sadece beklemek zorunda kalıyordum. Ama biraz daha harekete geçmezse, gerekirse üzerimdeki bu kutsal kumaşı bile fırlatıp atmaya, formamdan bile olmaya razıydım.

Mavi'nin her nefes alışı bile ona o zehir yüzünden acı verirken... Her bir ciğer doluşu, binlerce iğnenin battığı bir eziyete dönerken... Ben burada sakin kalamıyordum. Doktorun söyledikleri aklımda dönüp duruyordu. Ameliyata narkozsuz girmek bile ne kadar can yakarken, o ilaç onun acı duygusunu kat be kat, duvarları titreterek artırıyordu. Tek bir dokunuş bile canını yakarken, hatta bırakın dokunuşu, havadaki nemli esinti bile ona acı verirken, kesinlikle sakin kalamazdım.

Bu bekleyişin her saniyesi, tenimi yavaşça soyan bir işkenceydi.

Burayı bombalamamın tek sebebi bile Mavi'nin panzehriydi. Görev adı da buydu. Panzehir.

Diğerleri kardeşlerini yaşatmak için gelmişti. Yüzlerinin gergin çizgilerinde o fedakârlığın izi vardı. Ben ise kendi nefesimi, kendi yaşamımı yaşatmak için gelmiştim. O panzehir, benim için dışarıdaki dünyanın kapısıydı.

Timdeki herkes, o tek hedef için birer silahtı; birer isimdi:

Panzehir 1: Akın Komutan.

Panzehir 2: Ben.

Panzehir 3: Batur.

Panzehir 4: Tolga.

Panzehir 5: Kaan Umut.

Panzehir 6: Davut.

Panzehir 7: Aren.

Panzehir 8: Efe.

Telsizin çatlak sesi, gecenin gergin sessizliğini bıçak gibi kesti.

"Panzehir 1'den Panzehir 3'e, görüşün nedir?"

(Akın Komutan, Batur'a soruyor.) Komutanın sesi, hırıltılı bir cızırtının ardından geliyordu; rutin bir sorgulama olsa da, altındaki sabırsızlık Yiğit'in damarlarında hissediliyordu.

"Panzehir 3'ten Panzehir 1'e, görüş başarısız."

(Batur Akın Komutan'a cevap verdi.) Batur'un sesi bile olağandan daha tok, daha kesikti. Başarısızlık kelimesi, karanlıkta küçük bir taş gibi yuvarlandı.

"Panzehir 1'den Panzehir 5'e, görüşün var mı?"

(Akın Komutan, Kaan Umut'a soruyor.)

"Olumsuz." Kaan Umut'un nefes alış verişi, telsizden hızlı, ritmik bir fısıltı olarak duyuluyordu.

Akın Komutan’ın sesi, bu kez bir tık daha yükseldi, sabır eşiğini zorluyordu. "Görüşü olan yok mu?"

Sessizlik yeniden çöktü, bu kez metalik bir çınlama gibi; herkesin parmakları, tüfeklerinin soğuk gövdesine daha sıkı kenetlendi.

Herkesten teker teker aynı cevap geldi. Telsizin hoparlöründen dökülen her olumsuz kelimesi, Yiğit’in sinir uçlarına ince bir akım gibi çarpıyordu.

Sabahtan beri bu kaçıncı soruşuydu? Bu ne yapmaya çalışıyordu? Komutanın sesi, kulağımda çiğnenmiş bir sakız gibiydi. Geç kalacaktık ve bir şehit daha verecektik. Bunun farkında olan tek kişi ben miydim? Neden bu aptal yerde, çamurun kokusu genzime dolarken, kimse tek kelime etmiyordu? Bir tek benim mi canım yanıyordu? Elimdeki tüfeğin soğuk metalini sıktıkça, parmak eklemlerim bembeyaz kesildi.

"Ha siktir," dedim. Bu küfür, sessizliğin duvarına çarpan küçük bir çakıl taşıydı. Akın Komutan biraz daha bekletirse gerçekten geç kalacaktık. Her şey için çok geç olacaktı. Bugün de Türkiye, televizyonlarda yine o cansız, gri haberi, bir şehit daha verecekti. Ve bunun sadece ben mi farkındaydım?

Bu gece, Mavi’nin o solgun, kırılgan parıltısı olan bir hilal uğruna, benim güneşim daha batabilirdi.

"Giriyoruz," dedi Akın Komutan en sonunda.

O an, boynumun arkasındaki gergin kasların bir anda gevşediğini hissettim. Ciğerlerime soğuk, keskin gece havasını doldurarak derin bir nefes aldım sonunda. O nefesin hafif yanığı, içimdeki paniği bir anlığına sildi. Artık beklemek yoktu. Sadece hareket vardı. Ve Mavi.

Gözümün önünden gitmeyen, hastane yatağının beyaz örtüsüne tezat, solgun Mavi'nin yatan haliyle ayağa kalktım. Kesinlikle onu kurtarıp, kokusu içime işleyene kadar sıkıca sarılacaktım. Buna emindim. İyi olduğuna emin olmadığım her an, içimde zonklayan, kesik bir nabız atışı gibi bir eziyetti benim için.

"Panzehir 3, 7 ve 6 arkadan dolaşın," dedi Akın Komutan. (Batur, Aren ve Davut)

"Emredersiniz komutanım," sesi geldi telsizlerimizden. Cevaplar kısa ve kuru, sanki kelimeler havayı rahatsız etmemek için budanmıştı.

"Panzehir 4, 5 ve 8 benimle geliyor. Panzehir 2 (Yiğit), sen de acil ilacı al ve gel," dedi Komutan. (Tolga, Kaan ve Efe Akın Komutan ile. Yiğit ise ilacı almaya giden.)

"Emredersiniz komutanım," dedik hepimiz aynı anda. Seslerimiz, geceye dağılan tek bir uyumlu yankıydı. Herkes evin nemli çimlere basarak farklı yönlere doğru yönelirken, ben orta kapının soğuk, pürüzsüz metal kulpuna usulca, bir tüy dokunuşuyla bastım.

Kapı hafifçe aralandı. Menteşelerinden çıkan o boğuk, tiz gıcırtı, silahımdaki susturucunun fısıltısına benziyordu küçük ama işitilmesi istenmeyen bir sesti. İçeri sızdım. Nefesimi bile ciğerlerimde hapsederek. Burnuma ilk çarpan koku, tozlu halı ve bayat sigara dumanının kesif karışımıydı.

Silahın ucundaki susturucu, sadece sessizliği değil, göğüs kafesimi zorlayan öfkemin patlamasını da gizliyordu. Doktorun kaçmasını engellemekti tek amacımız ama benim kişisel hesabım vardı. O adam panzehiri teslim ettikten sonra, içime çekilen her dumanlı nefesle yemin ettim, kendi ellerimle öldürecektim. Onun zehriyle yanmış Mavi’nin her bir titreşimli çığlığı için ona cehennemi yaşatacaktım.

Madem benim askerime acı çektirdi, ben de ona en büyük acıyı çektirecektim. O zehri, sanki asitmiş gibi, kendi ellerimle onun canına işleyecektim.

İçeri girdikten sonra zeminin tozlu, kaygan hissi üzerinde sessizce ilerledim. Koridorda nöbet tutan iki adam vardı. Sadece iki nefeslik ömürleri kaldı. Gözlerim, loş ışıkta bile hedeflerin küçük birer kırmızı nokta olduğunu görüyordu. İkisinin de alınlarına susturuculu tabancamı dayayıp, tetiğe bastım. Sadece iki fısıltı gibi olan puf, puf sesi, yere yığılan bedenlerle sona erdi. Bedenleri, ağır bir çuval gibi yere düştü. Gözlerini bile kapayamadan, o anki şaşkınlıkları donarak öldüler.

Tam ilerlerken sağ çaprazımdan gelen bir gölgenin ani bir hareketle uzamasıyla sendeledim. Bir adam, nereden çıktığını anlayamadığım bir hızla dönüp silahıma tekme attı. Diz kapağının kemikli çarpması, tabancamı elimden sıyırıp attı. Tabancam yere savrulurken parmaklarım havayı boşuna kavradı, metalin soğukluğunu aradı.

Ama düşünmeye vaktim yoktu. Refleksle adamın boğazına yapıştım, tüylü, terli saçından yakalayıp başını arkamdaki kapıya bastım. Ortasında cam olan ahşap kapının keskin, sivri bir parçası, boğazına saplandığında gözleri bir böcek gibi büyüdü. Kan ılık ve hızlı bir şekilde fışkırırken, onu orada öylece, omurgasından asılı kalmış gibi bıraktım.

Tam dönerken bir başka adam üzerime koştu. Silahım yoktu. Belimdeki bıçağa uzandım. Kabzasının pürüzlü dokusunu anlık hissettim. Bileğimle hızlıca fırlattım. Bıçak havada bir anlık gümüş bir çizgi gibi süzüldü, sonra alnının tam ortasına, kuru bir ağaca saplanırcasına saplandı. Adam, sanki vücudu durumu fark etmemiş gibi bir saniye donuk kaldı, sonra sessiz bir kütle halinde yere yığıldı.

Silahımı yerden aldım. Kabzasının soğukluğu avucumdaki teri anında emdi. Bileğimdeki sinir, damarımın içinden bir çekiç sesi gibi nabız atıyordu. Ayak sesleri bile duymuyordum artık; tek bildiğim, önümdeki karanlık hedefe doğru ilerliyordum. Temizlik yaparak, arkamda ağır bir sessizlik bırakarak koridoru geçtim.

En sonunda laboratuvarın kapısına geldim. Eski bir büro kapısıydı; boyası soyulmuş, kenarları kurt yenikleriyle dolu bir ahşap.

İçeri girdim. Loş ışığın altında kağıt yığınları, paslı aletler ve eski serum şişeleriyle dolu bir oda. Yerdeki elektrik kabloları, ölü yılanlar gibi kıvrılıyordu. Tiksindirici bir koku sinmişti her köşeye; bayat alkol, yanık toz ve tanımlayamadığım mide bulandırıcı bir kimyasal kokusu vardı her bir yanda.

Doktor beni fark etmeden kendi kendine konuşuyordu. Mırıltısı, bir sinek vızıltısı gibi odanın içinde asılıydı. Bilgisayar başında elleri titriyordu. "Odama ani bir şekilde girmeyin dedim," dedi. Sesi çatlak ve umursamazdı, kurumuş bir yaprak sesi gibi. Arkasına dönmemişti bile. "Çalışırken beni rahatsız etmeyin demiştim."

"Kusura bakma paşam, ölüm ani gelir her zaman," dedim.

Sesimi duyar duymaz, omurgasından elektrik çarpmış gibi dondu. Kafasını yavaşça çevirdi. Suratındaki ifade saf, ilkel korkunun her hali vardı. Göz bebekleri bir anda iğne ucu kadar küçüldü, dudakları kıpırdadı ama boğazından sadece kuru bir hırıltı çıktı. "Azrail ile anlaşma yapamadın mı?" dedim.

Ensesinden tuttum. Kuru, yağsız derisi parmaklarımın arasında iğrenç bir his bıraktı. Sanki boynu kırılabilecek, tüysüz bir köpek yavrusunu taşıyormuşum gibi. Ama buna köpek demek bile köpeğe hakaretti. Hatta gidip sadık dostlardan özür dilemeliydim.

"O silahın içindeki panzehiri ver," dedim. Boynunu ittim, çenesi göğsüne çarptı, nefesi boğazına kaçtı, sendeledi.

"Ben bilmiyorum," dedi. Sesi ince, cılız bir sızlanmaydı.

"Sana biliyor musun demedim, siktirme belanı ve bana panzehiri ver!" diye bağırdım. Sesim, odanın nemli, havasız duvarlarını titreterek çınlattı. Raflar titredi, üzerindeki toz tabakası havalandı, cam bir kavanoz yere düşüp binlerce keskin parçaya ayrıldı. Adam dizlerinin çarpışan kemiklerini gizleyemedi.

Gerçekten çok az zamanım kalmıştı. Gözümün kenarlarında bir sızıntı hissettim; ya ter ya da gerginlikten yaş. İlacı almam ve hemen gitmem gerekiyordu. Mavi’nin kalbi hâlâ atıyor muydu, bilmiyordum. Bu bilinmezlik, mideme sıkışan, hareket ettikçe sızlayan bir beton blok gibiydi.

"Orada," dedi. Sesi gırtlağında ezilmiş bir bilye gibiydi. Karşısındaki dolabı gösterdi. Elini kaldırdığında parmakları sanki rüzgârda sallanıyordu.

Ensesinden sımsıkı kavrayıp, derisini çimdikleyerek sürükledim. Dolabın önüne ittiğimde zorlukla ayakta duruyordu. "Göster," dedim bu sefer. Boğazım kuruydu ama sesim hâlâ çelik gibi, tok çıkıyordu. Adam elleriyle raftan buzlu, küçük bir cam tüp uzattı.

Tutmaları, etiketler, numaralar... Gözlerim, bu kritik bilgileri bir flaş hızıyla taradı. Bu panzehirdi. Başka seçenek yoktu.

Adamı çekip sandalyeye oturttum. Plastik kelepçeleri kollarını arkadan bağlarken derisine batışının cızırtısını duydum, ayaklarını da sardım. Direnci yoktu artık. Gözlerinin o donuk bakışından, bittiğini biliyordu.

Panzehiri aldıktan sonra, elimdeki şırıngayı soğuk ve acımasız bir hareketle onun damarına sapladım. Şırınganın pistonu, yavaş ama kararlı bir dirençle itildi. Bedeni bir an sarsılıp kasıldı, boynundaki damarlar belirginleşti. Sonra sessizleşti.

Arkamdan bir şeyler mırıldanıyordu. Bağırıyor muydu, ağlıyor muydu, bilmiyorum. Umurumda da değildi. O cılız sesi, laboratuvarın pis kokusu kadar önemsizdi. Sırtımı dönüp yukarı çıktım.

Metal merdivenlerin her basamağı, bana geç kalındığını haykırıyordu.

Zaman daralıyordu. Ve ben hâlâ Mavi’nin nefesinin ritmini bilmiyordum.

15 dakika sonra - Helikopterin İçinde

Rüzgârın çırpıcı sesi kulak zarımı zorluyordu. Panzehir tüpü, avuç içimde terden kayganlaşmıştı, onu hayatımı tutar gibi sıkıyordum.

Dışarısı bir bıçak ağzı gibi soğuktu, geceyi kalın, nemli bir yorgan gibi sarmış puslu bir karanlık vardı. Metal gövdenin üstüne düşen yağmur damlalarının ritmik şakırtısı, helikopterin uğuldayan motor sesiyle vahşice yarışıyordu. Gözlerim ön camdaki buzlu buğuya takılıp dışarı kayarken, içimdeki sıkışmışlık küçücük bir odada hapsedilmiş gibi büyüyordu.

Zamanın acımasızca akıp gittiğini hissediyordum; sanki kum saatinin son taneleri, camın içinde çabucak eriyordu. Mavi’nin her nefesiyle birlikte, kalbimde boğazımı yakan, sessiz bir çığlık kopuyordu.

Helikopterin kayan, hantal metal kapısı ardımda kapanırken, soğuk metalin serinliği avuçlarımdaki panzehir tüpünün sıcaklığına karışıyordu. Her nefes alışımda, ciğerlerime dolan yakıt kokusuyla birlikte içimdeki korku biraz daha ağırlaşıyordu.

Yanımdaki koltukta oturan askerlerin yüzünde kir ve çamurla kaplı bir yorgunluk vardı, ama gözlerinde benim hissettiğim o dipsiz, panik dolu endişe görünmüyordu. Ya da saklıyorlardı; yüzlerindeki o taşlaşmış ifade, duyguyu içeriye kilitlemişti. Onların sakinliği, benim sinirlerimde tırmalayıcı bir gürültü yaratıyordu.

Telefonumu cebimden çıkardım. Avucumda buz gibi duran cihazı, titreyen, kontrolsüz parmaklarımla ekranı açtım. Gelen mesajlar adeta içimi parçaladı; ekranda beliren yanıp sönen isimler, arayanlar, bildirimler… Sanki dijital dünya, tüm acıyı tek bir noktada topluyordu. Yaman ve Ilgaz’dan defalarca cevapsız çağrı vardı. Yeşil ve kırmızı ikonlar, alarm zilleri gibi parlıyordu.

Kalbim boğazıma bir taş gibi düğümlendi, nefesim kesildi. Parmaklarım donmuş bir heykelin parçaları gibi ekranda dondu kaldı. Her titreyen uyarı sesi, soğuk bir şimşek gibi yüzüme çarpıyordu.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes almaya çalıştım ama o korku, içimde fırtına gibi kopan, tuzlu bir denizdi. Onların hastanede olduğunu, belki de hayatları için savaştıklarını biliyordum. Ve ben burada, bu titreyen metal kutunun içinde, zamanı yavaşlatan bir eziyetle çaresizce bekliyordum.

Helikopterin devam eden mekanik uğultusuyla birlikte, dışarısı daha da kurşuni ve donuk bir yer olmuştu. Ama içimde, bu karanlıkta bile, Mavi’nin yaşaması için küçük, inatçı bir kibrit alevi gibi yanıp tutuşan bir umut vardı. Ve ben o umudu korkunun rüzgârına rağmen koparmamak için, tüm gücümle mücadele etmeye yemin etmiştim.

O mücadeleyi kaybedip kazandığımı bile bilmiyordum.

BÖLÜM SONU


 

Bölüm : 24.10.2024 19:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...