
Duydukların gerçek olabilir ama gerçek her zaman duyduklarında saklı değildir.
2003
Yazarın Anlatımıyla
Gece, şehrin üzerine yorgun ve kirli bir kadife gibi çökmüştü; burası, şehrin unutmak istediği, arka cephelerin ve dökülmüş sıvaların hüküm sürdüğü bir alandı. Hava, ağır ve yapışkandı; az önce yağan hafif bir yağmur, asfalttan yükselen bayat nem ve pas kokusunu sokağın her yanına yaymıştı. Köşedeki tek, etrafını buharlı sokak lambası, bulanık, sarı-turuncu bir ışık yayıyordu. Bu ışık, nesneleri keskinleştirmek yerine, her şeyi kirli ve hastalıklı bir tona boyuyor, gölgeleri ise dev, tehditkar canavarlar gibi titretiyordu.
Ayaklarının altındaki kaldırım taşları kaygandı, üzerindeki yağ, is ve çamur karışımı koyu, yansıtıcı lekeler oluşturuyordu. Sessizlik, sokağın en büyük yanıltmacasıydı; gerçekte, metal bir kapının uzak bir yerde gıcırdayarak kapanma sesi, bir fare tıkırtısı veya rüzgarın boş bir teneke kutuyu sürükleme sesi gibi ince, sinir bozucu sesler sürekli pusuda bekliyordu.
Şeyma, bu yarı aydınlık ve yarı karanlık sınırda, ince bir telin üzerinde yürüyordu. Can'ın ani ve sessiz yaklaşımı, onun zaten gergin olan sinirlerini anında koparmıştı. Can'ı gördüğünde vücudunun verdiği tepki, kontrolsüz bir geri çekilme idi; adeta görünmez bir yay onu geriye doğru itmişti. Bacakları, sanki soğuktan değil de içerideki bir korku fırtınasından titriyordu. Kalbi, boğazına fırlamış gibiydi; sesi, ne kadar bastırmaya çalışsa da o titrek, nefessiz fısıltıya dönüşmüştü.
Göz bebekleri, az ışıkta bile fıldır fıldır dönüyordu. Can'a bakarken bile, aslında Can'ın yüzünün arkasındaki sokağın karanlık köşelerini, birinin kendilerini izleyip izlemediğini ya da hallettiğini söylediği "işin" bir kanıtının etrafta kalıp kalmadığını kontrol ediyordu. Bu bakış, avının kokusunu alan bir hayvanın ani uyanıklığıydı. "Sen nereden çıktın?" sorusu, bir sorgulama değil, boğazından yırtılarak çıkan bir yakalanma korkusunun feryadıydı. Can'ın sessiz, kararlı ve zemine basan adımlarla yaklaşması ise bir yargıcın kürsüye yürümesi gibi ciddi bir hava taşıyordu. Kaşlarını çatması, bir merak değil, "Bana açıklama yap" diyen bir otoritenin ifadesiydi.
Can'ın kaşlarını çatıp sorgulayan bakışları altında, Şeyma'nın yüzüne hızla zorlama, yapay bir gülümseme yayıldı. Bu, sokağın gerginliğinde parlayan, sahte bir ışıktı. Gülümsemesi, gözlerine ulaşmakta zorlanıyordu; dudaklarının köşeleri yukarı kalkmış olsa da, gözlerindeki hızlı, panik dolu pırıltı hâlâ duruyordu.
"Bir şey yok," derken sesi, az önceki titrek gerginliğin yerine fazla neşeli, biraz tiz bir tona bürünmüştü. Bu acelenin altında, Can'ın sorularını daha başlamadan boğma isteği yatıyordu. Bu kelimeleri söylerken, eli hafifçe havada, sanki görünmez bir şeyi itiyormuş gibi küçük bir red hareketi yaptı.
Tam o sırada, Şeyma'nın az önce konuştuğu çocuk, başı öne eğik bir şekilde, Can'a bakmamaya özen göstererek, hızlı ama belli etmemeye çalışan adımlarla karanlığın içine doğru uzaklaşmaya başladı. Can, Şeyma'nın sahte rahatlığına inanmamış, kaşlarının arasındaki çizgi daha da derinleşmişti. Tam o çocuğun peşinden hızlı ve kararlı bir adım atıp onu durduracakken, sesi kısık ve keskin bir tonda çocuğa seslenmek üzere dudaklarından dökülecekken, arkadan gelen tanıdık bir ses bu anı böldü.
Gökhan'ın sesi, sokağın gergin sessizliğini yırtarak geldi. Sesi, ne Can'ın sorgulayıcılığı ne de Şeyma'nın gizlediği telaş gibiydi; daha çok, sıradan bir bekleyişin sabırsızlığıydı.
"Hadi ne dikiliyorsunuz orada?"
Bu ses, Can'ın sorgulama hamlesini havada asılı bıraktı. Can, çocuğun uzaklaşan siluetine bakışlarını sabitledi, sonra yavaşça başını çevirip sanki rahatsız ediliyormuş gibi Gökhan'ın olduğu yöne döndü. Şeyma ise, Gökhan'ın sesini bir kurtuluş zili gibi karşılamış, Can'ın dikkatini dağıtan bu anı hemen kullanarak rahatlamıştı.
Gökhan, elini beline koymuş, gergin ve sinirli bir ifadeyle Can ve Şeyma'ya doğru yaklaşıyordu. Onun öfkesi, sokağın tekinsiz ortamında bile yüksek ve gürültülüydü, bu da onların dikkat çekme riskini artırıyordu. Gözlerinde, Ateş ve Mavi'nin o tehlikeli, kaçık adama karşı savunmasız kaldığına dair büyük bir endişe ve suçlama parıltısı vardı. "Kız orda tek başına o kaçık maymun ile bırakmışsınız baş başa dedikodu mu yapıyorsunuz oğlum ne yapıyorsunuz?" diye haykırdı Gökhan, Ateş ve Mavi'nin içeride huzurla uyuduğunu bilmediği için, onları bir an bile yalnız bırakmanın affedilmez bir hata olduğunu düşünüyordu. Onun gözünde, Şeyma ve Can'ın orada faydasızca dikilmesi tam bir sorumsuzluktu.
Can, Gökhan'ın hiddetli ses tonu ve suçlamaları karşısında anlık bir patlama yaşadı. Az önce Şeyma'nın tatlı gülümsemeyle örtmeye çalıştığı sırrı çözememenin yarattığı hüsran, Gökhan'ın anlamsız telaşıyla birleşince öfkeye dönüştü. "Bir sus tamam patlama geldik," diye karşılık verdi Can; sözleri, hem Gökhan'ı geçiştirmek hem de kendi içindeki gerilimi dışarı atmak içindi. Gökhan'a doğru birkaç adım atarken, bakışları tekrar hızla Şeyma'ya döndü. Gözlerini kısarak ve Gökhan'ın duyamayacağı şekilde, sesi sadece Şeyma'nın duyabileceği baskılanmış bir fısıltıya indirgedi. "O neden buradaydı?"
Can'ın içindeki şüphe, artık kesin bir yargıya dönüşmüştü. O an orada bulunan çocuğun, sadece iki gün önce para için bir kadını öldüren bir katil olduğundan emindi. Bu çocuğun sokağın acımasız kurallarını çiğneyen biri olduğunu biliyordu. Bu yüzden Şeyma'nın o tehlikeli kişiyle gizlice görüşmesini anlamlandıramıyor, bu durumun hem Şeyma'nın hem de grubun güvenliğini tehlikeye atmasından dolayı büyük bir ihanet olarak görüyordu. Şeyma'nın tatlı gülümsemesi, Can'ın gözünde sadece bu tehlikeli görüşmeyi örtbas etme çabasıydı ve bu düşünce Can'ın içinde soğuk bir öfke yaratıyordu.
Şeyma, Can’ın delici bakışları altında gerginliğini ustaca gizlemeye çalışarak yalanını kurdu. Sesi, az önceki tiz neşeden sıyrılmış, sıkılmış ve umursamaz bir tona bürünmüştü.
"Yolda karşılaştık, bana laf attı, kavga ettik," dedi. Bu yalanı söylerken, Can’ın gözlerine kısa ve meydan okurcasına baktı, ardından hızla bakışlarını kaçırarak durumu basitleştirmeye çalıştı. Amacı, Can'ın mantıklı düşünme yeteneğiyle oynamak ve bu basit, sığ açıklamayla onu tatmin olmaya zorlamaktı. Can'ın sinirli ve sorgulayıcı hâlinin, onun doğruyu görmesini engelleyeceğini umuyordu.
Can, Şeyma'nın hikâyesine inanmamıştı; yalanın hızını ve basitliğini hemen sezmişti ama kanıtı yoktu. Gözleri hâlâ Şeyma'nın yüzündeki en ufak bir tereddüt izini ararken, sesi alçak ve tehditkâr kaldı. "Ne dedi sana?"
Tam Can bu cevabı beklerken, Gökhan hışımla yanlarına ulaştı. Yüzü asık, adımları sertti. Gökhan, Can ve Şeyma'nın arasındaki fısıltılı gerginliğin kendisini dışarıda bırakmasından rahatsız olmuştu. "Ne oldu bu kadar hararetli konuşuyorsunuz çok merak ediyorum," dedi sinirle, sesindeki alaycı tını, ortamdaki gizemi bozuyordu.
Gökhan'ın gelişiyle anın hassasiyeti kaybolunca, Can'ın öfkesi patlama noktasına geldi. Artık fısıldamaya veya diplomatik olmaya gerek duymuyordu. Şeyma'nın yanındaki duruşunu bozarak hızla Gökhan'a döndü, öfkesiyle işaret parmağını Şeyma'ya doğrulttu ve sesi sokağın nemli havasını kesercesine sert ve gür çıktı. "Bu, az önce Arda için adam öldüren bir itle konuşuyordu."
Can'ın bu cümlesi, basit bir suçlama değil, Şeyma'nın yalanını parçalayan, gerçeği Gökhan'ın yüzüne çarpan bir yargıydı. Şeyma, Can'ın bu kadar açık konuşmasına hazırlıksız yakalanmış, yüzündeki o zoraki gülümseme ve umursamaz maske aniden donup kalmıştı. Gecenin ortasında, üç sokak çocuğunun arasında, cinayetten şüphelenilen biriyle yapılan gizli bir görüşmenin sırrı, alev almıştı.
Gökhan'ın yüzündeki ani öfke, Can'ın sözleriyle buz kesen bir hayal kırıklığına dönüştü. Anında, soğuk ve suçlayıcı bakışlarını Şeyma'ya dikti. Bu bakışlar, Gökhan'ın sokağın tehlikesini en iyi bilenlerden biri olduğunu gösteriyordu; bir katille konuşmak, affedilebilir bir hata değildi.
Şeyma, Can'ın kendisini bu kadar açık etmesine hazırlıksız yakalanmış olmanın verdiği şokla, olduğu yerde ağır bir yutkunuş yaşadı. Vücudundaki tüm sahte umursamazlık çökmüş, geriye sadece çıplak bir panik kalmıştı.
"Öyle değil," diye mırıldandı, sesi kırılganlaşmıştı. Ardından hızla toparlanıp, yalanının yeni bir versiyonuna sığındı. "Bana laf atıp durdu, ne yapsaydım?" Sözleri bir savunmadan çok, köşeye sıkışmış birinin çaresiz itirazıydı.
Tam o anda, hem Can hem de Gökhan, aralarındaki tüm sinire ve farklılığa rağmen, sokağın temel kuralını hatırlatan aynı tepkiyi verdi. "Bana gelseydin." İkisi de aynı anda, aynı sert, koruyucu tonda konuşmuştu.
Şeyma, bu ortak tepki karşısında biraz duraksadı, ardından yalancı bir mazeret uydurmaya çalıştı. "Ya bebek ile ilgileniyorsunuz sandım." Bu cümle, durumun ciddiyeti yanında cılız kalıyordu.
Can, Şeyma'nın açıklamalarından artık bıkmıştı. Konunun daha fazla uzamasını ve bu tehlikenin sokağın ortasında tartışılmasını istemiyordu. O katilin gölgesi ve Şeyma'nın yüzündeki dürüst olmayan ifade, sinirlerini tamamen germişti. Hızla Şeyma'nın koluna uzandı, onu sertçe kavradı ama canını yakmayacak bir güçle kendi tarafına çekti.
"Kes sesini Şeyma, yürü." Can’ın sesi emir veriyordu, tartışmaya yer yoktu.
Can'ın içindeki öfke, sadece korkuyla birleşmişti. Şeyma'nın o itle, o vicdansız katille baş başa konuşması, zihninde en kötü senaryoları canlandırıyordu. Can için önemli olan tek şey, Şeyma'yı oradan uzaklaştırmak ve bu tehlikeli ilişkinin hesabını daha güvenli bir yerde sormaktı. Gökhan, durumu kavramış, sessizce Can'ın öfkesini ve Şeyma'nın boyun eğmesini izleyerek, arkalarından yürümeye başladı. Üçü de hızla, gecenin daha az aydınlık ama daha güvenli olduğunu düşündükleri bir köşeye doğru ilerliyordu.
Şeyma, Can’ın kolunu kavramasına ve kesin emrine karşı gelmek yerine, bu sefer şaşırtıcı bir uyumluluk sergiledi. Can'ın kolunun sertçe tutuşunu hissetmesine rağmen, hemen "Peki" diyerek durumu kabul etti. Bu hızlı kabul ediş, onun tartışmayı sürdürmekten veya Can'ın öfkesini daha da artırmaktan ne kadar kaçındığını gösteriyordu; şimdi tek amacı, olayı güvenli bir şekilde kapatmaktı.
Can'ın sertçe çektiği yöne doğru, adımlarını hafifletmeye çalışarak yürümeye başladı. Bu yürüyüş, az önceki panik ve gerginliğin tam tersiydi; fazla yumuşak, gereksizce sevimli adımlarla ilerliyordu. Sanki bu tatlı yürüyüşüyle Can'ın öfkesini yatıştırabileceğini umuyordu.
Birkaç adım attıktan sonra, sanki bu uslu kabul edişi yeterli değilmiş gibi, başını hafifçe Can'a çevirdi. Ses tonunu, az önceki yalan söylemeye çalışırken kullandığı tiz ve gergin tondan, suçluluğu kabul eden, küçük bir kız çocuğu edasına büründürdü. "Özür dilerim."
Bu özür, ne Can'ın ne de Gökhan'ın beklediği bir şeydi. Can, Şeyma'nın kolunu hâlâ sıkıca tutuyordu, öfkesi yatışmamıştı. Bu anlık itaat ve tatlı özür, Can'ın beyninde bir alarm daha çaldırdı. Şeyma ne zaman bu kadar çabuk pes etse, altında yatan asıl sır o kadar büyüktü. Gökhan ise arkadan, kaşları çatık bir şekilde, bu tuhaf yumuşak geçişi izliyordu. Üçü de sokağın karanlık, ıssız bir köşesine doğru, Can'ın öfkesi, Şeyma'nın numarası ve Gökhan'ın şüphesiyle sarmalanmış bir halde ilerlemeye devam etti.
2024
Bazı insanlar ölümü ister ama sessizce isterdi. Bir başkasına yük olmamak için, içlerindeki fırtınayı kimseye çarpmadan sonlandırmak isterdi. Çünkü yaşamak bazen nefes almak değil, her nefeste biraz daha boğulmaktı. O, işte tam da bu hâlde dua ediyordı.
“Tanrım, bana bir ölüm ver. Sessiz, ani, iz bırakmayan bir ölüm. Kimsenin ardından ağlamayacağı bir yok oluş.”
Oysa aynı gecelerde, başka bir yerde biri ellerini açmış, gözleri dolu dolu haykırıyordu.
“Tanrım, al benim ömrümden ama onu benden alma.”
Yaşam gariptir; birine yük olan bir can, başka birinin nefes sebebiydi. Ölüm, birine kurtuluş gibi görünürken, diğerine sonsuz bir cehennem olabilirdi. Ve insan bu çelişkinin içinde yanar. Çünkü ölmek isteyen, yaşamak istemez değil. Sadece bu hayatın, onun içinde yaşamasını istemediğine inanmıştı artık.
O, kendi acısını bir sonla mühürlemek isterken; onu seven kişi, kendi acısına razıdır ama onun yokluğuna değildi.
İşte bu yüzden evren çoğu zaman adaletsizdi. Çünkü bir dua, diğerini boşa düşürürdü. Biri kurtulmak ister, biri tutunmak. Biri ölümü bekler, diğeri ondan saklar. Ve zaman, bu çatışmanın orta yerinde ikisini de sınar.
Belki de asıl trajedi budur. Ölüm isteyenin yaşamak zorunda kalması, yaşamasını isteyenin her gün biraz daha ölmesidir.
Gelen çağrılara bakamadım, ellerim o kadar titriyordu ki ekranı düzgün kaydıramadım, titreşim sadece elimde değil, helikopterin metal gövdesinde de yankılanıyordu; pervanelerin uğultusu göğsümün içine işliyor, kalbimle yarışıyordu. Bu titreme bildiğin titreme değildi, bu, içimin ilik ilik buz kesmesiydi, motorun sıcak demir kokusu bile o soğuğu eritemiyordu. İçimde bir yerde bir çocuk ağlıyordu sanki, ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış, ne olacağını bilemeden titriyordu.
İlk defa böyle korktum, ilk defa elim bu kadar boşlukta gibi havada asılı kaldı, helikopterin titreşimiyle birlikte parmak uçlarım uyuştu; sanki biri parmak uçlarıma çiviler çakmış da kımıldarsam düşecekmişim gibi oldu. Göz kapaklarım ağırdı ama uyumaya kalksam düşecek gibiydim, arada pilotun telsiz sesi boğuk boğuk duyuluyor, anlamadığım kelimeler içimde yankı oluyordu.
Korktum.
Ben ondan bile bu kadar korkmamıştım.
Ölüm onu benden ayırır diye korktum, koruyamadan kaybetmekten korktum, adını doya doya seslenemeden kaybolmasından korktum. Gökhan’a ait olmasından, toprağa ait olmasından korktum, bakışlarını bir daha görememekten, sesi kulaklarımdan silinmeden susmasından korktum. Helikopterin içinde kanın metalik kokusu ile yakıtın keskinliği birbirine karışmıştı, boğazım yanıyordu, her nefes ciğerimi keser gibiydi. Gökhan'ın emanetine sahip çıkamamaktan korktum, benim yüzümden ölmesinden korktum.
Telefonun ekranına yeniden dokundum, bu defa ellerim değil, tüm ruhum titriyordu; parmak uçlarımın altında ekran değil, dünya dönüyordu sanki. Yaman’ın ismine tıkladım, aktiflik durumuna baktım ama beynim hiçbir şey algılamıyordu, gözüm gördü, içim anlamadı. Ekrandaki yeşil nokta bir anda sönük bir yıldız gibi kayboldu; o anda helikopterin içi daha da karardı sanki. En son bana yazdığı saatte aktifti, o saatten sonrası dipsiz bir boşluk gibiydi, içime öküz oturmuş gibiydi, nefesim daralıyordu.
Orada ne oluyordu? Neden kimse bir şey demiyordu?
Yiğit: Bir şey mi oldu?
Yiğit: Ona bir şey mi oldu?
Cevap yoktu. Yokluk diye bir şey varsa işte tam olarak bu bekleyişti; kalbim mideme, midem boğazıma sıkışmıştı. Dua etmeye başladım, zihnimde sessiz bir feryat yankılanıyordu; helikopterin motor sesiyle karışıp boğuk bir iniltiye dönüşüyordu. Çocukluğumdan beri kaybetmekten korktuğum her şey tek bir bedende toplanmıştı. Dindar biri değildim belki ama ellerim dua şeklini kendi kendine alıyordu, “Allah’ım alma onu, ne olur alma,” dedim içimden, “bana acı ama onu alma.” Beni al ama onu alma.
Gözüm panzehire kaydı, küçük cam şişe ellerimde bir hayat gibi titriyordu; helikopterin ışıkları o sıvının içinde yankılanıyor, bir nabız gibi yanıp sönüyordu. Ben bu hayata geç kalmış olamazdım değil mi?
Geç kalamam.
Geç kalmadım.
Geç kalırsam…
Geç kalırsam, bu ömrü ne yapacağım? Benim için ölmüş olan birine ait olan bu ömrü ne yapacaktım? Ya geç kaldıysam?
Metal, helikopterin iç duvarlarında buz gibi bir gerçeklik gibi parmak uçlarıma yapışıyordu. Oysa içimde volkanlar patlıyor, her bir sinir teli yangın alarmı veriyordu. Hayır. Zihnim, bu tek kelimenin etrafına kalın, paslanmaz çelikten duvarlar örüyordu.
Kalmadım, kalamam.
Eğer o hayat ışığı sönseydi, benim de içimdeki lamba titrer, kararırdı, şüphesiz hissederdim. Durmalıydı çünkü, bu bir borçtu, bir ceza ödetmemeliydi her ikimize de. Eğer o kalp benim yüzümden durduysa, benim de kalbim o an o ritmi kaçırmalıydı. Birbirine dolanmış iki hayat ipliği, biri koptuğunda diğerini de çekmeliydi.
O yaşıyor olmalıdı.
Bu, zihnime kazıdığım tek, parlak gerçekti. Göz kapaklarımın altına, bir neon tabela gibi asılıydı. Acı çekiyor ama yaşıyor, yüzünün kasılışı, inlemesi, soluk teni gözümün önüne geliyordu ama o hâlâ oradaydı. Acılar dinecek; bu, bir kehanet değil, bir görevdi. Ben onun o titrek, soğumuş elini avucumun içine alıp sıktığımda, ona, "buradayım" dediğimde, o keskin sızı çözülecek, kaslarını gevşetecek ve nihayetinde geçecekti. Pişmanlık, midemde ekşi bir tat bırakıyordu. Daha önce gidebilirdik... O aptal evin loş, ağır havasında beklemek yerine keşke o saati, o dakikayı bir bıçakla kesip atabilseydim. Ama şimdi de geç kalmadık, şimdi. Geç kalamazdık, bu kaderin son saniyeleriydi.
Telefon ekranına geri döndüm; metalik mavi ışığı, çatlamış cam yüzeyde titriyordu. Sinirim, korkuma yenik düştü. Yanaklarım yanıyordu ama ellerim titremekten neredeyse donmuştu. Parmaklarım, ekrana bastırırken çatlayacak gibi gerilmişti; her tuş vuruşu bir isyan çığlığıydı. Kaba ve büyük yazı karakterleri, yüzüme fırlatılmış birer küfür gibiydi.
Yiğit: Şu siktiğimin telefonuna bakın. Sikerim ebenizi.
Kulaklarımda yankılanan pervane gürültüsüne rağmen, o çaresiz öfkeyi duydum. Bağırmak istedim, gırtlağımdan kopacak bir hayvan sesiyle helikopterin gri, metal duvarlarını tekmelemek, ellerimi başıma geçirip saatleri geri sarmak, zamanın dişlilerini zorla tersine çevirmek istedim. Onu, bu aptal, gereksiz gecikmeler yüzünden kaybedemezdim. Hayır. Kaybetmedim. O kalp hâlâ atıyor. O kalp hâlâ atmalıydı.
Tanrım, al benim ömrümden ama onu benden alma.
Tanrım, al bu teni bu ruhu benden, neyim varsa senin olsun lakin tek duamı kabul et.
O'nun gözünde yok olmadan, yüreğine sönmeden, beni kendi hikayesine hiç yazmadan, şu fani dünyaya ait kılma.
Bırak, önce O'nun dilinden bir veda, O'nun ruhunda bir iz bırakayım. Sonra istersen, beni göklerde bile yabancı et.
Telefon ekranına geri döndüm; metalik mavi ışığı, çatlamış cam yüzeyde titriyordu. Sinirim, korkuma yenik düştü. Yanaklarım yanıyordu ama ellerim titremekten neredeyse donmuştu. Parmaklarım, ekrana bastırırken çatlayacak gibi gerilmişti; her tuş vuruşu bir isyan çığlığıydı. Hemen yanımda oturan Akın Komutan'ın sesi, pervanenin gürültüsünü delip geçti. "Yiğit, bir şey mi oldu?" Gözlerini yüzüme dikmişti sanki derimin altındaki atışı dinliyordu. Onu öldürmek istiyordum. Sadece bir saniyelik gecikmeyle her şey değişmişti. Daha erken orada olabilirdik, onun kalbinin atışını çoktan duymuş olabilirdim. Her şeyi zamanında yapmayıp bizi de oyalamıştı, bu gecikmenin vebalini taşıyamazdım.
"Hastanede olan abim ile kardeşim," dedim, helikopterin canavar gibi uğuldayan pervanelerinin sesi kulaklarımı zonklatıyordu ama yine de sesim sanki hepsinin beyninde çınladı. Bütün tim bir anda, buz kesmiş bir hareketle bana döndü. Batur öne doğru eğildi, gözlerinde sakladığı o korkuyu sadece ben görebiliyordum; sesinde hiçbir kırıklık yoktu ama ben o çatlağı, o titreyen iç çığlığı duyabiliyordum. "Bir şey mi oldu Komutanım? Derin Komutana mı?" Başımı iki yana salladım, çaresizliğimi titrek bir perde gibi saklamaya çalışarak. "Bilmiyorum." Tekrar fısıldadım, daha çok kendime. "Bilmiyorum." Hayır, hayır, bir şey olmamıştı, olamazdı. Ona bir şey olamazdı.
Mesajlara tekrar girdim. Ekranın keskin ışığı gözlerimi yaktı ama bu, içimdeki korkunun yaydığı karanlık yanında hiçbir şeydi. Timdeki herkes sessizce bana bakıyordu artık, kardeşlerini kaybetme korkusuyla dolmuş gözlerle. Parmaklarım terden kayıyordu, sonunda dayanmayıp bir kez daha yazdım, bu sefer yalvarış ile tehdit arası bir sesle yazdıklarım beynimde dalgalanıyordu.
Yiğit: Olum amacınız beni burada öldürmekse açık açık söyleyin. Cidden bir şey mi oldu?
Yine bir cevap alamadım. Ekran yine sessiz, yine taş gibiydi, yutkunamayan bir boğaz gibi tıkanmıştı. Helikopter hastaneye gidene kadar dizim titredi, ayaklarımın altındaki zemin sanki benden kaçıyordu, yere basamıyordum sanki ben de düşüyordum onunla birlikte.
Helikopter iner inmez hiçbirimiz üniformayı, silahı, o demir disiplinle örülmüş düzeni umursamadık. Kurallar umurumuzda bile değildi. O an, varoluşumuzun tek sebebi hastaneye ulaşmaktı. Direkt sürdük. Batur’un arabasına timin yarısı, diğer yarısıyla birlikte ben de diğer araca doluştum. Kemer mi taktım? Hayır, ne önemi vardı ki? Nefes mi aldım? Emin değilim, göğsümün sıkışıklığından havayı alıp vermeyi unuttuğumu sandım. Gözümü bile kırpmadan, o demir kapıyı parçalayarak hastaneye ulaşmak istedim.
İçimde, oturduğu yerden kalkmayan, dizlerime kadar çöküp kalan o ağır, karanlık his vardı. Sanki ona yetişemedim. Midem düğümlendi, göğüs kafesim içe doğru çöktü. Hayır. Hayır, öyle bir şey olmamıştı. Kesinlikle olmamıştı. Ona yetişecektim. Onu kaybetmeyecektim. Kaybetmeyeceğim. Bu, son emrimdi.
Araba, hastanenin parlak, soğuk önünde tekerlekleri yere sürtünerek durduğunda, kapıyı ilk ben açtım. Dışarıya, bir mermi gibi fırladım. Üzerimizde hâlâ kan ter içinde kalmış üniforma vardı, omuzlarımızda hâlâ o görev bilinci duruyordu ama gözlerimizde sadece bir savaş parlıyordu.
Onu yaşatmak.
Etraftan gelen şaşkın, ürkek bakışlara hiçbirimiz dönüp bakmadık, etrafımızdaki dünya buz tutmuştu. Merdivenleri ikişer, üçer çıktık, ayaklarımız yere değmeden, havada asılı kalmış gibi uçuyordu sanki. Avuçlarımın içinde tuttuğum hayat kurtaran ilacı daha sıkı kavradım. O şeffaf sıvıyı, Mavi’nin solgun damarlarında görmek istiyordum. Onun yaşaması için bu ilaç gerekliydi.
Tabii hâlâ yaşıyorsa.
Yaşıyor.. Yaşıyor.
O yaşıyor.
Kesinlikle yaşıyor.
Ona bir şey olamazdı. Bu düşünceyi, bir mantra gibi, dişlerimin arasından zihnime kazıyordum.
Allah’ım, yalvarırım. Onu benim yüzümden bizden alma.
Koridorun sonundaki o steril, aydınlık boşluğa ulaştığımızda, oturduğu yerden kalkmayan, dizlerime kadar çöküp kalan o ağır, karanlık his birden somutlaştmıştı. Koridorun ucunda, duvarla bütünleşmiş gibi duran, ağlamaktan gözleri kıpkırmızı, kan çanağına dönmüş Yaman’ı gördüğüm an, içimdeki korku filizlenmek yerine çürümeye başladı, umut damarlarımda çekildi sanki, içimdeki ışık aniden soldu. O bana öyle bakmamalıydı. Biri sana ölümü haber vermeden de öyle bakabilir miydi? Hayır. Umudu ile hayatta kalan birine, sadece bakarak o umudu öldürmemeliydi. "Yaman." Adını söylerken sesim bile titredi, kırık bir cam sesi gibi çıktı. Adımlarım ona doğru gitti ama kalbim geri kaçmak istiyordu. Bakışlarımız çarpıştı bir an, o bakış, her şeyi anlatıyordu. Ardından aniden ayağa fırladı ve boşluğunu kapatmak istercesine bana doğru geldi, sıkıca sarıldı. "Yiğit…" dedi hıçkırıklarının arasında, sesi parça parçaydı, "Ben çok kötü bir şey yaptım. Yiğit ben çok kötü bir şey yaptım." Gözyaşları, boynumdan aşağıya sıcak bir utanç lekesi gibi akıyordu.
Alçak, titrek bir fısıltıdan zorlukla ayırt edilen bir sesle sordum: "Şşş… Ona bir şey mi oldu?" Ciğerlerimi bir mengene gibi sıktım, nefesimi tuttum bu sürenin uzunluğunu, boğazımdaki bu hava kesikliğinin hayati önemini fark etmiyordum bile. Bütün evren omuzlarıma çökmüş, tek bir anın cevabını bekliyordu. Nihayet başını iki yana salladığı an, göğsümde sıkışan o şey patladı. İçimdeki bütün baskı, bir hava balonunun sönmesi gibi dışarı yayıldı, sanki boğuluyordum da bin yıl sonra yeniden nefes almıştım. Göz kapaklarım yandı, dünya yeniden canlandı.
Yaman, hıçkırıklarının arasında sesi çatallanmış bir tınıyla tekrarladı. "Ben çok kötü bir şey yaptım." Sesi değil de, yuttuğu gözyaşlarının, utancının suyu konuşuyordu sanki.
"Dur kardeşim. Bir Mavi’yi kurtaralım, sonra anlatacaksın, tamam mı?" Ses tonum, kırılgan bir cam yüzey gibi yumuşaktı ama içim harabe gibiydi, enkaz altında kalmış bir şehir gibiydi. Mavi’nin ismini söylemek bile boğazımı yakıyordu, yutkunmak gibiydi, acıtıyordu.
O anında benden ayrıldı. Gözleri, korkuyla deli gibi açılmış, yuvalarından fırlayacak gibiydi, kırmızılıkları daha da belirginleşmişti. "Koş. Koş Yiğit koş!" diye haykırdı, cümleleri yandı, ağzından çıkan her kelime bir fırın alevi gibiydi. "O çok acı çekmiş. Çekmesin biraz daha. Koş!" Omuzlarımla ellerimle itiliyordum sanki sözleri, beni bir mancınık gibi Mavi'ye doğru fırlatıyordu.
El çabukluğuyla, titreyen parmaklarım arasında tuttuğum o küçük, şeffaf şişeyi doktora teslim ettim. Bir an, o cam şişe bir hayat taşıyordu, bütün umudumuzun yoğunlaştırılmış haliydi. Teslim eder etmez, beklemeden hemen geri döndüm, Yaman’ın yanına.
Yerde, koridorun o donuk, beyaz zeminine çökmüştü. Kollarını başının üstüne kapatmış, omuzları kontrolsüzce sarsılıyordu, hâlâ hıçkırıyordu. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı, sanki o gözlerden yaş değil de, acı dolu bir geçmiş akıyordu.
Yanına çöktüm, kolunu sertçe ama şefkatle kavradım ve kendime çektim, onu sıkıca sarıldım. "Ne oldu anlat bakalım," dedim. Sesimi olabildiğince sevecen ve destekleyici tutmaya çalıştım; yıkılmasın diye o titrek omuzlarına bütün ağırlığımla destek oldum.
"Yiğit benim için gitmiş lan," dedi pat diye, sesi boğuktu. Gözlerini aniden benimkilere dikmişti. Kelimeler dudaklarından düşmüyordu, kırılıyordu. "Yiğit benim için işkence görmüş. Ben ona… ondan nefret ettiğimi söyledim." Ardından bir an durdu, gözlerini utançla yere çevirdi, sesi ise bir fısıltıya kısıldı. "Yiğit’in bakışını hatırlıyorum lan. Gözleri bana öyle bir baktı ki…" Sözleri boğazında düğümlendi, sustu. "Ben... Ben o bakışlar aklıma düştükçe ölmek istiyorum."
Bir şey anlamamıştım. Zihnim parçalı bulutluydu, Yaman’ın kelimeleri havada dolaşıyordu ama bir araya gelip anlamlı bir cümle kurmuyordu. "Adam gibi anlat şu işi Portuga’sı," dedim, içini biraz rahatlatmak, biraz da alışık olduğu o sıcak ve alaycı hitapla kendini toparlaması için.
"Yiğit’i odaya kapatmış babası," dedi, gözyaşları az buz çıkmış sakalına akıyordu, oraya yapışıyordu sanki. "Benim için işkenceye razı olmuş." dedi, sonra bir an başını kaldırdı, yutkundu. Gözlerinin içine çöken dehşetle devam etti. "Bembeyaz bir odaya kapatmışlar Derin'i. Korkar o Yiğit. Benim kardeşim güçlü görünür ama korkar o. Yıldızları görmeden korkar o Yiğit." Kıpırdamadan izliyordum onu, sadece bakıyordum. Sözler içimde yumruk gibi dolaşıyordu ama ağzımdan tek bir nefes sesi bile çıkmıyordu. "Yiğit ben kardeşime senden nefret ediyorum dedim," dedi titreyerek, sesi son çırpınışlarını yapıyordu. "Etme, dedi bana. Benden nefret mi ediyorsun diye sordu. Evet, dedim ben Yiğit. Evet dedim." Bu itiraf, onu benden uzaklaştıran, utançtan yanmış bir mühür gibiydi. "Kardeşim benim yüzümden işkence gördü, ben ona senden nefret ediyorum dedim…" dedi. Sesini en son orada yitirdi, ellerini yüzüne kapattı. Ben de sustum. Sadece yutkundum. Beynim, koridorun o uğultulu sessizliğinde, olanları sindirmeye çalışıyordu.
Daha sonra Ilgaz geldi yanımıza. Yüzünde, savaş sonrası bir asker sessizliği vardı; gözleri doluydu ama asla ağlamayan, taşlaşmış türdendi. Kelimeleri tek tek döktü bana. Her cümlesinde biraz daha çöktüm içime, her cümlesi beynimin duvarlarında bir çekiç sesi gibi yankılanırken nefes alamaz hale geldim. Ben… Ben onları duymak yerine ölmeyi diledim. O bunları yaşamıştı...
Gökhan’ın, parmak uçlarının dahi titremesine neden olan, ipek şefkatiyle dokunmaya kıyamadığı o nazenin varlık; omuzlarına dökülen telleri fırçanın en yumuşak ucunu bir kelebeğin kanadı narinliğinde çevirerek taradığı o kız… Şimdi o kızın ruhu, paslı bir mengeneyle sıkılmıştı. O kıymetli cana, zalimliğin en karanlık gölgesiyle işkence uygulamışlardı. Onun en değerlisine…
Yaman, ruhunun derinliklerinden yankılanan bir çığlığı susturmaya çalışır gibi, kaskatı kesilmiş boynunu yavaşça yukarı kaldırdı. Dudaklarının kenarında titrek bir kıpırtı, eriyen bir mumun son alevi gibi sönmek üzereydi. "Ben senden nefret ediyorum dedim ona," diye fısıldadı yeniden, kelimeyi kalbinin en hassas noktasına saplayıp, sonra acıyla geri çeker gibiydi.
O bakış... Kırılmış camın ardındaki boşluk gibiydi. Mezarlıkta yüzünü toplaması uzun sürmese de hatırlıyordum. "Çıkmıyor aklımdan. Çıkmıyor Yiğit, zihnime kazınmış bir mühür gibi, çıkmıyor aklımdan," dedi tekrar. Hınçla, pişmanlıkla ve çaresizlikle dolup taşan iki elini başının yanlarına götürdü, kemikleri çatırdayana dek kafasına vurdu. O darbe, fiziksel bir acıdan çok, ruhunun dipsiz kuyusuna düşen bir pişmanlık yankısıydı.
"Yiğit benim için dağları yerinden oynatacak kadar şey yapmışken. ben ona 'nefret ediyorum' diye kükredim lan!" Sesi, en ince yerinden yırtılmış bir kumaş gibi parçalandı. "Yiğit ölüyordu... benim canım kardeşim o an ölüyordu... ve ben o yıkımın ortasında onu duymadım, dinlemedim..." Sonra başını bana çevirdi. Gözlerinin içi, volkanik bir yanardağın kızıl lavlarıyla yıkanmış gibiydi. "Sarılmak istediğini, o mavi derinliklerden okudum Yiğit ama ben bir adım bile atmadım, sarılmadım ona... Omuzlarımı ona siper edip sıkıca sarmadım..." Bir şeyler söyleyecektim, teselli eden, uyuşturan bir kelime bulacaktım ama onun hıçkırıkları, yutkunamadığım bir kum fırtınası gibi kelimelerimi ezip geçti.
"Tamam," dedim sonunda. Sesim, nemli bir mağaranın en dibinde kaybolan bir fısıltı gibi kısıldı. İçimdeki acı, şimdi dışarıya taşan boğuk bir tona dönüşmüştü. Elimde olmadan gözlerimi yere indirdim, sanki bakışlarım onun utancını ve kendi çaresizliğimi gizleyebilirdi. Söylediklerinden sonra, benim de içim biraz daha közlenmiş, biraz daha kararmıştı.
Mavi...
O, rüzgarın fısıltısına bile titreyecek kadar narindi. Ama kendi rüzgarını da fırtınaya çevirecek kadar da güçlüydü. Kardeşlerinin yüzündeki en ufak bir soğukluğu bile kaldıramazdı. O, en küçük bir siteme dahi pınar gibi çağlayan gözyaşlarıyla cevap verecek kadar hassastı. Onun göz yaşları tek bir gecede tükenmiş, göz yaşı pınarlarına ebediyete kadar mühür vurup, kendini öldürmüştı. Yaman’ın ağzından dökülen o lanetli kelimeler, onun kalbine, parçalanmış bir aynanın keskin, minik kırıkları gibi teker teker batmıştır. Buna emindim. Çünkü o, duygularını bir ressamın en canlı fırça darbesiyle anlatan, bakışlarıyla konuşan bir kızdı. Acısını, sevincini, özlemini her duygusunu, dudakları mühürlü kalsa bile, sesi olmadan tüm dünyaya bağıran gözleriyle anlatırdı.
"SARILMADIM BEN KARDEŞİME!" Yaman’ın göğsünden fırlayan bu haykırış, artık bir sesten çok, ruhunun eriyişinin somut bir ifadesiydi. Sesindeki o acı verici tiz perde, kederin erişebileceği en son durak gibiydi. "BENİM İÇİN YAPTI HER ŞEYİ... BEN ONA BİR KERE BİLE SARILMADIM!" dedi, kelimeleri birer taş misali havada asılı bırakıp, iradesi kırılmış bir heykel gibi dizlerinin üzerine çöktü.
Ilgaz'ın sesi, kuru bir yaprağın rüzgârda çatlaması gibiydi. "Sakin ol," diye mırıldandı. Gözlerinin kenarında biriken tuzlu damlalar, yanaklarındaki o eski, derin izlerden aşağıya süzülmeye başlamıştı. o izler, artık sadece yara değil, sessizce yaşanan acıların haritasıydı.
Tam o acının atmosferi, odayı zehirli bir sis gibi kaplamışken, kapı aralandı. Elindeki beyaz dosyayla yaklaşan hemşirenin yüzü, gece nöbetlerinin getirdiği koyu bir yorgunluk maskesi taşıyordu. Sesi, etrafa yayılan kaosa inat, keskin ve keskindi. "Mavi Derin Yıldırım’ın yakınları?"
O isim, donmuş bir anahtar gibi hepimizin kilidini açtı. Tek bir yay gibi gerilerek ayağa fırladık. Yaman bile, gözyaşları yüzünü ıslatsa da, ağlayan bir fırtına kararlılığıyla yanıma geldi.
"İyi mi? Onu görebilir miyiz? O hayati tehlike nihayet geçti mi?" Cümlelerim, birbirinin kuyruğuna takılmış, ağzımdan dökülen kontrolsüz bir panik nehriydi.
"Sakin olun, beyefendi." Hemşirenin avuç içi, havayı sakinleştirmeye çalışan görünmez bir güç gibi bize döndü. "İlacını tam zamanında verdik, kurtarıcı bir mucize gibi yetiştiniz. Hayatı tehlikesi yok." Hayati tehlike, şu an itibariyle gökyüzünden kalkmış bir fırtına gibi dindi.
Bu cümleleri duyduğumda derin bir nefes almıştım. Hemşire sanki aldığım nefesi bile bana haram kılmak ister gibi mırıldandı.
"Ama şöyle hassas bir durum var. Vücudu, en ufak bir temasa bile aşırı duyarlı. Dokunduğunuzda, teni binlerce iğne batmış gibi acır. Bu süre, iki gün belki daha az... Ama şu an, kırılgan bir camdan farksız. Hastayı teker teker ve sadece bir dakikalık, katı bir zaman dilimi içinde, dokunmamak şartıyla görebilirsiniz."
Başlarımızı usulca, itirazsızca salladık. Bu kural, içimizdeki gürültülü fırtınanın bile sessizliğe mahkûm olduğu tek andı belki de. O donmuş bir dakika, bir ömür değerindeydi. Yaşadığını görmek bu, güneşin yeniden doğuşu demekti. Sıra bekleyerek, birer gölge gibi teker teker içeri süzülmeye başladık. Ayak seslerimiz bile, zeminle fısıltı gibi buluşuyordu.
Yazarın Anlatımıyla
Kapının meşe ağırlığı, bir sırrı açığa çıkarır gibi ağır ağır geriye çekildi.
Batur’un içeriye attığı ilk adımla, genzini yakan o steril, metalik, keskin hastane kokusu boğazına dolandı. Ancak asıl tokat gibi yüzüne çarpan, koku değil, içerideki ölü sessizlikti. Oda, o kadar durgundu ki sanki zamanın tüm çarkları içeride durmuştu. Beyaz duvarlar, tavan lambasının soğuk, ölü bir yıldız gibi yansımasıyla daha da soluk ve renksiz görünüyordu. Her şey donuktu, her şey bekliyordu. Sessizliğin içinde, yaşamın değil, çaresiz bir umudun ritmini tutan monitörlerden gelen kesik kesik bip sesleri yankılanıyordu.
Mavi Derin’in yattığı sedye, o odanın tam ortasında, mağlup ama asil bir anıt gibiydi. Üzerine örtülen battaniyenin beyazlığı içinde, yalnızca yüzü bir damla ışık gibi kalmıştı. Solgun, mermer gibi yüzü; sıkıca kapalı duran göz kapakları ve burnuna takılı oksijen tüpünün ince hortumlarıyla o, artık sadece kahraman bir asker değil, kırılgan bir seramikten yapılmış, yaralı bir kız çocuğuydu.
Gerçi hep öyleydi ama kimse bu inceliği, bu kırılganlığı görme zahmetine girmemişti.
Batur, yatağa yaklaştı ama başucuna bir adımla çakılı kaldı. Sadece bir adım geride, bir sınıra saygı duyar gibi durdu. Elleri titremesin, bu çaresizliği ele vermesin diye, parmaklarını arkasında birbirine kenetleyip sıktı.
Batur, Mavi Derin’in yatağına çivilenmiş gibi duruyordu. İçinde, biri diğerini boğmaya çalışan iki zıt duygu akıp gidiyordu. Bir yanıyla bu inatçı deliliğe karşı keskin bir öfke hissediyor, diğer yanıyla ise gözlerinin ardında boğulan bir hıçkırıkla ağlamak istiyordu. Ancak tüm bu fırtınanın üzerinde, Mavi’ye karşı sonsuz bir minnetin titrek ışığı parıldıyordu. Kan bağları, bazen sadece kırmızı bir sudan ibaretti ama aralarındaki gönül bağı, en güçlü çelikten düğümden bile daha sağlamdı.
Mavi, sadece Rüya’nın değil, aynı zamanda Batur’un da ruhundan bir parça olan kardeşiydi. Sert, neredeyse bir kaya kütlesi gibi duran bakışlarının ardında, ılık bir nehir gibi akan yumuşacık bir kalp taşıyan, kendi bildiğini okumakta bir dağ keçisi kadar inatçı ve dik başlı ama gözü pek bir aslan yüreği taşıyan biriydi o. Her zaman, her felaketin içine bir kasırga gibi atlayan, "gerekirse ben öleyim ama kimsenin tırnağına zarar gelmesin" diyen, kendi kendini yok etmeye programlanmış bir deliydi.
"Her boka kendini atmasan olmuyor değil mi?" diye tısladı, sesi boğazında takılıp kalan bir taştan farksızdı. Gözleri, uyuyan bir heykel misali hareketsiz duran kızın solgun göz kapaklarına mıhlanmıştı. "Yemin ederim en sonunda paramparça olacaksın, bir enkaz gibi kalacaksın bir yerde, geberip gideceksin," diye devam etti ama kelimelerindeki öfke, alttan yayılan derin bir çaresizliğin örtüsünü bir an bile kaldıramıyordu.
"Sakın seni düşündüğümü falan sanma ha. Asla böyle bir saçmalık aklından geçmesin. Rüya, senin arkandan günlerce, aylarca sel gibi ağlar sonra. Ben o küçük cadıya, 'kardeşin nerede?' diye sorduğunda, nasıl bir yalan uyduracağım salak?" Cümleleri, ardı ardına, birer birer döküldü; ağzından çıkan her kelime, içinden kopup gelen keskin, sivri bir kırık parçası gibiydi.
Ani bir düşünceyle yüzünde, acıyla karışık, yarım yamalak, alaycı bir kıvrım belirdi. O anlık tebessüm, karanlıkta yanıp sönen bir kibrit çöpü gibiydi.
"Olum kalk lan artık. Gel! Daha seni sinir edeceğim ben. Daha benim prensesimi, küçüğümü görmedin lan sen. Nasıl anlatayım ben senin gibi ruh hastası bir teyzeyi ona? İnanmaz valla bana," dedi. Hem gülüyor, hem de boğazına oturan o koca düğümü çaresizce yutkunmaya çalışıyordu. Gözlerinin kenarında biriken sinsi yaşlar, aşağı süzülme fırsatı bulamadan, parmaklarının tersiyle acilen silindi.
"Kalk be kardeşim. Yere batsın o kuralın, kalk! Sıkıca sarılacağım sana. Yedi ceddimi şikâyet etmene, lanet okumana da razıyım." Bu cümleyi söylerken, Batur'un gözleri gözyaşlarının ağırlığından kapanacak gibi oldu. Boğazına, tüm pişmanlıkların ağırlığını taşıyan bir düğüm takılmıştı. Son cümlesi, içinden kopup gelen, çaresizliğin en saf halini taşıyan gerçek bir yakarıştı: "Mavi bana küçük, masum Masal'a 'teyzen öldü' dedirtme kızım. O, ölümün ne olduğunu bilmez. Ben ona 'teyzen bir kahraman gibi şehit oldu' sözünü, yüreğimi parçalamadan nasıl diyeyim?"
Ardından, oda bir mezar sessizliğine geri döndü. Birkaç saniye daha, zamanın durduğu o anı izledi. Eli, bir mıknatıs gibi Mavi’nin saçlarına uzanmak istedi ama son anda, hemşirenin uyarısının soğuk duvarına çarparak geri çekildi. Ona dokunmadı. Sonra, kapının aralığında, bir yargıç gibi beliren hemşirenin sabit bakışıyla süresinin acıtıcı bir kesinlikle dolduğunu anladı. Son bir kez baktı Mavi’ye. Gözlerinde, yıllar süren bir yoldaşlığın, kan kardeşliğinin ağırlığı vardı. Ardını dönüp odadan çıktı. Ancak odanın içindeki o ağır, donuk sessizlik, bir gölge gibi onunla birlikte koridora taşındı.
Kapı, ikinci bir nefes alır gibi yavaşça açıldığında, içeri temkinli adımlarla Kaan adım attı. Onun durumu, diğerlerinden farklıydı. Mavi’yi, ruhunun derinliklerine inecek kadar tanımıyordu. Beraberlikleri, sadece kısa ve tehlikeli bir görevle sınırlıydı. Ama bazı insanlar vardı; onları anlamak, yılların getirdiği birikim gerektirmezdi; ilk görüşte, bir şimşek çakımıyla ruhları anlaşılırdı. Mavi, işte öyle biriydi. Kaan, onu ilk gördüğü o anda anlamıştı. Bu kadın, sıradan, kalıba sığan bir asker değildi. Sırtında yılların getirdiği en zorlu izler varken bile, kalbi yeni yağmış kar kadar tertemizdi.
Odanın o keskin, steril kokusu burnuna dolduğunda, içinden bir şeyler geri çekilmek, güvenli bir mesafeye kaçmak istedi ama duruşunu bozmadı. İçeri girdi. Adımları, mayına basmamaya özen gösterir gibi temkinliydi, ama duruşu bir demir direk gibi dikti. Ciğerlerine çektiği her nefes, soğuk bir bıçak gibi kalbini yakıyordu. O da Mavi’nin başucuna geldi ama ellerini ne cebine soktu ne de arkasında birleştirdi. Sadece bir nöbetçi gibi dikildi. Sessizce. Derin bir saygıyla.
"Merhaba komutanım," dedi. Sesinde, zorlukla bastırılmış ince bir titreşim vardı ama duruşuyla bunu gizlemeyi başarıyordu. "Saçma gelebilir. Hatta bu kelimeleri sizin yüzünüze cesaret edip söyleyemem. Ama siz... siz bu hayatta gördüğüm en farklı insanlardan birisiniz komutanım." Başını, hafif bir saygı jestiyle öne eğdi. Gözleri, yatakta hareketsiz yatan kıza takılmıştı.
Kız dediği o insan. Bir gün önce, bir kalkan gibi canını hiçe saymış, Yiğit Komutan’ın önüne gözünü kırpmadan kendini siper etmişti. O an, Kaan’ın gözlerinin önünde bir film şeridi gibi canlandığında, göğsünün tam ortasında, kor gibi yanan bir acı hissetti.
"İlk girdiğiniz o meşum anda anlamıştım aslında. Sizin bakışlarınız çinizdeki o dilsiz fırtına duruşunuzdaki o tarihi ciddiyet... Bir şey vardı, adı konulamayan bir ağırlık. Sonra o ihanet mermisinin önüne bir duvar gibi atladığınızda o an, tüm şüphelerim bir bir dağıldı, kesinlikle emin oldum," dedi. Kısa bir nefes için sustu, sonra sesi bir pınar gibi yeniden aktı. "Kalbinizin berraklığını, şeffaflığını gördüm komutanım." Boğazını zorlukla temizleyerek yutkundu.
"Komutanım dediğim için belki uyanınca bana kızabilirsiniz, fırça atabilirsiniz. Uyanın da istediğiniz kadar gürleyin be." Son cümleyi söylerken, Kaan'ın gözlerinin içi bir mum ışığı gibi parladı ama sesi, o odanın ağır sessizliğine kurban giderek kısıldı. Hafifçe gülümsemeye çalıştı ama dudakları titredi; odaya, gülümsemenin neşesi yakışmıyordu. Burası, ciddiyetin tapınağıydı.
Birkaç saniye daha, zamanın kumaşını delercesine durdu. Konuşmadan, sadece izledi. Sanki göz bebeklerinden Mavi'ye gizli bir mesajı fırlatıyordu. "Dayan, bu fırtına geçecek," der gibi. "Bu fedakârlığın hakkını vererek geri gel," der gibi. Sonra başını hafifçe saygıyla eğdi, yavaşça geri adım attı. Yavaşça döndü. Kapının soğuk metal koluna dokundu. Kapıyı, içerideki sessizliği bölmekten korkar gibi usulca kapatırken, geride yalnızca monitörlerin tekdüze, mekanik sesi kaldı. Ve bir de bir askerin içine dökülen, dudaklarından söküp atamadığı tüm o isimsiz cümleler.
Hemşirenin kapı aralığından uzanan uyarıcı başı, Kaan’a süresinin bittiğini hatırlattığı o an, Kaan da son bir kez kıza baktı ve gözlerinden geriye silinmeyen bir saygı ifadesi bırakarak çıktı. Onun hemen ardından içeri giren kişi Aren oldu. Kapı arkasından yavaşça kapandı, odanın içindeki derin, kristal sessizlik, içeriye giren kişinin ayak sesleriyle bile en ufak bir titreşim göstermedi.
İçeri adımını attığında yaptığı ilk şey, bir dedektif titizliğiyle etrafı incelemek oldu; kıza bakmak değil. Duvarlardaki cihazların karmaşık düzeni, monoton bip seslerinin ritmi, damardan süzülen serum torbasının parlaklığı...
Her şey olduğu yerde, bir fotoğraf karesi gibi sabit duruyordu. Değişmeyen tek şey, yattığı yerde neredeyse soluksuz, hareketsiz görünen Mavi Derin'di.
Aren, bakışlarını sonunda kıza çevirdiğinde kısa bir an için duraksadı. Yüzünü, bir heykeltıraşın eserini inceler gibi izledi. Sanki Mavi Derin, gözlerini açsa ne diyeceğini, hangi ironik cevabı vereceğini düşünüyordu. Yatağa yaklaştı. Tam başucuna kadar geldi. Ellerini cebine koydu, başını hafifçe yana eğerek kıza baktı.
"Uyurken bile, üzerinize çökmüş o çetin kaderin, dünyanın bütün yükü sırtınızdaymış gibi bir yüz ifadesine sahip olduğunuzu düşünsem kafayı yemiş, hastaneye yatırılması gereken biri olmam değil mi komutanım?" dedi. Sanki cümlesi, kızdan akademik bir cevap alacakmış gibi havada asılı kaldı. Ama cevap gelmedi. Odada makinenin çıkardığı tekdüze, ruhsuz ses, hâlâ aynı ritimde çalıyordu.
Bir süre daha sessizlik sürdü. Aren, bir filozofun sabrıyla kıpırdamadı.
"Sanki biri gelse," dedi sonra, sesi biraz daha alçak, bir itiraf tonu kazanıyordu artık. "Ama sizin için gerçekten önemli olan biri gelse. O zaman o yüzünüzdeki o gerginlik perdesi kalkacak, o anlık bir tebessümle yüzünüz gülecek gibime geliyor." Sonra omuz silkti, dudaklarını alaycı bir şekilde büzdü. "Belki de sadece boş bir teoridir, komutanım," diyerek son sözünü söyledi. Gözlerini, kapalı göz kapaklarından ayırmadan birkaç saniye daha bekledi. Ardından kapı aralandı. Hemşirenin silueti göründü. Aren, o düşünceli teoriyi geride bırakarak, hızla çıktı odadan.
"Lütfen uyanın komutanım. Bu tim sizden daha çok şey öğrenecek gibi..." Bu cümle, koridorun soğukluğuna karışan son fısıltısıydı.
Aren’den sonra odaya giren Efe oldu. Gençti, askerlik tecrübesi henüz sabah çiyi kadar tazeydi ama bu görev onu çoktan ateşten bir fırın gibi yoğurmaya, olgunlaştırmaya başlamıştı. İçeri girdiğinde ilk birkaç saniyesi, ayakları zemine çivilenmiş bir heykel misali, ne yapacağını bilememekle geçti. Gözleri, odayı paniğin hızlı ritmiyle taradı. Duvara monte edilmiş monitörün sabit ışığını, serum askısının ince, camdan gölgesini, yatağın başındaki not kağıdının yarım yamalak sırrını. Sonra, adımları bir mezar taşına yaklaşır gibi yavaşça kızın yattığı yatağa yöneldi.
"Biliyor musunuz komutanım..." diye başladı. Sesi, derin bir kuyudan gelen su gibi alçak ama içtenliğin yalınlığıyla doluydu. "Timde ilk defa, benden daha genç, daha tecrübeli biri var." Kızın solgun yüzüne baktı. Zayıf düşmüş göz kapaklarına. Burnunun kenarındaki o küçük, görünmez çizgilere. "Gideceksiniz diye canım çıktı, korktum be komutanım," dedi ve sustu. Daha fazla cümle kurmak, içinden geçen o derin, karmaşık duyguyu eksik anlatacaktı. Kalan süresini sadece kıza bakarak geçirdi. O yüzü, gözlerinin merceğiyle bir fotoğraf çeker gibi ezberlerken, belki de onu son kez göreceği yanılsaması ruhunu dağlıyordu.
Yataktaki Mavi, gerçekten de uyurken bile huzursuz bir deniz gibi görünüyordu. Kaşları hafifçe gerginlikle çatılmış, dudakları yarım kalmış bir söze benzer şekilde aralıktı. Tüm tim, bu sinsi huzursuzluğu fark etmişti ama kimse nedenini çözemiyordu. Çünkü onların gözünde Mavi, altın kafeslerde büyümüş, sorunsuz bir hayat sürmüş bir kızdı. Oysa ki gerçekler, derin bir uçurum gibi bambaşkaydı. O yüz, yalnızca bu savaşın taze ve kanayan yaralarının değil, geçmişin görünmez, eski izlerini de taşıyordu.
Efe çıktıktan sonra içeri bu kez Akın Komutan girdi. Diğerlerine göre daha ağır, adeta zemini tartarak yürüyor, daha temkinli davranıyordu. Belki rütbesinin omuzlarına yüklediği ciddi ağırlık gereği böyleydi ama bu temkinin altında yatan şey, yalnızca disiplinin buz gibi kabuğu değildi. İçinde, anlamlandıramadığı bir karmaşa fırtınası esiyordu. Kıza her baktığında, içinde sarsıcı bir kıpırtı yükseliyor, duygusal bir fay hattı yerinden oynuyordu.
Yatağa sabitlendi. Kızın yüzünde bir muamma, çözülemeyen bir bilmece gibi bir ifade vardı ama ne olduğunu çözemiyordu.
Kimse çözemedi...
Sanki bir şeyler, o ince çizgilerin arasına titizlikle saklanmıştı. Belki görkemli bir hikâye, belki de yarım kalmış, yaşanmamış bir ömürdü. İçinden geçen o çalkantılı hisleri dışarı yansıtmak istemedi. Söyleyeceği tek kelime, yanlış bir yoruma, tehlikeli bir anlama sebep olabilirdi diye susmayı seçti. Ama içindeki ses, durmak bilmeyen bir fısıltıyla konuşmaya engel olamıyordu.
"Nesin sen Derin?" dedi iç sesiyle. Kaşlarını çatmış, gözlerini kıza bir mıknatıs gibi kilitlemişti. "Ya da ne yapıyorsun bana? Daha geleli ne kadar olmuşken, bana bu şekilde, kontrolsüzce hissettirmeyi nasıl başarıyorsun?" İçinden geçen her cümleyle birlikte biraz daha huzursuz, biraz daha tedirgin oldu. Bu duygu, korkutucu bir hoşlantı tohumu muydu, yoksa geçici bir hayranlık mı? Kendi bile emin değildi. Sadece orada durdu. Gözlerini kapalı gözlerden çekmeden. Birkaç adım geriye gidip, o çekimin gücüyle tekrar yaklaştı. Sonra doktorun aralık duran kapıdan yankılanan sesiyle sarsıldı.
Zaman dolmuştu. Ama içindeki sorular, daha yeni yeni derinleşmeye başlamıştı.
Kapının eşiğinde, bir karar anının ortasında durdu Davut. Girip girmemek arasında kalmış, bir sarkaç gibi gidip geliyordu. Elini kapı kolunun soğuk metnine koymuştu ama onu itmeye bir türlü cesaret edemedi. Onu tanımıyordu. Belki aynı timdeydiler ama doğru düzgün, anlamlı bir kelime bile etmemişlerdi. Bu yüzden, konuşacak sahte bir bahane dahi bulamıyordu.
Ama sonra, içindeki vicdanın dürtüsüyle bir adım attı. Sessizce içeri girdi. Yatağın başına yaklaşmadı hemen. Odada bir gölge gibi birkaç tur attı sanki. Zaman kazanmak gibi ama aslında söyleyeceklerini zihninde sıraya dizebilmek içindi. Sonunda konuştu. "Sizinle oturup, diz dize, göz göze sohbet etmemiz gereken çok konu var, komutanım," dedi. Yüzünde hüzünlü, acı bir gülümseme yayıldı. "Mal gibi, beceriksiz bir çocuk gibi burada dikiliyorum. Konuşamıyorum bile. Acil uyanın be komutanım. Lütfen."
Konuşacak yüzlerce şeyi olan ama utangaçlığı, utancı yüzünden hiçbirini söyleyemeyen sessiz bir adam gibiydi. Sonra o da, aynı içten ama sessizlikle kapıya yöneldi. Hemşire adını çağırmadan çıktı. Yüzü önde, omuzları başarısızlığın yüküyle düşüktü. İçinde, yarım kalmış bir tanışıklığın keskin acısı vardı.
En son giren Rüya oldu. Kapının önünde durduğunda, eşinin titreyen elleriyle onu bu ana hazırladığını hatırlıyordu. Yoğun bakım öncesi giyilmesi gereken o koruyucu giysiler, saçları toparlanmış, gözlerine kadar inen maske... Ama o kapıdan girerken, üzerindeki o steril koruyucu kıyafetten çok, taşıdığı yoğun, anneye dair duygular onu sarıyordu.
Koridorun loş ışıkları, tavandaki floresanlardan sızan yorgun, solgun bir beyazlıkla yayılıyor, duvarlardaki steril, hastane mavisine bulanıyordu. Rüya, eşi Batur'un bakışlarındaki kelimelere dökülmemiş o panik dehşetini sezmişti. Çünkü o da aynı buz gibi korkunun içindeydi. Sadece kendisi için değildi bu kotku. Mavi için, biricik karısının içinde taşıdığı küçük, kıymetli can için, her şey için. Ama ne kadar korkarsa korksun, kalbinin onu götürdüğü yere gitmek zorundaydı. Mavi'yi bir daha göremezse, bu eksiklik, ruhunda açılan bir yara gibi asla tamamlanmayacaktı.
"Görmem gerekiyor," dedi. Sesi çatallaştı; boğazı, yutkunmaya çalıştığı kelimelerin sivri dikenleriyle tahriş olmuş gibiydi. "O benim her şeyimdi. Her zaman yanımdaydı. Her anlamda."
Ayaklarını hareket ettirmek zorlu bir savaştı, bedeni değil, ruhu binlerce ton ağırlığındaydı sanki. Yoğun bakım kapısının soğuk metal kulbuna dokunduğunda, içeri adım atarken bir an için zaman kristalize oldu.
Adımları sessizce ilerledi. Kalbinin atışları, kulaklarında birer top atışı gibi yankılanıyor, her adımda biraz daha derin bir kederin içine çekiliyordu sanki. Yoğun bakımın kapısı açıldığında, yüzüne temizlik kimyasının acı, yakıcı kokusu çarptı; sanki acıyı ve ölümü bastırmaya çalışan klorlu bir çığlık.
Elini, koruyucu giysinin altından bile hissedilen karnına götürdü. Parmakları, sakındığı o küçük cana dokunurken, bir kez daha kendine hatırlattı. Dokunma. Kıza da, acıya da. Yalnızca bak. Yalnızca o sessizliği ve yaşamı hisset.
Yatağın ucuna geldiğinde, Mavi’nin yüzüyle karşılaştı. Rengi solmuş bir mermer, dudakları çatlamış, gözlerinin altı morun en karanlık tonuyla gölgelenmişti. Ama oradaydı. Hâlâ Mavi’ydi. Hâlâ onun hiç atılmamış kahkahalarını hatırladığı, en derin sırlarını sakladığı, canını gözü kapalı emanet ettiği kardeşiydi.
Rüya’nın dudakları kontrolsüzce titredi. Gözlerinden süzülen tek, sıcak bir yaş, sessizce yanaklarından aktı. İçinden bir şeyler koptu; önce kalbinin ince bir teli, sonra sesi. Ama hiç konuşmadı. Sadece baktı. Çünkü bazı kutsal şeyleri kelimeler kirletirdi. Bu an, onlardan biriydi.
Kapı kapandı arkasından. Birkaç saniye durdu. Nefes aldı ama burnunun ucuna kadar gelen gözyaşlarının boğuculuğu yüzünden doğru düzgün nefes bile alamadı. Kız kardeşine yaklaştı. Herkesin baktığı gibi bakmadı. Onu uyurken değil, sanki en içten kahkahasıyla gülümserken görüyormuş gibi baktı. Elleri titriyordu. O an sadece, kalbinin en sessiz köşesinden bir dua etti.
"Merhaba," dedi Rüya, sesi boğazında düğümlenmişti. İçinde büyüyen sızı, sesine çakıl taşları gibi dağılmıştı. "Şu anda ağladığımı görsen, sinirlenirdin. 'Rüya, bir de sen ağlıyorsun,' derdin değil mi?" Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı ama o tebessüm, kırık bir cam parçası gibiydi yüzünde değil, yüreğinde kanatıyordu.
Gözleri kızarmış, kirpiklerinin ucunda titreyen yaşlar yanaklarına sıcak sıcak aktı. Mavi’nin o çatık kaşlarını, içten ama sert bakışlarını, söylediği sözlerin ardına gizlediği sevgisini hatırladı. “Sonra Batur’a kızardın. 'Lan ben sana bu kızı ağlat diye mi verdim?' derdin. Yalandan kızardın ama kızardın.” dedi, sesi hafifçe titredi, gülümsemesi gözyaşlarının içinde kayboldu.
Odada yalnız değildi; duvarlar onu dinliyor, kalbinin her kırık sesini içine çekiyordu sanki. Yoğun bakım cihazlarının ritmik sesi, zamandan çalmış bir melodi gibi fon oluşturuyordu. Rüya, o sese değil, o yatakta yatan kıza tutunuyordu. Mavi’ye. Yaşarken bile ulaşılması zor olan, şimdi uyurken bile kalabalığı susturabilen o kıza…
"Senin, Batur’la, benimle ve çocuğumuzla aynı ortama girmeyi neden bu kadar sevdiğini biliyorum..." diye fısıldadı. Sesi bir annenin ninnisi gibi yumuşak ama bir kadının yasını taşıyacak kadar güçlüydü. Bu söz, geçmiş anıların arasından sıyrılmış ve yüreğinin tam ortasına oturmuştu.
Tam o sırada kapı aralandı. Sessiz bir tıkırtı, ardından hemşirenin varlığı odanın havasını değiştirdi. Rüya, gözlerini Mavi’nin yüzünden ayırmadan minik bir gülümsemeyle iç geçirdi. Son kez baktı ona yalnızca bir bedene değil, bir hayata, bir kahramana.
“Gel,” dedi usulca karnına, sanki karnındaki bebeğe değil, yılların ötesinden gelen başka bir kıza sesleniyordu. "Ve diğer kızım lütfen tanı onu. Böyle bir kahramanın yeğeni olduğunu bilmek onun da hakkı. Mavi’yi anlatacak kelime bulamıyorum..." Sesi kısıldı. Gözleri yeniden doldu ama bu defa yaş değil, umut vardı içinde.
"Ne olur, ne olur Mavi’m, gözlerini aç," diye geçirdi içinden. Söylemeye çalıştı ama sesi çıkmadı. Kelimeler, boğazına saplanan bir düğüm gibi kaldı. Derin bir nefes aldı. Yanına eğildi, kardeşinin başucuna elini bıraktı. El değil de, kalbiyle dokunmuş gibiydi. Küçücük bir temas. Ama içinde bin dua, bin şükran, bin pişmanlık taşıyordu.
Ardından doğruldu. Omuzları ağırdı, göğsü yanıyordu ama gözyaşlarını içeride bırakarak yöneldi kapıya. Diğerlerinin çıktığı gibi çıkmadı. Koşarak ya da ağlayarak değil. Sanki sırtı dönükken bile hâlâ içerideydi. Ayakları kapının eşiğindeydi belki ama yüreği, kardeşinin yanındaydı. İçeri girmemiş de, kalbini bırakmış gibiydi.
Kapıdan çıktığında bekleyen kollar, onu sessizce sardı. Batur, hiçbir şey söylemeden eşini kucakladı. Sımsıkı. Gözlerini kapadı. Rüya, başını onun göğsüne yasladı ve ilk kez, orada içini çekmeden ağladı.
Ilgaz içeri girdiğinde yüzünde donuk bir tebessüm vardı; o gülümseme, acının üzerine çekilmiş ince bir perde gibiydi. Kapı sessizce kapandı arkasından, odanın içindeki yoğun sessizlik onu hemen içine çekti. Sanki buraya adım atan herkes, kendi kalbinin ağırlığını beraberinde getiriyordu.
Gözleri bir an yatağın üzerindeki kızda durdu. Sonra göz kapaklarına bastıran o tanıdık yanmayı hissetti. "Kardeşim..." dedi, sesi boğuk, sanki boğazına bir yumru oturmuştu da her kelimeyi zorlukla çıkarıyordu. Birkaç adım attı, her adımı geçmişin izleriyle ağırlaşıyordu. "Abicim… biricik kardeşim benim."
Mavi’nin solgun yüzüne baktı. Cilt renginde donuk bir beyazlık, dudaklarında çatlamış bir sessizlik vardı. Ama hâlâ oydu işte. Hâlâ o küçücükken elini tutup “düşme” dediği, büyüdüğünde arkasında yürümek ve gururla izlemek istediği kız kardeşiydi.
“Değişmemişsin,” dedi usulca. "Hâlâ aynı kardeşimsin." Gözlerinin kenarındaki yaş, artık direnememişti. Tek bir damla, yanaklarını yakarak süzüldü. İçinde yılların birikmişliği, korkusu, pişmanlığı vardı o küçücük su damlasında. "Sana demiştim ya..." diye fısıldadı. "Abiler ağlamaz diye." Sesini yuttu bir an. Dudakları titredi. "Ağlarmış be… Kardeşlerine bir şey olursa, ağlarmış."
Elini cebine götürür gibi yaptı ama ne yapacağını kendisi de bilmiyordu. Sanki bir şey tutmak istiyor ama boşluğa sarılıyordu. Başını eğdi, derin bir iç çekti. O an, tüm bedeninden ruhu geçiyormuş gibi ağır bir nefes verdi. “Daha sana kavuşamadan kaybedeceğim diye çok korktum, güzelim,” dedi. “Bunu sana söylemeye cesaretim bile yoktu.”
Bir süre daha durdu öylece. Sadece baktı. Sadece susarak anlattı. Sessizliğin kelimelerden daha çok şey söylediğini bilen bir abinin suskunluğu vardı onda. Gözleriyle dokundu, kalbiyle sarıldı.
Sonra, istemeye istemeye kapıya döndü. Bir gölge gibi aralanan kapıdan, hemşireyle göz göze geldi. Gözlerini kaçırmadı ama bakışı donuktu. Başını hafifçe öne eğdi, saygılı bir veda gibiydi o küçük hareket. Ve usulca çıktı. Ayak sesleri bile içeride kalmak ister gibiydi.
Ardından Yaman girdi odaya. Kapı arkasında sessizce kapandı ama içerideki hava hâlâ kesifti, hâlâ boğazı sıkan bir yemin gibi yerli yerindeydi. Yüzü yere dönüktü. Adımları kararsız, omuzları çökmüştü. Sanki odaya değil, geçmişte yaptığı hataların ortasına giriyordu.
"Zeze’m..." dedi, sesi çatlamış bir aynanın tınısı gibiydi. Dudakları zor oynadı, sesi dudaklarını terk ederken acıya batmış gibiydi. Nefesi kesildi bir an, sonra başını kaldırdı zorla, içini ezen utançla. Gözleri, kardeşinin yüzünde durduğunda kalbi sanki olduğu yerde bir anlığına durdu. “Affet beni. Ne olur affet,” dedi neredeyse hıçkıracak gibi. Gözleri dolmuştu ama ağlayamıyordu. Suçluluğu gözyaşına bile engel oluyordu. “Özür dilerim. Gittin sandım Zeze... Ben… benim için gittiğini bilmiyordum ki. Dinlemedim seni büyük bir aptallık ettim.”
Konuşurken sesi yankı gibi odanın duvarlarına çarpıyor, her geri dönüşünde biraz daha acıtıyordu onu. Kelimeler ağzından çıkıyor ama yüreğindeki o pişmanlık asla tam anlatılamıyordu. O kadar çok şeyi biriktirmişti ki içinde; şimdi bu sessiz, solgun odada hepsi boğazına düğüm olmuştu.
Derin bir nefes aldı. Göğsü şişti, sonra iç çekişiyle birlikte sönmüş bir balon gibi çöktü. “Senin affetme duygun yoktur,” dedi. Bu cümle, sadece bir itiraf değil, bir korkuydu.
İçini buz gibi bir düşünce kapladı. Mavi Derin kim olursa olsun, bir kere kırıldı mı, asla aynı şekilde bakmazdı bir daha. Güven onun için bir defalık bir nimetti. Parçalanınca yapıştırılmaz, toplanmazdı.
Kardeşiydi, evet. Kan bağları yoktu. Aynı sokakların içinde, aynı geçmişin anılarıyla büyümüşlerdi. Ama Mavi öyle biriydi ki aynı sofraya oturmuş olman, onun kalbine tekrar kabul edilmeni garanti etmezdi.
İçini bir korku daha sardı. Acaba ona da mı aynı soğukluğu gösterecekti? Bir yabancı gibi mi bakacaktı? Sessiz, mesafeli, kırılmış bir Mavi mi kalacaktı geriye? Hiç kimse emin olamıyordu. Çünkü bu kız geçmişte, kardeşi için her şeyini feda etmişti. Ve bazı yaralar, en çok sevdiklerinden gelince kabuk tutmazdı.
Tam o sırada kapı hafifçe aralandı. Hemşirenin başı içeri uzandı ama Yaman, bu sessiz müdahaleyi bekliyormuş gibi aniden toparlandı. Gözlerini kız kardeşinden ayıramadan birkaç saniye daha durdu. Ardından yüzünü çevirdi, hızlı adımlarla dışarı çıktı.
Ama arkasında kalan, sadece bir adamın pişmanlığı değil belki sonsuza dek cevapsız kalacak bir soru ve affedilmeyi bekleyen bir kalpti.
Tam o anda kapıdan hiç beklenmeyen biri göründü.
İbrahim Albay.
Üniforması üzerindeydi ama bakışları her zamankinden daha çıplak, daha savunmasızdı. İçeri girerken en küçük bir tereddüt göstermedi. Gözleri doğrudan Mavi’ye takıldı. Yatağın ucundaki kıza o güçlü, inatçı, hiç eğilmeyen kıza. Şimdi ise öylece, hareketsiz yatıyordu.
Birkaç saniye sadece baktı. Dudakları aralandı ama kelimeler, boğazında kör bir düğüm gibi kaldı. Sonra yavaşça adım attı. Ayak sesleri bile saygılıydı, bastığı yere özür bırakıyordu sanki. “Özür dilerim,” dedi. Ne bir açıklama, ne bir bahane. Sadece bu iki kelimeyi söylemişti.
Mavi’nin göz kapakları kımıldamadı. Ama sanki odadaki hava bir anlığına gerildi, sonra yeniden sessizliğe gömüldü.
Albay, bir saniye daha kalamadı. Onu bu hale getirene göz yummuş olmanın yükü sırtına binerken, geri döndü. Hemşire kapıya ulaşmadan o çoktan uzaklaşmıştı. Ama koridorun duvarlarına çarpan fısıltısı hâlâ onunla birlikteydi. “Bir şekilde affet beni Derin kaldıramıyorum.”
Ve en son içeriye biri daha girdi. Yiğit.
Diğerleri gibi kapının önünde durmadı. Ne tereddüt etti, ne de bakışlarını kaçırdı. Adımlarında kararlılık, duruşunda geçmişin kanayan izleri vardı. Yavaşça kıza yaklaştı. Bütün dünya geride kalmış gibiydi; o an, odada sadece o ve Mavi vardı.
Ve tam o anda, cihazdan gelen ritmik bip sesi bir an için hızlandı. Çok hafif, ama fark edilir bir artış yaşandı. Mavi’nin solgun yüzü, neredeyse fark edilmeyecek kadar bir ton pembeye dönüştü. Yüz kasları gevşedi, ellerindeki o sert kasılma çözüldü. Bedeni, buzdan çıkmış da yeni yeni ısınmaya başlıyormuş gibiydi.
"Mavi," dedi Yiğit. Fısıltısı, duvarları çatlatacak kadar doluydu. Yatağın başucuna çöktü, eline dokunmadan sadece yakınına eğildi. "Mavi..."
Gözleri doluydu. Ama gözyaşları akmadı. Acı o kadar derinleşmişti ki, artık taşmış bir duygu değil, bir sessizlik olmuştu. "Ben geldim," dedi. "Sen gittin sandım..."
Yeşil gözleri, Mavi’nin yüzünde sabitlenmişti. Ve ne zaman onun adını fısıldasa, o gözlerin rengi daha da koyulaşıyordu. Bir çam ormanı gibiydi gözleri sakin, derin, içinden çıkılamayan bir karanlıkta doluydu. "Onun emanetini kendim yüzümden kaybettim sandım..." Dakikalar boyunca konuşmadı. Sadece özür diledi. Sessizce. İçten. Ve çaresizce.
“Bana gelmen için zaman gerekti, biliyorum,” dedi sonunda. “Ama artık buradayım. Sadece biraz daha zaman hayatını korumam gerek. Sana onu unutturamam. Ama artık yalnız değilsin.”
Çünkü Mavi'nin kuyusunu kazanlar hâlâ dışarıdaydı. Gökhan ile ayıranlar hâlâ bir yerlerde kalanlar için duruyordu. Ve ona yardım eden hiç kimse yoktu.
Ta ki şimdiye kadar.
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.86k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |