Mavi evden çıkar çıkmaz ben de peşinden çıktım. Nereye gittiğini bilmiyordum ama onu izlemek, varlığını hissetmek bile içimde tuhaf bir huzur bırakıyordu. Onunla aynı havayı solumak bile bazen yetiyordu. Ama yetmesi gerektiği için mi, yoksa başka çarem olmadığı için mi bilemiyordum.
Bu düşünceleri zihnimden uzaklaştırarak abimin yanına gitmek istedim. İbrahim Albay… Benim öz abim değildi belki ama bana her zaman abilik yaptı. Küçükken nereye gideceğimi bilmediğimde, yaralarımı saracak kimsem olmadığında o vardı. Beni yalnız bırakmadı. Vurulduğumda kendi evine aldı, tedavi etti, iyileşene kadar başımda bekledi. Bana hiç sahip olmadığım bir aileyi verdi. Çoğu kişinin bu bağı bilmemesi gibi, Mavi de bilmiyordu.
Mavi… Onun sürekli yanında olmak istiyordum. Ama buna hakkım var mıydı? Kendi yaralarını bile saramazken, onun yanında olmaya layık mıydım? Bunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ondan uzak kalmanın beni her geçen gün biraz daha eksilttiğiydi.
Albayın odasının kapısına geldim ve duraksadım. Kapının koyu ahşabı, yılların yorgunluğunu taşıyor gibiydi. Derin bir nefes alarak elimle üç kez sertçe vurdum. İçeriden gelen ses dışında koridorda ölüm sessizliği hâkimdi.
Bir süre bekledim. İçeriden hâlâ ses yoktu ama acele edemezdim. Otoritesine saygım vardı ve bu saygıyı her zaman göstermem gerektiğini biliyordum.
Sonunda beklediğim komut geldi. "Gir."
Kapıyı açıp içeri adım attığımda, odadaki ağır havayı hemen hissettim. Raflara dizilmiş düzenli dosyalar, masanın üzerindeki titizlikle sıralanmış evraklar… Her şey, buranın sahibinin disiplinini yansıtıyordu.
Hazır ol pozisyonuna geçerek asker selamı verdim. Karşımdaki adamın gözleri bir anlığına küçüldü. Beni beklemiyordu, bu belli oluyordu. Kaşlarını hafifçe çatarak yüzüme baktı, sorgulayan bir ifadeyle.
Ben ise suskun kaldım. Albay’ın gözlerinin içine baktım, yıllardır bana abilik yapan adamın bakışlarındaki o sertlik, altında saklı bir merakla birleşmişti.
"Yiğit?" dedi, sesi sorgular bir tona bürünmüştü.
Karşısında dikilirken içimdeki heyecanı bastırmaya çalışıyordum. İbrahim Albay, sadece bir komutan değildi benim için. Bir aile, bir sığınak, belki de geçmişimin en büyük dayanağıydı. Ama şu an onun karşısında bir asker değil, bir kardeş gibi durmak istiyordum.
"Rütbeden çıkmanızı talep ediyorum." dedim hızlıca. Sesimde sabırsız bir titreme vardı. İçimde birikenleri daha fazla tutmak istemiyordum.
Albay, gözlerimin içine baktı. Beni süzdü, birkaç saniye düşündü. Sonra yüzündeki sert çizgiler hafifledi.
O an düşünmeden ileri atıldım ve ona sarıldım. Kollarıma aldığımdan daha büyük bir sıcaklıkla karşılık verdi. Gerçekten de özlemiştik birbirimizi. Yıllardır üzerimize çöken mesafe, tek bir anın içinde eriyip gitmişti.
Bir süre sessizlik oldu. Sarılmamı gevşetip geri çekildiğimde, yüzündeki endişeli ifadeyi fark ettim.
"Bir şey mi oldu?" diye sordu, sesi alttan alta bir kaygı taşıyordu.
Derin bir nefes aldım. Ellerimi arkada birleştirip başımı eğdim. "Oldu."
Kaşları biraz daha çatıldı. "Ne oldu?"
Başımı kaldırıp gözlerine baktım. O an kelimeleri tartıp tartmamam gerektiğini düşündüm ama artık geri dönüş yoktu.
Yeni olmamıştı, bunu ikimiz de biliyorduk. Ama o bilmeli miydi? Bunu gerçekten söylemem gerekiyor muydu? İşte bunu bilmiyordum…
"Kime lan? Geç otur şuraya, anlat bakalım." dedi İbrahim Albay, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Sesinde sert ama bir o kadar da meraklı bir ton vardı.
Kendi koltuğuna geçti ve sırtını yasladı. Otoritesini her zaman hissettiren duruşu, şimdi daha çok bir ağabeyin dinlemeye hazır hali gibiydi.
Derin bir nefes alarak karşısındaki sandalyeye oturdum. Dizlerimi dirseklerimle destekleyip öne eğildim. "Mor gözlü süper kahramana." dedim sessizce, ama kesin bir ifadeyle.
İbrahim Albay'ın kaşları çatıldı. Gözlerini kısıp beni süzdü. Sorgulayan bakışları, sanki zihnimin içine bakıyormuş gibi keskinleşti.
Mor gözlü süper kahraman… O, kendini öyle çağırmıyordu ama onun kurduğu yuvalardaki bütün çocuklar ona böyle diyordu. Gözleri, umudu anlatan bir masal gibiydi. Ve benim için de bir süper kahramandı.
Albay’ın yüzü bir an gerildi, bakışları sertleşti. "Ben hayatımda tek bir mor gözlü kız tanıyorum. İnşallah o değildir." dedi, sesi alışılmadık bir ciddiyet taşıyordu.
Gülümsedim. Geri çekilmedim, sözlerimi değiştirmedim.
"Ben, Mavi Yaren’e aşık oldum abi."
O an, karşımdaki adamın ifadesi değişti. Şok içinde gözlerini kocaman açtı. Bana uzun uzun baktı, bir şey söyleyecek gibiydi ama kelimeler dudaklarında asılı kaldı. O anı unutmam mümkün değildi
"Aşık ola ola Yaren’i mi buldun lan?" dedi Albay, inanmaz bir ses tonuyla. Başını hafifçe iki yana salladı, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir hayal kırıklığı vardı. "Unut Yiğit, o kızı unut. Hayatına kimseyi almaz o. Hem kendisi buz gibi. Başkasına aşık, Yiğit. O kızın kalbinde yer yok."
Sözleri sanki göğsüme ağır bir taş bırakıyordu ama bunları ilk kez duymuyordum. Defalarca kez kendime de söylemiştim. Derin bir nefes alıp gözlerimi kaçırmadan cevap verdim. "Biliyorum abi."
Albay kaşlarını çatıp sandalyesine iyice yaslandı. Kollarını göğsünde kavuşturdu ve gözlerini kısıp beni süzdü.
"Ee Yiğit, madem biliyorsun, neden geldin buraya kadar? dedi, sesinde sabırsız bir merak vardı.
Yutkundum. Derin bir nefes alıp sırtımı dikleştirdim. "Burada konuştuklarımız ikimizin arasında kalacaksa sana anlatmam gereken şeyler var."
Albay, kaşlarını kaldırıp hafifçe başını yana eğdi. "Lan, ne zaman senin sırlarını başkasına anlattım?" dedi, gözlerinde ciddiyetle karışık hafif bir sitem vardı.
Bir an düşündüm. Gerçekten de bugüne kadar ağzından tek kelime kaçırmamıştı. Ona güvenebilirdim.
"Abi, Mavi’nin başı büyük belada." dedim, sesimdeki endişeyi saklayamadan.
O an odadaki hava değişti. Albay’ın yüzü anında ciddileşti, gözleri keskin bir ışıkla parladı.
"O ne demek lan?" dedi, sesi daha tok ve daha sert çıkmıştı.
İçimde bir şeyler sıkışıyordu. Düşüncelerimi toparlamak zorundaydım ama zamanım yoktu. "Abi, biz Mavi ile mezarlıkta karşılaştık. Gökhan’a ait olduğunu düşündüğü mezarlıkta." dedim sonunda.
Sözlerim biter bitmez Albay’ın yüzündeki sertlik iki katına çıktı. Kaşları daha da çatıldı, nefesi ağırlaştı.
"Sen ne diyorsun Yiğit?" dedi, sesi tehditkâr bir tona bürünmüştü. "Gökhan’ı nereden tanıyorsun? Gökhan… yoksa yaşıyor mu?"
Gözlerimin içine bakıyordu. O an Albay’ın gözlerinde gördüğüm şey sadece şaşkınlık değildi. Korku da vardı.
Sözler ağzımdan döküldüğünde, odada bir an için zaman durdu. Albay’ın yüzü anında dondu. Gözbebekleri büyüdü, nefesi kesildi. Belli ki böyle bir şeyi duymaya hiç hazırlıklı değildi.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan?" dedi, sesi gergin ve şüphe doluydu.
Başımı iki yana salladım. Ağzımı açıp konuşabilirdim ama kelimeler yetersizdi. Ona kanıt göstermem gerekiyordu.
Sessizce üzerimdeki hırkayı çıkardım. Sonra ağır hareketlerle tişörtümü de sıyırdım. Göğsüm çıplakken, bir adım atıp Albay’ın önüne geldim. Ona sırtımı döndüm.
"Hatırlıyor musun?" dedim, sesim titremeden. "Bana bir keresinde ‘Senin sırtında neden M şeklinde bir iz var?’ diye sormuştun."
Odada derin bir sessizlik oldu. Albay’ın nefesi sertleşti.
"Bu izi yapan kişi Mavi’ydi." dedim yavaşça. "Çocuk aklımla kazıdım o harfi tenime. Ve iyi ki de yapmışım."
Arkamı döndüğümde Albay hâlâ bana şaşkınlıkla bakıyordu. Gözleri hafifçe kısılmış, kaşları çatılmıştı. Ona biraz daha kanıt gerekiyordu.
Boynuma uzanıp künyemi ve zincirime takılı küçük kolyeyi çıkardım. Albay’a doğru kaldırdım.
"Bak…" dedim, sesi titrek çıkan ilk kelimemdi. "Bu, Mavi’nin bana vurulmadan önce taktığı kolye."
Albay’ın bakışları sertleşti ama içinde o derin şok hâlâ vardı.
"Bizim ayrıldığımız gün, ikimizin de doğum günüydü. Aslında, onun gerçek doğum günü yirmi dört Kasım değildi."
Albay, dikkatle beni dinliyordu.
"Benim doğum günüm yirmi dört Kasım’dı. Ama Mavi’yi, bizim Ilgaz’ın kucağına verdikleri tarih de yirmi dört Kasım'mış." diye devam ettim.
Derin bir nefes aldım. O günü hatırlamak, içimde bir şeyleri kanatıyordu. Ama anlatmalıydım.
"Mavi, o günü kendisinin yeniden doğduğu gün olarak kabul etti. Bu yüzden doğum gününü o tarihe aldı."
Bunu söyledikten sonra tişörtümü tekrar üzerime geçirdim. Az önce kalktığım sandalyeye geri oturdum.
Albay, gözlerini üzerimden ayırmadan bana bakıyordu. Şok dalgasının yerini anlamaya çalışan, kabullenmek istemeyen ama inkâr da edemeyen bir bakış almıştı.
Sözlerim odanın içine ağır bir taş gibi düştü. Albay, ifadesiz bir suratla bana bakıyordu ama gözlerindeki şüpheyi görebiliyordum.
"Bilmiyorum abi, Elif’in Mavi’den ne istediğini bilmiyorum ama bize Mavi’nin bir terörist olduğunu söyledi."
Albay’ın kaşları çatıldı. Sözlerim ona mantıklı gelmiyordu, gelmemeliydi de. Ama devam ettim.
"Bir fotoğraf gösterdi." diye ekledim. "Evet, fotoğraftaki kişi Mavi’ydi. Ama gözleri mor değil, kahverengiydi."
Albay’ın nefesi fark edilir şekilde hızlandı.
"Abi, Mavi’yi o mezarlığa getirme sebebi neydi bilmiyorum. Ama onun ölmesini istiyordu."
Albay, masanın kenarına yaslandı. Söylediklerim ona fazla geliyordu, bunu anlıyordum. Ama daha bitmemişti.
"Bunu kendi yapmış gibi görünmek istemedi. O yüzden silahı önce kendine doğrulttu."
"Biliyordu…" diye fısıldadım. "Mavi’nin merhametini çok iyi biliyordu. Kumar oynadı ve kazandı. Mavi, Elif yüzünden vuruldu."
"Ölümcül müydü?" diye sordu Albay, sesi kısık ama sertti.
"Hayır." dedim. "Ama olabilirdi."
Albay’ın çenesindeki kaslar gerildi. Gözlerini kısmış, söylediklerimi tartıyordu. Ama daha fazlası vardı.
"Abi, Mavi’nin açtığı yuvaları biliyorsun." diye devam ettim. "Orada yaşayan yüzlerce çocuk var. O çocukları kurtarırken Mavi, kendine çok fazla düşman edindi."
Albay, kollarını göğsünde bağladı. Derin bir nefes aldı ama bir şey söylemedi.
"Mavi’nin ölümü için birden fazla katili bir araya getirmişler abi."
Gözlerini bana dikti. O an, Albay İbrahim’in askeri kimliği devreye girmişti. İçinde bir yerlerde bu işi çözmek isteyen adam uyanmıştı.
"Ve Elif’in bu işte bir parmağı var mı bilmiyorum." diye ekledim. "Ama içimde kötü bir his var abi. Çok kötü bir his."
Albay hâlâ sessizdi ama yüzünden neler düşündüğünü okuyabiliyordum.
"Ve Mavi’nin Elif’e karşı duyduğu nefret… Abi, Mavi benim vurulmamdan Elif’i sorumlu tutuyor."
Bu sefer gözleri hafifçe açıldı.
Başımı iki yana salladım. "Hayır, bana anlatmadı. Ama ben anladım. Olayı çözmeye çalışıyorum. Ve bugün…" İç geçirdim. Ellerimi yumruk yaptım. "Bugün her şeyi Elif’ten öğreneceğim."
"Yiğit, Yaren’i kaybedebiliriz!" Albayın sesi öfkeli ve endişeliydi. Gözlerimin içine bakarak devam etti. "Sen neden söylemiyorsun Gökhan olduğunu? Oğlum, kız acı çekiyor, görmüyor musun?"
Yutkundum. Bunu söylemek ne kadar kolay olabilirdi ki? Mavi’yi korumak için susuyordum. Kendi acısını yaşarken, daha büyük bir kâbusun içine çekilmesine izin veremezdim.
"Tehdit ediliyorum, abi." dedim. Sesim titremedi ama içimde fırtınalar kopuyordu. "Eğer Mavi’ye kim olduğumu söylersem, onu öldürmek için daha fazla adam tutacaklar. Sadece o değil… Yaman ve Ilgaz’ı da öldürmekle tehdit ediliyorum."
Albay derin bir nefes aldı. Masanın kenarına yaslanarak gözlerini kıstı. "Sadece Yaman ve Ilgaz mı?" diye sordu, sesi şüphe doluydu. "Elif’le tehdit edildin mi daha önce?"
Bir an duraksadım. Elif’in bu işin neresinde olduğunu bilmiyordum ama hislerim iyi bir şey söylemiyordu. "Hayır." dedim, fazla düşünmeden.
Albay, bir süre düşündü. Sonra kaşlarını çattı. "Bu bile onun bu işle bağlantısı olduğunu gösterir."
Gözlerimi kıstım. Elif’in bir şekilde işin içinde olduğuna mı inanıyordu? Yoksa…
"Abi, sen ne demeye çalışıyorsun?"
Albay başını iki yana salladı, içini çekti. Sesi yorgundu ama hâlâ sertti. "Yaren akıllı bir kızdır. Eğer başı beladaysa hisseder. Onun hislerine güvenmediğim için o kadar pişmanım ki…"
Albay, derin bir nefes alarak bana baktı. Gözleri hırs ve pişmanlık doluydu. "Yaren’in bulunduğu time hain sızmış." dedi sonunda. "Akın Yüzbaşı tutsak edildi. Kanı bozuklar tarafından. Adamı bir yere kapatıp başka bir time sızmaya gelmişler. Üç gün oldu."
Söyledikleri beynimde yankılandı.
"Evet, Yiğit. Ve Yaren beni daha ilk günden uyarmıştı." dedi dişlerini sıkarak. "Ama ben ne yaptım? Ona inanmak yerine bağırıp çağırdım, yolladım." Albay yumruğunu sıktı. O kadar öfkeliydi ki, neredeyse kendine zarar verecekti. "Ve şimdi…" diye devam etti, başıyla bilgisayarını işaret ederek. "Zaten o haini konuşturuyor."
Hızlı adımlarla bilgisayarın yanına gittim. Ekrana baktığım an, vücudumdaki tüm kanın çekildiğini hissettim.
Gözlerinin içine bakarak, karşısındaki adama meydan okuyordu. O meşhur mor gözleri, önündeki adamın ruhunu söküp alacak gibi parlıyordu. Sinirlerim tepeme çıktı. Dişlerimi sıktım.
Bu kız her zaman ateşle oynuyordu.
Ama bu sefer… Yanmasını izleyemezdim.
Adamın gözlerinin içine bakıyor bu." diyerek homurdandım, dişlerimi sıkarak.
Albay, gözlerini ekrandan ayırmadan başını salladı.
"Yaren değişik bir kızdır, Yiğit." dedi. Sesinde hem hayranlık hem de bir uyarı vardı. "Ya öldüresiye nefret ettiği birinin tam gözlerinin içine bakar ya da delicesine sevdiği birinin. Ama bugüne kadar sevip de gözlerinin içine baktığı birini hiç duymadım. Hatta Toprak Timi’nde bile kimseye böyle bakmadı."
"Yaren, Toprak Timi’nin en küçüğü. Bir ay sonra yirmi beş olacak."
Ama şimdi Mavi benim gözlerimin içine bakmıştı.
Düşünceler beynimi kemirirken, Albay sert bir şekilde döndü ve gözlerini gözlerime kilitledi.
"Sen git şu Elif’le konuş." dedi, sesi tok ve buyurgandı. "Bana bak, Yiğit. Eğer o kız yüzünden Yaren’in kılına zarar gelirse… Onu doğduğuna pişman ederim."
Ama içimdeki öfke dalga dalga yükseliyordu. Yumruğumu sıktım.
"Sana kalmaz, abi." dedim, sesim artık bir tehdit kadar keskindi. "O kız yüzünden benim güzelime bir şey olursa… O zaman kardeş mardeş dinlemem."
Aramızdaki gerilim elle tutulur hâle gelmişti ama ikimiz de aynı şeyi istiyorduk.
Ne yapacağımızı biraz daha konuştuktan sonra, Albay beni Elif ile konuşmam için yolladı. Hiç vakit kaybetmeden dışarı çıktım ve Toprak Timi’nin olduğu yere yöneldim.
Girdiğimde, beni gören askerlerin yüzlerinde şaşkınlık belirdi. Kısa bir an süren sessizliğin ardından, hepsi selam vererek toparlandılar.
Ama ben onların selamına değil, birazdan öğreneceğim gerçeklere odaklanmıştım.
Bugün, bazı maskeler düşecekti.
"Komutanım, Yaren Komutan görev için hazırlanıyor." dedi Batur.
Başımı salladım. "Buraya Mavi için gelmedim."
Batur’un yüzü ciddileşti. "Komutanım, Yaren Komutanım için ‘Mavi’ kelimesini kullanmasanız iyi olur. Bu konuda fazlasıyla hassas."
Aren lafa girdi. "Ama şunu bilin, şu an Yaren Komutan, Maho’yu yeni bir yöntemle bülbül gibi konuşturuyor."
Batur kıkırdayarak ekledi. "İlk kez işkence etmeden birini çözüyor."
Kaan parmaklarını şıklatarak ekledi. "Kan yok."
Davut omzunu silkti. "Silah yok."
Aren parmaklarıyla sayarak devam etti. "Levye, bıçak, yumruk, bahçe makası, pense... Hiçbiri yok."
İçimde bir huzursuzluk yükseldi. Yaren, Maho gibi inatçı birini nasıl konuşturuyordu?
Sorgu odasına yönelmek istedim ama içimde başka bir his daha vardı. Daha güçlü, daha keskin bir his.
Aslında onu bulduğum ilk günden beri her saniye görmek istiyordum. Ona sarılmak, varlığını hissetmek, hatta sadece birkaç saniye bile olsa nefesini duymak istiyordum. Ama yapamıyordum.
Geceleri onu düşünmekten uyuyamadığım anlar oluyordu. Başımı yastığa koyduğumda bile zihnimde onun sesi yankılanıyordu.
O kokuyu ilk kez, gece baygınken boynuna yüzümü gömdüğümde içime çekmiştim. Huzurun bir kokusu olsaydı, kesinlikle öyle kokardı. Ama onun kokusunu başka hiçbir şeye benzetemiyordum.
Onun yokluğunda aynı kokuyu taşıyan bir parfüm, bir esinti, herhangi bir şey aradım ama asla bulamadım.
Çünkü o koku yalnızca Mavi’ye aitti.
Ve ben o kokunun peşinden, farkında olmadan sonsuz bir uçuruma düşüyordum.
Telefondan bir fotoğrafını açtım ve yorgun bedenimi duvarın dibine bıraktım. Parmaklarım ekrana hafifçe dokunurken, yüzümde aptal bir gülümseme belirdi. Gözlerim, fotoğraftaki yüzünün her detayını ezberliyormuş gibi üzerinde gezindi. Cüzdanımın içinde de ikimize ait tek bir fotoğraf vardı. Eskimiş, köşeleri kıvrılmış, ama yine de en değerli eşyam... O kareyi başımızda Efe denen şerefsiz çekmişti. Bizi beş kişi olarak satamazdı, bunu biliyordum. Çünkü birimizi satması demek, geride kalan dört kişinin ona bela olması demekti. O yüzden beşimizi de aynı kişiye satmak zorundaydı.
Fotoğrafın büyüsüne kapılmış haldeyken telefonum çaldı. Gelen aramaya baktığımda kalbim bir anlığına duracak gibi oldu—Mavi. Parmaklarım tereddütsüz ekrana kaydı ve heyecanla telefonu açtım.
Aferin Yiğit, kız arama beklediğini sanacak.
“Alo, Yiğit.” Güzel sesi kulaklarımı doldurduğunda istemsizce gülümsedim. Mavi genelde beni aramazdı, arayacak olsa Yaman'ı ya da Ilgaz'ı arardı.
“Mavi, bir şey mi oldu?” diye sordum hızla. Az önce kameradan gördüğümde durumu fena değildi ama sonuçta yarası vardı ve ateşi de düşmemişti.
“Yok, hayır. Göreve gidiyorum ben. Haber verirsin abimle kardeşime,” dedi.
Sözleri içimi tuhaf bir sıcaklıkla doldurdu. Kardeşlerini kabul etmişti. Ilgaz ve Yaman’ın bunu duymaya ihtiyacı vardı. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. O an ne kadar yorgun olursam olayım, içimde bir şeyler yeniden canlanmıştı.
Telefondan sessizce ses kaydediciyi açtım ve sakince konuştum.
“Ne dedin sen? Çekmiyor Mavi,” dedim, numaradan.
Mavi’nin onları tekrar kabul ettiğini duymaları gerekiyordu. Belki de ilk defa, kendilerini gerçekten bir aile gibi hissedeceklerdi.
“Göreve gidiyorum, abim ile kardeşime haber ver. Merak eder onlar. Ulaşamazsınız bana. Sen de askersin, zaten biliyorsun.” Sesinde alışılmış ciddiyeti vardı, ama kelimelerinin arasında belirsiz bir ağırlık saklıydı. Ardından kısa bir sessizlik oldu. “Bir de Yiğit, senden bir şey isteyebilir miyim?”
Şaşırmıştım. Mavi’yi tanıyordum; onun güvenini kazanmak, en sert savaşı kazanmaktan zordu. Birine ihtiyacı olduğunda bile sessiz kalmayı tercih ederdi. Ama şimdi, benden bir şey istiyordu.
“Tabii ki, Mavi. Ne istersen,” dedim, sesim her zamankinden daha yumuşaktı.
“Ben şimdi göreve gitmeden önce Gökhan’ın mezarına kırmızı gül bırakmak istiyordum, ama bu sefer götüremiyorum. Benim için sen bırakır mısın?”
Gözlerimi yumdum. Bir an için içimde bir boşluk hissettim. Mavi, her zaman bir mezara çiçek bırakıyordu… Ama hep beyaz güller seçerdi. Şimdi kırmızı bir gül istemesi, kalbimi sıkıştırdı. Boğazım düğümlendi.
O, hep boş bir mezara mı gül bırakıyordu?
Bu düşünce içimi paramparça etti. Küçükken, Mavi’nin en büyük korkusunun yalnız ölmek olduğunu biliyordum. Ölürken en azından yanında birinin olmasını istiyordu. O, kimsesizler mezarlığında gömüleceğini kabullenmişti. Bu düşünce onu çocuk yaşında bile yalnızlaştırmıştı.
“Gökhan,” demişti yıldızlara bakarken. Küçük bedeni, gecenin serinliği içinde hafifçe titriyordu.
“Efendim,” dedim, yanına uzanıp ben de yıldızları izliyormuş gibi yaparken. Ama aslında gözlerim ondan ayrılmıyordu. Çünkü o benim en parlak yıldızımdı.
Şimdi ise, aynı gökyüzü altında, o yıldızın giderek sönmesine engel olamıyordum.
“Her zaman mezarına mı gidiyorsun?” diye sordum.
Sözünü tutuyordu Mavi. Ama bu sefer bir fark vardı. Beyaz güller yerine kırmızı istemişti.
“Evet,” dedi yavaşça. “Sinirlerim bozuk. Onu görmeden, vedalaşmadan gidiyorum.”
Gözlerimi sıktım. Aslında vedalaşıyordu, ama kendisi farkında değildi.
“Aslında vedalaşıyorsun da, sen bilmiyorsun güzelim,” diye mırıldandım.
Mavi derin bir nefes aldı. “Yiğit, görüşürüz.”
“Dikkat et kendine, Mavi. Görüşürüz,” dedim.
Telefon kapandı. Sessizlik çökünce içimde bir huzursuzluk büyüdü.
Ayağa kalktım ve hızla arabaya yöneldim. Motoru çalıştırırken düşünceler zihnimde yankılanıyordu.
Elif’in yanına gidip öğrenmem gereken çok şey vardı.
Mavi, ona ne yapmıştı ki Elif, biricik kardeşinin ölümünü istiyordu?
Eskiden onların arasından su sızmazdı. Şimdi ise biri diğerinin canına kastediyordu.
Mavi o mezarlıkta ne demeye çalışmıştı?
Aklımdan o mezarlıkta söylediği hiçbir şey çıkmıyordu. Kelimeler, beynimin en ücra köşelerine kazınmıştı sanki. O gün, o mezarlığa gitmemek için Elif fazlasıyla ısrar etmişti. Neredeyse zorla eve tekrar sürüklemişti beni. Oraya gittiğimizde de her an bir diken üzerinde gibiydi.
O mezara gitmememiz için Elif neden bu kadar ısrarcıydı? Mavi’nin oraya geleceğini nasıl bu kadar iyi biliyordu?
Elif, Mavi ile ilgili planları ne zamandır kuruyordu?
Direksiyonu sıkarken parmaklarımın eklemleri gerildi. İçimdeki öfke, yerini belirsiz bir korkuya bırakıyordu. Mavi, bunun farkında mıydı?
Arabayı hızlandırarak yolda ilerledim. Ilgaz ve Ateş’i de aradım, ikisini de arabaya aldım. Onlara tek kelime etmeden telefonumu açtım ve ses kaydına aldığım Mavi’nin sesini dinlettim.
Ilgaz’ın gözleri kocaman açıldı, sesi titredi. “Yaren… bana tekrar abi mi dedi?” Kelimeler boğazında düğümlenmişti. Mavi’nin onu asla affetmeyeceğini sanıyordu.
“Bana da kardeşim demiş lan?” dedi Yaman, şaşkınlıkla. Telefonumu eline aldı, bir an bile gözlerini ekrandan ayırmadı. Gözlerinin içi gülüyordu. Onlara bakarken ben de gülümsedim. İçlerinde yıllardır taşıdıkları acı, yerini umut kırıntılarına bırakıyordu.
Ses kaydını ikisi de hemen kendilerine attı.
“Oğlum, Mavi ses kaydı aldığımı öğrenirse beni öldürür,” dedim. Hafifçe gülümsemeye çalıştım ama içimde sıkışan o duygu, mutluluğun önüne geçti.
Ses kaydının devamını dinlediklerinde, ikisinin de gözlerinden birer damla yaş süzüldü.
“Oğlum, söyle lan kıza. Acı çekiyor, görmüyor musun?” dedi Ilgaz. “Seni istiyor o.”
Bunu duymak, içimde bir yerleri acıttı.
“Yapamam,” dedim, gözlerimi yola sabitleyerek. “Eğer söylersem, sizin de onun da hayatını tehlikeye atmış olurum. Bilmiyor musunuz sanki?”
Ben de istiyordum. Onun yanında olmayı, ona tam anlamıyla kavuşmayı istiyordum ama yapamıyordum.
Yaman derin bir nefes aldı, sesi çatallandı. “Kız sence yaşıyor mu, Yiğit?”
Bu soruya cevap vermek, nefes almak kadar zor geldi.
“Vurulduktan sonra verdiğimiz ilaçlarla uyutuyorduk. Hepimizin adını sayıkladı… ama en çok Gökhan dedi.”
O ismi duyduğumda içimde bir şeyler koptu.
“Eskiden hayat doluydu Mavi’nin gözleri. Şimdi ise… bomboş. Hiçlik var. Hayattan bir beklentisi yok. Yaşamak bile istemiyor. Oğlum, kız bize bağlanmaktan korkuyor lan.”
Yaman’ın sesi çatladı, Ilgaz gözlerini kaçırdı.
“Tekrar bizi kaybedeceği korkusu ile yaşamamak için bize bağlanmaktan korkuyor. Söyle oğlum… Zeze’me söyle, yine gelsin o hayat enerjisi. Bizi tekrar kaybetmeyeceğine inansın.”
Sonuna kadar haklıydı hemde...
Ama bazı şeyler sadece istemekle olmuyordu
“Söyleyeceğim,” dedim Yaman’a. “Ama önce Elif’in derdini öğrenelim.”
Ardından Ilgaz’a döndüm, sesi hâlâ titriyordu. “Sen gelme istiyorsan.”
Ilgaz çocukluğundan beri seviyordu Elif’i. Onun için her şeyi yapardı ama Elif’in ona aynı şekilde hissettiğinden hiçbir zaman emin olamamıştı. Şu an araları nasıldı bilmiyordum ama Elif’in Mavi’ye zarar vermek isteyebileceği düşüncesi bile Ilgaz’ı mahvedebilirdi.
Ilgaz, dudaklarını sıktı. Gözleri öfkeyle parladı. “Hayır,” dedi. “Kardeşimle derdi neymiş öğrenelim Yiğit. Benim kardeşime bunu yapanın içinde tek bir güzel duygu kalmaz.”
Başımı hafifçe salladım. Ilgaz, Mavi’ye farklı bir bağla bağlıydı. Vefat eden öz kardeşinin yerine koymuştu onu. Onun için Mavi sadece bir arkadaş değil, kan bağı olmayan ama ruh bağıyla bağlı olduğu biriydi.
Elif’in kaldığı yere geldiğimizde hava ağır ve boğucuydu. Bina eskiydi, duvarları çatlaklarla doluydu. Sokakta tek tük yanan lambalar vardı ve her şey fazlasıyla sessizdi. Merdivenlerden hızla çıktık.
Kapının önüne geldiğimizde, metal yüzeyin ardında kimin olduğuna dair hiçbir şüphem yoktu. Kapıyı sertçe çaldım. Çok geçmeden açtı.
Elif’in yüzü her zamanki gibi ifadesizdi ama gözlerinde belli belirsiz bir şaşkınlık vardı. Bakışlarını hızla üzerimizde gezdirdi.
“Yiğit,” dedi. “Hoş geldiniz. Beklemiyordum sizi. Buyurun, girin.”
Kapının kenarına çekildi. Teker teker içeri girdik. Oda eskiden lüks olduğu belli olan ama şimdi terk edilmiş bir otel odasına benzeyen bir yerdi. Perdeler solmuş, pencereyi tamamen kapatıyordu. Loş ışık tavan lambasından süzülüyordu. Koltuklar deri kaplıydı ama üzerlerinde sigara yanıkları ve yırtıklar vardı.
Elif, kapıyı kapattıktan sonra karşımıza dikildi.
“Otur, Elif,” dedim, tekli koltuğu işaret ederek.
Anlamaz gözlerle baktı. “Bir şey mi oldu, Yiğit?”
Bir anlık tereddütten sonra, kaşlarını çatarak koltuğa geçti. Bacak bacak üstüne attı ve bize boş bir ifade ile baktı.
Gözlerini doğrudan gözlerime kilitledim.
“Mavi’mden ne istiyorsun?” dedim.
Elif’in kaşları hafifçe yukarı kalktı. “Mavi’den?” Kafa salladım.
“Benim Mavi’mden ne istiyorsun?” diye tekrarladım. Sesimi daha da keskinleştirdim.
Elif bir an durdu, sonra yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirdi. “Ben ne isteyebilirim ki ondan?” dedi. Sesi hafifçe alaycıydı. “Ona ait olan her şeye zaten sahibim.” Bu cümle, Yaman’ın sabrını tamamen tüketti. Yaman, ilk kez birine karşı bu kadar açıkça nefretle bakıyordu.
Elif’in oturduğu koltuğun önünde bir adım attı. Gölgeler, Yaman’ın gergin yüz hatlarını iyice keskinleştiriyordu. Sert çene hattı gerilmiş, gözleri karanlık bir öfkeyle doluydu.
“Kardeşimden ne istiyorsun, Elif?” diye sordu. Sesi buz gibiydi. Elif gözlerini kaçırmadı ama yutkundu.
Ve biz o gerçeği öğrenene kadar buradan ayrılmayacaktık.
“Yaman, ben de senin kardeşinim,” dedi Elif.
Yaman’ın gözleri anında karardı. Çenesini sıktı, yumruklarını sıktığını görebiliyordum. Bir adım attı ve tam karşısına dikildi. “Sen benim hiçbir şeyim değilsin,” dedi, sesi buz gibiydi. Bir an sonra Elif’in çenesini tuttu, onu kendine bakmaya zorladı. Parmaklarının baskısı öfkesinin büyüklüğünü anlatıyordu. “Elif, bak,” dedi Yaman, sesi düşük ama tehditkârdı. “Benim kardeşimden ne istediğini söyle.”
Yaman’ın böyle öfkelendiğini daha önce yalnızca bir kere görmüştüm. Mavi kadar olmasa da sinirlendiğinde tamamen değişirdi, tanınmaz hale gelirdi. Elif, Yaman’ın elini sertçe itti ve çenesini kurtardı. Gözlerini devirdi, umursamaz bir tavırla arkasına yaslandı.
“Ben bir şey anlamıyorum sizin dediklerinizden.”
Yaman geriye doğru birkaç adım attı ama bakışlarını Elif’ten ayırmadı.
“Elif, her şeyden haberimiz var,” dedi Ilgaz, sesi sertti. “Ne istiyorsun Yaren’den?”
Elif iç çekti, gözlerini kaçırdı. “Umurumda değilsiniz.” Bu söz, içimde bir ipi kopardı.
“Bana bak Elif!” diye bağırdım. Sesim odayı doldurdu. Elif yerinde sıçradı. Şaşkın gözlerle bana döndü. “Mavi’mden ne istiyorsun?” Birkaç saniye sessizlik oldu.
Sonra, tıpkı benim gibi o da bağırdı.
“Seni istiyorum!” Oturduğu yerden hızla ayağa kalktı. Ne duyduğumu idrak etmeye çalışırken beynim sustu, düşüncelerim darmadağın oldu.
Ilgaz, kaşlarını çatıp bir adım attı. “Ne saçmalıyorsun sen?”
Elif nefes nefese kalmıştı. Gözleri öfkeli ama aynı zamanda acıyla doluydu.
“Hayatta sadece Yiğit’i Mavi sevemiyor, değil mi?” dedi, sesi titriyordu. “Ben de seviyorum onu. Ama o şerefsiz ölüp gitmiyor! Ondan kurtulamıyorum!”
Kelimeleri duyduğum anda içimdeki öfke patladı. “Düzgün konuş lan Mavi hakkında!” diye bağırdım.
Yaman ve Ilgaz da bir anda harekete geçti ama benim öfkemi dizginlemek imkansızdı. “Ben de seviyordum seni… çocukluktan beri.” Elif’in sesi öfke ve hayal kırıklığıyla titriyordu. Gözleri dolmuş ama içinde bir pişmanlık belirtisi yoktu. “Ama beni görmedin. Sevdiğimi belli ediyordum sana. O kız sana ne verebilirse ben de verirdim! Mavi’nin ortadan kalkması gerekiyordu ama yapamazdım… tek başıma yapamazdım. Sen… sen kendi ellerinle hapse tıkacaktın onu! Onun çocuk satan bir şerefsiz olduğunu sanacaktın.”
Oda ölüm sessizliğine bürünmüştü. Hiçbirimiz bir şey söyleyemiyorduk. Elif’in sözleri boğazımıza oturmuştu.
“Bulamadım,” dedi Elif, ellerini yumruk yaparak. “Mavi’nin tek bir açığını bile bulamadım. Kız o kadar kusursuz ki tek bir hatası bile yok! Peşine adam taktığımda fark ediyordu. Her seferinde sıyrılıyordu. Hiçbir açığını bulamayınca ben de bir tane yaratmak zorunda kaldım! Ondan kurtulmam gerekiyordu!”
Ilgaz’ın yüzü solmuştu. Bembeyaz olmuştu. Gözleri, o an paramparçaydı. Sevdiği kadının, kardeşine aşık olduğunu ve onun hayatını mahvetmek için planlar kurduğunu öğrenmişti.
Elif devam etti, sesi zafer kazanmış gibi kibirliydi. “Sonra… onun açtığı yuvalarda kalan çocukların aileleri! Hepsi Mavi’ye düşman oldu! Küçük bir kıvılcım attım, alevlendiler! Ama Mavi’den de it gibi korkuyorlar.”
Yaman gözlerini kıstı, öfkesi neredeyse taşacak gibiydi. “Senin Allah belanı versin,” diye tısladı. “Benim kardeşime yaşattığın her şeyi sen de yaşayacaksın.”
Elif küçümseyerek güldü. “İşte, başlarında benim babam olunca çok da zor olmadı.” Yüreğim dondu. “Kıvılcımı ortaya attım ve bir araya gelip peşine adam taktılar. Otuz üç kişilik bir gruptu. İçlerinden biri de bendim.”
Ciğerlerime derin bir nefes çektim ama yetmedi. Öfkem içimi yakıyordu. Elif gözlerini bana dikti. “Senin vurulmana gelince, Yiğit… O gün Mavi’nin ölümü gerçekleşecekti ve sen de izleyecektin. Ama işler biraz… karıştı.”
İşte o anda Ilgaz cebinden telefonunu çıkardı. Az önceki konuşmanın her kelimesini ses kaydına almıştı. Gözleri öfkeyle yandı, ardından belinden bir kelepçe çıkardı. Elif’e bir adım attı.
“Mavi Yaren Yıldırım’ın ölümü için kurulan örgütün başında olmaktan seni tutukluyorum.”
Elif’in gözleri hızla büyüdü. Bir anlık bir tereddüt… Sonra döndü ve koşmaya başladı. “Dur!” diye bağırdık hep bir ağızdan.
Ama dinlemedi. Bütün gücümüzle peşinden koştuk. Ara sokaklara daldı, dar geçitlerden geçti. Biz de peşinden, nefes nefese koşmaya devam ettik. Sonra bir köşeyi döndü ve gözden kayboldu.
Öfkeyle yumruklarımı sıktım. Yaman duvara vurdu. Ilgaz nefesini düzenlemeye çalıştı ama titriyordu. Biraz daha etrafı tarayıp eve döndük. Ilgaz, ses kaydını karakoldaki arkadaşlarına gönderdi. Ben de komutana attım. Ilgaz, çökmüştü. İlk kez işinden izin aldı. Ve kendini odasına kapattı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.19k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |