Bilekliğimin kopuşunu izlerken içimde bir şeylerin de koptuğunu hissettim. Boncuklar parke zemine çarparken çıkan o küçük sesler, kulaklarımda uğuldayan anılara karışıyordu. O bileklik… Gökhan’ın bana son hediyesiydi. Beni en iyi tanıyan, en iyi anlayan insanın son izi… Onu kaybettiğim yetmiyormuş gibi, şimdi bana ondan kalan tek hatıra da parçalanıyordu.
Ellimle ağzımı kapatıp, yavaşça yere çöktüm. Gözyaşlarım boncukların arasına düşerken, her biri sanki içimde kalan son sıcaklık kırıntılarını da alıp götürüyordu. Yaşayamıyordum zaten. Şimdi, kalan hatıralar da teker teker yok oluyordu.
Sesli sesli ağlamıyordum. Hayır, bunu yapamazdım. Ama içimde fırtınalar koparken, dışarıdan taş gibi dimdik durmak… İşte en çok bu yoruyordu beni. Gözyaşlarım sessizce akıyor, dudaklarım titriyor ama hiçbir ses çıkmıyordu. İçimde bir çığlık vardı, koca bir fırtına… Ama dışarıdan sadece suskunluk.
Yağmurun sesi cama vuruyordu. Ağır, hızlı, acımasız… Tıpkı içimde kopan fırtına gibi. Kendimi dışarı attım. Kaçıncı sigaramı içtiğimi bile hatırlamıyordum artık. Duman boğazımı yakıyordu ama buna aldıracak halde değildim. Ciğerlerimde bir acı, boğazımda kan tadı… Üzerimdeki kıyafetler sırılsıklam olmuştu, ama ben kıpırdamıyordum bile.
Bütün gece yağmur yağıyordu ve bu benim işime geliyordu. Çünkü içimde kopanları dışarıdan da görebilmek, beni garip bir şekilde rahatlatıyordu.
Ayağa kalktım, bacaklarım titredi. Hastalığım iyice artmıştı, bunu biliyordum. Başım dönüyordu ama bunu umursayacak halde değildim. Hastalık umurumda değildi. Tek umurumda olan, şu an avuçlarımın içinde tuttuğum kopmuş bileklikti.
O bileklik, Gökhan bana ilk taktığında bileğime büyük gelmişti. Ama o, bileğimde iki tur dolayarak sıkılaştırmıştı. “Bak, artık hiç çıkmayacak.” demişti.
Benimle birlikte mezara kadar gidecek sandığım o küçük bileklik, şimdi avuçlarımda paramparça duruyordu.
Sırılsıklam bir halde eve doğru yürümeye başladım. Her adımda, su birikintileri ayak bileklerime sıçrıyordu ama umurumda bile değildi. Yağmur tenime yapışıyor, içimdeki boşluk kadar soğuktu. Üzerimdeki kıyafetler ağırlık yapmaya başlamıştı; ıslanmış kumaşın derime yapışması nefes almamı zorlaştırıyordu.
Üst kata çıktım ve kapıyı çaldım. Kimse açmadı. Bir anlığına içeride kimsenin olmadığını düşündüm ama o an kafamı toparlayacak durumda değildim. Yavaşça merdivenlere çömeldim, telefonumu cebimden çıkarıp Yiğit’i aradım. Ekrana bakınca zaten defalarca aramış olduklarını fark ettim.
Telefon birkaç kez çaldıktan sonra Yiğit'in endişeli sesi yankılandı kulaklarımda. "Alo, Mavi."
Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp uzun uzun öksürdüm. Boğazım yırtılıyormuş gibi bir his vardı; içimde biriken her şeyle birlikte ciğerlerim de yanıyordu.
"Kapının önündeyim. İsterseniz kendi evime gideyim." dedim. Sesim kısılmış, zor çıkıyordu. Bu sefer temiz hasta olmuştum, belliydi.
"Yok, bekle! Eve yakınız, beş dakikaya oradayız!" dedi Yiğit, sesi biraz daha sertti.
"Tamam." dedim kısık bir sesle ve telefonu kapattım.
Başımı merdiven korkuluklarına yasladım, gözlerimi kapattım. Yorgunluk damarlarımda ağır ağır dolaşıyordu, bedenim pes etmeye hazırlanıyordu sanki. Gökhan’ın yanına da bu yüzden uğramamıştım işte. Gitseydim, o mezarın başında olduğum gibi kalır, oradan dönemezdim.
Cebimden kalan son sigaramı çıkarıp yaktım. Dudaklarımın arasına sıkıştırdığım sigaranın dumanı, boğazıma dolarken gözlerimi kapalı tuttum. İçimde bir şeylerin hafiflediğini sandım ama yanılmıştım. Daha sigaranın yarısına bile gelmeden ayak seslerini duydum. Onlardı. Daha görmeden biliyordum. Ve bir şeyleri açıklamak zorunda kalacağımı da...
"Abim." dedi Ilgaz. Gözlerimi ağır ağır açtım. Karşımda, yüzünde hafif bir gülümsemeyle bana bakan Ilgaz vardı. Ama gözlerinde endişeyi saklayamamıştı. "Senin bu bitmek bilmeyen yağmur aşkını ne yapacağız?"
Derin bir nefes aldım, içime dolan soğuk havayla birlikte göğsüm sıkıştı. O an düşündüğüm tek şey vardı. "Bari yağmura dokunmasınlar." dedim ve yavaşça ayağa kalktım.
Yaman hemen yanıma geldi. Gözlerimin içine baktığında yüzünde hafif bir pişmanlık belirdi.
"Zeze'm, ben senden çok özür dilerim." dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. "Sana yemin ediyorum, istemeden oldu. Seni kendime çekip sarılmak isterken yanlışlıkla oldu."
Gülümsedim ona, yorgun bir gülümsemeydi ama samimiydi.
"Sorun yok. Kaza olduğunun farkındayım." dedim, sonra boğazım yanarak iki üç kere öksürdüm.
Yiğit kaşlarını çattı. "Mavi, hep ıslanmışsın. Geç içeri, üstünü değiştir, gel hemen." dedi ve cebinden anahtarını çıkarıp kapıyı açtı.
İçeri girdik. Islak kıyafetlerim tenime yapışmıştı, titriyordum ama bunu belli etmemeye çalışıyordum. "Eşyalarını benim odama kaldırdık." dedi Yiğit. "Sana odanı ayarlayana kadar aynı odayı paylaşıyoruz."
Bir anda başımı kaldırıp ona baktım. Kaşlarımı çatmıştım. "O ne demek şimdi?" dedim. "Benim odama bir yatak daha attık." dedi umursamaz bir sesle. "Evdeki en büyük oda benimkiydi, bir de Ilgaz'ınki. Ilgaz geceleri uyutmaz seni. Ben kaldım son seçenek. Hem karargahta yatakhanelerde de erkekler vardı, alışkınsın."
Bir şey demedim. Kafamı sallayıp yukarı çıktım. O kadar yorgundum ki, bu konuyu düşünmeye bile halim yoktu. Bavulumu açıp rahat bir şeyler aramaya başladım. Kıyafetlerimi elime alırken, içimde garip bir sıkıntı vardı.
Bilekliğim yoktu artık. Ve bu gerçeğin yarattığı boşluk, tüm vücuduma ağır bir şekilde çöküyordu.
Şort ve kazağı üzerime geçirip odadan çıktım. Merdivenlerden inerken içimde büyüyen öfkeyi bastırmaya çalışıyordum ama pek başarılı olduğum söylenemezdi. Adımlarım sertti, nefesim düzensiz. Kalbim, sanki kaburgalarımı kırıp dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu.
Alt kata indiğimde, masanın etrafında oturan herkesin başına geçtim. Sessizlik, ortamı bir sis gibi kaplamıştı. Hepsine tek tek göz gezdirdim.
"Şimdi beyler, birkaç sorum olacak." dedim, sesim buz gibiydi. "Doğru söylemediğinizi anladığım anda iletişimi koparırım."
Herkes bir anda yerinde dikleşti. Tedirgin bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ama umurumda bile değildi.
"Beyaz odayı kim yapmıştı?" dedim.
Ilgaz yutkundu, başını önüne eğdi. "Elif." dedi kısık bir sesle.
Kaşlarımı çattım. "O başını dik tut." dedim hızla. Sözüm üzerine anında dikleşti ama gözlerinde bir şeyler vardı. Bir pişmanlık, belki de öfkeyle karışık bir suçluluk.
"Nereden biliyormuş? O oda nasıl aynı olabilirmiş?" diye sordum, sesimdeki sertliği saklama gereği duymadan.
Ilgaz cevap veremedi. Bu sefer Yiğit devraldı. "Söylemedi. Şimdi ise kaçak, Mavi."
"Neden?" dedim ve birkaç kez öksürdüm. Boğazımın yanması umurumda bile değildi.
Yiğit bir adım yaklaştı, kaşları çatılmıştı. "Mavi, sen iyi değilsin." dedi ve Ilgaz’a döndü. "Ilgaz, saç kurutma makinesini getir. Yaman, sen de baksana bir Mavi’ye."
Bir adım geriledim. "Soruma cevap ver." dedim, ısrarcıydım.
Yaman’ın yüzü gerildi. Öfkesi o kadar belirgindi ki, neredeyse kelimeler ağzından zehir gibi dökülecekti. "Amacı seni öldürmekmiş. Sana da terörist olduğuna dair iddialar atmış ortaya." dedi, sesi öfkeyle boğulmuştu.
Bir şeyler boğazımda düğümlendi. İçimdeki öfke dalga dalga yayılıyordu. Ama en kötüsü…
Öfkem damarlarımda dolaşıyor, içimi kemiren zehir gibi yayılıyordu.
"Ne saçmalıyorsunuz lan siz? Ben onun amına koymazsam bana da Yaren demesinler!" diye gürledim, sinirimden titreyerek.
Yiğit anında sert bir bakış attı. "Sakin ol. Küfür etme." dedi, sesi en az benimki kadar gergindi. Küfür etmeme sinirlenmişti ama umurumda değildi.
Öfkemi zor bastırarak ayağa kalktım, konuşacak durumda değildim. Damarlarımda dolaşan adrenalin, beni bir saniye daha orada tutarsa duvarları yumruklayabilirdim. Sessiz adımlarla odaya gittim.
Odanın loş ışığında, bana ayrılan simsiyah yatağa oturdum. Yorganı aldım, çeneme kadar çektim. Bedenim yorgundu, başım zonkluyordu. Uyumak istiyordum, zihnimde yankılanan sesleri susturmak istiyordum.
Ama içimde hâlâ bir sıkıntı vardı. Yavaşça elimi yastığın altına attım. Silahımı yerleştirdim. Yetmedi. Hemen çakımı da açıp yastığın altına koydum.
"Kimseye güven yok." diye mırıldandım kendime.
Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan havanın bile canımı acıttığını hissettim. Gözlerimi kapattım.
Yorganı çeneme kadar çektim ama içimdeki titreme dinmiyordu. Uyumak istiyordum. Unutmak istiyordum.
Ama gözlerimi kapattığımda bile, zihnimde Gökhan'ın sesi yankılandı.
"Bunu hiç çıkarma tamam mı? Ne olursa olsun, senin şansın bu bileklik."
Ne bilekliğim kaldı, ne de şansım.
Yastığın altındaki silahın soğuk metalini hissettim. Tek hatıram buydu artık. O bir kurun ile öldürülmüştü ve bütün silahlar bana tek bir şey anlatırdı. Gökhan'ın nasıl öldüğünü.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.29k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |