(BÖLÜM KÜFÜR İÇERMEKTEDİR.2
bakın baştan uyarıyorum. Valla bir kitabım daha yayından kaldırılırsa yada hesabım kapatılırsa ativerecem kendimi bir yerlerden.
Bide beni hem şikayet ediyor hemde marifetmis gibi söylüyor bide üstüne kitaplarımı okumaya devam eden birkaç ruh hastası ile uğraşıyorum.
Her neyse ben uyarım sonra ay ben görmedim ay ben duymadım diyen olursa Mavi'nin eline veriverecem sizi.
Hadi yıldızlar kadar seviyorum sizi 😚
İYİ OKUMALAR DİLERİM. YAZIM HATASI OLURSA AF OLA.)
Görev için hazırlanmış sahte kimliğe bir kez daha baktım. Beni bile ikna edecek kadar gerçekti. Bir otel odasının içinde, boşluğun ortasında, kimliğin üstündeki Dünya Çelik ismini defalarca okudum. Sadece ismim değil, tüm hayatım değişmişti. Yeni bir kimlik, yeni bir geçmiş, yeni bir boktan düzen.
Dünya Çelik... Hah. Güldüm. Yaren ya da Mavi olmadan hiçbir adın anlamı yoktu ki.
Sözde üniversiteyi yeni bitirmişim, İstanbul Üniversitesi’nden mezunmuşum. Yirmi bir yaşındaymışım. Baya bildiğin "yeni mezun genç kız" imajı çizmişler bana. Kafam kadar yalan bir hikâyeydi.
Dosyayı çantaya fırlattım. "Madem yeni bir karakter yarattınız, bari Yaren tipi olsun... İşkenceyle konuşturma sanatını öğretseniz ya bu tipe. Seve seve değilse sike sike konuştururum ben o şerefsizi."
Ayağa kalkıp peruğa ters ters baktım. Sarı. Sarı mı? Gerçekten mi?
“Peruğunu da sikeyim. O adamı da sikeyim. Allah’ım bu sefer de yanına almazsan beni, cehennemde bu salağa da yer ayır.” dedim, dişlerimin arasından tükürür gibi.
Kendi saçlarımı özenle topladım. Makyaj masasına göz attım. Ruj, rimel, fondöten... Yani o pezevenk için mi süsleniyorum ben şimdi? Elbise gözümün içine içine sokuluyordu.
“Elbisenin amına koyayım ya. Ben kendime bu kadar süslenmiyorum. Bu götveren için mi giyineceğim?” dedim, elimle elbiseyi itip sinirle geri çektim. Ama giydim. Çünkü bu görevdi. Ve görev, mideni bulandırsa bile yapman gerekeni yapmaktı.
Bu adamın yüzüne bakacağım... O suratın her kıvrımı beynime işlenmeli. O surat, gün gelecek silahımın ucunda parça parça olacak.
Son bir kez aynaya baktım. Orada duran kadın ben değildim. Ama o gün, o kimlik, o elbise... hepsi düşman için birer mermi olacaktı. Ben süslenmedim. Savaş boyalarımı sürdüm. Ve ben her zaman, en güzel ölümle giderim.
Elbise… yıldız tozundan dikilmiş gibi parlıyordu. simsiyah kumaşın üzerinde serpiştirilmiş minik ışıltılar, karanlığın içindeki gökyüzü gibiydi. her adımda ayrı bir yıldız kayıyordu üzerinden, ama hepsi aynı yere düşüyordu: cehennemin ortasına.
Göğüs kısmı cesurdu. ama öyle "görünsün" diye değil… "bak da yan" diye. ortadan bağlanmış, fiyonk gibi duran kumaş, sanki "açarsan ölürsün" diye fısıldıyordu. Üstten bele doğru inen açıklık, tenini değil... özgürlüğünü gösteriyordu. Bedenimin yarısı kapalı, yarısı çıplaktı ama tamamı tehditkârdı.
Omuzlar açıktaydı. İki yanına düşen uzun kollar, bir prensesin değil, celladın zarafetini taşıyordu. Kumaş öyle vücuda oturmuştu ki sanki ben o elbisenin içinde değil, elbise benim içimde yaşıyordu.
Etek kısmı tam sınırdaydı. Biraz daha kısa olsa silah gizlenemezdi. biraz daha uzun olsa diz çöktüren o “ben geldim” havası kaybolurdu. Ama bu haliyle tam kararında tehlikeliydi. Diz üstü, ama akıl altı.
Ve o ışıltılar... gece karanlığında çakılan tetik gibi. tek bir bakışla göz alan, ama ikinci bakışta gözünü çıkaran türden.
Öylece bir süre aynadan baktım kendime. Güzel miydim? Bilmiyordum. Sikimde miydi? Tabii ki hayır.
Ayna bu. İnsanı yüzüyle yüzleştirir. Ama ben o yüzü bile tanımıyordum artık. Yorgundu. Çöküktü. Gözlerimin içi bile susmuş gibiydi.
En sonunda, normalde asla yapmayacağım ama şu anda yapmak zorunda olduğum kadar çok makyaj yaptım. Fondöteni bastım. Göz altlarımı kapattım. Sanki acılarımı örtüyormuşum gibiydim. Ama nafile. Ne yaparsam yapayım, içimden taşan karanlığı kimse durduramıyordu.
"Yüz nakli geçirseydim keşke. En azından kendim bile ben olduğuma emin olurdum," dedim ters ters. Sesim, suratım kadar yabancı geldi o an. Tonumda acı yoktu, öfke yoktu. Sadece bıkkınlık. Kuru, soğuk, diken gibi.
Cidden, şu anda aynaya baktığım kişi ben değil, bir başkasıydı. Tenim fazla düzgün, fazla pürüzsüz görünüyordu. Oysa ben yara bereyle, kesik izleriyle var olmuştum.
Mavi lensleri de taktıktan sonra tekrar baktım kendime. Gözlerim buz kesmişti. O yansımada bir parça ben, on parça yabancı vardı.
Ters ters baktım tabii yine. Ulan bir insan kendine ne giyse sevmez miydi?
Ona aşıktım ben. Onun içindeyken kimliğim netti, niyetim belliydi. Ama bu elbiseyle, bu lensle, bu makyajla… içimdeki tüm gerçekler boğulmuştu.
"Allah'ım dağda it kovalayacağıma burada kovalıyorum." Gülmedim bile. Gerçekten... İçimden geçen tek cümle buydu.
Kendim aldığım için görevi bir şey de diyemiyorum. Yani ne diyeyim? “Hayır” demeyi unuttum ben. Yeterince mezar kazınca, bir noktadan sonra “tamam” demek kolaylaşıyor.
"Allah'ım lütfen son görev olsun. Geberip gidim."
Amin.
Daha sonra odadan çıktım. Koridorun ışıkları gözümü alırken bile gözlerimi kaçırmadım. Valla şu anda yürüyen ben değil, bir başkasıydı. Ayaklarımı ben komutlamıyordum sanki. O kadar yabancıydım ki kendime…
“Yeter ve ne çok şikayet ettin,” dedi iç sesim.
Oturup şurada iç sesimle kavga etmem yok mu?
İnsan kendi iç sesinden nefret edebilir miydi be? Valla ederdi. Benim iç sesim salak saçma konuşuyordu. Böyle arada çıkıp “ya ne güzel sevilirdin aslında” falan deyip kaçıyor.
Beni ara, bana Yiğit'in Gökhan olduğuna bile inandıracaktı. O derece. Hatta salaktım.1
Başkası bana “salak” dese, o dilini koparır bir taraflarına net montalardım. Ama kendi kendime serbesti. Kendi dilimi koparacak halim yok ya.
Ayağımda olan topuklu ayakkabılar da hiç benlik değildi. İçine girerken bile içim kıyıldı. Kesinlikle askeri botlarım ve ben gayet mutluyduk. Topuklar çat çat ses çıkarırken, içimden küfrettim her bir adımda.
Dik bir şekilde yürüyebiliyordum tabii ki. Yani o kadarı da olsun bir zahmet. Omuzlarım dimdikti ama ruhum kamburdu.
Yalan söyleyemem, bir an içimden direkt olarak Converse giymek gelmişti. O kadar askerliğe alışmıştım ki, bazen böyle şeyler giymek garip gelebiliyordu. Converse bile fazla renkti bana artık. Ben griydim. Koyu gri.
Ama kimse kusura bakmasın ya da baksın… Üniformamı her şeyden daha çok seviyordum. Kimi insanlar yüzük takar, ben kurşun taşırım.
Ve kesinlikle hakkıyla taşımak için elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Kan da döktüm, ter de akıttım. Sustum, susturdum. Bir tek kendime hesap veremedim.
Umarım taşıyabiliyordum. Umarım ki gerçekten o üniformanın hakkını verebiliyorumdur.
Aşağıya indim en sonunda. Ayaklarımda topuklular, içimde mide bulantısı attığım adımlar ile beni takip ediyordu. Daha sonra aşağıda, avımı beklemeye başladım. Bir apartman boşluğunda sessizce pusuda, ama dışarıdan bakınca tamamen sıradandım. Sözde taksi bekliyordum. Yalandan. Ama gözlerim birinin çıkmasını istiyordu. Emir’in.
Adam sabahları her zaman beni görüyordu. Ama tabii ki Dünya olan kimliğimle. Dünya Yaren'e çok zıttı. Alakaları bile yoktu.. Pembe rujlu, naif gülücüklü, "aa ne tatlı kız" denen hâlimle.
Ama eğer Mavi Yaren’le tanışırsa pek hoş şeyler olmaz onun için. Kafasını tutmak için elleri yetmeyebilirdi. Ve kesinlikle onun ile Mavi Yaren ile tanıştırmadan ölmeyecektim.
Ve anlaşılan o ki, adamın ilgisini çekebiliyordum. Bakışları beni soymaya başlıyordu bile.
Birkaç adım, birkaç gülümseme... Adamın şu anda gitmek için hazırlandığı yere tek hamlede giriş biletimi almıştım. O bakışlarda ne olduğunu biliyordum. Şehvet değil sadece. Güç istemi. Sahip olma dürtüsü. İşte o yüzden, bu görevi seve seve ben almıştım.
Emir çıkar çıkmaz bana doğru baktı. Gözlerinde bana olan ilgiyi fark ettiğimde, sahte bir gülümseme koydum yüzüme. Fazlasıyla yapay, ama onun anlayamayacağı kadar gerçekçi.
Bana doğru geldi hemen. "Merhaba Dünya Hanım," dedi. Ağzındaki o yapış yapış ses tonuyla.
Burnumu kıvırdım yalandan. "Bey, hanım gibi kalıplar mı kullanacağız?" dedim. Sesim tatlı, bakışlarım zehirliydi.
"Bilmem, siz nasıl isterseniz," dedi. Sesiyle değil, gözleriyle soymaya devam ediyordu.
Yalandan kulağına yaklaştım. "Sizi isterim desem?" dedim. Ağzımdan çıkan cümleyle midem birbirine girdi.
Valla kusuverecektim bir yerlere. Bir de ben buna cilve yapacaktım.
BİRİ DE KALKIP SORMUYOR Kİ, BİLİYOR MUYUM?!?
Harika fikir. İğrenç ama işe yarıyor.
Adamın yüzünde kendini beğenmiş bir gülümseme yer edindi. Bir de karizmatik sanıyor kendini.
Gülünce ayrı bir varlığa dönüşüyordu amın evladı. Orangutan götü yüzlü. Gülmesin bir daha. Dünyam kararıyor.
İç sesimi alsın biri benden. Teşekkürler. İade kutusuna koyacağım yakında.
"Neyse…" diyerek gözlerimi ondan uzaklaştırdım.
Ama o elini belime koyunca nefesimi tuttum. Bana benden başka kimsenin dokunmasına gerek yoktu. İğrençti. Göz devirme isteğime zorla, çok zorla hakim oldum.
Önümüzde duran simsiyah limuzine baktım. Camlar karanlık, jantlar parıl parıldı. Valla adam zengin olabilirdi. Ama karakter bakımından aynı şeyi söyleyemezdim. Cebindeki bozuk para kadar bile değildi.
Allah'ım cebini dolduracağına aklını da dolduraydın keşke.
Dur, ben ona karakter yüklemesi de yaparım. Sonra sıfırla silerim.
Karakterin o kadar düşük ki, gölge yapmaya çalışsan güneş senden utanır.
Arabaya bindikten sonra motor çalıştı. Kapılar kapandı. O an tek gerçek şey nefretimdi. Emir tam yanımda oturup, durmadan elini kolunu, hiç ama hiç olmayacak yerlerime değdiriyordu. Her dokunuşunda, “az kaldı” dedim içimden.
Şu yaptığı el kol hareketlerini not ettim. Bir gün elleriyle vedalaşacak. O elini kolunu götüne sokacağım işim bitince. Bu da kendime yeminimdir.
"Emir," dedim, sahte bir sıcaklıkla seslenerek. Azıcık uzaklaştım, fazla değil. "Bir şeyler içelim... ateşleniriz," dedim. Sözde şehvetle, ama içimde yangın değil, lağım akıyordu.
Benden beklemeyen bir performans göstererek biraz daha yaklaştım ona. Cilve değil bu… Bu, ölümden önceki son şefkat ilizyonuydu.
Allah’tan kafamdaki peruk özel yapım bir şeydi de, saçlarım ile ne kadar oynarsa oynasın asla peruk olduğunu anlayamazdı. Ne gerçek olmadığını anlayabiliyordu, ne de o peruk kafamdan çıkabiliyordu. Aksi halde, şu an içinden geçen tek şey beni o limuzinin arka koltuğuna yatırmak olan bu şerefsiz için maskem düşseydi işte o zaman Görev daha başlamadan biterdi.
Benim elimde değil, onun cesedinin başında.
Valla görev çıkışı ben bu peruğu nasıl çıkaracağım onu da bilmiyorum. Düğümlenmiş yalanların içinden soyunmak, gerçek kimliğime dönmek bile eziyet gibi geliyor şu an.
"Sen nasıl istersen, beybi," dediğinde gözlerim refleksle yukarı kaymak istedi. Ama kendimi zor tuttum.
Daha önce kusacağım demiş miydim? Olsun.
Bu adamın yanında geçirdiğim her saniye mideme biraz daha lav döküyor gibiydi. Ve bu hiç iyi bir işaret değildi. Çünkü tiksinmek başka, fiziksel olarak dayanamayacak hale gelmek başka. Ama ben Mavi’yim. Dağda buz gibi havada kurşun çıkarıp yaraya parmak basan o ellerin sahibiyim.
Yine de cidden lafın gelişi söylemiyordum. Adamın bakışları, dokunuşları, hatta nefes alışındaki iğrenç öz güven bile midemi alt üst ediyordu. Ve evet. Bu göt bana dokunuyordu.
Her neyse Yaren. Diğer askerler için dayan. Onları kurtar. Sonra sabaha kadar bile kusabilirsin.
Barın önünde durduk. Kapıyı önce kendine, sonra bana açtı.
Sanki ben açamıyorum. Sanki elim kolum yok.
Valla sinirden içim kabarıyor. Acaba şu an bayıltıp dövsem, kim durdurabilir ki beni?
Sustum. Katlandım. Şikayet etme gibi bir hakkım yoktu zaten. Bu görevi kendi özgür ve hur irademle kabul etmiştim. Bile bile bu iğrençliğin içine yürümüştüm. Kurban değildim. Kurtarıcıydım.
Bir aydır adamın peşindeydim. Gölgelerden izledim. Adımlarını ezberledim. Yalancı kahkahalarını, hangi içkiyi kaç yudumda bitirdiğini, hangi kadına kaç saniye baktığını defalarca kez not ettim. Her gün dosyamı açtım, inceledim, eklemeler yaptım. Bu adamı avlamak için her şeyi yaptım.
Ve şimdi... Kurt timinin yeri hakkında %100 emin olamasam da… Yanlış tahmin etmek = ölüm demekti. O yüzden bu adamın koluna girmek zorundaydım.
"Ne içersin?" dedi, bana bakarak. Bilmiyorum anlamında kafamı salladım.
İçki de beni sarhoş etmesi baya zordu. Beyaz Oda sağ olsun. Bağışıklık kazandığım o acımasız seanslar sayesinde alkol, zehir… Sadece araçtı benim için. Sarhoşluk hissi? Çoktan öldü.
İlaçlar hâlâ sıkıntılıydı. Ama alkol ve zehirler? Benim kalemim.
Kokteyl almıştı. Garson bardakları getirdiğinde, hemen harekete geçtim. Boynuna yaklaştım, elimi yalandan uzattım. Parmaklarım boynunun kıvrımlarında dolandı. Orada zaman kazandım. Parmak uçlarımda iğrenç bir ısı vardı.
Sonra geri çekildim. Sahte bir gülümsemeyle baktım yüzüne. Sanki bana dokunmasını istiyormuşum gibi. Sanki bu gece onunla olmayı hayal ediyormuşum gibi.
Ve tam o anda… Durdu. Beni aniden kucağına aldı. Kafasını boynuma gömdü. Orayı öpüyordu.
Oraya temas eden nefesi, midemdeki asitleri harekete geçirdi. İyi ki uzun kollu bir elbise giymiştim. Zehiri bardağına rahatça boşaltabilmek için tam da bu anı bekliyordum. Şık ve dikkat çekmeyen bir hareketle, bardağındaki sıvıya sıvı damladı. O zehir, onun son yudumu olacaktı.
Yüzümde gülümseme. İçimde kusmuk.
Zehiri boşalttıktan sonra hemen uzaklaştım. Onun dokunduğu yerleri tuz ruhuyla yıkamak gerekiyordu. Bedenime bulaşan o pisliğin izi geçmeyecek gibiydi.
Bana baktı. Böylesine böm böm. Sonra kaşları çatıldı. “Benimle dalga mı geçiyorsun?” dedi.
Kafamı hemen iki yana salladım. “Asla,” dedim. Elimdeki kokteyli havaya kaldırdım. “Önce biraz içmeyelim mi?” Sahte kahkaha, sahte arzu. Olduğum yerde hafifçe kıvırdım kalçamı. “Ateş almasın mı bedenimiz?”
Yemin ederim bu ben değilim! İçime biri girdi. Resmen ele geçirdi.
Şimdi çıkıp kendimi tuz ruhuyla yıkasam, sonra da mahalle imamına gidip "Hocam içime bir şey girdi" desem… O bile "Bu senden çıkmaz kızım," der.
"Alsın tabi," dedi o göt surat. Ve tek dikişte içti o bardağı. Bir de utanmadan arkasından bir tane daha istedi.
Direkt cehennem sıcaklığı ayarında. "Allah’ım," dedim içimden. "Cehennemde bu salağa da bir masa aç. Hatta biraz da dar bir sandalye koy. Kurt timini kurtardıktan sonra, bileti elimle kesip sana göndereceğim bu şerefsizi."
“Eee Dünya…” Yine başladı. “Biraz sohbet etmeyelim mi?” dedi.
Etmeyelim bilader. Seninle bırak sohbeti, aynı oksijeni paylaşmak bile büyük imtihan.
“Edelim tabii kii,” dedim sahte bir heyecanla. Bu rol… Bu maskenin altı kıpkırmızı artık. Yanıyor içimden.
Bana baktı. O kendinden menkul güveniyle. “Değişik bir kıza benziyorsun,” dedi.
Kaşlarımı çattım. “Nasıl yani?” dedim. Yalandan meraklıyım ya hani.
“Yani… şöyle bir vücuda sahipsin. Uzun bir spor geçmişin var anlaşılan.” Gözleri iğrenç bir yavaşlıkla süzülüyor üzerimden.
“Bu beni değişik biri etmiyor,” dedim buz gibi bir tonda. Tüm içimden gelenleri yutkunarak boğdum.
“Anladım,” dedi. Ama sesi artık titrekti. Kelimeleri toparlayamıyor. Midesi bulanıyor. Nefesi düzensizleşti. Gözleri bulanıklaştı.
Ben sadece gülümsedim. Kurtlarımın intikamı damağında eriyordu.
“Ben değişik bir kızımdır,” dedim. Adımlarımı ağır ağır attım. Önüne geçtim.
“Her an, herkes için…” Biraz eğildim. Bakışlarımı onun gözlerine kilitledim. “…eceli de olabilirim, şansı da.” O, yorgun gözlerle bana bakarken son tokadı indirir gibi konuştum: “Ve ben… Senin ecelin olmak istiyorum.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
42.37k Okunma |
3.95k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |