
Ve biri gelirdi; dudaklarına acılar mühürlenirdi ama gözlerinle baharı gülümserdin.
Dizlerinin üstünde yuvarlanıp duran koca bir plastik top; üstleri başları toz, nefes nefese atılan kahkahaların arasında yankılanıyordu. Çatlamış kaldırımlar, gün boyu üzerlerine basılmış ayak izleriyle yorulmuştu; arka sokakların paslı demir kokusu, kararmaya yüz tutan gökyüzünün altında ağır bir perde gibi asılıydı. Gün batımı, turuncuya çalan ışığını yıkık binaların kesik kenarlarına çarpıyor; camı çoktan kırılmış pencerelerden içeri sızıyor, duvarlardaki yazıları kızıl bir fırçayla yeniden boyar gibi parlatıyordu. Gölgeler uzuyor, sokak lambaları henüz yanmadığı için her köşe, çocukların kahkahalarıyla canlanan bir sahneye dönüşüyordu.
Mavi, yere bağdaş kurmuştu. Ayakkabılarının uçları sökülmüş, tabanları taşlarla dolmuştu; ama o, sakızını çiğnerken gözlerinin içi öyle parlıyordu ki, sanki dünyanın en değerli tacını takmış gibiydi. Dudaklarının kenarında meydan okuyan bir gülümseme belirdi. “Hadi, kim bana gazoz alacak? Yarışta birinci olan alsın!” dedi; sesi, dar sokakların duvarlarına çarpıp yankılandı. O gazoz için yarışmayı kazanmıştı.
Can, gözünde ateşle hemen öne atıldı. “Ben alırım! Zaten abisiyim, görevim bu!” diye böbürlenirken, Ateş dudaklarını büzüp homurdandı. “Ya bırak oğlum, her şeye ‘abi’ diye atlıyorsun. Gazozu ben alırım Mavi’ye. Hem ben koşarsam beni geçemezsin ki!” İkisi de aynı anda fırlayınca, yerden kalkmış toz zerrecikleri güneşin son ışığında altın tanecikleri gibi havada dans etti.
Şeyma, başını iki yana sallayıp derin bir iç çekti. Elinde köşesi yırtılmış eski bir mendil vardı; onu, annesinden kalmış bir miras gibi özenle taşıyordu. O mendille Mavi’nin ter içinde kalmış yüzünü silerken mırıldandı: “Siz var ya gerçekten çocuk değilsiniz. Tam keçisiniz.”
Gökhan, onların biraz gerisindeydi. Sessizdi ama yüzünde o alışıldık tebessüm vardı. Bakışları Mavi’ye kaydığında, gözlerinde hep aynı şey parlıyordu. Çocukluktan bu yana hiç eksilmeyen o koca, saf sevgi. O yarışa hiç katılmadı. Çünkü onun için Mavi’ye gazoz almak, bacaklarının hızıyla değil, kalbinin atışıyla ölçülürdü.
Can ile Ateş sokakta koştururken, birbirlerine dirsek atıyor, küfür savuruyor, sonra yeniden kahkahalara boğuluyorlardı. Toz bulutunun içinden, birdenbire Mavi’nin gülüşü yükseldi. İnce, berrak, sanki paslı duvarların üzerinden atlayıp gökyüzüne çıkacak kadar özgürdü. O kahkaha, onların hepsini hayata bağlayan görünmez bir ipti.
Ve işte o anda, kimse açlığı hatırlamadı. Kimse yamalı tişörtünü, ayakkabısının delik tabanını, evdeki boş tencereleri düşünmedi. Çünkü bir aradaydılar. Çünkü onların gerçek evi, o pas kokan sokak; gerçek ailesi, birbirleriydi.
Ateş’le Can hâlâ tartışa tartışa koşturuyordu; toz bulutunun içinde birbirlerine omuz atıyor, “Ben daha hızlıyım!” diye bağırıyorlardı. Ayaklarının altında taşlar savruluyor, dar sokak eski bir savaş alanı gibi uğulduyordu.
Şeyma, ellerini beline koymuş, kaşlarını çatıp yüksek sesle çıkıştı. “Düşeceksiniz lan! Sonra ağlamayın bana!”
Mavi, kahkahalarına engel olamıyordu; karnını tutarak yere eğildi, gözlerinden yaşlar geliyordu. Tam o sırada yanına Gökhan oturdu. Sessizdi. Dizlerini karnına çekmiş, omuzları biraz öne düşmüştü; ama gözleri Mavi’ye kilitlenmişti, sanki orada, bütün gürültünün ortasında sadece o vardı.
“Ne gülüyorsun bu kadar?” diye sordu. Sesi çok yüksek değildi, hatta neredeyse fısıltı gibiydi ama içinde merak saklıydı. Mavi, gözlerini silip derin bir nefes aldı.
“Onlara gülüyorum işte…” dedi, hâlâ gülerken. “İkisi de sanki dünyanın en büyük savaşını kazanacakmış gibi yarışıyor. Halbuki gazoz için.” Kahkahası yeniden patladı; ince, ışıl ışıl, paslı sokak duvarlarına çarpıp yankılandı.
Gökhan kısa bir süre sustu. Avuçlarını pantolonuna sildi, sonra cebinden buruşturulmuş birkaç bozukluk çıkardı. Elini uzatıp Mavi’nin avucuna sıkıştırdı. “Onlar gelsin diye bekleme,” dedi. Sesi kararlı ama yumuşaktı. “Sen git, istediğin gazozu kendin al.”
Mavi, şaşkınlıktan gözlerini kocaman açtı. Avucundaki soğuk madeni paraları hissettiğinde nefesi kesildi. “Ama bu senin son paran olabilir. Niye veriyorsun ki?” diye fısıldadı. Gökhan, başını hafifçe eğdi. Gözlerini yere indirdi, ayakkabısının kenarıyla toprağı eşeledi.
Dudaklarının kıyısından çekingen bir itiraf döküldü. “Çünkü sen gülünce, burası biraz daha güzel oluyor.”
Bir anlık sessizlik çöktü. Mavi’nin kahkahası aniden kesildi. Yerini, yanağına yayılan utangaç bir gülümseme aldı. Dudaklarını ısırdı, gözlerini ondan ayıramadı. Kalbi göğsünde hızla çarpıyordu, sanki bütün sokak o kalp atışını duyabilirdi. “Sen çok garip bir çocuksun, Gökhan,” dedi usulca. Ama içten içe biliyordu, bu sözlerin ardında bir teşekkür saklıydı.
Tam o sırada Can ile Ateş sokaktan fırladılar. Nefes nefeseydiler; saçları dağılmış, yüzleri ter içindeydi. Kollarında tek bir şişe gazoz vardı. İkisi de aynı anda bağırıyordu: “Ben aldım!”
“Hayır oğlum, ben verdim parayı!”
Mavi, ikisine baktı ama gülümsemesi değişmedi. Elini, hâlâ Gökhan’ın avucunun üstünde tutuyordu. Onlar kavga etsin, bağırıp dursun onun için en değerli olan, zaten çoktan yanındaydı.
***
İnsanlar “sevdiğini kaybetmek” dediklerinde bunu basit bir cümle gibi söylüyorlardı. Sanki kaybolan bir eşya, düşen bir anahtar, unutulan bir cüzdanmış gibi… Ama öyle değildi. İnsan sevdiğini kaybettiğinde aslında kendi gülüşünü kaybediyordu. Aynaya baktığında, eskiden ışıldayan yüzünün yerinde şimdi koca bir boşluk buluyordu.
Ben de öyleydim işte. Önceden, en ufak şeye gülen, saçma sapan bir espriye kahkaha atan, hayatın küçücük anlarını bile kocaman bir bayram gibi yaşayan bendim. Ama o gittiğinden beri yüzümdeki gülüş de onunla birlikte gitmiş gibi. Dudaklarım bazen istemsizce kıvrılıyor belki, ama gözlerim asla eşlik etmiyordu. Gözler olmadan gülüş, sadece bir çizgiydi. Sahte, boş, ölü bir çizgiydi.
Çünkü anladım ki bazı gülüşler, aslında tek bir insana bağlıydı. Onun yanındayken açan bir çiçek gibiydi. O gidince kuruyup düşüyordu. Sen ne kadar sulasan da, ne kadar güneş arasan da o çiçek yeniden açmıyordu.
Geceleri en çok da sessizlik çarpıyor insana. Karanlık bir odada kendi nefesini dinlemek… Yalnızlığın en gürültülü haliydi. Ve işte o an fark ediyordun. Aslında insanı hayata bağlayan şey, birinin sesiymiş. Birinin nefesi, birinin kahkahası… O kahkaha sustuğunda, dünya da susuyordu.
Ben bunu çok erken öğrenenlerden biriydim.
Herkes “zaman geçince alışırsın” diyorlar. Ama alışmak denen şey, sadece unutmaya çalışmaktı aslında. Ben alışmadım, alışamıyordum. Çünkü alışmak demek, onun gülüşünü unutmam demekti. Onun sesini, gözlerindeki ışığı, bana bakarken dudak kenarında beliren küçücük tebessümü unutmam demekti. Ve ben unutmak istemiyordum. Unutursam, gerçekten de kaybedecektim ondan geriye kalan tek şeyleri de.
Acılar içindeki bir sevdaydı bu.
Ölümlü bir sevgiydi bu.
İnsan sevdiğini kaybettiğinde, kendisini de kaybederdi. Gülüşünü, çocukluğunu, umutlarını… Hepsi birer birer eksilirdi. Sonunda geriye sadece boş bir kabuk kalırdı. Benim gülüşüm de öyle oldu. Dudaklarım kıvrılmayı unuttu, gözlerim parlamayı unuttu. Artık aynadaki yüz bana ait değildi sanki. Orada gördüğüm tek şey onsuz kalmış bir bendim.
Ve işin en acı yanı şu: artık biliyorum ki, ben bir daha gerçekten gülemeyecektim. Çünkü gülüşüm onunla gömülmüştü. Ve ben mezarın başında yalnızca sessizce dikilebiliyordum.
İnsan sevdiğini kaybettiğinde yalnızca birini yitirmez aslında kendisinin en canlı parçasını da gömerdi toprağa. Yüzünde eskiden fark etmeden beliren o gülümseme, artık zorla çizilse bile yabancı kalırdı. Gülmek bir çaba olur, kahkaha ise neredeyse küfür gibi ağır gelirdi. Çünkü bilirsin ki o ses, en çok onun yanında güzeldi; en çok onun yanında gerçekti.
Aynaya bakarsın, yüzün aynı, gözlerin aynı, dudakların aynı… Ama hiçbir şey aynı değildi. Çünkü insan, sevdiğini kaybettiğinde gözlerinden başlardı ölmeye. O gözlerdeki parıltı, sanki birisi gelip de söndürmüş gibi silinirdi. Geriye donuk, boş, yorgun bir bakış kalırdı.
Zaman geçer, insanlar “hayat devam ediyor” der. Ama bilmezler eğer hayatınız bir insansa hayat devam etmezdi. Sadece sen devam etmeye zorlanırdın. Yıllardır hayatsız yaşıyordum. Nefes alırsın ama nefesin yarım gelirdi. Aldığın nefesin birini kendin için diğerini onun için alırdın. Adım atarsın ama yol bitmezdi. O adımlar onun mezarına değil, kollarına gitsin isterdin. Gülümsemeye çalışırsın ama yüzün kasılırdı. Çünkü insan sevdiğini kaybettiğinde, aslında yüzündeki gülümsemeyi de mezara bırakırdı.
Ve işin en acı tarafı şuydu: İnsan bir kere gerçekten gülememeye başladığında, bunun geri dönüşü yoktu. Artık gülüşün sadece bir maske olurdu. Ben yıllardır o maskeyi bile takmıyordum. İçinde acılar büyürken, dışarıya bir tebessüm bırakmaya çalışırsın ama bilirdin senin gülüşün çoktan onunla birlikte ölmüştü.
"Resim," dedi Emir ve sesi biraz kısıktı, biraz temkinli. Ardından gelen cümle soğuk bir bıçak gibi saplandı kelimelerin arasına. "Sana ait."
"Ne?" O an yüzüne baktım, sadece baktım. Gözlerinin içine değil, yüzüne. Anlayamamıştım çünkü. Yani anlamıştım ama kabul etmiyordum. “Ne demek bana ait Emir?” dedim, sesim soğumaya başlamıştı bile. “Bu dediğin saçmalık. İmkânsız.”
“Niye imkânsız?” dedi hemen. Gözlerimi kaçırdığımı fark edince gözlerini kısmıştı. Eliyle hâlâ etkisiz hâlde duran adamı gösterdi. “Bana hiç düşmanın yokmuş gibi konuşma.”
“Hiç düşmanım yokmuş gibi konuşmuyorum.” dedim. Düz, sakin ve sert bir şekilde. “Ama o silah bana doğrultulmamıştı. Bunu anlayacak kadar da salak değilim.”
Göz ucuyla adama baktım, sonra yine Emir’e döndüm. Hâlâ diretmesinin, ısrarla kafama işlemek istemesinin bir anlamı olmalıydı ama bu kadarı da saçmalıktı. “Adamın cebindeki fotoğraf öyle demiyor ama Derin,” dedi. İnatçıydı. Sinirime dokunan tam da bu huyuydu zaten.
Elimle işaret ettim adamı. “Lan mal,” dedim buram buram sabırsızlıkla. “O adam oradayken beni hedef alması için önce kaç kişiyi geçmesi gerekiyor farkında mısın? Önümdeki insanları unuttun sanırım.”
“Derin, ne kızıyorsun acaba bana?” dedi, sesi sertleşmişti. O da sinirliydi artık ama ben başından beri bir sinir yumağıydım. “Fotoğraf sana ait, ben ne yapayım?”
“Bana ait olsa bile,” dedim ve gözlerimi ona diktim, “şu anda elinde olmamalıydı. Silahın ucundaki hedef ben değildim." Az önce durduğum yeri gösterdim. ‘"Beni vurmak isteyen’ biri için çok saçma bir pozisyonda duruyordum. Hedef bendiyse niye önümdeki insanlara aldırmadı?”
O an bir sessizlik oldu. Sonra Emir değil, bu defa Yiğit konuştu. “Bir dakika…” dedi, gözleri kısıldı. Düşünüyordu. “Senin önünde o an Elif vardı.” Başını çevirdi, Elif’e baktı. “Boy farkına bak Mavi. Aranızda neredeyse yirmi santim var. Kurşun tam kafana isabet edebilirdi.” dediğinde sesi düşmüştü, belki de fark etmeden yutkunmuştu.
Sinirden alnımı ovuşturdum. Kan beynime çıkmıştı. “Şu salak için uğraştığım şeye bak,” dedim ve başımı geriye attım. “Üstüm de mahvoldu. Kan içinde kaldım.” Elif tam önümden geçerken suratına öyle bir bakış attım ki o bakış tokat gibi inerdi bazı suratlara. “Allah’ın yeloz piçi,” dedim buz gibi bir sesle.
Yiğit’in sesi şaşkındı. “Şu anki tek sorunun kıyafetinin kan olması mı?”
Başımı çevirip ona baktım. “Evet.” Sesim kupkuru ve netti.
Bana bakarken gözleri hafif büyüdü. “Sen vurulmuş geliyorsun ve diyorsun ki ‘Üstüm kan oldu’.”
“Sana ne?” dedim, ona bakmaya devam ederek. Ama gözlerine değil, burnuna, alnına, kaşına… Yüzüne. “Sana ne benim vurulmamdan ya da neyi önemsediğimden.”
Birden sustu. Nefes aldı, sabır çekti. Laf dinlemeyeceğimi, kırk kere anlatılsa da umurumda olmayacağını bilmesi gerekiyordu.
“Derin,” dedi Emir, biraz yaklaşarak. “Koruma talep etmelisin.”
Başımı eğip ona baktım. Kaşlarım tek bir hareketle yukarı kalktı. “Sana mı?” dedim.
Göz devirdi. “Salak salak konuşma istersen.”
“He, amına koyayım. Bi’ ben salak salak konuşuyorum. Herkes çok mantıklı.” Askerdim. Beni birileri koruyacaktı da ne olacaktı? Kendini koruyamayan askere kim ne yapsındı? “Askerim ben, farkındasın değil mi?”
“Farkındayım.” dedi. “Sen de farkındasın değil mi Derin, peşinde bir seri katil var.”
Omuz silktim. Gökhan’ın mezarının olduğu yöne baktım. O mezarın taşında hâlâ ilk günkü gibi duran yazıyı ezberlemiştim. Oraya her baktığımda aklımdan sadece bir cümle geçiyordu. “Bir şey olmaz. Hayalime kavuşurum, olur biter.”
Emir sadece başını salladı. Sabır diliyordu. Yaşamamı değil. Yaşamak istemediğimi bilirdi çünkü. En iyi o bilirdi hatta.
Ruhu ölen birinin kalbi, atsa da sadece ona acı verirdi. Her attığında içimde bir yangın daha harlanır, yavaş yavaş her şeyin sonu gibi düşerdi yüreğim. Canım yanıyordu. Ölüyor, ama bunu hissediyordum; sanki bedenimle ruhum birbirine düşman kesilmişti.
Ruh, insana verilen en kıymetli hediye, varoluşun en gizemli parçasıydı. Onunla belirlenirdi insan; ruh huzur bulmuşsa, yüzün o an parıldardı, kalbin hafifler, dünyaya karşı kollarını açardın. Ruh mutluluğu tattıysa, gözlerindeki o ışıltı başkalarını da etkiler, sevgiyle dolar her yanın. Ama ruh kaybolmuşsa, çırpındığında düşercesine, insanın dünyası biterdi aslında. Ölürdü, bir anlamda.
Her şey ruhun içindeydi. Benim ruhum çoktan ölümü kabul etmişti. Yavaş yavaş, sessizce, unutuluşa gömülmüştü. Ve kalbim, atan ama sadece bana acı veren bir sıkıntı gibiydi. Her atışı, yıldızların soğuk parlaklığı kadar keskin, yıldızlar kadar uzak ve soğuk acıtıyordu canımı.
“Hayalin derken?” dedi Can abim, sesi yumuşak ama meraklıydı. Gözlerine bakamadım; bakışlarımı yere sabitledim, kendi içimde çırpınırken.
“Sizlik bir şey değil.” dedim, sesim istemsizce sert çıkmıştı. Elimi cebimden çıkardığım telefonuma götürdüm, tam o sırada gelen bildirim ekranda parladı. Aynı anda Yiğit'in telefonunda da çaldığını görmek, işin ciddiyetini doğruladı.
Telefonu havaya kaldırdım. “Bu kız kaçar.” dedim, sesim keskin ve netti, hiçbir tereddüt yoktu içinde.
“Görev mi?” dedi Emir, kaşlarını çatarak. Başımı salladım hemen, gözlerim telefondan kopmamıştı.
“Allah’a emanet ol, görüşürüz.” dedim, yumruğumu uzattım ona. Emir de yumruğunu yaklaştırdı, kısa bir tokuşturma; aramızda sessiz bir yemin gibiydi.
“Ölme ha.” dedi gülümseyerek, gözlerindeki o samimi endişeyi saklayamadı.
Kafamı iki yana salladım, dudaklarımda beliren kısacık bir kıvrım ancak gülüş diyebilirdi buna. Sanki dudaklarım kıpırdayıp duruyordu ama ruhum o an gülmüyordu. Bu aptal acı, ne zaman geçecekti? Daha ne kadar dayanacaktım?
"Ya Rabbim paramparça et.
Biliyordum. Kavuşunca o zaman geçecekti.
“Koru ya Rabbim şu salağı.” dedi Emir, sinirli bir edayla, kaşlarını çattı. “Bu kadar erken alma.”
Hayatımda eğilmek zorunda kaldığım ikinci yer tam olarak burasıydı. Diz çöktüm toprağın üzerine; ellerim yumuşak toprakta gezindi. Kıyametin ortasında, küçük bir huzur anıydı bu. Parmaklarımın arasından toprak taneleri akarken, sanki zamandan kopmuş gibiydim.
“Geleceğim.” dedim, sesim fısıltıya dönmüştü. Mezar taşına bakarken nefesim daraldı, kalbim daha da sıkıştı. Derin bir nefes aldım sonra, ciğerlerime temiz hava çekip acımı biraz olsun dağıtmaya çalışarak. “Ya bu dünyada, ya da yıldızlarla tekrar buluşacağız.” diyerek ayağa kalktım, gözlerim hala mezarda, geçmişin soğuk yüzünde geziniyordu.
Yürümeye başladım, yanı başımda Yiğit vardı. Nefesi hafif, sessiz adımlarla.
“Mavi,” dedi mırıltı gibi, sesi neredeyse rüzgârla kaybolacak kadar hafif. Döndüm ona doğru. “Nasıl hissediyorsun?”
Cevap vermek kolay değildi. “Geriye kalan, tamamlanmamış bir hikâye cümlesi gibi...” dedim sadece. Kırık, yarım, eksik.
“Çok mu özlüyorsun onu?” dedi, gözleri bana kayarken. Bakmamaya çalıştım ama göz ucuyla kıpırdanan umudu yakaladım.
“Özlememek mümkün mü?” dedim, motoruma doğru ilerlerken. “Buraya nasıl geldin?” diye sordum.
“Aslında bir arabam var, ama Ilgaz’a bıraktım.” dedi. “Can’a yani.” Sözleri bir ışık gibi üzerime düştü, yüzüm aydınlandı aniden.
“Atla.” dedim, kaskı uzatarak. Motoru kaşlarımla işaret ettim.
“Almışsın.” dedi, motoruma hayran hayran bakarak. Kaşlarımı kaldırdım hafifçe, ona inat.
“Sen benim hayallerimi nereden biliyorsun lan?” diye çıkıştım. Gözlerini kaçırdı, o an ben kazandım.
“Gökhan anlattı.” dedi, sakince.
“Yalan söylüyorsun.” dedim, sert ve kesin bir sesle. Ona bakarken gözlerine değil, yüzüne bakmaya devam ediyordum. O ise her zerreme nüfuz eden bir merakla gezdiriyordu bakışlarını. “Gökhan, benim tek bir hayalimi bile kimseye anlatmaz. Hiç kimseye.”
Ona duyduğum güven öyle derindi ki, hiçbir ihtimal tanımıyordum buna. Sesim bu yüzden keskin ve net çıkıyordu. Hayallerimi bir başkasına açıklamaz, adımı bile söylemezdi. O verdi bana bu güveni. Biliyorum. Hep o oldu.
“Bu kadar net olamazsın, Mavi.” dedi, sesi hem şaşkın hem de hafif bir hayranlıkla karışıktı.
“Ben ona öyle bir güvenirim ki,” dedim, gözlerim ufka dalarken, “bana dese güneş batıdan doğup doğudan batıyor dese, ona bile inanırım.” Sözlerim hem inançla, hem de içinde saklı bir sarsılmaz bağlılıkla doluydu.
“Karargaha geç kalacağız.” dedi, sesinde konuyu değiştirme çabası barizdi. Farkındaydım ama onun bu nafile çabasına sadece ayak uydurdum.
“Bildirim geleli sadece yedi dakika yirmi yedi saniye oldu.” dedim, motoruma hafifçe vururken. “Bu bebekle geç kalma ihtimalimiz yok.” Kaskı tekrar uzattım, keskin ve kesin bir ifadeyle.
“İstemem.” dedi sadece, omuz silkti. Cevabını umursamadan, kaskı takmadan motorun üzerine bindim. Göz ucuyla beni izliyordu Yiğit.
“Binmezsen uçarım.” dedim, beklemekten ya da bekletmekten nefret ederdim. Sabırsızlık iliklerime kadar işlemişti.
“Dur.” dedi ani bir kararlılıkla. Hızla motora atladı. Gaza yüklenir yüklenmez, motorun sesi sabahı yırtarak karargaha doğru yol aldı.
Elleri, arkada, tutunacak bir yer ararcasına geziniyordu ama hâlâ tam olarak nereden kavrayacağını bulamamış gibiydi. Yalandan yapıyor muydu, yoksa gerçekten mi bilemiyordum.
“Sar belime.” dedim sadece. Motorun aynasından kısa bir an için göz göze geldik. Yemyeşil gözleri benimkine kilitlenmişti. Ben ise bakışlarımı hemen çekip, uzaklara daldım.
Birinin gözlerinin içine bakmaktan nefret ederdim. Eğer birinin gözlerine bakıyorsam, iki sebebi vardı: Ya ölecekti, ya sevecektim.
Ölüm her zaman daha çoktu. Ölen herkesin son gördüğü gözler benim gözlerim olurdu. Herkes kendi Azrail’in gözlerine bakarak giderdi bu dünyadan.
Belime sardığı kollarıyla birlikte, içimde tanımlayamadığım bir ürperti yükseldi. Sebebini bilmiyordum. Kafasını sırtıma yaslamak istedi ama boyu uzun olduğu için yapamıyordu. Allah’tan uzun boyluydu; o kadar da fazla gelirdi bana. Sanki onu tanıyordum. Öyle bir tanışıklık ki bu…
Gökhan’a benzetmekle açıklamaya çalıştım bu hissi.
Ama bu Yiğit’ti, farklı bir şeyler vardı onda. Bir insan hem bu kadar tanıdık gelip, hem de bu kadar yabancı olamazdı.
Rüzgarda uçuşan saçlarım yüzüne değiyordu ama umursamıyor gibiydi. Motoru hakimiyetim altına alırken, bir elimle saçlarımı öne aldım. Motor başında saçımı bağlamak mümkün değildi; bu yüzden tişörtümün içine sıkıştırdım.
Yiğit’in kollarından biri hafifçe gevşedi, uzaklaştı ve yüzüme dokundu. Az önce tişörtümün içine attığım saçımı nazikçe çıkardı, rüzgarda özgürce uçmasına izin verdi.
Kapalı gözlerine baktım aynadan. Sonra tekrar yola döndüm. Çok geçmeden varmıştık. Motoru park ettim ama kolları hâlâ belime sıkıca doluydu. Gözleri kapalıydı; ben de o anı fırsat bilip yüzünü inceledim.
“Yiğit.” dedim, koluna dokunarak. Beni duymadı ya da duymamazlıktan geldi. Emin değildim. “Yiğit.” dedim bir kez daha. Gözleri ağır ağır açılırken, sanki derin bir uykudan uyanıyormuş gibiydi.
“Dalmışım.” dedi, sesi uzak ve yorgun. Kolu gevşemedi.
“Çek kolunu artık.” dedim, motorun üzerinden inerken. Park yerini ayağımın ucu ile açtım ve arkasından ben de indim.
“Bir de bana diyordu ‘dalgın’ diye.” diye söylendim hafifçe.
“Kokunun suçu.” dedi, belirsiz bir ifadeyle.
“Anlamadım.” dedim, ona bakarak.
“Derin!” diye bir ses yankılandı. O sesin sahibini tanımamam mümkün değildi; kalbimin en derin köşesine işlemiş, yıllar geçse de hafızamdan silinmeyen bir tınıydı. Ses kulaklarıma değdiği an, göğsümde sıkışan tüm nefesim sanki dışarı taşmak ister gibi çırpındı.
Hızla başımı çevirdiğimde Kaan’ı gördüm. Gözlerim bir anlığına büyüdü, kalbimse göğüs kafesimi parçalarcasına çarpmaya başladı. Eğer gülümsemem çoktan ölmemiş olsaydı, yüzüm şimdi kocaman bir güneş gibi açardı. Ama içimde ölen şey, dudaklarımı da mühürlemişti.
Bedenim ona doğru gitmekte gecikmedi. Hızlı adımlarla, neredeyse koşarcasına ona ilerledim. Aramızdaki mesafe yok olurken, özlemin ağırlığı ayaklarıma taş gibi bağlanmış gibiydi; ama yine de gittim, gitmek zorundaydım. Ona sarıldığım an, dünya üzerimden kayıp gitti. Kolları bir anda belime dolandı, sıkıca sanki yıllardır düşmekte olan ruhumu havada yakalayıp tutmuş gibi.
“Asi’m…” diye mırıldandı kulaklarımın dibinde. O ses, öyle yakın, öyle içtendi ki gözlerim doldu ama dökülmesine izin vermedim. Yalnızca kollarını daha çok sıkıştırdım üzerimde. Sanki sarıldıkça içimdeki boşluk dolacak, kırık yanlarım birleşecekti.
“Sen nereden çıktın?” dedim, sesim titrek, merakla karışıktı. Başımı göğsünden kaldırmaya cesaret edemedim. Onun kalp atışlarını duymak, bana yeniden nefes veriyordu.
O, benim aksime gülümsüyordu. Dudaklarının kenarında bildiğim o alaycı ama sıcacık ifade her zamanki yerini koruyordu. Parmaklarıyla yanağımı sıktığında gözlerime baktı. “Hasretine dayanamadım gülüm,” dedi. Her kelimesi yüreğime bir bıçak gibi saplanıyordu ama aynı zamanda canıma can katıyordu. “Kızım, nasıl özlemişim seni, haberin var mı?” Ardından bir kez daha kendine çekti, nefesini saç diplerimde hissettim.
Ona daha çok yaslandım. Başımı göğsüne gömdüm, kokusunu içime çekerken arkamda hâlâ dimdik duran Yiğit’i hatırladım. Ama o an umursamadım. Umursayacak hâlim de yoktu. Çünkü yanımda, yılların özlemini yüklenmiş adam duruyordu.
“Sen ne yapıyordun burada?” diye sordum. Sesim göğsüne çarpıp yankılandı. Başımı kaldırmaya cesaretim yoktu, kalbim orada, onun kalbinde daha güvenliydi.
Kaan kollarını gevşetmedi. Sesindeki kararlılıkla fısıldadı. “Bu karargahtayım Asi’m ben.” Şaşkınlıkla başımı kaldırdım, gözlerim onun gözlerinde asılı kaldı. “Hangi timdesin sen?” diye sordu.
“Toprak,” dedim. O an dudaklarında beliren gülümseme öyle tanıdıktı ki içimde bin parçaya bölünmüş duygular kabardı.
“Kanarya’m işte Kanarya’m!” diye seslendi, gözlerindeki ışık parıldarken omzuma vurdu. “Girmiş mükemmel time.”
Gözlerimi ondan alamıyordum. İçimdeki gülümseme, dudaklarıma ulaşmak istiyor ama zincirlenmiş gibi geri çekiliyordu. Gülmek istiyordum, yılların özlemiyle koca bir kahkaha atmak ama yapamıyordum. Çünkü gülüşüm çoktan ölmüştü.
Kaan’ın gözleri aniden arkamdaki Yiğit’e kaydı. Kaşlarını çattı, yüzünde sert bir ifade belirdi. “Kim bu vatoz balığı?” dedi, sesi hem alaycı hem tehlikeliydi.
Ben arkamı dönüp Yiğit’e baktım. O da hiç gözünü kırpmadan Kaan’a bakıyordu. Kaan devam etti. “Motorda sarılmıştı sana vatoz gibi. Kırayım mı kollunu ister misin?” Dudaklarının kenarında öfke kıvılcımı vardı, gözleriyse buz gibiydi.
Ben yalnızca kısık bir sesle mırıldanabildim. “Yiğit Kurt…”
Adını söylemekten başka bir cevabım yoktu. Çünkü o kimdi, ben de bilmiyordum. Sadece adı vardı. Gerisi boşluktu. Ve ben o boşluğun içini doldurmak istiyor muydum, emin değildim.
Ama bildiğim tek şey vardı. O an, Kaan’a sarılışımda, yılların özleminin bedenime işlediğiydi. Onu bırakmak istemiyordum. Çünkü o kollar, bana yeniden yaşadığımı hatırlatıyordu.
Yiğit birkaç adım attığında ayaklarının çıkardığı tok ses sanki bütün koridoru doldurdu. Sert bakışlarla bize yaklaştı. “Mavi, görevi unuttun mu?” dediğinde, sesindeki ciddiyet havayı aniden buz kesti. Kaan, kollarını hâlâ omzumda tutuyordu. Kaşlarını kaldırıp Yiğit’e baktı. Dudaklarının kenarı kıvrıldı, alaycı ama kendinden emin bir gülümseme yayıldı yüzüne. “İçeride bizi bekliyorlar,” diye ekledi Yiğit.
Kaan kahkaha attı. İçten değil, daha çok meydan okur gibi. “Asi, bu arkadaş rütbede saygıyı unutmuş gibi ha, gülüm?” dediğinde gözlerimi kapadım, derin bir nefes verdim.
“Ha siktir ne? Rütbede miyiz?” dedim, ama yüzüne bakmıyordum. Sesim hem şaşkın, hem de alaycıydı.
Kaan eğlenir gibi bana bakıyordu. O gözlerindeki kıvılcım sanki geçmişi de bugünü de aynı anda taşıyordu. “Sana değilim Asi’m…” dediğinde kollunu omzuma atıp kendine çekti. “Bu vatoz balığına öyleyiz ama.”
Yiğit anlamayan gözlerle Kaan’a baktı. “Yüzbaşı Kaan Ay ben. Gölge timinin komutanıyım.” dediğinde Yiğit direk hazır ola geçti.
“Komutanım ben özür dilerim.” diyerek mırıldandı. Bana baktığında onun yüzüne bakmıyordum. Benim yüzüme baktığım tek insan Kaan’dı.
“Neyse Kaan.” dedim ve ona bir kere daha sarıldım. “Çok özlemişim oğlum ya…” dediğimde kollarını belime doladı. Yiğit bakışlarını başka yere çevirdi. “Görev varmış, kaçar bu kız.”
“Üsteğmen Mavi Derin Yıldırım!” arkamdan gelen sesle anında Kaan’dan ayrıldım. Önüme dönüp hazır ola geçtim. Sesin sahibi İbrahim Albay’dan başkası değildi.
“Emredin komutanım!” dedim, sesim netti.
“Rahat kızım rahat.” dedi ve yanıma babacan bir tavırla yaklaştı. Üniforması üzerindeydi, yüzünü kısa bir an inceledim. Çok kısa sürdü çünkü bakışları benim üzerimdeydi. Omzuma elini koydu ve sıktı. Dokunuşları rahatsız edici olsa da komutan olduğu için hiçbir şey yapmadım. İnsanların ben istemediğim sürece bana dokunmalarını sevmiyordum. Buna hakkım vardı.
İbrahim Albay yüzümü inceledi, bakışları yavaşça üzerimde gezindi. “Mavi mi, Derin mi, Asi mi?” dediğinde yüzünde bir gülümseme vardı. Bana duygu yüklü gözlerle bakıyordu. Bunun nedenini anlamıyordum, sorgulamak da haddime değildi.
“Mavi Derin ismim. Asi Kaan-” diyecekken yanımızda olanın yüzbaşı olduğunu hatırlayıp lafımı yuttum. “Kaan yüzbaşı Asi der genelde.”
Kaan bir adım öne çıktı. “Tanışıyor musunuz?” dedi İbrahim Albay. Yiğit de merakla bize baktı.
“On bir yaşından beri evet, tanışıyoruz komutanım.” dedi Kaan yüzbaşı yanımdan. “Kız kardeşimdir.”
Yiğit derin bir nefes mi vermişti? Yoksa bana öyle mi gelmişti, emin değildim.
Albay ikimize dönüp ilgiyle baktı. “Nasıl yani?” dediğinde Kaan yüzbaşı anlattı.
“Benim anne ve babam, Derin’in koruyucu ailesi.”
Albay kafa salladı, gözlerinde üzüntüyle bana baktı. “Annen nerede kızım?” dediğinde sesi yumuşacıktı.
Sadece annemi sormuş olması bile içimde fırtına koparmaya yetti. Annem neredeydi gerçekten? Bilebilir miydim? Hayır. Benim ailem terörist diyemezdim…
Yüzümü yere eğdirecek tek şey buydu. Sokaklara bıraksalardı ve ben onları hiç tanımamış olmayı defalarca dilemiştim. Kendi damarlarımda dolaşan o kirli kanı düşündükçe midem bulanıyordu. İçimde büyüyen bu iğrençlik hissi, sanki her nefesimle daha da ağırlaşıyor, ciğerlerime kara bir duman gibi doluyordu.
Ben ailemi seçmiştim ama damarımda akan kanı seçememiştim. Hayatımın geri kalanında, iki vatan haininin kızı olduğum gerçeği, sırtıma zincir gibi vurulan bir yük olacaktı. Kendimden tiksiniyordum. Şehitlikte dahi var olmaya hakkım yoktu. Çünkü orası temiz kanların, tertemiz yüreklerin mekânıydı. Onca dökülmüş şerefli kanın arasında benim varlığım, sadece o asil insanlara karşı boynumu bükmekti. Bayrak için aksa bile, benim kanım pisti. O al bayrağın kızıllığına gölge düşürecek kadar kirliydi.
“Bilmiyorum.” dedim, sesim buz gibi ve netti. İçimde fırtınalar koparken, dışarıdan sanki taş kesilmiş gibiydim. Yüzümde en ufak bir mimik bile kıpırdamadı.
Albay başını yana çevirdi, gözlerinde suçluluk ve pişmanlık vardı. Derin bir nefes aldı, sonra bana dönmeden konuştu. “Özür dilerim kızım sormamalıydım.”
Hiçbir şey demedim. Suskunluğumun içi çığlıklarla doluydu ama dudaklarım mühürlüydü. Sonunda Albay tekrar bana döndü. Yüzünde kararlı ama buruk bir ifade vardı. “Yemin törenini gerçekleştirmemiz lazım.” dedi. Bir an duraksadı, bakışlarında sanki başka bir düşünce kıvılcımı yandı. “Ha bir de görev yok şimdilik. Herkes karargahta olsun diye bildirim yolladım.”
Kısa bir an göz göze geldik. Ben sadece başımı salladım. “Emredersiniz komutanım.” dedim hızlıca, sonra selam verip uzaklaştım.
Formamı giymek için adımlarımı hızlandırdığım anda, yanımda aynı emri alan Yiğit yürümeye başladı. Sessizliğimde boğuluyor gibiydim, o ise inadına konuşmaya girişti. “Kaan Yüzbaşı’nın kardeşi olduğunu bilmiyordum.” dedi.
Bakışlarımı yere diktim. Yüzüne dönüp tek saniye bile bakmadım. “Gökhan’dan sonrasını bilemezsiniz zaten.”
Sesimdeki keskinlik, bıçak gibi havayı yarmıştı. “Bir aile bulduğuna sevindim.” dedi, sanki benimle alay eder gibi değildi ama sesinde rahatsız eden bir rahatlık vardı.
“Benim bir ailem vardı zaten.” dedim hızla. Çenemi sıkıp yoluma devam ettim.
“Evet…” dedi, alçak ama dokunan bir tonda. “Bırakıp gittiğin bir ailen vardı.”
Bir an yutkunamadım. Boğazımda kocaman bir düğüm oturdu. Ama yüzüm taş kesilmişti yine. Adımlarım ağırlaştı, sonra durdum. O da durdu. Başımı çevirip ona döndüm ama hâlâ yüzüne bakmadım. “Sana benim hakkımda konuşma hakkını veren nedir?” dedim sert, keskin bir sesle. Sesim bir mermi gibiydi ama yüzüm ifadesizdi. “O ağzını açarken beni tanımadan konuşma.”
“Yalan mı?” dedi. Biraz eğildi, gözleri gözlerime yaklaşırken bakışlarına istemeden kilitlendim. İçimdeki öfke kabarıyordu. “Tabii, sen de haklısın.” diye fısıldadı, dudaklarının kenarında alaycı bir gölgeyle. Yumruğumun yüzüne inmemesi için tek sebebim buranın askeriyede olmamızdı. Ama o durmadı. “Neden hasta bir çocuk,” dediğinde Ateş’i kastettiğini biliyordum, kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. “Sürekli Şeyma için uğraşan bir abi…” Adım attı. Benim sabrımın ipi incecikti.
“Ölen bir aşk…”
O an içimdeki savaş bitti. Tüm dengem yerle bir oldu. Kalbim, ruhum, nefesim hepsi aynı anda yere çakıldı.
Ölen bir aşk.
“Sen…” dedim, sesim neredeyse fısıltı gibiydi ama öfkemin gölgesi bütün bedenime sarmıştı. “Beni tanıdığını söyleyen aptal…” Omzuna sertçe vurdum. “Benim hakkımda bir bok bildiğin yok!”
Bakışları yüzümde gezindi. Sanki gözlerimin derinliklerinden cevap arıyordu ama ben ona tek saniye bile bakmadım. Çünkü bakarsam, o ölü aşkın enkazında paramparça olacaktım.
Omuz silkerek yürümeye başladı. Ben de arkasından adım adım izledim.
Soyunma odasına girdim, hızlıca üniformamı giydim. Tişörtü hiç tereddüt etmeden çöpe attım. Her hareketimde sinirlerime hakim olmamı hatırlatıyordum kendime.
Üniformamı üzerime geçirir geçirmez, onun ağırlığı üzerime çöktü. Anında dikleştim. Üniformam benim için güçtü. Atan kalbimin sebebiydi. Yaşama sebebimdi. Aşkımdı.
En azından, yaralı da olsa, kalbim atıyordu.
Herkes ailem dediğim insanları bırakacak kadar karaktersiz görüyordu beni, hem de sadece yeni insanlar için; onların gözünde ben, köklerini kendi elleriyle kesip atan, hatıraları çiğneyen, gözlerindeki parıltıyı ucuz bir yabancının ışığında arayan biriydim; oysa kimse bilmedi içimdeki yangını, kimse görmedi hangi parçalarımı kaybettiğimi, ben sustukça kendi kafalarına göre bir hikâye yazdılar üzerime, sanki isteyerek uzaklaşmışım gibi, sanki yeni yüzlere koşarken geride kalanları hiçe saymışım gibi.
Oysa kimse bilmez, ben kimseyi bırakmadım, ben sadece bırakılmanın ne demek olduğunu herkesten daha önce öğrendim; insanlar, kalbimdeki yarayı görmeden beni yeni bir defter açtı sandılar ama ben, o eski defterin kanlı ve yırtık sayfalarını hâlâ her gece çevirmekten, satır aralarından taşan acıyı yutkunmaktan yorulmadım.
Kırgınım çünkü beni en iyi bilmesi gerekenler, en çok yanlış anlayanlar oldu; kırgınım çünkü gözlerimdeki yorgunluğu, sesimdeki titremeyi, gecelerime çöken sessizliğin mezar taşına dönen ağırlığını fark etmediler; sadece “gitti” dediler, sadece “terk etti” dediler, sanki kelimelerle ruhuma zincir vurur gibiydi.
Oysa kimseye anlatamadım ki ben gitmedim, ben sadece geride kalmaya mecbur bırakıldım; yeni insanlar, yeni bir aile falan değildi benim için, onlar sadece yaramın kabuğu olmuştu; fakat herkes kabuğu görmüştü, yaranın derinliğini görmemiştio kanayan çukurun içine hiç kimse eğilmemişti.
Ve en çok da buna kırıldım, içimi bilenlerin bile bana sırt çevirmesine, beni yabancıların arasına itilmiş gibi göstermelerine; tanımadan, bilmeden, hayatımı hiç dokunmamış bir kâğıt gibi buruşturmalarına, kalbimin en saf yerini “karaktersiz” diye yaftalamalarına.
Ben sadece hayatta kalmaya çalışıyordum, nefes almak için tırnaklarımla duvar kazıyordum ama onlar beni, sanki ihaneti bile isteye seçmişim gibi yargılamışlardı; oysa ben ihaneti seçmedim, ihanet beni seçti, alnıma gece gibi çöktü ve kimse fark etmemişti.
Yada fark etmek istememişti.
Üniformamın sert dokusu parmaklarımda yankılanıyordu; yüzümde o nadir ortaya çıkan gamzelerim, ruhumdaki buzdağının altında saklı bir kırılgandı sadece. Saçlarımı hızlıca topladım, keskin bir çizgi gibi sırtımda toplandı. Odadan çıkar çıkmaz, artık sadece Derin Yıldırım komutandım; soğuk, sert, kontrol altındaydım. Koridorun loş ışığında adımlarım yankılanıyordu. Karşıda Yiğit’i gördüm; nöbetteki birkaç adam selam veriyordu, o ise her selamı tek tek, titizlikle karşılıyordu. Ben ise, kendime ait bir dünyadan kopmuş gibi, kelimelere ihtiyaç duymadan yürüdüm.
Yemin töreninin yapılacağı alana doğru ağır ağır yürüyordum. Her adımımda içimdeki kırgınlıkların ağırlığı bir kez daha omuzlarıma çöküyor, nefesimi daraltıyordu. Sanki göğsümde görünmez bir taş vardı; ne kadar dik dursam da içimdeki sızıyı saklayamıyordum. Ama ben askerdim. İçimdeki yangını belli etmemeliydim. Kimin ne söylediğini, kimin ne düşündüğünü umursamadan, bakışlarımı ileriye kilitleyerek yürümeye devam ettim.
Tören alanına vardığımda yerime geçtim. Sert bir hareketle hazır ola geçerken tim üyelerim de birer birer yerlerine geçti. Koca meydanda çakan ayak seslerimiz yankılandı, sonra derin bir sessizlik çöktü. Yanımızda bir masa vardı; üzerinde Türk bayrağına sarılı Kur’an-ı Kerim duruyordu. Kırmızı örtü, sabahın solgun ışığında sanki kanla yıkanmış gibi parlıyordu. Kur’an’ın çevresine dört tabanca dizilmişti. Namluları aynı hizada, kusursuz bir özenle yerleştirilmişti. Sanki bize "düzen ve disiplin namustur" der gibiydi. Tabancaların yanı sıra masanın üzerinde iri, ağır silahlar da yerini almıştı. Her biri, karanlık zamanlarda kullanacağımız, bize emanet edilen kutsal yükün bir parçasıydı.
O an sessizliği bozan ayak sesleri duyuldu. Yönetmen odasından Tuğgeneral göründü. Üniformasıyla birlikte taşıdığı vakar, gözlerimizi kendiliğinden ona kilitledi. Hemen arkasından İbrahim Albay çıktı. İkisi birlikte, sanki gökten inmişler gibi, yavaş ama emin adımlarla tam karşımıza geçtiler. O an, meydandaki sessizlik daha da ağırlaştı.
Yüzbaşı Akın Komutan, dimdik bir şekilde ileri çıktı. Göğsünden yükselen gür sesi tüm sahaya çarptı, yankılandı. “Toprak Timi, özel kuvvetler yemini için 4 subay, 5 astsubay, emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!”
Sesi o kadar tok, o kadar keskin çıkmıştı ki boş sahada yankısı sanki birden fazla kişi konuşuyormuş gibi çoğaldı. Tuğgeneral başını hafifçe eğip konuştu. “Teşekkür ederim.”
Akın Komutan, tek nefeste, daha da gür bir sesle karşılık verdi. “Sağ ol!”
Tuğgeneral, gözlerimizin içine bakarak sordu. “Nasılsın asker!”
Bir an bile tereddüt etmeden, hepimiz aynı anda haykırdık. “Sağ ol!”
Meydanda sesimiz gök gürültüsü gibi çarptı. O yankı bile gökyüzünü titretmiş gibiydi. Tuğgeneral’in yüzünde küçücük, ama gururlu bir tebessüm belirdi.
“Siz de sağ olun,” dediğinde, sesinde hem bir baba sıcaklığı hem de bir komutanın sertliği vardı.
Ardından protokoldeki herkes, rütbe sırasına göre yukarıdaki bölümlere yerleşti. Tuğgeneral en öne geçti, yanına diğer komutanlar dizildi. Bir şeyler fısıldadı İbrahim Albay’a. Dudakları kıpırdadı ama ne söylediğini işitmedim. Zaten merak da etmedim. O anın ağırlığında, başka hiçbir şeye yer yoktu.
Albay yerinden kalktı. Keskin adımlarla kürsünün önüne yürüdü. Merdivenlerden ağır ağır indi, komutanlara selam verdi. En sonunda kürsüye geçti, dimdik bir şekilde bize döndü. Gözleri bir bir hepimizin üzerinden geçti.
“Toprak Timi!” diye haykırdı.
Hepimiz, sırayla, adımızı ve rütbemizi tek tek söyledik:
“Yüzbaşı Akın Akyol!”
“Kıdemli Üsteğmen Yiğit Kurt!”
“Kıdemli Üsteğmen Mavi Derin Yıldırım!”
“Teğmen Batur Kandemir!”
“Astsubay Başçavuş Tolga Çevik!”
“Astsubay Kıdemli Üstçavuş Kaan Umut Kılınç!”
“Astsubay Kıdemli Üstçavuş Davut Buran!”
“Astsubay Kıdemli Çavuş Aren Biçer!”
“Astsubay Çavuş Efe Aydın!”
Her isim söylenirken sesimiz taş duvarlara çarpıp geri dönüyor, bir anda göğe yükseliyordu.
Albay başını ağır ağır salladı. “Allah hepinizin yardımcısı olsun.” dedi. Sonra Yüzbaşı’ya döndü. “Yüzbaşım!”
“Emredin komutanım!” diye gürledi Akın Komutan.
“Özel Kuvvetler Yemini!”
“Emredersiniz komutanım!”
Albay, kürsüden birkaç adım geri çekildi. O an gözlerimiz Akın Komutan’a kilitlendi. Sert, disiplinli adımlarla öne çıktı. Tören alanının tam ortasına geçti. Bir an arkasını döndü, komutanlara selam verdi. Sonra bakışlarını bize çevirdi.
O an, kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Yemin vakti gelmişti.
“Toprak Timi!” diye gür bir sesle konuşmaya başladı Akın Komutan. Sesi, meydanın taş duvarlarına çarpıp yankılandı. “Özel kuvvetler yemini için tören vaziyeti al!”
O an hepimiz aynı anda, tek vücut olmuş gibi, önümüzdeki silahlara ve Türk bayrağına sarılı Kur’an-ı Kerim’e döndük. Sağ elimizi ağır ağır kaldırıp silahların soğuk metalinin üzerine koyduk. Avuç içim demirin sertliğine bastığında, içimden yükselen sızıya rağmen dimdik durdum. Karşımda Yiğit vardı. Bakışlarım ona kayabilirdi ama kaymadı. Bu an, artık yalnızca vatan içindi.
Akın Komutan’ın gür sesi bir kez daha havayı yardı. “Yemini tekrarla!”
“Ben bir Türk özel kuvvetler mensubu olarak!” dediğinde, biz de hep birlikte aynı güçle tekrarladık. Seslerimiz birleştiğinde sanki gökyüzü dahi titredi.
“Vatanıma, milletime, bayrağıma!”
“Vatanıma, milletime, bayrağıma!”
Her tekrar, içimizde birer yıldırım gibi çaktı. Sonra yemin kelimeleri Akın Komutan’ın dudaklarından ağır ağır döküldü, biz de aynı anda haykırdık:
“Vatanın bölünmez bütünlüğünü, bayrağımın namusunu ve milletimin şerefini canımdan aziz bilerek;”
“Düşmana korku, dosta güven veren Türk Özel Kuvvetleri’nin bir ferdi olacağıma;”
“Gizliliği şeref, görevi namus, başarıyı vazife bileceğime;”
“Komutanımın emrinden çıkmayacağıma, sır saklamaktan asla vazgeçmeyeceğime;”
“Canım pahasına mücadele edeceğime;”
“Gerektiğinde vatanım için tereddütsüz ölüme yürüyeceğime;”
“Namusum ve şerefim üzerine ant içerim!”
Son cümle hepimizden bir gök gürültüsü gibi yükseldi. O anda rüzgâr bile susmuş, yalnızca yeminin sesi kalmıştı.
Yüzbaşı Akın Komutan, masanın başına geçerek sert bir hareketle hazır ola geçti. Yukarıda oturan tüm komutanlar da aynı anda ayağa kalktı, bizlerle birlikte hazır ola geçtiler. O an, tek bir nefes, tek bir kalp gibi aynı ritimdeydik.
Akın Yüzbaşı gür bir sesle haykırdı. “Özel Kuvvetler yemini sona erdi! Arz ederim!”
İbrahim Albay, ağır adımlarla öne çıkıp döndü. Sesinde hem gurur hem de disiplin vardı. “Bundan sonraki zaman diliminde, ikinci bir emre kadar eğitim faaliyetleri sürecek ve karargahtan çıkmayacaksınız!”
Hepimiz aynı anda, göğsümüzden fırtına gibi kopan tek bir sesle cevap verdik. “Emredersiniz komutanım!”
Meydanda yankılanan bu söz, yalnızca bir itaat değil; uğruna ölmeye hazır olduğumuz kutsal bir sözdü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.87k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |