

İnsanoğlu çözülmez çünkü bir yanıyla sevip diğer yanıyla yok eder, gülerken bile sevip içinden ağlar, ne istediğini bilmez ama kaybetmekten delicesine korkar.
2009
Sokakta hava biraz serinlemişti. Gecenin rüzgârı tenlerine dokunuyor, yan tarafta yakılmış küçük ateşin çıtırtısı sessizliği bölüyordu. Betonun üzerine serilmiş eski battaniyelerin kokusu, sokağın keskin toprak ve pas kokusuna karışıyordu. Çöp kutularından gelen ekşi kokular buruna çarparken, gökyüzünden sarkan yıldızlar sanki onlara sırdaşlık ediyordu.
"Sen büyüyünce ne olmak istiyorsun ki." diye tatlı tatlı konuştu Ateş. Gözleri, karşısında sessizce duran Şeyma’nın üzerindeydi.
Şeyma, bir süre başını eğip düşündü. Hayaliyle gerçekliği birbirine karıştırmaya çalışan bir çocuk gibi… Çatlamış dudaklarını ıslattı, gözlerini yere dikti. Karar veremiyordu, her zamanki gibi.
Sırtını Can’a yaslamıştı. Can’ın nefesi göğsünde sıkışmış gibiydi; kızın omuzları ona değdiği anda kalbi boğazına kadar tırmanmıştı. Elleri dizlerinde titriyordu. Derin bir yutkunma daha… Sanki nefes alabilmek için değil, kalbinin gürültüsünü bastırmak için yutkunuyordu.
Mavi’nin gözleri yavaşça kapanıyordu. Yorgun bedeni her zamanki gibi Gökhan’ın göğsünde bulmuştu kendine yer. Gökhan, ince parmaklarıyla kızın saçlarını usulca okşuyordu. O küçücük dokunuş bile göğsündeki kalbi çılgınca çarptırıyordu. Yıllardır aynı alışkanlık, aynı yakınlık vardı aralarında, ama küçük Gökhan hâlâ ilk günkü gibi heyecanlıydı.
"Bilmiyorum ki." diye mırıldandı Şeyma. Gözleri hâlâ uzaklarda, düşüncelerinin içinde kaybolmuştu.
Mavi, gözlerini açmadan konuşmaya başladı. Sesi uyku dolu ve pamuk gibiydi. "Senin hemşire olmanı çok isterdim." dedi, dudaklarının kenarında minik bir gülümseme ile. Sabahın erkeninden beri oradan oraya koşturmuştu; sokak çocuklarının telaşı, açlığı, oyunları arasında en çok yorulan yine oydu. Minik bedeni uykunun ağırlığına yenilmişti.
"Ben mi?" diye şaşkınlıkla kendini işaret etti Şeyma.
"Doktor olamazsın bence…" diye mırıldandı Mavi. Çatlak kaldırımların üzerinde kıvrılmış halde yatarken, uykunun eşiğinde bile sözlerine samimiyet sinmişti. "O kadar yük seni gerer. Ama hemşire olursun. Hem tatlı olursun, herkese iyi gelirsin."
Şeyma dudaklarını büzdü, biraz düşündü. Sokakta hemşire olmanın, beyaz önlük giymenin hayalini kurmaya çalıştı. Ama içi daraldı. “Boşversenize…” dedi umutsuzca. “Hiçbirimiz meslek sahibi olamayacağız.”
"Abla sana buradan bir uçarım." dedi Ateş, aniden sertleşen sesiyle. Sinirliydi. Gözlerindeki parıltı ateşe benziyordu, geceyi delip geçiyordu. “İki dakika hayal kurdurmadı ya!” dedi ve kafasını geri atacakken birden robot gibi dönüp Gökhan ile Mavi’ye baktı. "Vatoz balığı!" diye bağırdı. Sesi sokağın karanlığında yankılandı. “Kaldır lan kardeşimi üzerinden!”
Mavi yarı uykulu hâlde dudaklarını kıpırdattı ama ne dediğini kimse anlayamadı. Sadece daha sıkı sarıldı Gökhan’a. Gözkapakları iyice kapandı, nefesi yavaşladı. Ateş’in gözleri öfkeyle yanarken, Gökhan kendini kahkahasını tutmak için zorladı. Parmakları hâlâ Mavi’nin saçlarında geziniyor, kızın yüzü uykuda gevşiyordu.
"Kardeşin bana yapışıyor, suçum yok." dedi Gökhan, dudaklarının kenarından belli belirsiz bir gülümseme ile. Yeşil gözleri hafifçe parladı ateşin ışığında, Ateş’e doğru baktı. "Sen ne olmak istiyordun? Kıskançlık kralı falan mı?" Sesi fısıltıya yakındı, sanki sır veriyordu.
"Dua et, Derin’imi uyandırmıyorum. Bir uyansa bir daha uyuyamaz." dedi Ateş, sesi öfkeyle titrese de içinde gizli bir korumacılık vardı.
"Gökhan’ının kollarında mışıl mışıl uyur o." dedi Şeyma, kahkahasını bastıramayarak. Ateş’i kızdırmak onun için bir eğlenceydi; hatta Gece Kuşları’nın favori aktivitelerinden biriydi.
Ateş yerinden fırladığı anda Gökhan elini kaldırdı, “Geç yerine Ateş.” dedi fısıltıyla. “Daha yeni uyudu kız.”
Sokağın taşları soğuktu, hava ise biraz puslu gibiydi. Çıplak ayaklarının altında betonun sertliği vardı. Gökyüzünde kısık bir ay ışığı, yıldızların arasından süzülüyor, onların üzerine incecik bir örtü gibi düşüyordu. Aralarındaki sevgi, çatlak duvarların arasında yankılanıyor, bu karanlık dünyayı biraz olsun ışıtıyordu.
Mavi uyanırsa bir süre uyuyamazdı. Zaten bugün yeterince yorgundu; bir de üzerine uyandırılmaya hiç gerek yoktu. Bütün gün hepsi çalışmış olsa da en çok iş her zamanki gibi Mavi’ye düşmüştü. Küçük bedeni yorulmuş, gözleri kararmıştı.
Mavi, grubun eli kolu gibiydi. Bir sofrada ekmeği bölmeyi de biliyordu, çöpten bulduğu eski bir bardağı parlatmayı da. Aralarından en beceriklisi, aynı zamanda en kurnazıydı. Sanki sokak, ona bambaşka bir zekâ vermişti.
“Ya benim kardeşim neden bu vatozun koynunda uyuyor her seferinde?” Ateş’in sesi titrek, biraz da ağlamaklıydı. Dudaklarını bükerek devam etti. “Ne Gökhan’mış ya…” Siteminde kıskançlığın ötesinde, küçük bir çocuğun sahiplenme duygusu vardı.
Gökhan, kahkahasını bastırmak için başını öne eğdi. Saçlarını geriye savurduğunda yüzüne düşen teller titrek ateş ışığında parladı. Son zamanlarda saçları fazlasıyla uzamıştı. En kısa zamanda makasla kesecekti ama Mavi izin vermiyordu. Kendi elleriyle kesmek istiyordu ama bir türlü fırsat bulamamıştı.
“Ee Ateş, büyüyünce sen ne olacaksın?” diye sordu Şeyma. Dudaklarında kurnaz bir gülümseme vardı. “Mavi’yi Gökhan’ın koynundan alma derneği mi kuracaksın?”
Ateş, öyle bir ters baktı ki sanki gözlerinden kıvılcım çıktı. Küçük kız her şeyden habersiz, uykusuna dalmış şekilde Gökhan’ın göğsünde huzurla yatıyordu.
“Ben polis olmak isterdim.” diye mırıldandı Can. Sesinde iç çekiş vardı. Aslında yaşıtlarına göre çoktan ilerlemiş bir sınıfta olması gerekiyordu ama kat kat gerisindeydi. Nedenini bilmiyor, sorgulamıyordu da. Tıpkı diğer Gece Kuşları gibi, o da aynı sınıfta tutuluyordu.
Onları okutuyorlardı, evet, ama nedenini kimse anlamıyordu. Akıllarında ne tür bir plan vardı kestiremiyorlardı. Belki eğitimli çocuklar daha fazla para ediyordu. Belki de başka bir şey vardı. Zamanla öğrenecekleri için sorgulamayı bırakmışlardı.
Şeyma, Can’a döndüğünde Can zaten çoktan onu izliyordu. Bakışlarını kaçırmak istedi ama edemedi. “Polis mi?” dedi Şeyma, dudak kenarları yukarı kıvrıldı. “Bence senden çok güzel polis olur, evet.”
Can’ın dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi. Şeyma güldüğünde onun da gülmek istemesi kaçınılmazdı. İçinde sakladığı duygu, saf ve temizdi.
Ona duyduğu sevginin üstüne bir gün kir bulaşır mı, bilmiyordu. Ama bulaşmasını da istemiyordu.
“Ateş, sen?” dedi Şeyma merakla. Onu en çok o merak ediyordu çünkü. Ateş, hep küçük hayallerden bahsederdi; koca koca hayalleri sır gibi saklardı.
“Sana ne be?” dedi Ateş, dudaklarını bükerek. Az önceki atışmaların bedelini ödetmeye çalışıyordu. Onun için bu an, “trip saati”ydi. Birkaç dakika sonra yine konuşmaya başlayacaktı, herkes biliyordu.
“Yaa…” diye mırıldandı Mavi, gözkapaklarını aralayarak. O an herkesin dikkati küçük kıza çevrildi. Uyuyor sandıkları halde gözlerini hafifçe açmıştı. Aslında çoktan dalmıştı ama Ateş’in bağırışıyla uyanmıştı.
Soğuk kaldırım taşlarının üstünde, eski battaniyelerin kokusuna sarılıp uyumaya çalışan bu küçük topluluk, bütün eksikliklerine rağmen birbirinin sıcaklığıyla ayakta kalıyordu.
“Bana da mı söylemezsin ne olmak istediğini?” dedi Mavi, Gökhan’ın sıcak kollarının arasından sıyrılıp Ateş’in dizlerine başını koyarak. Gözlerinde çocukça bir merak, dudaklarında tatlı bir gülümseme vardı. “Ben çok isterim öğrenmek…”
Ateş gözlerini küçük kızın gözlerine çevirdi. Bir anlığına yumuşadı bakışları. İnce parmaklarını Mavi’nin saçlarına daldırıp usulca okşamaya başladı.
“Sana söylerim tabii kızım.” dedi gülerek, sesinde gizlenmiş bir kırılganlıkla. Sonra yavaşça konuştu. “Ben aşçı olmak isterdim.”
Bir anda bütün Gece Kuşları başlarını çevirip Ateş’e baktılar. “Aşçılık mı?” dedi Gökhan, kaşlarını kaldırarak.
Ateş usulca başını salladı. “Neden aşçılık?” diye sordu bu kez Can, merakla.
Ateş omuzlarını silkti, dudaklarını büküp çocukça bir masumiyetle cevapladı. “Aşçı olup bir sürü yemek yapardım. Sonra sokaktaki bütün çocuklara dağıtırdım. Hiç kimse aç kalmazdı.”
O an rüzgârın arasından sanki karnı aç çocukların sesleri yankılandı; betonun soğukluğu, ekmek kırıntılarının kokusu arasında Ateş’in hayali herkese iyi geldi.
“Yaa…” dedi Mavi, ellerini kaldırıp Ateş’in yanaklarını sıkarak. “Senin yanağını ısırmamak için tek bir neden söyle.”
“Yüzüm pis.” dedi Ateş, kaşlarını çatıp. “Hasta olacaksın sonra da ‘hastayım’ diye söyleneceksin, sus.”
Ama Mavi onu dinlemedi, doğrulup yüzüne dikildi. “Hee, ben hastayken söylendiğim için hasta olmayayım öyle mi?” dedi, dudaklarının kenarıyla gülerek. Şeyma ikisini izlerken kahkahasını tutamadı. Mavi hemen Can’a döndü. “Abi, az önce resmen bana senden nefret ediyorum dedi değil mi?”
Can başını salladı, gözlerinde şefkatli bir ciddiyetle. “Resmen öyle dedi. Gel, sen abine boş ver o öküzü.” diyerek kollarını açtı.
Ama daha Can’ın kolları açılır açılmaz Şeyma atılıp o yeri kaptı. Can’ın gözleri kocaman açıldı, kalbi hızla çarpmaya başladı. Ne yapacağını bilmez haldeydi, ama mutluluğu saklayamıyordu.
Mavi gülümseyerek Gökhan’ın yanına gitmeden önce Ateş’in elini tuttu ve ayağa kalkardı. Küçük adımlarını onunla birlikte attı, yanından ayırmadı. Tek başına kalmasını istememişti.
“Sen benden nefret etsen de…” dedi Mavi, sesi ince ama içten bir kararlılıkla. “İşte benim gönlüm senin tek kalmana el vermedi.”
Sokağın karanlığına, çürük duvarlara ve soğuk taşlara rağmen o an Ateş’in yüreği sıcacık oldu.
***
İnsan evladı değişikti…
İçi kan ağlarken bile yürümeyi bilirdi. Çünkü durmak, acısını daha çok hissetmekti. O yüzden nefes alamasa da nefes almaya devam ederdi. Kalbi paramparça olur, ruhu lime lime edilirdi ama dışarıdan bakıldığında hâlâ aynı insandı. Kimse onun gözlerinin içinde bir cenaze taşındığını anlamazdı.
En kötüsü de buydu işte. Kimse bilmezdi. Kimse bilmek istemezdi. İnsan, acısını kendi içine gömmek zorundaydı çünkü kimse yaralarını taşımak istemezdi. Hatta yaralarını gösterdiğinde, daha çok kanatırlardı. Bu yüzden öğrendi. Gülmek, bir maske; susmak, bir zırh; devam etmek, bir alışkanlıktı.
İnsan evladı, hayatta kalmayı hep böyle başardı. Yıkılsa da ayağa kalkmıştı, kırıldıysa parçalarını toplamıştı, yalnız kaldıysa kendi kendine arkadaş olmuştu. Çünkü başka çare yoktu. Acıyı anlatmaya kalksa küçümsenecek, “abartıyorsun” denecekti. Anlatmasa zaten içten içe çürüyecekti. Bu yüzden ikisini de yaptı. Sessizce çürüdü ama dışarıya sapasağlam göründü.
Ve belki de bu yüzden insan en çok kendine yabancılaştı. Aynaya baktığında gördüğüyle hissettiği arasında dağlar kadar fark vardı. İçindeki karanlık büyüdükçe yüzüne taktığı maske daha da kalınlaştı. Öyle bir noktaya geldi ki kendi acısına bile alıştı. Gözyaşlarının tadını, kalbinin sızısını, gecelerin uzunluğunu normal sandı.
Ama işte, asıl trajedi burada gizliydi: İnsan, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ederken aslında her adımıyla biraz daha yok oluyordu. Biraz daha tükeniyor, biraz daha susuyor, biraz daha yalnızlaşıyordu. İçinde çığlık atan o parça ise kimsenin duymadığı bir mezara dönüşüyordu.
İnsan evladı değişikti…
Ölmeyi her gün biraz daha öğrenirken, yaşamayı hâlâ sürdürüyordu.
İnsan evladı tuhaf bir mahluktu. İçi kan ağlarken bile yüzüne bir tebessüm çizebilir, en ağır yüklerin altında ezilirken “ben iyiyim” diyebilirdi. Çünkü hayat, ona hiçbir zaman durma lüksü tanımamıştı. Acısının ortasında bile yoluna devam etmeyi bir alışkanlık, hatta bir zorunluluk haline getirmişti.
Kimi zaman içten içe parçalanır, yüreği delik deşik olurdu ama dışarıdan bakıldığında sapasağlam görünürdü. İnsan, en çok da kendini saklamayı öğrenmişti. Gözyaşlarını yutmayı, kelimelerini susturmayı, çığlığını boğmayı… Çünkü dünya, yarasını gösterecek kadar merhametli değildi.
Belki de en büyük trajedi buydu. Kendi kalbini sessizce toprağa gömerken, ayaklarıyla bir sonraki adımı atmaya devam etmek zorunda olması. İçten içe yok olurken bile hayata tutunmaya çalışması.
İnsan evladı değişikti; bazen dayanılmaz olanı taşır, imkânsızı yaşar ama yine de sıradanmış gibi davranırdı. Belki de bu yüzden en çok kendi yıkımlarını, kendi sessizliklerinde saklardı.
“Siz biraz hanlaşmış mısınız ne?” diye bağırdı Akın yüzbaşı. Sert sesi, kapalı alanda duvara çarpıp yankılandı. Beton zemine yapışmış avuçlarımın altında taşın soğukluğu tenime işliyordu. Dizlerimin ve kollarımın gerilimi, kanın damarlarımda daha hızlı akmasına sebep oluyordu. Timin nefes alış verişleri birbirine karışırken, ter damlalarının kokusu keskin bir demir kokusu gibi havaya sinmişti. Herkes suskundu, sadece komutanın sert adımlarının yankısı vardı.
Arkasındaki adamlar birbirine göz ucuyla bakarken, Akın yüzbaşı Yiğit’in ensesinden yakalayıp kafasını yere doğru bastırdı. Yüzüm zemine her inişimde taşın tozlu kokusunu ciğerlerime dolduruyordum. “En son ne zaman şınav çektin, Kurt?” diye sorduğunda, Yiğit’in yanıtı hiç zorlanmıyormuş gibiydi.
“Bu sabah komutanım.” dedi tok, pürüzsüz bir sesle.
Ama o an Yiğit’in alnından kayan bir damla ter zemine düştü, dairesel bir iz bıraktı. Onun nefesindeki sakinlik ile vücudundan akan tuzlu koku arasındaki tezatı hissettim. Akın yüzbaşı daha da sertleşti. “Gözüme yavaş geldin Kurt! Hızlan!”
Yiğit hızlandı. Kollarındaki kaslar sertleşiyor, ama yüzünde en ufak bir çöküş yoktu. Yüzbaşının adımları bu kez bana çevrildi. Gelmesini umursamadan devam ettim. Avuçlarımda taşın keskinliği vardı, parmak aralarım acıyordu, ama geri adım atmadım.
Önümde eğilip gözlerimi inceledi. Burnuma sabunun hafif kokusu karıştı; terin ve toprağın arasında bile temizliğini belli eden bir koku. “Biz tam tanışamadık, ama burası da tanışmaya pek uygun değil, öyle değil mi?” dedi. Nefesi yüzüme değdiğinde, boğazımdan aşağıya keskin bir yutkunma indi.
“Öyle komutanım.” dedim, gözlerimi kaçırmadan. Sesim, taş gibi soğuktu.
Boynumdaki sarkan künyeyi parmaklarının sertliğiyle kavrayıp kendine doğru çevirdi, metalin soğukluğu terli tenime dokunurken ürperdim. “Mavi Derin Yıldırım.” diye okudu; zaten bildiği ismi tekrar dile getirmesi sanki beni hatırlatmaya çalışır gibiydi. O an havada durdum, göğsümden çıkan sıcak nefesler zemine çarpıp yankılandı. Künyeyi bıraktığında yeniden kollarımı indirip yükseldim.
“Baban Şırnaklı mıydı? Kendi memleketinde görev aldığın için şanslıymışsın.” Sesinde bilmeden bastığı bir yaranın acısı vardı.
“Bilmiyorum.” dedim, kollarımdaki kaslar yanarken taş zeminin keskin kokusu ciğerlerime işlerken. Sesim dümdüzdü, duygusuzdu. “Nereli olduğumu bilmiyorum. Ben mahalle köşelerine doğdum, kaldırım taşlarında büyüdüm; nüfusum sokakların sessizliğinde, kimliğim terk edilmişliğin içinde kayboldu komutanım.”
Sözlerim havada asılı kaldı, Akın yüzbaşının boğazından derin bir yutkunma sesi yükseldi, bakışları yumuşamıştı. Dudaklarının arasından neredeyse mırıldanır gibi döküldü. “Bunu bilmiyordum. Özür dilerim.” Sesindeki pişmanlık, önceki sertliğini paramparça etmişti.
“Sorun değil komutanım.” dedim, yere inip yeniden yükselirken; yüzüncü şınavı çoktan bitirmiştim ama durmadım, kaslarım yanıyor, kollarım titriyordu ama pes etmeye niyetim yoktu.
Akın yüzbaşı bakışlarını üzerimden çekmedi, en sonunda doğrulup Batur’un yanına gidip onunla aynı hizaya indi. Kollarını yere yerleştirip omuzlarını kilitledi, “Son on.” dedi. Sesi artık daha alçaktı; bir emirden çok bir ortaklığa benziyordu. Tim sus pus olmuştu; herkes ter damlalarının taş zemine düşerken çıkardığı sesleri bile duyacak kadar sessizleşmişti.
Aren sessizliği delmeye çalışır gibi seslendi: “Derin komutanım, maşallahınız var yalnız.” Kahverengi taş zeminin tozuyla birleşen nefesim ağırlaştı, onun boş boğazlığına cevap vermek istemedim.
Akın yüzbaşı hemen araya girdi: “Sen gevezelik ederken Derin yüzden fazla şınav çekti.”
“171.” dedi bir anda Yiğit, sayıları kusursuz bir netlikle dile getirdi. Kaşlarım istemsiz çatıldı ama ona dönüp bakmadım, ritmimi bozmadım.
“Ne?” dedi Akın yüzbaşı.
“Asi, 171 tane şınav çekti komutanım.” Sesinde gurur yoktu, alay yoktu; yalnızca çıplak bir gerçek vardı.
Doğru saymıştı evet. Ama neden sayıyordu bilmiyordum, sormak da istemedim. Çünkü kafamda başka sesler dönüp duruyordu; Ateş’in sözleri. Yiğit beni tanımıyordu, belki onun için yabancıydım. Ama Ateş… O benim kanımdan olmasa da canımdı, kardeşimdi, her şeyimdi. Hayatım boyunca işlediğim bütün suçlamaları kabul edebilirdim, ama bunu? Beni terk etmekle suçlamasını? Hayır, bunu hak etmemiştim.
Tam o sırada sessizliği Tolga’nın sesi böldü. “Derin komutanım.” dedi alçak bir sesle. Yana kaykıldım, ona bakış attım. “İzninizle bir şey sormak isterim.” Gözlerimle onu dinlediğimi belli ettim. “Ben de sevdiğimi kaybettim.” dedi, nefesi titriyordu, omuzlarının gerilimiyle her sözü daha ağırlaşıyordu. Biz hâlâ şınav pozisyonunda devam ediyorduk; kollarımız titriyor, avuçlarımızın altındaki taş ısınmış terimizle kayganlaşıyordu. “Vefat etmedi.” diye ekledi, o anda gözlerime baktı, yutkunması boğazında düğümlendi.
Ölmediğini anlamıştım; çünkü sevdiği ölmüş olsaydı o bakışlar daha da boş olurdu, gözünün nuru çekilir, ruhu yok olurdu.
“Beni istemedi diyelim.” dedi yutkunarak, sesi boğazında takıldı. Sonra tekrar bana döndü, gözleriyle yüzümü aradı. “Ben onu yaşarken sevmeye devam edemiyordum. Siz vefat etmiş birini nasıl yıllarca sevdiniz?”
“Kalbim onu her hatırladığında o bir kez daha doğuyor.” dedim mırıldanarak. Ona döndüm, bakışlarımı gözleri hariç her yere kaydırdım, sanki oraya değsem yıkılacak gibiydim. “Ve ben ona her doğuşunda tekrar aşık oluyorum.” dediğimde o yutkundu, nefesini zor yuttu.
“Bunu yapmak bile yetenek ister.” dedi sağ tarafımdan Efe’nin sesi, kısa ama ağır bir yankı gibiydi. “Ölen birinden umudu kesip herkes hayatına devam eder çünkü.”
“Ya ölen kişi hayatımsa?” diye karşılık verdim, sözlerim taş zeminin soğukluğuna çarpıp geri dönerken sesim bile kırılmıştı.
Akın komutan bu konuşmayı kesmek istercesine araya girdi. “Tamam, şınav bitti.” dedi sert ama biraz da telaşlı bir tonla. Hepimiz aynı anda doğrulup ayağa kalktık, nefeslerimiz toprakla karışıyordu.
“Plank pozisyonu al!” komutu geldiğinde yere geri kapaklandık. Dirseklerimi taşın üzerine bastım, bedenimi havada tuttum. Ayak uçlarım toprağa gömülüyor, kollarım titriyor, sırtımdan aşağıya inen ter damlaları çamura karışıyordu. Kaslarım yanıyor ama bırakmaya hiç niyetim yoktu.
Ve bu daha sadece ısınmaydı. Asıl nefesimi kesecek olan mükemmel parkur birazdan gelecekti. İçimde, tüm acıya rağmen, oraya ışınlanma isteği vardı. Çünkü parkurda bedenim değil, kalbim koşacaktı.
Plank pozisyonunda kaslarım yanmaya devam ederken zaman geçmek bilmedi. Toprağın rutubetli kokusu burnuma doluyor, botlarımın altındaki taşlar kıpırdadıkça küçük hışırtılar duyuluyordu. En sonunda komutanın sesi gürledi, “Kalk!” diye. Sıkıcı ısınmalar bitmişti. Ayağa kalkarken göğsümden çıkan nefes ciğerlerimi kesip geçti, dudaklarımdan kaçtı. “Sonunda be...”
Eğitim sahasının o tanıdık, metal ve toprak kokusu ciğerlerime işledi. Parkur önümde duruyordu; engelleriyle, dikenli telleriyle, çamur havuzuyla bana meydan okuyordu. Kenarda dizili silahlar, sanki eski dostlar gibi bizi bekliyordu. Benimki hemen seçiliyordu; kabzasındaki çizikler, namlusunun mat parıltısı… Göz göze gelmişiz gibi hissettim, sanki bana gülümsüyordu.
“Silah al!” komutuyla metalin soğukluğunu ellerimde hissettim. Sanki avuçlarımı yakıyordu. “Tırmanma rampasına!” dendiğinde gözlerim dört metre yüksekliğindeki devasa rampaya kilitlendi. Önünde ağır halatlar sallanıyordu; sert iplerin lif kokusu rüzgârla burnuma çarpıyordu.
Silahı sırtıma taktım. Haki yeşili badi terle karışıp göğsüme yapıştı. Dizimde tabancanın sert ağırlığı, belimde komando bıçağının soğuk varlığı… Şarjörlerin metal kokusu yanımdan eksik olmuyordu. Botlarım toprağa her bastığında kısa, tok bir ses çıkıyor; sanki kalbimle yarışıyordu.
Yanımda Akın Yüzbaşı, diğer tarafta Yiğit vardı. Göz ucuyla baktığımda dudak kenarında küçücük bir kıpırdama gördüm; belki nefes, belki de bana karşı gizlediği bir şey. O an dirseğimi suratına geçirmek için mükemmel mesafedeydi ama içimdeki öfkeyi bastırıp gözlerimi tekrar rampaya diktim.
Düdük sesi ulaklarımda bir bomba patlamış gibi ilerle komutunu verdi. Nefesim hızlandı, ayaklarım toprağı döverek ileri fırladı. Rüzgâr kulaklarımın yanından uğulduyordu. Rampaya ulaştığımda halatı kavradım; lifleri avuçlarımı çizdi, ip yanık bir koku yaydı. Sırtımdaki silah her adımda omurgamı eziyordu ama bacaklarım durmadı.
“Daha hızlı!” diye gürledi İbrahim Albay. Sesi, göğsümün içini titretti. Ne zamandır yanımızdaydı bilmiyordum ama varlığı ortamı bıçak gibi kesmişti.
Zirveye ulaştığımda dizim tahtaya çarpıp sızladı. Kendimi aşağıya bıraktım, ayaklarım yere değdiği an toprak kokusu ciğerime doldu. Sersemlemeye fırsat bırakmadan koşmaya devam ettim.
Bir kütüğün üzerinden atladım, diğeri altından süründüm. Çamurun içine gömülürken botlarımın çıkardığı “şlap” sesi etrafı doldurdu. İki adım gerimde Yiğit’in sert nefesleri vardı; hırıltısı boğazından sökülüyordu. Akın Yüzbaşı’nın ayak sesleri de aynı ritimdeydi.
Çamur havuzuna geldiğimde tereddüt etmedim. Kendimi içine bıraktım. Çamurun buz gibi soğuğu boynumdan aşağı süzüldü, saç diplerime kadar işledi. Kirpiklerimden çamur damlaları aktı, dudaklarımın kenarına tuzlu ve topraklı bir tat bıraktı. Nefes aldığımda çamur kokusu ciğerlerime doldu.
Yüzümü silip fırladım. Botlarım ağırlaşmıştı, her adımda su ve çamur sıçratıyordu. Denge tahtasına çıktım, tahtanın üzerinde ayaklarım kayıyordu; ahşabın eski kokusu burnuma dolarken kaslarım daha da gerildi. Arkadakilerin bağırışları, su ve çamur seslerine karıştı.
Ve önümde yeni bir duvar yükseldi; iki metre boyunda, çamurdan ve kandan doğmuş gibi duran bir tahta engeldi bu. Avuçlarım çamurlu tahtaya yapışırken kalbim göğsümden çıkacak gibi çarpıyordu.
En sonunda parkurun son engelinden atlayıp yere indim. Ayaklarım kumun içine gömülürken toz bulutu yüzüme doğru savruldu. Dizlerimin üstüne düşer düşmez sürünmeye başladım. Botlarımın altındaki taşların hışırtısı, kumun ağız dolduran toprak kokusuyla birleşti. Belimde çamura bulanmış silah ağır ağır sürükleniyor, metalin soğukluğu her hareketimde tenime çarpıyordu.
Önümde cansız mankenler yükseliyordu; sanki karşıma dikilmiş gerçek düşmanlar gibiydi. Ağzımın içinde yoğun bir çamur tadı vardı, dişlerimin arasında kum taneleri gıcırdıyordu. Nefesimi düzenlemeden silahı kavradım, namluyu doğrultup tek atışta mankenin tam ortasını delip geçtim. Tetiğe bastığım an çıkan ses kulak zarımı titretti. Silahı omzuma yasladım, sonra göğe kaldırdım.
O an gözlerim İbrahim Albay’ınkilerle buluştu. Dudaklarının kenarında gururlu bir gülümseme vardı. Parkuru ilk bitiren bendim.
Arkamdan Yiğit nefes nefese yetişti, ardından Akın komutan. Diğerleri hâlâ engellerle boğuşuyordu. Ben ise ciğerlerimi yakarak içime dolan havayı düzenlemeye çalışıyordum. Vücudumda gözlerim hariç tek bir temiz nokta kalmamıştı; saç diplerimden bile çamur damlıyordu.
İbrahim Albay öne doğru yürüdü, botlarının sert adımları ıslak zeminde yankılandı. Hepimize baktı ama gözleri benden kolay kolay ayrılmadı. “Güzel oldu, güzel.” dedi, sesi hem gür hem de tatmin olmuş bir tondaydı. Ben bakışlarımı hiç bozmadım, dümdüz karşıya kilitlendim.
Ağzımın içinde hâlâ çamurun ağır, metalimsi tadı vardı. Ama umurumda bile değildi. Tam tersine, bu parkuru defalarca geçmek istiyordum. Çünkü asker olduğumda içimden bambaşka biri çıkıyordu. Kalbimin bütün haykırışları susuyor, sadece silahımın yankısı kalıyordu dünyada.
“Dinlenin gençler.” dedi tek nefeste İbrahim Albay.
“Emredersiniz komutanım.” dedik hepimiz aynı anda. Sesimiz birleşti, gökyüzünde tek vücut olmuş gibi yankılandı. Dağılırken ben doğrudan merdivenlere yöneldim. Botlarım basamaklara vurdukça “tak tak” sesleri yankılandı. Yanımdan geçen askerler, üstümüzdeki çamuru görünce bakışlarını çeviriyor ama tek kelime etmiyorlardı.
“Elinde ne tutuyorsun?” Akın Yüzbaşı’nın sesi arkamdan geldi. Sert, otoriter ama merak doluydu. Basamakları çıkarken nefesim kesiliyordu.
“Bayrak.” dedi Yiğit. O an içimde öfke dalgası kabardı. Cevabı veren ben değildim. Yüzüne bile bakmadım ama ellerim yumruk oldu. İkidir benim adıma konuşması sinirlerimi kemiriyordu.
“İkidir Derin’le konuşurken ortaya atlıyorsun Yiğit.” dedi Akın komutan, sesi buz gibi. “Derin’i tanımaya çalışıyorum.” diye yanıtladı Yiğit. O sırada, karşıdan Kaan Yüzbaşı bana doğru yürüyordu.
Yanıma geldiğinde dudaklarında tanıdık bir gülümseme vardı. Ben ise istemsizce bir adım geriye çekildim. “Sakın.” dedim gözlerinin içine bakarak. “Her zerrem çamur.” Sesim sertti ama içinde istemsiz bir yorgunluk vardı.
Kaan ofladı, yine de yaklaşmadı. Bütün timin bakışları üzerimizdeydi, nefeslerini bile tutmuşlardı. Sonra Akın Yüzbaşı’ya dönüp yarı ciddi yarı şaka bir tonda konuştu. “Asi’yi alıp kaçıyorum.”
Akın komutan hiçbir şey söylemedi, yüzünde belli belirsiz bir gölge vardı. “Duş alacağım.” diye mırıldandım. Sesim kendi kulağıma bile boğuk geliyordu.
“Tamam, aşağıda bekliyorum.” dedi Kaan, sakin bir şekilde. Kafa salladım, sonra adımlarımı hızlandırdım. Çamurun soğukluğu hâlâ bacaklarıma yapışmıştı ama içimde yanıp tutuşan başka bir şey vardı.
"Kaan Yüzbaşı ile tanışıyor musunuz?" diye sordu Akın Komutan.
"Komutanım, özel hayatımla ilgili sorular kişisel mahremiyet kapsamına giriyor. Bu tür soruları yanıtlamak zorunda değilim. Ancak görevle alakalı her şeyi yapmaya hazırım." dediğimde yüzünün ifadesi değişti. Dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi, bakışları kısa bir an soğudu. Yine de umursamadım. Selam verip uzaklaştım; bedenimden çamurun ağırlığı hâlâ sarkıyordu. Duşun yolunu tuttum.
Koridorlarda ağır bir deterjan kokusu hakimdi, tavandan süzülen loş floresan ışıkları kirli gri zemin üzerinde parça parça yansıyordu. Botlarım her adımda ıslak bir iz bırakıyordu. Soyunma odasına girdiğimde içerideki nemli hava yüzüme çarptı; uzun süredir kullanılan metal dolapların soğuk kokusu genzime doldu.
Duşun altına girdiğimde üzerime vuran ilk damla, içimdeki gerginliği bir nebze de olsa söküp aldı. Çamur saç diplerimden süzülürken suyun metalik kokusu, beton duvarlardaki küf kokusuna karışıyordu. Parmaklarım saçlarımın arasında dolaşırken, her tel inatla direndi sanki. Çamur topak topak akıp giderken, sabrımı sınar gibi saç diplerime yapışıyordu.
Üzerimdeki üniformayı çıkardım. Ağırlığıyla birlikte yere düştüğünde çıkan şapırtı sesi, savaşın izlerini taşır gibiydi. Kumaşın üzerine sinmiş barut, toprak ve ter kokusu, ılık suyun altında yavaşça çözülüyordu. Çamurlu kumaşı suya tutup kenara bıraktım. Boynumda sallanan künyeme, bileğimdeki bilekliğe gözüm takıldı. Onları dikkatle yıkadım; üzerlerinden geçen yılların çiziklerini parmak uçlarımda hissettim. Bilekliğe eğilip küçük bir öpücük kondurdum. Dudaklarımda soğuk metalin tadı kaldı.
Duştan çıktığımda bedenimdeki ağırlık gitmişti ama yerini derin bir yorgunluk almıştı. Önce iç çamaşırlarımı, ardından haki yeşili badimi giydim. Kumaş, ıslak tenime yapışınca hafif bir ürperti hissettim. Askeri pantolonumu çekip üzerime geçirdim, belimde kemeri sıktım. Badimi pantolonun içine dikkatlice sıkıştırdım; disiplin her zaman detaylarda gizliydi. Tabancamı yerine yerleştirdim, bıçağımı sabitledim.
Saçımı kuruturken fırçanın her dişi sanki saç tellerimi kökünden koparıyordu. Acıyı bastırıp, dişlerimi sıkarak devam ettim. Tamamen kuruyunca saçlarımı sıkıca topladım, geriye tek bir tel bırakmadım.
Giyinme odasından çıkıp alt kata indim. Merdivenlerden inerken yemekhaneden gelen karışık kokular burnuma doldu; yeni pişmiş çorbanın buharı, kızarmış ekmek kokusu ve yorgun bedenlerin terle karışan kokusu… İçeri girdiğimde uğultulu bir kalabalık vardı. Metal tabakların çarpışma sesleri, sandalye gıcırtıları, fısıltılar ve kahkahalar birbirine karışıyordu.
Yiğit’in bakışlarını hemen hissettim; gözleri adımlarımı takip ediyordu. Yine de görmezden geldim. Kararlı adımlarla, masanın köşesinde beni bekleyen Kaan Yüzbaşı’ya ilerledim. Yanına oturduğumda yüzünde her zamanki rahat gülümsemesi belirdi.
"Selam Asi’m." dedi, sesinde hafif bir sıcaklık vardı.
"Selam." diye karşılık verdim, gözlerimi doğrudan onun gözlerine kilitleyerek.
"Annem seni sordu, biliyor musun?" dedi aniden. Kelimeler ağzından birbiri ardına dökülüyordu. Dinlemeye yöneldim, çünkü konuşmayı ne kadar sevdiğini biliyordum. "Derin buraya gelmiyor diye yakınıyordu vallahi." diye eklediğinde başımı yeniden önüme çevirdim. O anda, yemekhanenin uğultusu uzaklaştı; sadece içimde kalan o ince, kırılgan sessizlik vardı.
Emindim ki beni sormamıştı. Kendi kızı olmadığım için, yanında geçirdiğim her saniyede benden nefret etmişti. Eğer Ali Amca -yani Kaan’ın babası- yanında olmasa, bana karşı en ufak bir ilgi göstermez, yüzüme bile bakmazdı. Belki de sadece Ali Amca’nın yanında görünsün diye, sahte bir merakla adımı anmıştı. Ama gerçeğini asla bilemeyecektim.
Yan masadan üzerimde hissettiğim bakışların ağırlığı varken, Kaan hâlâ bir şeyler anlatıyordu. Dudakları kıpırdıyor, cümleler akıp gidiyordu ama ne kadarını dinlediğim tartışılırdı. Yalnızca sesini duyuyordum; anlamına kulaklarımı kapatmıştım. En sonunda dayanamadım. Sandalyemi hafifçe geri ittim, ayaklarımın altındaki gıcırtı uğultunun arasından sıyrıldı.
"Bu kız kaçar." dedim kendi kendime, Kaan’ın nereye temalı uzun sıralamalarına izin vermeden kalkıp bahçeye yöneldim. Arka tarafta daha sakin, daha tenha bir köşeye geçip oturdum. Cebimden küçük not defterimi çıkardım; sayfanın beyazlığına gözüm alışırken elim otomatik olarak bir şeyler çizmeye başladı.
Kulaklığımı takıp şarkıyı açtım. Tınısı kulak zarımı sararken ayaklarım ritmi istemsizce yere vuruyordu. Müzik, kalabalığın sesini boğuyor ama içimdeki gürültüyü susturamıyordu.
İnsanları tanımadan yargılamak ne kadar kolaydı. İnsan, anlamadığı her ruha bir etiket yapıştırırdı. Ve benim bedenim, her yanım, insanların yapıştırdığı etiketlerle doluydu. Çünkü düşünmek zordu, empati yorucuydu. Bakmak kolaydır ama görmek… Görmek, kimsenin uğraşmak istemediği ağır bir işti. Onlar hep baktı ama hiç görmemişti.
Görmeden yargılamışlardı. Bir bakışımın soğukluğuna kibir demişlerdi. Sessizliğime suç. Yanlış anlaşılmalarıma iftira. Oysa kimse bilmezdi; o sessizliğin arkasında kaç uykusuz gece saklıydı. Kaç kez anlatılmak istenmişti ama kelimeler dudak çizgisine çarpıp geri dönmüştü.
Adını bilmedikleri yangını, kendi elleriyle harlamışlardı. Kalbime dokunmadan hakkımda konuşmuşlardı. Ve ne acıdır ki, seni en iyi tanıdığını iddia edenler… İşte onlar, taşı ilk ve en sert atan olurdu.
Bir bakışla yakarlar.
Bir fısıltıyla boğarlar.
Bir cümleyle öldürürlerdi.
Kimse sormaz, “Senin acın nerede başlıyor?” diye. Çünkü bu dünya, kırıkları anlamaya değil, suçlamaya meraklıydı. Sen susarsın, onlar bağırırdı. Sen ağlarsın, onlar kahkahalarla gürler. Sen açıklamak istersin, ama onlar çoktan kararını vermişti.
Ve sonunda, adın bir yalanın gölgesinde silinir giderdi. Ama sen, tek başına kalırken içinden yalnızca şu yankı yükselirdi. "Ben sadece insan olmaya çalıştım ama onlar canavar görmekte ısrar etti."
Benden nefret etmesi için ne yapmıştım, bilmiyordum. Bazen sadece Mavi Derin olmak bile bazı insanların nefretini kazanmama yetmişti. Ama bu sefer gerçekten hak etmemiştim. Onların kini de, uzaklığı da, taş gibi yargıları da hak etmemiştim oysaki.
Başımı kaldırıp batmak üzere olan gökyüzüne çevirdim. Ufuk çizgisinde kızıllığa çalan turuncu, ağır ağır morun içine gömülüyordu. Gözlerimdeki yanma, gökyüzünün ateşine karışıyordu. "Canım çok yanıyor…" diye fısıldadım sessizce. Dudaklarımdan çıkan sözler, rüzgârın içinde kaybolup gitti.
"Yanına alsan olmaz mı?" dedim gökyüzüne doğru, fısıltım hâlâ devam ediyordu. "Sensiz yaşayamıyorum." Nefes almak için mezarına gitmek istesem de, ayaklarımda o gücü bulamıyordum. Gidemiyordum. Yüreğimde taşıdığım boşluğu, o taşın soğukluğuna dokunarak bile dolduramayacaktım biliyordum.
Önümde açık duran defterime döndüm, bir an elim hızla sayfayı kapattı. Günlüğümü çıkardım çantamdan, kapağını araladım. Kalemim kâğıda sürtünürken kalbimden dökülenler birer yara izi gibi satırlara işliyordu. Ama tam kapatacakken yan tarafıma istemsizce gözüm kaydı. Orada oturan Aren’i fark ettiğimde kaşlarım çatıldı.
Önüne doğru eğilmişti. Elinde telefon, ses tonundan belli hararetli bir konuşmanın içindeydi. Kaşlarım daha da derinleşti, kulaklığımdan müziği çıkarıp kulağıma dolan sessizliği onun konuşmasına çevirdim.
"Anne, ne evden çıkarması ya?" dedi telaşla, sesi sertti. "Emir verilmeseydi gelir döverdim onu! İki günde nasıl bulacağız ev?" dediğinde boğazıma bir düğüm oturdu.
Yerimden kalkıp adımlarımı sessizce ama kararlı attım. O an başını kaldırdı, beni fark edince yüzünde şaşkınlık belirdi. Telefonu kapatacak gibi oldu ama hızlı bir hamleyle cihazı elinden aldım.
"Selamünaleyküm abla." dedim, sözlerim keskin ve hızlı çıktı.
Karşıdaki kadının sesi kulaklığımdan şaşkın bir şekilde yankılandı. "Aleykümselam da… evladım sen kimsin?" dedi.
Aren’in bakışları bana çevrildi; gözlerindeki şaşkınlık kadının sesindekiyle birebir aynıydı. Ben derin bir nefes alıp sesime otoriteyi yerleştirdim. "Ben Aren’in komutanıyım. Adım Mavi Derin. İstemeden kulak misafiri oldum. Derdinizi anlatırsanız, derman olmak isterim."
Kadının nefesini duyabiliyordum, kararsız bir soluk alıp verdi. Sesindeki yorgunluk tel tel çözüldü kulaklığımdan. "Kızım… hallederiz biz. Merak etmeyin." dedi ama sesinde saklı bir çaresizlik vardı.
"Hayır, anlatın." dedim ısrarla, sert bir tonda. "Hadi, dökün içinizi."
Kadın derin bir nefes aldı. Sesindeki direncin kırılışını hissettim. "Ev sahibimiz iki gün içinde evi boşaltmamızı istedi." dedi, sesi neredeyse titreyerek.
Kaşlarım istemsizce çatıldı. Başımı çevirip Aren’e baktım; gözlerim, ondan neden sorusunu zorla almak ister gibiydi.
"Evi başkasına satmış." dedi Aren. Sesi boğuk, sanki boğazına bir taş oturmuş gibiydi. Omuzları çökmüş, gözleri yere sabitlenmişti. O an yüzündeki gölgenin bile çaresizliği anlatmaya gücü yetiyordu.
Kaşlarımı toparladım, derin bir nefes aldım. Telefonu sıkıca avuçlayıp kulaklığıma daha yakın tuttum. "Üzme kendini abla." dedim kararlı ama yumuşak bir sesle. Sesimden sızan sıcaklığın, karşıdaki kadının içine bir nebze olsun umut serpmesini istedim. "Bak, ben şimdi senin bu sarı oğluna bir adres vereceğim. O eve baksın, olur mu?"
Aren’in başı hızla bana döndü. Gözleri büyüdü, kirpikleri hızlıca kırpıldı; dudakları aralandı ama hiçbir kelime dökülmedi. Şaşkınlık yüzüne kazınmıştı. Gözlerindeki tereddüt, çocuksu bir korkuya karışıyordu.
Kadının nefesi kulaklığımdan ağır ağır döküldü. "Komutanım, ben… bunu kabul edemem." dediğinde sesindeki titreme, kelimelerin arasına saklanmış bir gözyaşı gibiydi.
Başımı çevirip Aren’e baktım. O, başını öne eğmiş, ayak ucuna bakıyordu. Utanmıştı, suskunluğunu sessizlik değil, çaresizlik bastırıyordu. Sert bir tonda, neredeyse keskin bir bıçak gibi kestim havayı. "Sana soran oldu mu?"
Sözlerim bahçenin içinde yankılandı, Aren’in omuzları titredi. Çenesini göğsüne dayarcasına eğdi başını. Cevap veremedi.
Telefona geri döndüğümde kadının sesi artık titrek sevinçle dolmuştu. Dualar birbiri ardına dökülüyordu; Allah razı olsun, ömrün uzun olsun, yolun açık olsun… Her kelime kulaklığımdan içime işledi. Sanki dua değil de, minnetin gözyaşlarına dönüşmüş haliydi.
Kadının sesinde bir umut, bir kırgınlık ve bir şükür aynı anda çarpışıyordu. Kalbim sızladı ama yüzümde tek bir kırık mimik bile göstermedim. Telefondaki son sözleri duyduktan sonra cihazı Aren’in titreyen ellerine geri verdim. Parmağı telefonun kenarına sıkıca bastırıyordu; sanki düşürse her şey dağılıverecekmiş gibi.
Ben ise derin bir nefes alıp tekrar cebime uzandım. Telefonumu çıkardım, parmaklarım hızla Boncuk’un numarasını çevirdi. Daha ikinci çalmada açtı.
"Abla!" diye yankılandı sesi. Çocuksu, neşeli, pırıl pırıl bir sesti bu. İçindeki sevinç dalgası, kulaklığımdan bütün yorgunluğumu siliyordu. "Abla nasılsın?"
Yüzümde farkında olmadan bir gülümseme belirdi. Çok uzun süremeden silmiştim gülümsemeyi. Sesim şefkatle doldu. "İyiyim balım. Siz nasılsınız?"
Arka planda kahkahalar, koşuşturan çocuk sesleri geliyordu. O sesler, sanki eski bir bahçede oynayan çocukluğumun yankısıydı.
"İyiyiz abla!" dedi hemen. "Yurttakiler çok özledi seni." Çocuğun sesinde sanki hem mutluluk hem de özlemin ince bir çizgisi vardı. Sonra sesini biraz kısarak ekledi. "Ben de özledim… Gelmiyor musun abla?"
Gökyüzüne gözüm kaydı. Güneş çoktan ufkun altına süzülmüştü, gök ağır bir mora bürünmüş, yıldızlar birer birer yanıyordu. Hava serinlemiş, toprağın nemli kokusu ciğerime dolmuştu. Dudaklarım titredi ama sözlerim kararlı çıktı. "En kısa sürede geleceğim, Bal."
"Boncuk güzelim, bak mahallede boş evlerden birine bir aile gelecek. Yardımcı olur musun ablacım?" dedim, sesime tatlı bir rica gizleyerek.
"Olurum tabi abla!" dedi heyecanla. "Hangi daireyi verelim?"
Gözlerim hemen Aren’e kaydı. Çenesini sıktığını, hala yaşadığı şoku atlatamadığını gördüm. Ona sertçe baktım. "Annen bahçeli mi ev sever yoksa normal mi?" Boş boş bakıyordu. Dudakları aralandı ama kelime çıkmadı. Kaşlarımı çattım, sesimi bu kez bir komutan gibi yükselttim. "Cevap ver asker!"
Sözlerim havayı yarıp geçtiğinde o, refleksle toparlandı. "Bahçeli komutanım!" dedi, sesi titrek ama kararlıydı.
Başımı iki yana sallayıp nefes verdim. "Bir şeyi iki kere sordurtmaya ne kadar meraklı ya…" dedim kendi kendime. Ardından tekrar telefona döndüm. "Boncuk, Asuman ablanın karşısındaki bahçeli evi göster güzelim."
Boncuk’la birkaç kelime daha konuştuktan sonra gözüm ilerideki patikaya takıldı. Ay ışığının altından hızlı adımlarla bana doğru gelen bir silüet vardı. Omuzları gergin, yüzü karanlığın arasından keskinleşen bir gölge gibiydi.
Yiğit’ti.
Adımları sertti, bakışları bıçak gibi üzerime saplanıyordu. Kalbim istemsiz hızlandı ama yüzümdeki ifade değişmedi. O yanıma vardığında telefonu sessizce kapatıp cebime koydum.
Gözlerini gözlerime dikti. Dudaklarının kenarı kımıldadı ve tek bir cümle döküldü. "Senle konuşmamız lazım."
Sesi karanlığın içinden çıkan bir fısıltı gibi ağırdı. O an, havadaki tüm uğultu kesilmiş, gece bile susmuştu.
BÖLÜM SONU
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 26.87k Okunma |
2.76k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |