(Yaaaaa güzeller güzeli okurlarım
Yazarların da bir kalbi var yaaaaaaaaa.4
LAN ABİM GELMİŞ DİYO Kİ (öz değil arkadaş olarak) O MAVİ YAREN'İ DİRİLT OKURLAR OLARAK EVİNİ BASMAYA GELİYOZ6
Valla ben bişi yapmadım. Gidin anasının evini basın.
Allah'ım spoiler verecem diye adam gibi birşey de yazamiyom.
Bu bölümden sonra evimi basmayın noglarrrrrr
Yıldızlar kadar öpücük bırakıyorummm.
Heeee şunu soylim. Yazım yanlışı aşırı vardır illa ama valla tek elle yazınca anca bu.
Salak ben ellimin kırık olduğunu unutup gidip kum torbasına yumruk attım ağrıdan gebercem ama size bölüm yazım dedim -sizi daha çok cildirtmak icin-
Bazen bir şey anlatmak istersin. Ama asla o şeyi anlayacak doğru kelimeyi de, doğru cümleyi de bulamazsın. Usulca, hiç istemesen de gözlerinde birer damla yaş düşer. O yaşlar, sanki içine biriktirdiğin tüm acıların dışa vurumudur. O yaşın düştüğü yerden, anlamasını istersin karşısındaki kişi… Senin ne kadar derin bir boşlukta kaybolduğunu, ne kadar acı çektiğini. Ama kimse anlamaz. Çünkü ne söylesen de kelimeler yetersiz kalır. Her şey, sana ait olan o boşlukta sıkışıp kalır.
Şu anda herkesin dilekleri vardı. Hızla saate bakıyorlardı. 23.57.
Geçen yıl bu saatlerde, yine bir görevdeydiler. Mavi Yaren, 00.00'a yaklaşırken herkesin dilek tutmasını istemişti. O anın büyüsünde, herkes gözlerini kapatmış, dileklerinin ne olduğunu düşünmüştü. Ama Mavi Yaren’in dileği, hiç kimseye söylenemedi. Sorulduğunda, tek bir cevap vermişti:
"Hayat, benim dileklerimi gerçekleştirecek kadar merhametli değil. Aksine, dileklerimi duyarken tam tersini anlıyor herhalde."
O günden beri, Yiğit her zaman düşünüp duruyordu. Geçen yıl bu saatte, o da Mavi Yaren’i dilemişti. Ama hayat, ona da merhamet etmemişti ve Mavi’yi almıştı.
Yiğit, hep bir soru içinde kayboluyordu: "Acaba ona Gökhan olduğunu söyleseydim, yaşamak için çaba gösterir miydi? Yeniden savaşmaya başlar mıydı?"
Ama son kelimeleri, ölümüne bir son olmuştu. Hem de ölümün en acılı hali. Son sözlerinin, Gökhan’a ait bir anı olduğunu, yaşamına ait bir çırpıda silinip gidecek bir iz olduğunu düşündü. Ve o an, her şeyin ne kadar boş olduğunu, zamanın ne kadar anlamsız geçtiğini fark etti.
Kafasını iki yana salladı. Zihninde karışan düşünceler, dengesiz bir şekilde kayboluyordu. Ama bir anda bir şey dikkatini çekti ve durakladı. O şey, bembeyaz güllerin arasında tek başına bir papatya idi. Beyazı bembeyaz, ama tek başına!
Güller, uzun ve sağlamdı. Ama o papatya, hiç beklenmedik bir şekilde, bir yalnızlık hikayesini anlatıyordu. O papatya, tek başına parlıyordu, etrafındaki beyaz güllerin ortasında bir yıldız gibi. “Kendini bana asla unutturmayacaksın, değil mi?” diye fısıldadı Yiğit, içinden bir duygu dalgasıyla. Ardından, yavaşça yürüdü. "Uğraşmana gerek yok. Kalbim sensin," dedi, her adımda biraz daha içindeki acıyı yoğunlaştırarak.
Bir anda Çağrı’nın sesi, karanlıkta yankılandı: “KOMUTANIM!” Çığlık gibi bir bağırışla, “TUZAK!” diye bağırdı ve silahını ateşledi. Herkes hızlıca silahlarını kuşandı ve kendilerini, en yakın duvarlara saklamaya başladılar. Tüm etrafı, mermilerin uğultusu sararken, Yiğit’in sesi, adeta bir çığlık gibi yankılandı:
Etraflarında sayamayacak kadar çok adam vardı. Ellerindeki silahlar, sadece görüntüleriyle değil, tehdidiyle de korkutuyordu. Bu silahlar, Yiğit’in aklında bir anı canlandırdı. Mavi Yaren’in o merminin zehriyle düşüşü… Aynı silahların, aynı ölümün araçları olduğu hissi, bir an için kalbini sıkıştırdı. Ama duramazdı, daha fazla düşünemezdi. Her şey, sadece bir hedefe odaklanmaktan ibaretti.
"SAKIN KİMSE OMZUNA DAHİL, HİÇBİR YERİNE MERMİ FALAN YEMESİN!" diye bağırdı Yiğit.
Bir anda, kafasını hafifçe kaldırıp, o karanlık yönlere doğru birkaç mermi daha sıktı. Her bir atış, bir hedefe değdi ve kafasından vurduğu adam yere serildi. Yiğit bir an duraksadı, ama içindeki acı, ona bir parça mırıldanmayı zorla hatırlattı.
Yavaşça, dudaklarından, savaşın ortasında, yeniden bir şarkı mırıldanarak çıkmaya başladı.
Mavi Yaren’den kalan bir alışkanlık gibi bir şeydi artık. Ne zaman bir çatışmanın ortasında kalsa, o anı bir tür kaçış yolu olarak kabul eder gibi mırıldanmaya başlıyordu.
Şarkı, adeta bir sığınak gibiydi.
Bazen bana gelir, gider seni dert etmeler
Seni rüyalarımda hapsetmeler
Yıldızların hırsızları mı var?
Tutamam, tutamam, hep yeni bir gün doğar.
O şarkıyı her mırıldandığında, sanki zaman duruyor ve her şey biraz daha ağırlaşıyor, biraz daha yoğunlaşıyordu. Yiğit’in aklındaki yıldızlar, Mavi Yaren’in yıldızlarıydı. Mavi Yaren’in yıldızı ise, hiç şüphesiz Gökhan’dı. Onlar, birbirlerinin göğüslerinde kaybolmuş ışıklardı. Her biri, bir diğerini parlatıyordu, ama aynı hızla sönüyordu.
Yıldızları sanki ne kadar sevseler, o kadar çok ışığı yanıyordu. Sanki ne kadar çok parıldasalar, o kadar çok kayboluyorlardı. Ve bir anda, patlıyorlar, ışıkları gözlerine acı veriyor, sonra da usulca kaybolup gidiyorlardı.
Başka bi' evrende, en güzel hâlinle
Sen hayata karış, ben daha da biteceğim
Kırgınım kendime, üşüyorum gölgende
Henüz bilmesen de belki bir gün gideceğim…
Ve o şarkı, Yiğit’in ruhunda her geçen saniye biraz daha yankı yapıyordu. Gökhan’a dair bir eksiklik vardı, bir eksik kalmışlık. Mavi Yaren, en güzel hâlinde, başka bir evrende kalmıştı. Ama Yiğit, onun yokluğunda bir şekilde hep aynı yolda ilerliyordu. O şarkı, hep Mavi Yaren’in en güzel hâlini hatırlatıyordu.
Her şey, geride kaldı. Geride kalan tek şey, belki de geçirdikleri mutlu günlerdi. Yiğit, bir gün o mutluluğun bir anlık bir iz olduğunu fark etti. Geçmişin silinmesi, bir zamanların yok olması… Ama o anılar hala bir yerlerde, silinmemiş bir şekilde duruyordu. Gözlerinde, o yıldıza dair bir iz vardı.
Başka bir evrende bırakmıştı o aşkı. Zaman geçtikçe, içindeki acının azalmasını bekliyordu ama o acı hiç dinmiyordu. Bir evrende, kaybolmuş yıldızlar arasında, Yiğit, kendini hep biraz daha fazla kaybediyordu.
Mavi Yaren, yıllarca acıya nasıl dayandığını biliyordu. Peki ya Yiğit? İnsan acıya dayanabilir miydi? Bunu bilmiyordu. Ama bir şey biliyordu: Mavi Yaren’i bir gün unutmazsa, acı hep onunla kalacaktı.
Bir gün, Mavi Yaren’i aramayı bırakır mıydı? Gözlerindeki o derin izleri, yokluğunu bir şekilde hafifletebilir miydi? Yiğit, ağzının içinde aynı şarkıyı tekrarlıyordu. Zihninde dönüp duran şarkının sözleri, biraz da silahların patlamasıyla kayboluyordu.
Mermileri giderek tükeniyordu. Etrafında her şey bulanıklaşıyor, zaman giderek daralıyordu. Gökten düşen bir sis bombası her şeyi kör ediyordu. Gözlerindeki bulanıklık, her şeyi sarmıştı.
Yine aynı senaryo… Herkes ya bayılacak ya da öldürülecek, ya da kaçırılacaklardı. Ağızlarını sıkıca kapatmışlardı. Sis, gözleri yakıyor ve her şey bir anlığına kararmıştı. Gerçekten neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyorlardı.
Ve sonra, derin sessizlikte bir ses duyuldu. Tarama sesi. Taramalı bir silahın sesi… Kimse ne olduğunu anlamamıştı, ama bir şey vardı. Etraflarında sıkılan mermiler kendilerine mi sıktı diye düşündüler, ama kimseye bir zarar gelmemişti.
Sonra kafalarını kaldırıp, kim olduğunu görmek için harekete geçtiler. Karşılarında, siyah bir hırka giymiş, kapüşonu kafasına geçirilmiş birisi duruyordu. Hızla, o kadar çabuk temizlemişti ki, hala bu kişinin bir kadın mı yoksa bir erkek mi olduğunu anlayamamışlardı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki, ne kadar dikkat etseler de, net bir şey görmek imkansızdı.
Yiğit, vücudunu zorla harekete geçirip, doğrulmaya çalıştı. Diğerleri, sis dumanından kaçıp temiz hava almak için uzaklaşmışlardı, ama o orada tek başına kalmıştı.
Ve Yiğit, tek başına, o sisin içinde, yalnızlıkla yüzleşmeye devam ediyordu.
Ona yardım eden kişi, Yiğit’in de kurtulduğunu düşünerek hızla oradan uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Karşılaştıkları o anın acı tatlı hatırası, Yiğit’in kafasında hep yankılanacaktı.
"Sakın ölmeyin. Dileğim budur." dedi, sesi uzaklaştıkça kayboldu. Ve ardından adımlarını hızlandırarak karanlığa karıştı.
Yiğit öksürerek ayağa kalktı, fakat her adımında vücudu sendeliyor, bacakları titriyordu. Nefes almak, adeta ona işkence gibiydi. Ciğerlerinin içinde bir ateş vardı, sanki her nefes alışında içine bir parça daha ateş düşüyordu. Vücudunun her köşesi ağrıyor, başı dönüyordu. Her bir nefes, onun için daha da zorlaşıyor ve vücudunu yavaşça teslim alıyordu.
Toprak timinin kalan üyeleri, yeni yeni kendilerine gelmeye başlamışlardı. Gözleri, Yiğit’i bulmak için her yeri taradı. Ama Yiğit, sisin içinde kaybolmuştu. Hızla geri dönüp, tekrar o alana bakmak zorunda kaldılar. Sis, yavaşça dağılmaya başlamıştı, ama Yiğit hala görünmüyordu.
Kafasını kaldırdığında, fark etti. En sonunda, hâlâ dizlerinin üstünde durmaya çalışan bir kadını fark etti. Kadın kısa boyluydu, ama karanlıkta onu görmek için gözlerini zorladı. Kafasında bir kapşon vardı ama yine de yüzü belirginleşiyordu. Yüzünde birkaç çil vardı, saçları çenesine kadar gelmişti ve gözleri kahverengiydi. Mavi Yaren’e asla benzemiyordu, ama sanki bir şekilde ona benzer bir şey vardı.
O anı düşündü, daha önce gördüğü kadını. Az önce hayatını kurtaran kişi miydi bu? Zihni bulanıktı. Yavaşça ilerledi, ama her adımda bedenini zorlayarak ilerlemek zorundaydı. Ciğerlerinde hala bir ağrı vardı, ama vazgeçmek yoktu. Yardım eden kadının kim olduğunu, ne olduğunu anlamak için her şeyini riske atmaya hazırdı.
Kadın kafasına vurulan bir şey nedeniyle yere yığıldı. Yiğit’in gözleri genişledi. Ne olduğunu anlamadan, bir anda kafasına bir darbe aldı ve yere yığıldı. Tüm vücudu bir ağrı seline kapıldı. Gözleri kararırken, bir tek son hatıra kalmıştı kafasında: Yardım eden kişi, hiç görmediği bir kadın mıydı? Kimdi o?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
43.3k Okunma |
4.05k Oy |
0 Takip |
82 Bölümlü Kitap |