7. Bölüm

5. Bölüm : "İlk"

Yaren Yaşar
yaren_yasar11

 

 

 

Hayat, en çok tahammül edemediğin sandığın kalbi bile bir gün yuvanı bulabileceğini sessizce kanıtlar.

2003

 

“Derin, adamı hasta edersin kızım sen!” Can’ın sesi geceyi yaran bir çığlık gibi çıktı. Dudaklarının kenarı titriyor, kelimeleri söylerken boğazındaki damar şişip geriliyordu. Öfke ile karışık çaresizlik gözbebeklerinde parlıyordu. O koca çocuk hâliyle, biraz daha devam etse gözyaşları yanaklarından süzülecek gibiydi ama kendini tutuyordu.

Derin’in gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarını sıcacık yakarken soğuk gece havasıyla buluşuyor, ince tuzlu bir iz bırakıyordu. Çenesinden düşen damlalar Can’ın kucağındaki ince gömleğe karışıyor, ıslaklık sanki derisine kadar işliyordu. Küçük kızın hıçkırıkları o kadar keskin ve tizdi ki odanın içindeki çıtırdayan sessizliği paramparça ediyordu.

Odanın kokusu ağırdı. Tahta duvarlardan rutubet ve küf kokusu yükseliyor, pencerenin kırık camından içeri giren rüzgâr çürümüş yaprak kokusunu taşıyordu. Sobanın içinde sönmüş közlerden gelen is kokusu hâlâ havada asılı kalmıştı. Bütün bu karışım, Derin’in ağlamasıyla birleşip mideyi bulandıran bir sıkışma yaratıyordu.

Küçücük yatakta Ateş, ince yorganın altında kıvrılmış uyuyordu. Dudaklarının kenarından çıkan nefes ılık bir buğu yapıyor, çocuk bedeniyle minicik göğsü inip kalkıyordu. Onun masum uykusu, odanın diğer ucundaki fırtınaya tamamen yabancıydı.

Şeyma, kollarını göğsünde kavuşturmuş, sinirle ayağını tahta zemine vuruyordu. Zemin gıcırdayınca sanki odanın her köşesi titriyordu. Kaşları çatılmış, gözlerinin altındaki morluklar sokak lambasının titrek ışığında daha da belirginleşmişti. Dudaklarını büzüp nefes verirken hırıltılı bir ses çıkardı.

Gökhan yoktu. Çıkalı çok olmuştu. Karton bulacağım diye gitmiş, gece sokaklarında kaybolmuştu. Onun gidişinden beri Derin susmamıştı. Can’ın kollarındaydı ama küçük bedenin titremeleri Can’ın göğsüne çarpıp yankı yapıyordu. O kollar, Gökhan’ın verdiği güveni vermiyordu. Çocuğun gözyaşları sanki Can’ın derisini yakıyor, içindeki sabrı kemiriyordu.

Can’ın alnından ter boncukları süzülüyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Dizlerinin titrediğini hissediyor, yine de Derin’i sıkıca kucaklıyordu. “Yok bu böyle olmayacak.” diye homurdandı, sesi kalınlaştı, sabırsızlıkla Şeyma’ya döndü. “Ağlamaktan ateşi çıkacak! Şeyma, ne yapacağım ben?” Sesindeki çaresizlik, odanın havasını daha da ağırlaştırdı.

Şeyma hışımla nefes verdi, burnundan çıkan hava buhar gibi göründü. Yüzünü buruşturdu. “Gökhan nerede kaldı ya? O sustururdu…” dedi. Sesi sertti ama içinde bir kırıklık gizleniyordu.

Can’ın gözleri parladı. Bir anlığına yumruklarını sıkıp gevşetti. “Kızım, yok işte! Şimdi ne yapacağız onu söyle bana!” dediğinde sesi çatladı, boğazındaki düğüm kelimeleri boğdu.

Şeyma’nın yüzü kasıldı. Dudak kenarındaki kasıktan belli oluyordu öfkesi. Yine de bakışlarını Derin’e dikti. Küçük kızın gözleri kan çanağına dönmüş, yanakları kıpkırmızıydı. “Cırlama bana! Ne bileyim ben?” dedi Şeyma, sesi sert bir tokat gibi çıktı. Ardından dişlerinin arasından fısıldadı, sesi bıçak gibi inceydi. “Başımıza bela oldu resmen…”

O an hava dondu. Derin’in ağlaması bile bir anlığına kesildi. Sokaktan gelen rüzgâr camın çatlaklarından uğuldadı, perdeyi şiddetle dalgalandırdı. Loş odada tek ses, çürük tahtaların arasından gelen böcek hışırtılarıydı.

Can’ın yüzü taş kesildi. Çenesindeki damar gerildi, göz bebekleri küçüldü. Başını ağır ağır kaldırdı, gözlerini Şeyma’ya dikti. O bakışta öyle bir karanlık vardı ki, bütün odanın üzerine gölge gibi çöktü. Sesini alçalttı ama her kelimesi hançer gibi keskin çıktı. “Ne dedin sen?”

Şeyma’nın kalbi küt küt atıyordu. Nefes alışları hızlandı, göğsü yukarı aşağı sertçe inip kalkıyordu. Dudaklarını ısırdı, panikle gözlerini kaçırmaya çalıştı. Ama Can’ın bakışından kaçış yoktu.

“Ben… ben öyle demek istemedim…” dediğinde sesi titredi, kelimeler yarım yamalak çıktı. Dudaklarının kenarı seğirdi, gözlerinde pişmanlıkla korku birbirine karışıyordu.

Ama odanın havası değişmişti bir kere. Can’ın bakışları, gecenin karanlığından bile daha soğuktu. Ve Derin’in ince hıçkırıkları, bu sessizliği tekrar paramparça etmeye başladı.

Ateş, olup biten her şeyi duyuyordu. Küçük bedeni yorganın altında kıvrılmış olsa da kulakları bütün sözcükleri yakalıyordu. Derin’in inleyen hıçkırıkları, Can’ın öfkeyle çatallanan sesi, Şeyma’nın buz gibi kelimeleri hepsi kulak zarına çarpıyordu. İçinde büyüyen sıkışma artık taşıyamayacağı kadar ağırlaştığında ani bir hareketle doğruldu. Yorgan dizlerinden kayıp yere sürüklendi, tahtaların gıcırtısı geceye yayıldı.

Ayağa kalktığında loş ışık yüzünü aydınlattı. Daha küçücük bir çocuktu ama bakışları, odadaki herkesten daha büyüktü. Sessizce Derin’in yanına yürüdü. Can ona bakarken, Ateş’in gözleri sadece Derin’e odaklanmıştı. Başka hiçbir şey görmüyor gibiydi.

Kollarını uzattı. Parmaklarının titremesine rağmen hareketinde kararlılık vardı. Henüz küçüktü, kucağında taşıdığı ağırlık omuzlarını zorlayacaktı ama umursamıyordu. Derin zaten yürümeyi biliyordu, ama ağlamaları öyle kuvvetliydi ki kimse onun kendi ayaklarıyla durabileceğine inanmıyordu. O yüzden hep kucaklarda gezdiriliyordu.

“Ona nefretle bakarsan, susmaz zaten.” dedi Ateş. Sesinde çocukluğun kırılganlığı vardı, ama aynı zamanda bıçak gibi bir kesinlik de kendine yer edinmişti. O an odanın havası değişti. Çocuğun sözleri duvarlarda yankılandı, büyüklerin ağırlıklı sessizliğini paramparça etti.

Derin’i yanına çekip yatağa yönlendirdi. Yatağa uzandıklarında küçük kızın saçlarını usulca okşadı. Parmak uçları ıslak tellere takılıyor, çamur gibi karışan gözyaşlarını ayırıyordu. Dudaklarını eğip kızın yanaklarına minik öpücükler kondurdu. Tuzlu yaş damlaları dudağına bulaştığında onları silercesine öptü, derin bir sevgiyle yuttu.

Şeyma ile Can göz göze geldiler. Gözlerinde şaşkınlık ve utanç aynı anda belirdi. Kelimeler boğazlarına düğümlenmişti. Ateş’in sesi hâlâ odada çınlıyordu. “Ne nefreti?” diye sordu Can, ama sesi eskisi gibi sert çıkmadı. Daha çok kendine sormuş gibiydi.

Ateş, başını hafifçe kaldırıp Şeyma’ya baktı. Bakışlarında küçücük ama ağır bir ima vardı. Bir anlığına o koca gözler Şeyma’nın içine işledi. Ama hiçbir şey söylemedi. Tekrar Derin’e döndü.

Küçük kız, göğsüne yaslandığında Ateş’in kalbinin ritmi hızlandı. Avuçlarıyla saçlarını okşarken alnına öpücükler kondurdu. Dudaklarının arasından, sadece Derin’in duyabileceği kadar kısık, kısa mırıltılar döküldü. Masallar gibi, ninniler gibi, sözden çok his taşıyan fısıltılar…

Derin’in hıçkırıkları giderek azaldı. Küçük kızın kirpiklerinin arasından süzülen son damlalar Ateş’in göğsüne aktı. Sonra nefesleri yavaşladı. Ağlamanın yerini huzurlu bir uyku aldı. Göz kapakları ağırlaştı, sonunda kapandı.

Odanın içinde hâlâ rutubet, küf ve kırık camlardan gelen rüzgârın kokusu vardı. Ama o an sanki bütün karanlık durdu. Küçücük bir çocuğun sarılışı, koca bir sessizliği susturmuştu.

2024

Yazarın Anlatımıyla

Bazen en tahammül edemediğin, sesini duymaya bile dayanamadığın, yüzünü gördüğünde içini tırmalayan biri gün gelir kalp atışlarını hızlandıran tek kişi olurdu.

Bazen göz göze bile gelmeye tahammül edemediğin biri olur; gördüğünde içini tırmalar, sesini duyduğunda sabrını zorlar, hatta varlığına bile isyan edersin. Ama gün gelir, bir sabah uyanır ve yokluğunda kalbinin tuhaf bir şekilde sızladığını fark edersin; işte o an, nefret sandığın şeyin aslında kalbinin en derininde gizli bir kıvılcım olduğunu anlarsın.

Hayat böyledir çünkü; önyargılarını yavaşça kemirir, senin bile fark etmediğin anlarda sınırlarını sessizce ezer. En çok sinirlendiğin ses, bir gün kulağında yankılanmasını en çok istediğin melodiye dönüşür. Önce küçük şeylerle başlar bu dönüşüm; alaycı bir bakış, hafifçe atılan bir laf sokma, sinir bozucu bir kahkaha… Sen gözlerini devirdikçe, kalbinin en sessiz yerine çoktan kök salmaya başlamıştır o kişi.

Sonra bir sıcaklık sarar içini, anlam verilmeyen bir huzursuzlukla karışık dinginlik… “Ne oluyor bana?” der insan, kendi soruna bile cevap bulamazdı. Çünkü hayat ezber bozmayı severdi; insan her şeyin planlı, güvenli ve sabit olduğunu sandığın anda karşına öyle biri çıkar ki, bütün kurallarını yerle bir ededi.

Yasakları zevk ve tutku ile çiğnerdi.

Bir zamanlar “Ondan asla hoşlanmam.” dediğin kişiyi, gün gelir gözlerin arardı. İçinde ona karşı haykırdığın her bir nefret kırıntısı yazılmaya değer bir aşk hikayesi olurdu. Önce sinirle karışık bir gülümseme olur bu, sonra içten içe saklanan bir özleme dönüşür. Ve bir bakarsın, inatla kaçındığın o bakışlar, seni en çok sarsan sessizliğe dönüşmüş olabilirdi.

Sen hâlâ kendine yalan söyler, hislerini bastırmaya çalışırken kalbin çoktan kararını vermişti. Çünkü hayat kiminle sınanacağını söylemez insana; bazen en çok kızdığın kişi olur en çok sevdiğin, bazen de “asla” dediğin yerden yakar insan. İşte o yüzden hayattaki en büyük kesinlik, aslında hiçbir şeyin kesin olmamasıydı. Kalp yolunu kendi çizer; insanlar ise onun peşinden sürüklenmekten başka bir şey yapamayızdı.

Demir kapının önünde keskin bir demir kokusu yayılıyordu; pasla terin, güneşin kavurduğu betonla karışan ağır bir kokuydu bu. Geceden kalma nemli havayla birleşmişti. Betül’ün kalbi kaburgalarına vuruyordu, her nefes alışında ciğerlerine paslı bir hava doluyor gibiydi. Ayaklarının altında çakıllar kıtır kıtır ses çıkarıyor, her adımında o ses Betül’ün öfkesine yankı katıyordu.

“Ya siz Derin’i bana çağırır mısınız, ne uzattınız?” dediğinde sesi çatladı; hem yorgun hem inatçıydı. Dudakları kurumuş, gözlerinin kenarı kızarmıştı. Göz kapaklarının altında uyumamış bir gecenin morluğu göze batıyordu.

Nöbetçi asker, alnından süzülen teri eliyle sildi. Üniformasının kumaşı, bütün gün güneş altında beklemekten ağır bir toprak kokusu taşıyordu. Sesinde sabırdan çok bıkkınlık vardı. “Ya yakını değilsiniz hanımefendi, neden anlamıyorsunuz?”

Betül’ün gözbebekleri öfkeyle büyüdü, göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. “Kardeşiyim diyorum! Daha ne kadar yakın olabilirim?” Sesi geceyi yaran bir çığlık gibiydi. Yumruğunu sıktı, parmak kemikleri beyazladı. “Derin’e ‘Lâl geldi’ deseniz, buraya almadığınız için bu karargâhı başınıza yıkardı!”

Asker başını eğip derin bir nefes aldı, boğazındaki düğümden öfke dolu bir hırıltı çıktı. “Hanımefendi o zaman Derin Hanım’ı arayın.”

Betül, ellerini beline yerleştirdi. Yüzüne terle karışan sinir çizgileri inatla belirginleşmişti. Nöbetçinin gözlerine saplandı bakışları. Çenesi titrerken dişlerinin arasından zorla sıktı kelimeleri. “Telefonuna baksa sana neden laf anlatmaya çalışayım kardeşim?”

Demir kapının ardında nöbet değiştirirken çıkan tok metal sesleri havada yankılandı. Askerin sabrı taşmıştı artık, sesi kalınlaştı. “Anlatmayın o zaman hanımefendi. Anlatmayın!”

Betül hızla birkaç adım geri çekildi. Çakıllar ayağının altında kıtırdayıp dağılırken geceye özgü keskin toprak kokusu burnuna doldu. Cebinden titreyen parmaklarla telefonunu çıkardı. Ekranın beyaz ışığı yüzüne vurdu; gözlerindeki dolan yaşlar daha da parladı. Parmak ucu sinirle ekrana bastı. Telefon çaldı. Çaldı. Ama açılmadı.

Genç kadının boğazı kuruyup düğümlendi. Dudaklarının kenarı titredi. Bir kez daha denedi. Çaldı. Yine sessizlik. Bir kez daha her seferinde kalbinin ritmi hızlandı, umudu azaldı.

Betül’ün göğsünden bir nefes koptu, içinde hem öfke hem kırgınlık vardı. “Neden bakmıyorsun ki mesela?” diye fısıldadı kendi kendine, sesi titriyordu. “Hani neden bakmaz insan arkadaşının telefonuna?”

O an gözlerinden yaşlar taştı, çenesinden süzülüp tişörtüne damladı. Yumruklarını sıktı, gözlerini gökyüzüne dikti. Gökyüzü simsiyah, yıldızsızdı. Sokak lambasının sarı ışığı gözyaşlarının üzerinde parıldıyordu.

Bir anda aklına gelen ihtimalle nefesi kesildi. Kalbinin bir anlığına boşlukta sallandığını hissetti. Gözlerini kapattı, dişlerini sıktı.

Ya gerçekten bir şey olmuşsa?

"Ya Derin beni bu aptalla uğraştırdığına inanamıyorum." diye homurdandı Betül; gözlerini devirdi, alnındaki damar belirginleşti, telefonu elinde sıkarken sanki ekrana nefretle bakıyordu. Kendine fazla düşünmeye izin vermedi çünkü verirse nefreti ağır gelip Kaan'ı aramaktan vaz geçebilirdi. Hızla Kaan Yüzbaşı’nın numarasına tıklayıp derin bir nefes aldı; ismini ekranda görmek bile sinirlerini hoplatmıştı.

O sırada Kaan, masasının üzerinde titreşen telefonuna uzandı. Ekrana düşen ismi gördüğünde kaşları anında çatıldı, dudak kenarı küçümseyici bir şekilde kıvrıldı. "Hopala, bu beni neden arıyor şimdi? Bir de bununla mı uğraşacağım?" diye mırıldandı; gözlerini telefondan ayırmadan bir an cevap vermemeyi düşündü, parmağı neredeyse reddet tuşuna değdi ama merakı ağır bastı, içinden ‘Derin’le ilgili olabilir’ diye geçirip dişlerini sıkarak açtı.

"Alo?" dedi kısa ve soğuk bir tonla.

Betül hiç vakit kaybetmeden patladı. "Kaan, Derin nerede?" Ses tonu keskin bir bıçak gibiydi, sabırsızdı, lafı uzatmaya hiç niyeti yoktu.

Kaan’ın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Dudak kenarı küçümsercesine kıvrıldı, gözlerinde o klasik muzip ışık belirdi. "Sana da merhaba Ayarsız. Ben de Derin’in abisiyimdir, hoş çocuğumdur, hee." dedi, sesine özellikle kınayıcı bir tını katmıştı.

Betül derin bir nefes alıp gözlerini gökyüzüne çevirdi, sanki sabrını yıldızlara teslim etmek ister gibi. Dişlerini sıkarak "Ne uzattın lan? Söyle işte, nerede kız?" dedi, parmakları telefonu sıkmaktan neredeyse bembeyaz kesilmişti.

Kaan keyifle sırıtarak sandalyesinden kalktı, ağır adımlarla kafeteryadan dışarı çıkarken telefon kulağında, sesi rahat ve alaycıydı. "Ayarsız, Derin’i bulmak için onu aramaya ne dersin?"

Betül’ün nefesi hızlandı, gözleri öfkeyle büyüdü. "Sen ne kadar zekisin ya…" dedi, dişlerinin arasından çıkan bu cümle öfke ve sabır kırıntılarıyla örülüydü. Avuç içleri terlemişti, biraz daha konuşsa Derin’i falan unutacak, tüm öfkesini Kaan’a kusacaktı. "Koskoca asker olmuşsun hâlâ bir beyin çalıştırmıyorsun. Vatanı nasıl koruyorsun lan sen?"

Kaan’ın kahkahası telefondan yankılandı, sesi sinir bozucu bir keyifle doluydu. "Ooo, sinirlenme Zehra, cırtlak sesinle günüm şenlendi."

Betül’ün sabrı taştı, dudaklarını sıkarak neredeyse haykırdı. "Betül benim adım! ZEHRA değil!" dedi, sesi neredeyse kükreme tonundaydı. "Derin’in yerini öğrenmek için aradım!" biraz daha devam ederse Kaan Dersim'in Betül'e koyduğu küfür yasağını seve seve yok sayıp ruhuna kadar sövecekti.

Kaan kahkahasını yarıda kesip sırıttı; dudaklarının kenarı arsızca kıvrıldı, gözlerinde eğlenmenin o parlak ışıltısı vardı. "Ya da mükemmel sesimi özledin." dedi, sesi şımarık bir çocuğun dalga geçişi gibiydi. "Hadi utanma ben olsam ben de kendimi özlerdim."

Betül, Kaan’ın şımarık sesiyle sabrının son damlasını da kaybetti. Boş bir şekilde karargâhın önündeymiş gibi değil, sanki Kaan tam karşısındaymış gibi gözlerini kısarak söylendi. "Senin o yamuk burnunu düzeltmemi ister misin ha?" dedi, sesi buz gibi öfkeyle titriyordu.

Kaan anında dikeldi, adımlarını yavaşlattı, dudakları hafifçe aralandı. "Benim burnum yamuk değil lan!" dedi öyle bir tonla ki, sesindeki savunma Betül’ün kahkahasını tetikledi. Bu ikisinin kavgasından artık Derin bile bıktığı için ikisini yan yana getirmemek için ekstra güç sarf etmek zorunda kalıyordu.

Betül gülmekle öfke arasında sıkışmış bir halde telefonu kulağında tutmaya devam etti. "Ya bırak Allah aşkına gölge düşse yamuk çıkıyor zaten. Kibirinden mi, burun kemiğinden mi emin olamıyor insan." dediğinde sesine alayla birlikte ince bir tiksinti de karışmıştı. "Öyle bir yamukluk var."

Kaan’ın kaşları çatıldı ama dudaklarının kenarı yeniden kıvrıldı. "Yüzüm hatta gölgem bile aklına nasıl kazınmışsa artık Ayarsız..." Sesindeki gülümseme Betül’ün sinirlerini daha da hoplatıyordu. "Bak bak bana laf sokmaya çalışıyor." dedi gülerek. "Oy sen benimle mi eğlenmek istiyorsun sen?" aynı ses tonuyla ekledi. "Yada beni istiyorsun emin olamadım şimdi."

"Ne eğlenmesi ne istemesi be!?" dedi Betül, ayağa kalkıp volta atmaya başladı. Parmak uçları titriyor, nefesleri hızlanıyordu. "Senin o egonu yere çivilemek için uğraşıyorum ben!"

Kaan kahkahasını tutamadı, karanlık koridorda yankılanır gibi güldü. "Yere çivilemek mi? Aman Allah’ım sen savcı değil misin? Yemin falan veriyorsunuz hatta. Beni öldürmen ne kadar doğru Ayarsız?"

Betül’ün sabrı tamamen taşmıştı. "Seninle konuşmak IQ kaybı yaşamak gibi bir şey. Resmen beynim eriyor seninle uğraşırken." dediğinde alnındaki damar atmaya başlamıştı.

Kaan iyice keyiflendi, dudakları arsızca kıvrıldı, sesini biraz kısarak fısıldar gibi söyledi. "Biliyor musun Ayarsız sen bana bağırdıkça sesin daha da tatlı geliyor. Vallahi şeker gibi. Belki de bu yüzden kavga ediyoruz; ben senin bağırmanı seviyorum, sen de bana bağırmaya bahane arıyorsun." Kaan onunla uğraşmaya devam etme kararı aldı. "Ulan arada edelim biz kavga."

"Şimdi senin aile büyüklerine sövmek istemiyorum ama biraz daha devam edersen ölümlerinin ruhuna bile söverim."

"Derin'e söylerim."

"Derin senin annen mi köpek?"

"İşime gelince evet Ayarsız."

Betül, telefonu elinde sıkarken patlamaya hazır bir volkan gibiydi. "Allah’ım sabır… ppDerin için katlanıyorum şu adama." diye içinden geçirip yüksek sesle, kelimeleri vurgulaya vurgulaya konuştu. "Kaan, eğer bana bir kere daha Ayarsız dersen senin burnunu yamultmakla kalmam, yamultulmuş burnunun üstüne otururum da nefes bile alamazsın."

"Değişik bir fantezi saygı duyarım." Kaan kahkahadan kırıldı, neredeyse nefesi kesilecekti. "Ayarsız!" dedi kıkırdayarak, kelimeyi bile bile uzatarak. "Bak yine dedim, hadi şimdi ne yapacaksın?"

Betül’ün yüzü öfkeyle kıpkırmızıya dönmüştü, telefonu fırlatıp paramparça edesi geliyor gibiydi ama dişlerini sıkarak kendini tuttu. "Sen var ya seninle işim bitmedi!" deyip telefonu suratına kapattı.

Adımlarını dışarı doğru yönlendirirken gülüşünü yüzünden sildi; Kaan artık telefondaki umursamaz adam değildi, Yüzbaşı olarak yine koridorda kök söktürmeye karar vermişti. Kenarda hazır bekleyen askeri sert bir bakışla çağırdı.

"Emredin komutanım!" dedi asker, yanına yaklaşır yaklaşmaz hazır ola geçerek.

Kaan, omzuna dostça dokunup sesini yumuşatır gibi yaptı ama hâlâ sertti. "Kıdemli Üsteğmen Mavi Derin Yıldırım’ı bul bana. ‘Yüzbaşı bahçede bekliyor.’ de, tamam mı?" diye emri verdi. Asker selam durup hızla gözden kaybolduğunda, Kaan hiç vakit kaybetmeden Betül’ün yanına ilerledi.

Koridorun sonunda, kapının önünde nöbet tutan askere çenesiyle işaret etti. Asker kapıyı açarken Betül’ün yüzünde öfke, gözlerinde sabırsız bir parıltı vardı.

"Ya madem açtıracaksın, ne diye uğraştırıyorsun?" dedi, ellerini iki yana açarak.

"Keyfim öyle emretti." diye karşılık verdi Kaan, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme oluşsa da bakışları buz kesmişti. Az önce telefonda gülerek konuşan adamdan eser yoktu; yerinde sadece görevine kilitlenmiş, soğuk bir yüzbaşı vardı.

"Senin keyfine başlarım şimdi!" diye ateş saçan gözlerle baktı Betül, siniri dilinin ucuna vurmuştu. "Ben arkadaşımı merak ediyorum, senin yaptığına bak!"

Kaan hiç istifini bozmadı. "Sence iyi olmasa ben bu kadar sakin olabilir miyim, salak kız?" dediğinde, Betül’ün elindeki tepsideki yemeği onun kafasına fırlatmamak için kendini zor tuttuğu yüzünden okunuyordu.

"Dua et, sen ölürsen Derin üzülür." diye çıkıştı, dudaklarını sıkarak.

Kaan’ın bakışları kısa bir an yumuşadı, sonra yeniden donuklaştı. "Sadece Derin mi üzülür?" dedi soğuk bir tavırla; yüzündeki alaycı gülümseme yine kendine yer edinmeyi başarmıştı.

Betül öfkeyle burnundan soluyordu. "Senin çenene ve gıcıklığına katlanabilecek tek insan o!" dedi, sözlerini tükürür gibi.

Tam o sırada, kenardan tanıdık bir ses duyuldu. "Siz iki mal yine kavga mı ediyorsunuz?"

Derin, sigarasından derin bir nefes daha çekmiş, dumanı ciğerlerine dolarken gözlerini kısmıştı. Dudaklarının arasından süzülen gri zehir, havaya yayılırken onların kavgasına karışan tek sakin şeydi.

İkisinin de bakışları aynı anda ona dönmüştü; Betül’ün gözleri, Mavi’nin parmaklarının arasında yanan sigaraya takıldı. Neden içtiğini sorgulamak için kendine bahane aradı ama bulamadı, bulamayınca da öfkesini Kaan’a yöneltti.

"Hani iyiydi?" dedi sert bir sesle. Bakışları ile adam öldürebilseydi, Kaan çoktan bin kere son nefesini vermiş olurdu, ama maalesef hâlâ karşısında dimdik duruyordu.

"Ben bıraktığımda iyiydi." diye karşılık verdi Kaan, aynı sertlikle. Gözlerini Mavi’ye dikti, onu sorgular gibi bakıyordu ama Mavi asla kıpırdamadı; sırtını duvara yaslamış, önüne sabitlenmişti.

Gözleri kaldırım taşlarının arasında inatla büyüyen bir papatyaya takılmıştı. Oysa zihni orada değildi, papatyanın beyaz yapraklarının aksine, düşünceleri karanlığın içindeydi. Bir kulağında kulaklık vardı, diğerini takmamıştı, sanki Betül’le Kaan’ın seslerini duymak ister gibi ama aslında kimseyi duymak istemiyordu.

Hiç kimseyi.

Tek istediği, içindeki acıyla baş başa kalmak ve belki de hemen şimdi, o acının içinde sessizce tükenmekti. Çünkü öyle ağır bir yük taşıyordu ki, Mavi bile artık bu acının altında eziliyordu.

İçi dışına çıkana kadar ağlamak istiyordu. Öyle bir ağlayış ki ciğerlerini sökecek, sesi çıkmasa bile içini yırtacak, boğazını kanatacak cinsten. Ama yapamıyordu. Gözlerinin gerisinde birikmiş yaşlar vardı; bir türlü akmıyorlardı. Sanki gözyaşlarının hakkı, çok önceden, çok acı bir gün tüketilmişti.

O lanetli günde tükenmişti.

Kalbinin çatladığı, ruhunun paramparça olduğu o an. İşte o an bitmişti gözlerinden dökülecek her şey.

O günden sonra ne bir sevinç gözlerini nemlendirebilmişti ne de bir acı gözpınarlarını zorlayabilmişti. Donuktu artık. İçinde biriken her duygunun üzerine kilit vurulmuştu ve anahtarı yoktu. Aslında vardı ama soğuk bir mezarda yatıyordu. Hayatına ne gülümseme uğramıştı, ne de hayat ona gülümsemişti. Dünya dönüyordu, insanlar sahnede ışıkların altında kahkahalar atıyordu ama o hep kenarda kalmış, figüran misali sessizce izliyordu. Işıklar hep başkalarını aydınlatmıştı; onun gölgesine hiç parıltı düşmemişti.

Ve en kötüsü ne susabiliyordu ne haykırabiliyordu. Sessizliğin içinde boğuluyor, kimse fark etmiyordu. Oysa tek istediği birilerinin onu fark etmesiydi; sessizce sarılsın, hiçbir şey sormasın, gözlerinde acıma değil anlayış olsun. Omzunda saatlerce ağlasın, içini dökerken onu dinlesin, sessizliğiyle yanında dursun istiyordu. Hayat sadece bir kez olsun ona da bir hayat sunsun, onu da yaşatsın istiyordu.

O kalbini istiyordu.

O sevdasını istiyordu.

Hiç kimsesini, herkesini istiyordu.

Gökhan’ını istiyordu.

Çünkü bu ölümlü bir sevdaydı.

Çünkü bu ölümlü bir acıydı.

"Ne o, elindeki zıkkım?" dedi sert bir sesle Betül, sabırsız bakışlarını Mavi’nin üzerine dikerken.

Mavi, ne Betül’e ne de Kaan’a dönüp baktı. Gözleri yerdeydi, dudaklarının arasından çıkan kelime neredeyse fısıltı kadar sessizdi. "Sigara."

Bir nefes daha çekti. Duman boğazından geçerken, ciğerlerini değil de kalbinin çürüyen yanını dolduruyor gibiydi. Kaan’ın bakışları sertleşti, gözlerinde öfkeyle karışık sessiz bir haykırış vardı.

"Asi seni kendi ellerimle öldürürüm." dedi, sesi buz gibi soğuktu.

Mavi’nin dudaklarında kırık bir tebessüm belirdi, gözleri alayla parladı. "Tek dileği ölüm olan birini, ölümle mi tehdit ediyorsun?"

Son izmariti parmaklarının ucunda söndürdü. Yere atmadı, cebine koydu; sanki toprağa kendi kirini bile atma hakını kendine vermiyordu. Betül ve Kaan aynı anda birer adım attığında, Mavi elini kaldırıp onları durdurdu.

"Yorgunum. Gökhan’a gideceğim." dedi yalnızca. Ne fazlası vardı sözlerinin, ne de açıklaması. Ve arkasına dönüp bakmadan yürüdü, ayak sesleri koridorun sessizliğine karışıp kayboldu.

Adımları hızlıydı ama gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. Ne taşları seçiyordu, ne sokak lambalarının solgun ışığını. Dünya bulanık bir perdeydi, kalbi ise tek net şeyi taşıyordu. Acı.

Mezarlığın demir kapısından içeri girdiğinde, ay ışığı karanlığı delip yoluna eşlik etti. Ezbere bildiği yollardan ilerledi, ayaklarının altında hışırdayan otların sesine bile kulak vermedi. Nihayet mezarın başına geldiğinde dizlerinin bağı çözüldü, sessizce yanına uzandı.

Toprağın serinliği kollarına dolandı. Avuçlarıyla mezara sarıldı, sanki sevdiği adam oradaymış gibiydi. Ama onun sevdiğ adamın bedeni bu toprak kadar soğuk değildi. "Yalvarırım… al beni yanına." dedi, sesi titriyordu. Dudaklarından dökülen sözler, boğazına takılan hıçkırıklarla daha da parçalı çıkıyordu. "Kalbim acıyor."

Toprak, sanki onu sever gibi sarmaladı. Mavi, yüzünü mermerin soğuk yüzeyine yasladı, gözlerini kapattı. İçindeki yangını dışarı dökecek gözyaşları yoktu artık. O gün tükenmişti hepsi, o lanetli gün… Kalbinin çatladığı, ruhunun paramparça olduğu an.

"Gökhan, beni anlamıyorlar." dedi, sesi rüzgâra karıştı. "Beni duymuyorlar… Dinlemiyorlar… Konuşmuyorlar." Her kelimesi mezarın taşına çarpıp geri döndü, yankısı bile sessizliğe gömüldü. Daha da yaklaştı, sanki o taşın içine karışacakmış gibi. "Yanına geleyim…"

Ay ışığı, üzerine düşen solgun gölgesini daha da belirginleştirdi. Mezarlığın sessizliği, onun fısıltısını sakladı. Ve gece, genç bir kadının tükenmiş kalbini içine alarak biraz daha karardı.

"Yıllardır nefes alamıyorum sanki…" dediğinde sesi ince bir ip gibi titriyordu ama gözlerinden hâlâ tek bir damla yaş düşmüyordu. Dudakları kupkuru, çatlamıştı; boğazında düğümlenen nefes, her kelimeyi kesik kesik çıkarıyordu. Mezarlığın keskin toprak kokusu genzine doluyor, burnunu yakıyor ama o kokunun içinde bir huzur da vardı. Çünkü o toprak, Gökhan’ın yattığı topraktı.

"Kimse gelmiyor." diye fısıldadı, sonra eğilip mezar taşına usulca bir öpücük kondurdu. Soğuk taş dudaklarına değdiğinde, insan teninden daha sıcak hissettirdi. İçindeki boşluk, o taştan bile daha soğuktu. "Kötü bir insanım, evet ama canım çok yanıyor."

Mezarlığın içinde yankılanan tek şey, Mavi’nin titreyen sesi ve geceye karışan nefesleriydi. Rüzgâr bile sanki susmuştu; ağaçların yaprakları kımıldamıyor, kuşlar bile ötmekten vazgeçmişti. Her şey, genç kadının yıkılışını izler gibi ağır ve sessizdi. "Yalvarırım buluşalım artık." dedi, sesi paramparça, boğuk bir inilti gibiydi. Sanki ciğerinden değil, kırık kalbinin en derininden çıkıyordu. "Ben yıldızlarla buluşmak istiyorum artık…"

Ay ışığı ince bir bıçak gibi göğsüne saplanıyordu. Yıldızlar gökyüzünde parlıyordu ama hiçbirinin ışığı onun içine düşmüyordu. Gözlerini kapattı usulca, sanki birazdan uyanmak istemeyeceği derin bir uykuya dalacakmış gibi. "Senle olan her zerrem çok acıyor." dedi, nefesi göğsünde takıldı, içeri girmedi, dışarı çıkmadı. Elleri toprağa daha da sıkı sarıldı, parmaklarının arasına nemli toprak doldu. "Ama kalbim... Kalbim ölmüş sanki. Senle beraber gömülmüşüm sanki…"

Ay ışığı onun bedenini solgun bir kefen gibi sarıyordu. Rüzgâr, saçlarını hafifçe savuruyor ama tenine değdiğinde bir bıçak gibi kesiyordu. Ve gecenin sessizliğinde, genç bir kadının kalbinden taşan acı, mezar taşının gölgesine sinip orada kalıyordu.

"Ben bekledim, Gökhan…" dedi usulca, parmaklarını toprağın üzerinde gezdirirken. "Herkes gitti, herkes sırtını döndü ama ben bekledim. Hiç kimseye inanmadım, hiç kimseye sarılmadım. Hep seni bekledim." Sesinde öyle bir hüsran vardı ki, yıldızlar bile utanıp ışığını çekse yeriydi.

Dudakları titriyordu, boğazından nefes değil sanki paslı bir bıçak geçiyordu. "Ama sen gelmedin. Ne bir rüya, ne bir işaret ne de bir teselli. Beni burada kendi acımla baş başa bıraktın." dediğinde göz kapakları ağırlaştı. "Biliyor musun en çok neyine kırıldım? Beni en iyi senin anlayacağını düşünmüştüm. Ama şimdi buradayım ve beni duyan yine yok."

Parmak uçlarıyla toprağı okşadı, sanki onun avucuna dokunur gibi. Toprak nemliydi, serindi ama kalbine çarpan sıcak bir sancı gibi hissettiriyordu. "Herkes güçlü olmamı istiyor, gülmemi istiyor, yaşamamı istiyor… Ama ben senin yokluğunda nefes almak istemiyorum." dediğinde kelimeler bir ağıt gibi titredi havada. "Benim yaşamım sendin."

Başını taşın üzerine yasladı, taşın sertliği alnını acıttı ama o acı bile içindekinden daha hafifti. "Yoruldum Gökhan…" diye fısıldadı, gözleri kapanırken. "Sevilmemekten, anlaşılmamaktan, her şeye rağmen yalnız kalmaktan… Çok yoruldum. Bana ‘yanındayım’ demeni beklerken mezar taşına sarılıyorum. Bu mu yanımda olmak?"

Ve sonunda gözlerinden yaşlar doldu ama düşmedi. Gözlerini sıkıca kapattı. "Ben kırıldım Gökhan. Sana değil hayata, insanlara, bana yükledikleri onca şeye. Ama en çok kendime kırıldım. Hâlâ seni beklediğim için hâlâ sana anlatacak bu kadar çok şeyim olduğu için…"

Sesinde bir yankı gibi ince bir kırılma vardı. "Sen yaşasaydın, şimdi bu mezarlığa gelmek zorunda kalmazdım. Sen yaşasaydın, bana ‘dayan’ derdin… Biliyorum, gözlerime bakar, omzuma dokunur, ‘her şey geçecek’ derdin." mezar taşına biraz daha sarıldı. "Sıkıca sarılsan bütün acılarımı unuturacaksın sanki. Acımın da aşkımın da sahibi senmişsin gibi."

Toprağa daha da yaklaştı, yüzünü o serinliğe bastırdı. "Ama sen yoksun… Ne sözün var, ne sesin var. Benim elimden tutacak kimsem yok. Sen yaşasaydın, ben böyle yarım kalmazdım."

Bir an gözlerini göğe kaldırdı, yıldızlara baktı. "Sen yaşasaydın, birlikte hayal kurardık. Sen gülünce ben gülerdim, sen öfkelensen ben sakinleşirdim. Şimdi sadece ben vardı ve ben, ben olmayı bile beceremiyorum artık."

Titreyen ellerini kalbinin üzerine koydu. Kalbi ağır ağır çarpıyor, sanki göğsünü parçalayacak gibi. "Sen yaşasaydın, bana ‘ağla, hafifleyeceksin’ derdin. Ama ağlayamıyorum. İçimden taşan bu yük sadece büyüyor. Sen yaşasaydın, bana kızardın, ‘yeter artık’ derdin. Keşke kızsaydın Gökhan. Keşke hâlâ burda olsaydın da kızsaydın."

Sonra fısıldadı, sesi rüzgâr gibi inceydi. "Sen yaşasaydın ben ölmek istemezdim."

Ve gecenin içine savruldu o kelimeler. Yıldızlar bile titredi, rüzgâr bile ağladı. O ise sadece fısıldadı. "Seni çok özledim."

"Seni karanlığın koynundan çektim, şimdi ışığın en saf yerine emanet ediyorum yakışıklı..."

Bölüm : 20.10.2024 00:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...